"
Allah'ın muhabbetinin hazını tatmadan sakın bu binayı (dünyayı) terk etme!"
Yıllar önce
Mustafa Kara hocanın tercümesiyle okuduğum
Hikem-i Atâiyye (
Tasavvufî Hikmetler) fakiri üslubuyla çok etkilemiş, hazretin sözlerini daha iyi anlayabilmek için neler yapabilirim diye düşünmüştüm. Neticede
Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir'in
şerhini de okumuş,
İbn Atâullah el-İskenderî ismine iyice tutulmuştum. Büyüklerin eserlerini okurken yahut okuduktan sonra onların hangi ekolü temsil ettiklerini, nasıl bir hayat yaşadıklarını da öğrenmek lâzım diyerek okumalarımı sürdürmüştüm. Hikem-i Atâiyye'nin en çarpıcı özelliği, okunduktan yıllar sonra bile aklınızda içinden bir şeyler kalması ve bu sebeple kendini belirli aralıklarda yeniden okutturması. Hazretin bir kerameti olsa gerek, boşuna söylenmemiştir: "
Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak câiz olsaydı el-Ḥikem okunurdu."
İskenderiye'de doğan İbn Atâullah el-İskenderî,
Nâsırüddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh,
Muhyiddin el-Mâzûnî’den nahiv,
Şerefeddin Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadis ve
Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî’den felsefe, mantık, kelâm tahsil etmiş. Esasında tasavvufa oldukça mesafeli, hatta karşı iken şâzeliyye tarikatının pîri
Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin halifesi
Ebü’l-Abbas el-Mürsî ile tanıştıktan hemen sonra onun sohbetlerine katılmaya başlamış. Bir süre sonra şeyhinin izniyle irşad faaliyetlerine başlamış, çevresini bilhassa sohbetleriyle ve hitabetiyle etkilemiş. Aynı yıllarda Mısır’da bulunan
İbn Teymiyye'nin müridleriyle kendi müridleri arasında çıkan şiddetli tartışmalar neticesinde İbn Teymiyye hapse atılmış. İbn Atâullah el-İskenderî, mürşidi el-Mürsî vefat ettiği zaman Kahire'de bulunuyormuş ve vefatına dek (
19 Ekim 1309) burada yaşamış.
Mustafa Kara hoca,
İslâm Ansiklopedisi'nde şu önemli detayları veriyor: "
İbn Atâullah, düşüncelerini ifade ederken vahdet-i vücûdcu sûfîlerin tartışmalara yol açan tesbitlerine temas etmemiş, vahdet-i vücûd ile vahdet-i şühûd arasındaki dengeyi çok dikkatli bir şekilde korumuştur. Riya ve şöhretten uzak ibadet ve taat, tevekkül, teslimiyet, recâ ve ümit onun tasavvufî düşüncesinin temel kavramlarıdır. Sözleri aşk ve cezbenin coşkunluğuyla değil tefekkürün incelikleriyle yoğrulmuştur. İbn Atâullah’a göre amel ve ibadetler birtakım şekil ve sûretlerden ibaret olup bunların ruhu âbidin kalbinde bulunması gereken ihlâs sırrıdır. Fakr veya iftikar denilen Allah’a muhtaç olma hali üzerinde ısrarla duran İbn Atâullah haşyetle beraber olan ilmi en hayırlı ilim olarak görür. Onun düşüncelerinde Hakîm et-Tirmizî, Sülemî, Hâris el-Muhâsibî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî ve Gazzâlî’nin tesirini görmek mümkündür."
Birçok sûfînin tercüme ve şerh ettiği Hikem-i Atâiyye'nin şârihleri arasında hemen her tarikattan müridin bulunması, İbn Atâullah el-İskenderî etki sahasının Kuzey Afrika ile sınırlı kalmadığını göstermek için yeterlidir. Nitekim el'an eserleri çeşitli dillere çevrilmekte ve şerh edilmektedir. İşte bu eserlerden biri de
Cemal Aydın tarafından dilimize kazandırılan ve
Sufi Kitap tarafından neşredilen
Gelin Tâcı'dır. Üslubunun celalinden ve nefisle mücadeleyi esas alışından dolayı kişi eseri okurken zaman zaman sıkıntıya düşebilir, hatta utanabilir. Kanaatimce bu refleksler kişinin okuduğundan dersler aldığının da göstergesidir.
Gelin Tâcı ismini nereden alıyor? Büyük velî
Bâyezid-i Bistâmî'nin "
Velîler Allah'ın gelinleridir" sözü, Şâzelî dervişlerinde büyük anlam bulmuş ve Şâzelî dervişlerine "
Allah'ın gelinleri" denmiş. Bir Şâzelî büyüğü olarak Atâullah el-İskenderî Hazretleri de bu ismi eserinin adı olarak nakşetmiş. Gelin Tâcı; tövbe, büyük cihad, Allah'a itaat, en büyük nimet, yoksulların önceliği, tek dayanağın Allah'tır, tedbirler ve Allah için zengin olanlar başlıklarıyla alt bölümlere ayrılmış. Yani nefsin insanı baskı altında tutacağı her alan için İskenderî Hazretleri birer reçete hazırlamış. Reçetelerin en başına tövbe ve Hz. Peygamber'e olan bağlılık konmuş. Bu iki meselede derinliğe kavuşmak, bu iki meseleyi hayatın tam ortasına koymak ve dünyaya bu merkezden bakmak, elbette kişiye nice hediyeleri de sunuyor. Zira seven ile sevilen arasındaki çok büyük bir fark var ve sevilen olmak için çok ciddi gayretler gerekiyor: "
Allah Teâlâ seven kimseden değil de, sevdiği kimseden razı olur. Sevenle sevilen arasındaki fark çok büyüktür. Velinimeti olan Yüce Allah'ın lütuflarını bilip de O'na isyan eden ve günahta ısrar eden kul, ne nankör bir kuldur! O'na itaatsizlik eden kişi, O'nun ihsanını hakkıyla bilmiyor ve O'na aldırmayan kimse, O'nun büyüklüğünü tanımıyor demektir. O'ndan gayrısına önem veren kimse kurtuluşa eremez!"
Henüz kitabın yirminci sayfasında geçen bu ifade, özellikle seven-sevilen ayrımı konusunda insanı düşüncelere götürmeli. İnsan kendine doğru bir soruşturma açmalı. Ne yapıyorum? En önemlisi de yaptıklarımı sahiden de Allah için mi yapıyorum? Çok kritik bir soru. İnsanın yaşamına ve hiç şüphesiz ibadetlerine biçim verecek bir soru. Çünkü Hak Teâlâ,
Hz. Musa'ya "
Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?” diye sormuştur. "
Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, Seni zikrettim." cevabından sonra Hak Teâlâ "
Bunların hepsi senin içindir. Benim için ne yaptın?" diye tekrar sormuştur. Bu kez Hz. Musa, "
Ya Rabbi, Senin için olan amel nedir?" diye sual edince bütün Müslümanları sarsacak -sarsması gereken- reçeteyi Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "
Sevdiğimi Benim için sevdin mi? Düşmanıma benim için düşmanlık ettin mi?". Hubb-i fillâh ve buğz-i fillâh. Tasavvuf yollarının her biri yolcularına kimseye kin tutmamayı, kimseyi kırmamayı, kimseden dolayı kırılmayayı öğütler. Tasavvuf büyükleri bu hâle bürünememenin seyr-i sülûku akamete uğratacağını söyler. Hakk yolunda seyr edebilmek için 'her şeyin O'ndan O'na seyrettiği' bilgisine evvela İlme'l-yakîn akabinde de Hakk'el-yakîn erişmek gerekir. Altını çizmeye yahut kenarını işaretlemeye cüret edemediğimiz cümleler muhakkak vardır. Bu cümlelerden bazıları çok kuvvetlidir. Uyutmaz, geceyle gündüzü birbirine katıverir. Vakit durur.
Lütfi Filiz,
Noktanın Sonsuzluğu, 4. ciltten: "
Her şey Kendi'nden Kendi'ne seyr eder."
Seven ve sevilen bahsine biraz daha yakınlaşmak gerek diye düşünüyorum. Çünkü mesele derin ve derinleşmek gerekiyor, akıbetimizin hayr olması için. O sebeple bir kıssa: Vaktiyle Yemen'de, devrin büyük âlimlerinden
Abdürrezzak Hazretleri bir mecliste sohbet ediyormuş. Bu sohbetin her bir cümlesi ders niteliğindeymiş. Hızır aleyhisselâm da işte bu meclisteymiş. Bakmış ki bir zât, dersi pek dinlemiyor, uyukluyor. Hemen yanına varıp "
Burada bir ganimet var ama sen uyukluyorsun! Abdürrezzak gibi bir âlim ders verirken uyuklanır mı? Kendine gel!" demiş. Adam gözlerini açmış, Hızır aleyhisselama şöyle bir bakıp tekrar uykusuna dönmüş. Bu hadise iki defa gerçekleşmiş. Üçüncüsünde adam seri bir hareketle doğrulmuş ve Hızır aleyhisselamın kulağına "
Bana bak, biz dersi Abdürrezzak'dan değil Rezzâk'dan alıyoruz. Sen benimle pek uğraşma. Eğer senin Hızır olduğunu şu meclise haber edersem paçanı kurtaramazsın!" demiş. Hızır aleyhisselam bu cevaba ayrı, adamın kendisini tanımasına ayrı şaşırmış ve Cenâb-ı Hakk'a "
Yâ Rab! Bana bildirdiğin velîlerin arasında bu zâtın ismi yok. Bu zât kimdir?" diye niyaz etmiş. Allah Teâlâ'nın cevabına dikkat buyurun zira meseleyi tam manasıyla kavramamız ve önemsememiz gerekiyor: "
Yâ Hızır! Ben sana sevdiklerimi bildirdim, beni sevenleri bildirmedim. O gördüğün kulum beni sevenlerdendir. Benim velîlerim ise Benim örtüm altındadır, onları benden gayrı kimse bilmez."
İşte Atâullah el-İskenderî, Gelin Tâcı'nın başından sonuna dek konu ne olursa olsun sevenlerden olmayı telkin ediyor. Ankebut suresindeki "
Bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz." buyruğu hatırlatıyor. Büyük cihadın ne olduğunu açıklarken şu üç mevzu üzerinde özellikle duruyor: Sürekli Allah'ı anmak, bir Allah adamının peşine takılmak ve rızık kaygısı taşımamak. Çünkü bu üç mevzu, nefisle mücadeleye dair en önemli üç silah. Allah'ı anmak bahsinde İskenderî Hazretleri sohbet meclislerinin öneminden bahsediyor ve "
Haydi, ilim ve irfan meclislerine katıl, çünkü o meclislerde cennetten gelen kokular yayılır. Bunu yaparsen sen o kokuları yürüdüğün yolda, hatta oturduğun evde bile hisseder ve koklarsın." diyor. Bir mürşidin yanına varıp onunla terbiye olma meselesini de şeyhi Ebu'l-Abbas el-Mürsî'den öğrendiğiyle açıklıyor: "
Kaplumbağa yavrularını bakışlarıyla terbiye eder. Aynı şekilde hoca da talebesini bakışıyla eğitir. Kaplumbağa karada yumurtlar ve onları nehir istikametinde yerleştirip ardından da onlara bakar. Allah Teâlâ işte kaplumbağanın attığı o bakışla onları olgunlaştırıp yumurtalarından çıkarır."
Rabiatü'l Adeviyye'nin "
O kapı ne zaman kapanmış ki açılsın?" sözünü İskenderî Hazretleri şerh ederken, bir müjdeden bahsediyor. Kapıların ancak O'nu zikredenlere daima açık olduğunu, kovulanın da gafleti kendisine zikri unutturduğu için kovulduğunu izah ediyor. Bu konuda bir başarı ortaya koymak için iki yoldan bahsediyor: karın doyurma hırsı ve karnının altındakinin hırsı: "
Allah'a nefisten daha fazla muhalefet eden bir şey yoktur. Bu dünyaya sevgiyle bağlanma konusunda da yine nefisten daha güçlü bir şey yoktur. Seni Allah sevgisinden daha çok uzaklaştıran da yine odur. Allah'ın sevgisine götüren kapı sana bir açılsa, öyle muhteşem şeyler görürsün ki..."
Üç silahtan sonuncusu rızık kaygısından uzaklaşmak. Bu hususta çok etkileyici bir kıssa var. Tövbekâr bir nebbaş (kefen hırsızı) bir gün bir kabir soyar ve ölünün kıbleye yüzünün değil de sırtının dönük olduğunu görür. Bunu hocasına anlatır. "
Bu nasıl olur?" diye sual eder. Hocasının cevabı şöyledir: "
Evlâdım, onlar rızıkları konusunda endişe etmiş kimselerdir."
İbadet ve itaat yekparedir. İman sahibi her an huzurda olduğunun bilincinde yaşarsa nefsinin tuzaklarını sezer, önlemler alır. İnananlar için bezginlik, sıkıntı ve yorgunluk dünya mazeretidir. İçten edilen bir tövbe insanı ayağa kaldırır. Dünya hayatıdır bu, yine düşülür ama yine kalkılır.
Ahmed Avni Konuk merhum şöyle buyurmuş ki ne büyük bir ikramdır: "
Aklın âlem-i hakikate doğru yürüyüşü 'düşe kalka' tabirine mâsadaktır [mutâbıktır]."
Hassas insanlar için ölüm fizikî bir mevzudan çok daha ötesidir. Onlar her an ölürler, her an ölümle beraberdirler zira "
Ölmeden önce ölünüz", dünya yolculuğunda Hakk'tan bir saniye bile uzaklaşmayanların nasibidir. Ölmeden önce ölenlerin nazarı ve onların rahle-i tedrisi, kişiyi terbiye eder, bir biçime sokar. Kişinin gayretiyle tekamül hızlanır. Nefisle mücadele etmenin şu çağda olmazsa olmazı bir mürşidin yancağızına bağdaş kurmaktır.
Ali Râmîtenî Hazretleri -
Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend, Ali Râmîtenî’nin halifelerinden Muhammed Baba Simmâsî’nin mürididir - şöyle buyurmuştur: "
Allah adamlarının kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir."
Kişi sevdiğiyle beraberdir. Dünya ahiretin tarlası olduğu için burada nereye ne ekileceğini iyi bilmek, iyi seçmek lâzım. Bu seçimi kişinin tek başına yapabilmesi de son derece güçtür, herkes bahçeyi sever ama herkes gülden anlamaz. Bir bahçıvan lâzımdır. O hâlde yazımızı İbn Atâullah el-İskenderî Hazretlerinin şu öğüdüyle bitirelim: "
Dünyaya sarılanları dost edinirsen, onlar seni tutup kendilerine çekerler; âhireti arayanları yoldaş edinirsen, onlar da seni alır Allah'a yönlendirirler."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf