"Başkanın mevcudiyeti, olguların anarşik büyücülüğüne son verir."
Emmanuel Levinas (1906-1995) hakkında Özkan Gözel tarafından yapılan doktora çalışması "Varlıktan Başka: Levinas’ın Metafiziğine Giriş" adıyla Ketebe Yayıncılık tarafınca kitap olarak çıktı. Fransızca yazılan tez, Gözel tarafından Türkçeye çevrilerek kitaplaşmış.
Edmund Husserl için gittiği Almanya’da Martin Heiddegger ile tanışıp hayran olan, fakat zamanla hayranlığı eleştiriye doğru evrilen Levinas’ı, batının dikte ettiği tasavvurların dışında, söyledikleri üzerinden okumaya çalışmak lazım bu kitapta.
Heidegger için her daim, kendisinin anlatamadığından fazlasının, okuyanlarca zorla anlaşıldığını düşünenlerden olduğumdan belki; Levinas’ı batı diktesinin karşısında duran dik tavrından mülhem pek severim. Tabi yazarımız bu eleştirinin kaynağı için bir sosyal bilimciye yakışır derinlikte, Lavinas’ın eleştirisine sebep olabilecek, biyografik bir gerçeği dipnot alarak açıklamadan geçmemiş; ki kararı yine biz verelim. Fransız vatandaşı ve askeri olarak Almanlara esir düşmesi, ailesinin çoğunu bu savaşta kaybetmesinin ardından Levinas; “çoğu Alman’ı affedebiliriz. Bazı Almanları affetmek güç, Heidegger bunlardan biridir” demiştir. Sebeplerinden biri de bu olabilir belki ama derinlemesine incelendiğinde Heidegger ve Husserl’e yönettiği eleştirilerin, giderek tüm batı felsefesini kapsayacak şekilde genişlediği de bir gerçektir.
Platoncu “varlığın ötesi” fikrini benimseyen ve etiği 'iyi'ye doğru hareket olarak sunan Levinas, bu hareket bizi varlıkta bırakmaz hakiki aşkınlığa ulaştırır, onun ötesine götürür der…
Üst bir varoluşu değil daha radikal bir şeyi ifade eder, der.
“Kendi varlığının üstünde olmayı” der.
Neredeyse bütün batı felsefesi varlık sorunun etkisi altındadır ki bu batı felsefesi ile sınırlıdır da denilemez. Orphik Kozmoloji’de de vardır “ilk hareket ettirici” derdi. Empodekles’in “Eros” ile anlamlı kıldığı da yine “hareket ettirici”dir. Platon, hali ile Sokrates de böyle gelir; Levinas gibi “iyiyi isteme” ideaları vardır. Farkı, onlar bunu aşk ile bütünlerler. Levinas ise etikle. Plotinus ile varlık artık daha da tinsel boyut kazanır, keza ondan etkilenen, bayrağını taşıyan İslam Filozofları, bugün sıradan bir ilahi veya türkü içerisinde duyduğumuz Yunus ya da Mahsuni Şerif dizelerinin de derdi gücü budur; varlık!
Levinas’ın ayracı; iyiyi isteme yolunda çıktığın düzlük, “senin daha iyi halin” demeye çalışmıştır bize. De dahi yazarımız da anladığımızca bu izleğin seyrindedir.
Yarım sayfa içerisinde “İhata, massedici, liyakat, izale, rağmına, müphem” kelimelerini kullanması ile içerik olarak zaten demir leblebilerden olan adamları daha da ağırlaştırması bakımından yapacağımız eleştiriyi nazarlık olarak bırakıp buraya, kitabın bölümlerine geçelim.
Birinci bölüm, varlık ve öte/ki;
Ontolojide ve varlıkla ilişkisinde Heidegger ile kurduğu bağı kopartırken Heidegger’den öncesinden de ilhamını kesen, yeni bir şeyler söylemek lazım diyen Levinas…
Varlıktan çıkmak hatta belki insanın bulantılarının kaynağı görüp kaçmak isteyen Levinas…
Tam buraya taş gibi bir tespit koyar ; “o ilk var sadece var olanın değil hiçliğin de olmadığı bir durumu ifade eder” der. Kopar gider hiçliğe yer arayan Heiddeger’den, ta ki en temelinden.
Ardından hipostaz ile anonim varlığın bağrından doğan hiçlik; değerli hocam Hilmi Yavuz’un “ben bana çivilidir; isa’yla çarmıh neyse” dizesinde çivilenir, ki böylesi tanıdık bir sanatta yer edindirme dehasından kucaklıyoruz Gözel’i.
Devamında; şimdinin özgürlüğünde acı çeken öznenin gelecek ile beslediği umud; zaman! Ölümün gizemindeki umud ile birleşmiş tüm zamanlar ve bir nevi izafiyet ve aşk…
İkinci bölüm, başkalık ve aşkınlık;
Heiddeger’den ileri ve başka, varlıktan ileri ve başka, aşktan ileri ve başka…
Bu rutinde ilerlerken kitap, Özkan’ın da belirttiği gibi “Levinas başkanın filozofudur”, başkanın çevresinde döner durur. Batı felsefesinin başat unsuru olan, 'aynı'nın emperyalizmine; onun dışsal olanı, başka olanı messetme yönelimine karşı, felsefi bir mücadeledir.
Üçüncü bölüm, etik öznellik;
Beşerin ancak öte/kine açılma demek olan etikte insanlaşabileceğini varsayan Levinas için varlıktan soyunmak dünyada yersiz olmayı gerektiriyor ki buna ontoloji pek cesaret edememiştir. Konu dışı saymak kolayına gelmiştir ya da…
“Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa benzesin; öyle bir vuslat talep ederler ki onda ayrılık olsun” alıntısı ile İmâm-ı Rabbânî dizesine geldiğinizde senkroninin zıddı “diyakroni” kavramını daha yerinde anlamlandırabilmek, yazarın çerçeve çizmesindeki çapraz dehasından diyebiliriz. Kitap içerisindeki, bu çapraz anlatı tekrarını sağlarken, zihinsel karmaşayı hem sürdürüp hem geride kalanları sakinleştirip dinginleştiren üslubunu ayrıca tebrik etmek lazım.
Hattızatında; “arifin son mertebesi nedir” sorusuna; “olmadan önceki gibi olması” cevabının verilmesinden ilhamla, okumadan önceki gibi ayrıldığınızı zannettiğiniz sayfalar bundan sonraki yazılı felsefi literatürde, mevcudun yanına bir pencere daha açmanızı sağlayacaktır.
Son olarak; Gözel’e göre, Levinas felsefesinde, varlıktan soyunmuş, kendisinden çıkmış kimse, Kutsi Olan’a yönelmiş etik öznedir ve etik özne, veli figürüne yakınsar, giderek ermek fikrine doğru meyleder. Tasavvufa dokunduğu veya zorla dokundurulduğu mu çok emin olamadım ama bu yeri bu yazının dışında bırakıp, anlam hakkını okuyucuda saklı tutmayı tercih etmek, doğrusu olacak kanısındayım.
Sonuçta Levinas’ın da dediği gibi; “obsesyon dışarı ile bir ilişki değil midir?”
Öyledir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
18 Nisan 2019 Perşembe
17 Nisan 2019 Çarşamba
'Allah adam'larının aşkına düşmüş bir Kaliforniyalı
"Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."
- Sâlih Baba
Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.
Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.
Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."
Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."
Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."
Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."
Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."
Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."
- Sâlih Baba
Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.
Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.
Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."
Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."
Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."
Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."
Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."
Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Nisan 2019 Pazartesi
Şeyh Bedreddin’in isyanı!
Tarihi okuma şeklimiz hayatı anlama biçimimizle yakından ilgilidir. Siyasi veya ideolojik duruşumuza, felsefi görüşümüze göre kimimiz tarihi kutsarken kimimiz sövebiliyoruz. Kimimiz tarihe kahramanlıklar geçidi olarak bakarken kimimiz felaketler şeridi olarak görüyoruz. Kimimize göre tarih ders alınması gereken hata-sevap havuzu iken kimimize göre tarih olması gerekenlerin vuku bulduğu süreçler bütünü olarak karşılık buluyor. Hasılı, edindiğimiz enformasyonu net bilgi gibi kullanıyoruz. Tarihsel malumata kesin bilgi muamelesi yapmanın merak, öğrenme ya da bilme arzusuyla ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Zira net bilgi bulunmayan durumlarda bile bazı şeyleri görmeye, göstermeye çalışıyor insanoğlu. Genellikle rivayetler üzerinden popülist/hamasi söylem oluşturularak müspet ya da menfi anlatımda bulunulduğunu söyleyebiliriz. Daha az kullanılan ama daha tutarlı bir yol olarak; bilinenlerden hareketle akıl yürütülerek oluşturulan alternatifler olabiliyor. Her halükarda gerçekten öte ve öznel bir gerçeklikler toplamı söz konusu oluyor. En nihayetinde tarih, bilimsellikten ziyade spekülatif bir disiplin olarak kendini gösteriyor. Sonuç insanın en sevdiği şeye dönüşüyor; polemik, spekülasyon, sansasyon, manipülasyon, kaos…
Şeyh Bedreddin (1359-1416) hakkında az bilinip çok söz edilen tarihi şahsiyetlerden birisi. Öyle ki, ölüm tarihi konusunda farklı tarihler mevcut. Sanırım hakkındaki en net bilgi Osmanlı’da idam edilen isyancılardan biri olduğu şeklindedir. Dini bir figürdür ve fakat mevcut Sünni söylemin dışına çıktığı iddia edilir. Hatta ‘dini sapkınlığı’ idamının isteminde en önemli etkendir fakat yeterli kanıt bulunamadığından şer’i hukuk yerine örfi hukuk kararıyla idam edilir. Sonuçta padişaha karşı gelmiştir, başka türlüsü düşünülemez. Osmanlı’da Fetret Devri’dir (1402-1413) ve bu karmaşa döneminde halkı iktidara karşı kışkırttığı, isyan için örgütlediği için idam edilir. Kemiklerinin idamından beş yüz kırk beş yıl sonra (1961) padişah türbesine defnedilmesine ‘batıni bir tecelli’ anlamı yüklemek yerine konjonktüre bağlı siyasi bir karar olarak bakmanın daha makul olacağı kanaatindeyim. Zira iade-i itibar bu değil.
Şeyh Bedreddin gerek aldığı eğitim gerekse üstlendiği görevlere bakıldığında dönemin ileri gelen ulemalarından birisi olduğu (otoriteler tarafından da) kabul edilir. İlk başlarda üzerine yoğunlaştığı fıkıh ilmi hayatının ilerleyen dönemlerinde tasavvufi bir mecraya kaymıştır. İlmi alandan uzaklaşıp siyasi bir karakter olmasında bu kaymanın etkisi olduğu görülüyor. Bugünün sosyalist jargonuna yakın bir dil ve üslup geliştirdiği söylenir. Özellikle mülkiyet ve emeğin sömürülmesi noktasında iktidarla ters düşmüştür. Bu durum mevcut iktidardan ziyade mevcut iktidar anlayışına karşı tutumdur. İktidara karşı nerede bir başkaldırı varsa modern sosyalist düşünce başında biter ve kendine mal etmeye çalışır. İdeolojinin ‘pre’ hâlidir. Böylelikle köken arayışında bir katman daha yerleştirilmiş olur. Türkiye’de kendini sol diye adlandıran eğilim Şeyh Bedreddin’e böyle yaklaşmıştır. Bu ideolojik yaklaşım genel olarak Alevi-Bektaşi oluşumuyla ünsiyet bağı kurar. Çünkü onlar Sünni iktidar ile mücadele eden ve bedel ödeyen ötekilerdir. Kabul etmek gerekir; farklı dini anlayış(lar) karşı koyuş için bir aidiyet göstergesi hâline gelmiştir ve simgesel anlam uzamları bulunmaktadır. Bu konuda en ilginç detaylardan biri bugün ‘piyasadaki’ Şeyh Bedreddin çizimleri olsa gerek. Mevcut çizimlerin tümü imgenin ideolojik tornadan geçişinin anlamlı bir yansımasıdır. Diğer yandan söylemek gerekir ki; ham softalıktan kendini sıyıran bazı 'soft' sufilerin de Şeyh Bedreddin’i arifan kütüğüne kaydetme çabası bulunmuyor değil. Gerekçe tanıdık: Şeyh Bedreddin ‘yanlış anlaşılmıştır.’
Sıradışı bir insan olduğundan şüphe olmayan Şeyh Bedreddin hakkında epeyce bir ‘malumat eser’ bulunuyor. Farklı pencerelerden aynı kişiye bakmadığımızı kabul etmek zorundayız. Okuyucu olarak o pencerelerden dışarıya değil içeriye bakıyor ve yazarın havsalasındaki Şeyh Bedreddin’i görüyoruz. Kolektif Kitap tarafından neşredilen Bedreddin adlı çalışma onlardan biri. Eser onun hayatını yaşamöyküsel bir kurguyla anlatıyor diyebiliriz. Hayatı ve Düşünceleri alt başlığıyla Murat Küçük tarafından hazırlanan çalışma yüz dört sayfadan oluşuyor. Hayali Söyleşiler üst başlığıyla sunulan kitapta farklı bir yöntem uygulanmış. Şeyh Bedreddin ile yapılan söyleşi (röportaj) şeklinde oluşturulan kurguya göre yazarın sorduğu sorular tarihsel gerçeklikle örtüştürülerek cevaplandırılmaya çalışılmış. Elbette kurgu ve yorum anlatılanların büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer yandan gerçek olan kısımların da farklı kaynaklardaki (öznel) gerçeklikler olduğunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin hakkında bilinenlerden hareketle oluşturulan anlatıdaki boşluklar yazar tarafından doldurulmuş.
Kitapta genel olarak Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısına, aile kökenine, aldığı dini eğitime, İslam coğrafyasındaki seyahatlerine, devlet kademelerindeki görevlerine ve hayatının dönüm noktalarında etkin olan kişilere değiniliyor. Tasavvufa meyletmesinde etkisi olan Şeyh Hüseyin Ahlati ve dönemin isyanlarında etkin rol alan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal o kişilerin başında geliyor. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserlerde genellikle onu temize çekme amacıyla sorun diğer isimlerin hesabına yazılır. Murat Küçük en azından meseleyi diğer isimlere yüklemekten geri durmuş diyebiliriz.
Bedreddin, okuyucuyu onun yaşadığı döneme götürerek olaylara sakin bir bakışla yaklaşmasını salık veren bir kitap. Yalnız, eserin içeriğinin yazarın kişisel algı ve anlayışını bir yansıması olduğunu da bilmek gerekiyor. Yazarın, göndermeler dışında meseleyi çok fazla oraya buraya çekmemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Buna rağmen yine de satır aralarında Şeyh Bedreddin’i nereye yerleştirdiğini görmek mümkün. ‘Ne Musa’ya, ne İsa’ya’ deyiminin bir görünümü diyebileceğimiz Şeyh Bedreddin’den orta yollu bir figür çıkarmak pek mümkün görünmüyor. Tekniği itibariyle farklı bir çalışma olan Bedreddin, yalın diliyle keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Şeyh Bedreddin (1359-1416) hakkında az bilinip çok söz edilen tarihi şahsiyetlerden birisi. Öyle ki, ölüm tarihi konusunda farklı tarihler mevcut. Sanırım hakkındaki en net bilgi Osmanlı’da idam edilen isyancılardan biri olduğu şeklindedir. Dini bir figürdür ve fakat mevcut Sünni söylemin dışına çıktığı iddia edilir. Hatta ‘dini sapkınlığı’ idamının isteminde en önemli etkendir fakat yeterli kanıt bulunamadığından şer’i hukuk yerine örfi hukuk kararıyla idam edilir. Sonuçta padişaha karşı gelmiştir, başka türlüsü düşünülemez. Osmanlı’da Fetret Devri’dir (1402-1413) ve bu karmaşa döneminde halkı iktidara karşı kışkırttığı, isyan için örgütlediği için idam edilir. Kemiklerinin idamından beş yüz kırk beş yıl sonra (1961) padişah türbesine defnedilmesine ‘batıni bir tecelli’ anlamı yüklemek yerine konjonktüre bağlı siyasi bir karar olarak bakmanın daha makul olacağı kanaatindeyim. Zira iade-i itibar bu değil.
Şeyh Bedreddin gerek aldığı eğitim gerekse üstlendiği görevlere bakıldığında dönemin ileri gelen ulemalarından birisi olduğu (otoriteler tarafından da) kabul edilir. İlk başlarda üzerine yoğunlaştığı fıkıh ilmi hayatının ilerleyen dönemlerinde tasavvufi bir mecraya kaymıştır. İlmi alandan uzaklaşıp siyasi bir karakter olmasında bu kaymanın etkisi olduğu görülüyor. Bugünün sosyalist jargonuna yakın bir dil ve üslup geliştirdiği söylenir. Özellikle mülkiyet ve emeğin sömürülmesi noktasında iktidarla ters düşmüştür. Bu durum mevcut iktidardan ziyade mevcut iktidar anlayışına karşı tutumdur. İktidara karşı nerede bir başkaldırı varsa modern sosyalist düşünce başında biter ve kendine mal etmeye çalışır. İdeolojinin ‘pre’ hâlidir. Böylelikle köken arayışında bir katman daha yerleştirilmiş olur. Türkiye’de kendini sol diye adlandıran eğilim Şeyh Bedreddin’e böyle yaklaşmıştır. Bu ideolojik yaklaşım genel olarak Alevi-Bektaşi oluşumuyla ünsiyet bağı kurar. Çünkü onlar Sünni iktidar ile mücadele eden ve bedel ödeyen ötekilerdir. Kabul etmek gerekir; farklı dini anlayış(lar) karşı koyuş için bir aidiyet göstergesi hâline gelmiştir ve simgesel anlam uzamları bulunmaktadır. Bu konuda en ilginç detaylardan biri bugün ‘piyasadaki’ Şeyh Bedreddin çizimleri olsa gerek. Mevcut çizimlerin tümü imgenin ideolojik tornadan geçişinin anlamlı bir yansımasıdır. Diğer yandan söylemek gerekir ki; ham softalıktan kendini sıyıran bazı 'soft' sufilerin de Şeyh Bedreddin’i arifan kütüğüne kaydetme çabası bulunmuyor değil. Gerekçe tanıdık: Şeyh Bedreddin ‘yanlış anlaşılmıştır.’
Sıradışı bir insan olduğundan şüphe olmayan Şeyh Bedreddin hakkında epeyce bir ‘malumat eser’ bulunuyor. Farklı pencerelerden aynı kişiye bakmadığımızı kabul etmek zorundayız. Okuyucu olarak o pencerelerden dışarıya değil içeriye bakıyor ve yazarın havsalasındaki Şeyh Bedreddin’i görüyoruz. Kolektif Kitap tarafından neşredilen Bedreddin adlı çalışma onlardan biri. Eser onun hayatını yaşamöyküsel bir kurguyla anlatıyor diyebiliriz. Hayatı ve Düşünceleri alt başlığıyla Murat Küçük tarafından hazırlanan çalışma yüz dört sayfadan oluşuyor. Hayali Söyleşiler üst başlığıyla sunulan kitapta farklı bir yöntem uygulanmış. Şeyh Bedreddin ile yapılan söyleşi (röportaj) şeklinde oluşturulan kurguya göre yazarın sorduğu sorular tarihsel gerçeklikle örtüştürülerek cevaplandırılmaya çalışılmış. Elbette kurgu ve yorum anlatılanların büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer yandan gerçek olan kısımların da farklı kaynaklardaki (öznel) gerçeklikler olduğunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin hakkında bilinenlerden hareketle oluşturulan anlatıdaki boşluklar yazar tarafından doldurulmuş.
Kitapta genel olarak Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısına, aile kökenine, aldığı dini eğitime, İslam coğrafyasındaki seyahatlerine, devlet kademelerindeki görevlerine ve hayatının dönüm noktalarında etkin olan kişilere değiniliyor. Tasavvufa meyletmesinde etkisi olan Şeyh Hüseyin Ahlati ve dönemin isyanlarında etkin rol alan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal o kişilerin başında geliyor. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserlerde genellikle onu temize çekme amacıyla sorun diğer isimlerin hesabına yazılır. Murat Küçük en azından meseleyi diğer isimlere yüklemekten geri durmuş diyebiliriz.
Bedreddin, okuyucuyu onun yaşadığı döneme götürerek olaylara sakin bir bakışla yaklaşmasını salık veren bir kitap. Yalnız, eserin içeriğinin yazarın kişisel algı ve anlayışını bir yansıması olduğunu da bilmek gerekiyor. Yazarın, göndermeler dışında meseleyi çok fazla oraya buraya çekmemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Buna rağmen yine de satır aralarında Şeyh Bedreddin’i nereye yerleştirdiğini görmek mümkün. ‘Ne Musa’ya, ne İsa’ya’ deyiminin bir görünümü diyebileceğimiz Şeyh Bedreddin’den orta yollu bir figür çıkarmak pek mümkün görünmüyor. Tekniği itibariyle farklı bir çalışma olan Bedreddin, yalın diliyle keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Madene doğru: bir arayış hikâyesi
İçinde bulunduğu ruh halini veya olayları başarılı bir şekilde, realizmden sapmadan veya romantizmin sınırlarında dolaşarak anlatan/anlatabilen yazarlar, çok uzun yıllardan sonra bile hâlâ hayranlıkla okunabilmektedir. Bu durumun Türk ve Dünya Edebiyatı’nda birçok örneği mevcuttur. Fakat bir de, yazdığı olaylarla ilgili, eserinde kurguladığı şeyin uzağından bile geçmemiş olsa bile, bu durumu satırlara sanki yaşamış gibi aktarabilen yazarlar vardır. Bu iki grup arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olanın ortaya çıkan eser olduğu muhakkak. Ancak ikinci grubun yaptığı şeyin daha çetrefilli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayal gücünü zorlayarak salt bir kurgu, bir olay, bir mekân ortaya çıkarmak, birebir yaşanılan bir şeyi kitaba dönüştürmekten daha zor kanaatimce. Tıpkı, Natsume Soseki’nin Madenci kitabında olduğu gibi.
Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.
Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.
Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.
Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:
“Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.”
Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.
Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.
Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:
“…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.”
Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.
Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.
Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.
Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.
Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.
Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.
Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:
“Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.”
Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.
Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.
Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:
“…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.”
Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.
Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.
Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.
Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
7 Nisan 2019 Pazar
Minnetsiz bir ruhun özgürlüğe ve Dost'a çağıran sesi
Minnetsiz bir ruhun isyankar sesini okuyoruz Yağız Gönüler'in "Minnet Eylemem" kitabında. Kitabın kapağında bir yılkı atı karşılıyor bizi. Kitaptaki şiirlerin pek çoğunda güçlü bir imge olarak yer alan 'at' daha kitabın kapağında özgürlüğü ve toprağa dönüşü çağrıştırıyor bize. Şiirlerin geneline; baba, oğul, mü'min, kent, kapitalizm, tarih, aile, yoksulluk gibi temalar yayılmış durumda. Üç bölüme ayrılmış kitabın bölüm isimleri de şairin sözüne bir yemin anlamı kattığını fısıldıyor bize: Ekmek, Mushaf, Ekmek ve Mushaf. Söylediğimiz sözden ne denli emin olduğumuzu kanıtlamak için "Ekmek Mushaf çarpsın ki!" diye yemin etmişliğimiz çoktur.
İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.
"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"
Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.
"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"
Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.
"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."
"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.
"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."
Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;
"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;
"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."
"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:
"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."
"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.
"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."
Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;
"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."
Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.
"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."
Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.
"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.
"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."
Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;
"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.
"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.
Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.
"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"
Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.
"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"
Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.
"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"
Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.
"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."
"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.
"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."
Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;
"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;
"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."
"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:
"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."
"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.
"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."
Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;
"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."
Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.
"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."
Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.
"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.
"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."
Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;
"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.
"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.
Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.
"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"
Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
29 Mart 2019 Cuma
Ancak "erenler" hayata ve kalbe rehberlik eder
Şehirler, medeniyetin taşıyıcılarıdır. Bir şehrin medeniyeti sırtına yüklenmesi ancak o şehir içinde yaşamış olan 'büyük'lerin varlığıyla mümkündür. 'Yaşamış olan' aynı zamanda nasıl 'var' olabilir? Çok basit bir sorudur inananlar için zira âşıklar ölmez. Onların sohbetlerinden öyle kokular fışkırmıştır ki müptela olanları tarafından kıyamete dek taşınır o sohbetler. Büyüklerin sohbetleri doğrudan kalbi hedef alır. Böylece şehirler birer kaynağa dönüşür. Feyzin, bereketin, ilmin, irfanın, sohbetin kaynağı. Bilhassa 11. yüzyılın başından itibaren nice mürşitlere, ariflere, dervişlere, âşıklara yani 'Allah adamı' olanlara yurt olmuş birkaç şehir sayarsak; Bağdat, İsfahan, Buhara, Semerkant, Horasan gelir peşi sıra.
Ehl-i irfanın kaynaklık ettiği şehirler saymakla bitmez. Ancak saydığımız bu şehirler; yollarıyla, yolcularıyla, muhibbanlarıyla bir medeniyeti hem kuşanmışlardır hem de pırıldayan gönüllere doğru kuşatmışlardır. Bu saydığımız tüm şehirlerle irtibat kurmasıyla, Türkistan'dan tüm İslâm coğrafyasına uzanan hikmet deryası Ahmed Yesevî'ye hocalık yapmasıyla ve İmam Gazzâlî ile pirdaş olmasıyla ünlü bir büyük sufiyi ve kitabını konuşmaya başlayabiliriz o hâlde. Yani, Hâce Yûsuf Hemedânî'yi ve Rütbet'ül-Hayat'ı.
Hâce Yusuf Hemedânî, 1049 senesinde Hemedan'ın Bûzenecird köyünde doğmuş bir zat. 18 yaşında ilim tahsili için Bağdat'a gidiyor ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katılıyor. Birçok âlimle tanışıyor, onlara talebelik yapıyor. İslâm Ansiklopedisi'nden öğrendiğimize göre İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinliyor. Merv'de bir tekke açıp irşad faaliyetlerine başladığında, tekkesine "Horasan kâbesi" deniyor. Yerinde durmayan ve gidebildiği her şehre gidip bildiklerini anlatan Hemedânî, altmış yaşının henüz başlarında artık çok iyi tanınan bir sufi olarak başladığı yere, Bağdat'a geri dönüyor. Sık sık Merv'e ve Herat'a irşad faaliyetleri için gidip geliyor. 1140 yılında, Herat’tan Merv’e döndüğü bir gün Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefat ediyor. Onun hâlifelerini saymak, vardığı yeri anlatabilmek açısından faydalı olacaktır: Hâce Abdullah Barakî Hârezmî, Hâce Hasan Endakî Buhârî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâcegân ile Nakşbendiyye tarikatının silsile başı olan Abdülhâlık Gucdüvânî. Kendisinin beslendiği kaynak, yani şeyhi Ebû Ali Fârmedî'dir. Abdullah Cüveynî ve Hasan Simnânî ise kendisine sohbet şeyhliği etmişlerdir. Ayrıca, Mâkâmât'ından öğrendiğimize göre Hâce Yusuf Hemedânî, şeyhinin şeyhini de görmüştür. Yani, fütüvvet sultanı Ebu'l-Hasan el-Harakânî'yi.
Her sufi gibi dinin emirlerine ve yasaklarına son derece bağlı, özellikle de sahv (daima uyanık ve şuurlu olma) ve temkin (ibadette kararlı olma) konusunda hassas bir zat. Dolayısıyla keramet gösterilmesine, sekr ve vecd hâlindeyken söz söylenmesine de oldukça mesafeli. Bu anlamda kaynaklarda Ahmed el-Gazzâlî'nin sözlerini pek beğenmediği yazılıdır. Ayrıca "Eğer Hallâc mârifeti hakkıyla bilseydi ‘enelhak’ yerine ‘ene’t-türâb’ (ben toprağım) derdi" sözü de meşhurdur. Hemedânî, yazılmış her şeye çok önem veren bir sufi olarak dervişlerine her zaman Allah dostlarını okumalarını tavsiye eder. "Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?" sorusuna "Onların eserlerinden her gün sekiz varak (on altı sayfa) okuyun" cevabını vermiştir. Bu cevabın, Tezkiretü’l-evliyâ'yı yazmak için Ferîdüddin Attâr'a yol gösterici olduğu söylenir. Sufiler arasında eser kaleme alan zatlar bir hayli azken, yaşadığı dönemin karışıklığı da düşünülürse, Hemedânî'nin bıraktığı eserler son derece kıymetlidir. Birçok risalenin yanı sıra Kitâb-ı Keşf gibi günah ve tövbeyi, Ṣafâvetü’t-tevḥîd li-taṣfiyeti’l-mürîd gibi sabır ve kalp temizliğini esas alan eserler de yazmıştır. Eserlerinden Rütbetü’l-Hayat, hayatın sufi gözüyle ve üç makamın esas alınarak (İslâm, iman, ihsan) yorumlandığı Farsça bir eserdir. Prof. Dr. Necdet Tosun'un çevirisi ve İnsan Kitap'ın titiz baskısıyla ilk defa 1998'de okuyucuya ulaşan Rütbetü’l-Hayat, 2016 yılında altıncı baskısını yapmıştı.
Hemedânî tarafından oldukça anlaşılır bir şekilde, soru-cevap biçiminde yazılmış olan Rütbetü’l-Hayat, yayınevi tarafından güzel bir girişle (Hemedânî'nin hayatı, şeyhleri, müridleri, tasavvufî kaynaklardaki yeri, eserleri, fikirleri) takdim edilmiş. Akabinde başlıklara ayrılarak daha kolay okunması sağlanmış. Bu başlıklara bakıldığında canlı kimdir, hayat nedir, insan nasıl huzur bulur, İslâm'ın hakikatine nasıl ulaşılır, kalp ve beden nedir, kalbin teslimiyetinden ne kastedilir, kalp gözüyle görmek nasıl mümkün olur, öfkeye hakim olmanın önemi nedir, hangi zikrin tefekkürden ve hangi tefekkürün zikirden üstün olduğu, kalp-sır-ruh mevzusu, Adem'in yaratılışı ve insanın mükellefiyeti gibi birbirinden önemli konuları buluyoruz. Ayrıca kitabın sonuna Hemedânî'nin tarikat adabına dair sözlerinin de eklendiğini görüyoruz.
Rütbetü'l-Hayat, bugün psikolojinin de tasavvufun da ayrı ayrı açıklamaya çalıştığı ve insanların farklı biçimlerde acısını-sancısını çektiği bir soruya cevap vererek başlıyor. "Canlı kimdir ve hayat nedir?" sorusuyla açılıyor. Hemedânî: "Bilesin ki basîret ve yakîn ehline göre 'canlı', avunup tesellî olan kişidir. 'Hayat' da avunmak ve tesellî olmaktır." şeklinde yanıtlıyor bu soruyu. Dünyanın süslerine aldanıp onların peşinden koşan insanlarla, Allah'ın ipine sarılanlar arasındaki farkı açıklıyor. Akıl, idrâk ve emaneti yüklenerek muazzam ve şerefli olarak yaratılmış insanın kendi hakiki konumunu, derecesini düşünmeden yaşayışını 'hayvanlar gibi yaşamak' olarak açıklıyor. Peygamberlerin ve velilerin bir an bile dünyaya iltifat etmeyişlerindeki manaya çağırıyor.
İnsanda teselli ve huzurun oluşmasında iki yol olduğunu söylüyor Hemedânî. Bunlardan ilki Allah'ın lütfu ve keremiyle kula zahmetsiz ve yorulmadan gelen huzurdur ve bu tip huzur kişiyi dünya hayatının çukurlarından dinin yüceliklerine ulaştırır. Çok nadir olan bu yol için "nadirin hükmü yoktur" denildiğini hatırlatıyor. İkinci yol ise yorulma ve çile yoluyla gelen huzurdur ki bu yol saliklerin mücahede yoludur. Bu yolda seyr etmek ciddi bir kuvvet ve gayret gerektirir ki mükafatları pek çoktur. Ankebût suresinde buyurulduğu gibi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenleri (gayret sarfedenleri) elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla (ihsan ehli ile) beraberdir."
Gönlün ve nefsin nafilesinin, bedenin nafilesinden daha üstün olduğunu belirten Hemedânî, tefekkürün insanı hakikate ulaştırma anlamında muazzam bir öneme sahip olduğunu açıklıyor. Müride tavsiye edilen, tefekkürden sonraki boşluğu nafileyle ve nafileden sonraki boşluğu tefekkürle doldurulmasıdır. Böyle bir insan gönlünü mamur edecektir. Mamur olan gönül ise sahibiyle hem hal olacaktır. Tam burada fakir şöyle düşünüyorum: 'Allah gönlüne göre versin' diye bir dua vardır, ne güzel bir temenni. Çünkü insan gönlüne göre birini tanıdıktan sonra iç sıkıntısını tanımaz olur. Teslim olur ona, derken kalp için manevi ameliyat başlar. Ağırdır ama şarttır. Çünkü demek istiyor ve Şemseddin Sivasî Hazretlerinin bir dizesine başvuruyorum: "Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan."
Salikin zikirle olan münasebeti seyr ü süluk meselesinin direğidir hiç şüphesiz. Hemedânî bu zorlu yolda salikin son noktaya varması için tüm uzuvlarıyla zikretmesi gerektiğini söyler. Zira kalp, tüm uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş onu ısıtır, kuvvetlendirir, zikirle tam bir iştirak sağlar. Hazret meseleyi şöyle tamamlıyor: "Kalb zikrinin nihâyeti kırk gündür. Bı kırk günün sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duyu organlarının pencelerine çıkar. Halvet ehline zuhur eden bu halleri hiçbir fakih, müfessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez."
Kalbin dirilişi ne kadar önemliyse, dirilişinden sonraki süreci de önemlidir. Hep öyle kalmalıdır. Bize lâzım olan dalgın bir kalp değil, uyanık bir kalptir. Hemedânî Hazretleri bu konuda şöyle söylüyor: "Sağlam ve doğru işler, uyanık kalpten doğar. Doğru düşünceler temiz gönülden vücuda gelir. Temiz sır da nezih ve mukaddes ruhtan doğar."
Rütbetü'l-Hayat, öfkenin insanın kalbiyle olan bağlantısını koparmada nasıl bir etkisi olduğunu da anlatıyor. Hemedânî, kişiye kendini kaybettiren duyguların başında öfke geldiğini söylüyor. Sevgi ise Allah yolunda kişinin kendinden geçmesi için en doğru yol. Çünkü keşiflerin en güzeli orada. Diğer yandan nefsani ve şeytani sevgi ile rahmani sevgi arasındaki fark da mühim. Hemedânî Hazretleri şöyle açıklıyor: "Mahlûkâtı sevince, bunama ve delilik zuhûr eder. Oysa Hakk Teâlâ'yı sevince gönle firâset, hikmet ve mârifet doğar. Bu yüzden Hakk sevgisinden gayrısı uygun değildir. Çünkü şeytanın yolunda diken ve çerçöpten, Hakk Teâlâ'nın yolunda ise nergis ve lâleden başka bir şey yoktur."
Kitapçıların raflarından her birimizin gönlüne ve gözüne kişisel gelişim kitapları fışkırıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz insanlar türlü türlü hayatlara rehberlik yapmak için sürekli yeni şeyler söylüyor, yazıyor. Oysa bu toprakların öyle erenleri, öyle sultanları vardır ki onların hayatlarını ve yazdıklarını okumak, kişiye yeter de artar bile. Boşuna söylenmemiştir "bahçe bizim gül bizdedir" diye...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ehl-i irfanın kaynaklık ettiği şehirler saymakla bitmez. Ancak saydığımız bu şehirler; yollarıyla, yolcularıyla, muhibbanlarıyla bir medeniyeti hem kuşanmışlardır hem de pırıldayan gönüllere doğru kuşatmışlardır. Bu saydığımız tüm şehirlerle irtibat kurmasıyla, Türkistan'dan tüm İslâm coğrafyasına uzanan hikmet deryası Ahmed Yesevî'ye hocalık yapmasıyla ve İmam Gazzâlî ile pirdaş olmasıyla ünlü bir büyük sufiyi ve kitabını konuşmaya başlayabiliriz o hâlde. Yani, Hâce Yûsuf Hemedânî'yi ve Rütbet'ül-Hayat'ı.
Hâce Yusuf Hemedânî, 1049 senesinde Hemedan'ın Bûzenecird köyünde doğmuş bir zat. 18 yaşında ilim tahsili için Bağdat'a gidiyor ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katılıyor. Birçok âlimle tanışıyor, onlara talebelik yapıyor. İslâm Ansiklopedisi'nden öğrendiğimize göre İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinliyor. Merv'de bir tekke açıp irşad faaliyetlerine başladığında, tekkesine "Horasan kâbesi" deniyor. Yerinde durmayan ve gidebildiği her şehre gidip bildiklerini anlatan Hemedânî, altmış yaşının henüz başlarında artık çok iyi tanınan bir sufi olarak başladığı yere, Bağdat'a geri dönüyor. Sık sık Merv'e ve Herat'a irşad faaliyetleri için gidip geliyor. 1140 yılında, Herat’tan Merv’e döndüğü bir gün Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefat ediyor. Onun hâlifelerini saymak, vardığı yeri anlatabilmek açısından faydalı olacaktır: Hâce Abdullah Barakî Hârezmî, Hâce Hasan Endakî Buhârî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâcegân ile Nakşbendiyye tarikatının silsile başı olan Abdülhâlık Gucdüvânî. Kendisinin beslendiği kaynak, yani şeyhi Ebû Ali Fârmedî'dir. Abdullah Cüveynî ve Hasan Simnânî ise kendisine sohbet şeyhliği etmişlerdir. Ayrıca, Mâkâmât'ından öğrendiğimize göre Hâce Yusuf Hemedânî, şeyhinin şeyhini de görmüştür. Yani, fütüvvet sultanı Ebu'l-Hasan el-Harakânî'yi.
Her sufi gibi dinin emirlerine ve yasaklarına son derece bağlı, özellikle de sahv (daima uyanık ve şuurlu olma) ve temkin (ibadette kararlı olma) konusunda hassas bir zat. Dolayısıyla keramet gösterilmesine, sekr ve vecd hâlindeyken söz söylenmesine de oldukça mesafeli. Bu anlamda kaynaklarda Ahmed el-Gazzâlî'nin sözlerini pek beğenmediği yazılıdır. Ayrıca "Eğer Hallâc mârifeti hakkıyla bilseydi ‘enelhak’ yerine ‘ene’t-türâb’ (ben toprağım) derdi" sözü de meşhurdur. Hemedânî, yazılmış her şeye çok önem veren bir sufi olarak dervişlerine her zaman Allah dostlarını okumalarını tavsiye eder. "Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?" sorusuna "Onların eserlerinden her gün sekiz varak (on altı sayfa) okuyun" cevabını vermiştir. Bu cevabın, Tezkiretü’l-evliyâ'yı yazmak için Ferîdüddin Attâr'a yol gösterici olduğu söylenir. Sufiler arasında eser kaleme alan zatlar bir hayli azken, yaşadığı dönemin karışıklığı da düşünülürse, Hemedânî'nin bıraktığı eserler son derece kıymetlidir. Birçok risalenin yanı sıra Kitâb-ı Keşf gibi günah ve tövbeyi, Ṣafâvetü’t-tevḥîd li-taṣfiyeti’l-mürîd gibi sabır ve kalp temizliğini esas alan eserler de yazmıştır. Eserlerinden Rütbetü’l-Hayat, hayatın sufi gözüyle ve üç makamın esas alınarak (İslâm, iman, ihsan) yorumlandığı Farsça bir eserdir. Prof. Dr. Necdet Tosun'un çevirisi ve İnsan Kitap'ın titiz baskısıyla ilk defa 1998'de okuyucuya ulaşan Rütbetü’l-Hayat, 2016 yılında altıncı baskısını yapmıştı.
Hemedânî tarafından oldukça anlaşılır bir şekilde, soru-cevap biçiminde yazılmış olan Rütbetü’l-Hayat, yayınevi tarafından güzel bir girişle (Hemedânî'nin hayatı, şeyhleri, müridleri, tasavvufî kaynaklardaki yeri, eserleri, fikirleri) takdim edilmiş. Akabinde başlıklara ayrılarak daha kolay okunması sağlanmış. Bu başlıklara bakıldığında canlı kimdir, hayat nedir, insan nasıl huzur bulur, İslâm'ın hakikatine nasıl ulaşılır, kalp ve beden nedir, kalbin teslimiyetinden ne kastedilir, kalp gözüyle görmek nasıl mümkün olur, öfkeye hakim olmanın önemi nedir, hangi zikrin tefekkürden ve hangi tefekkürün zikirden üstün olduğu, kalp-sır-ruh mevzusu, Adem'in yaratılışı ve insanın mükellefiyeti gibi birbirinden önemli konuları buluyoruz. Ayrıca kitabın sonuna Hemedânî'nin tarikat adabına dair sözlerinin de eklendiğini görüyoruz.
Rütbetü'l-Hayat, bugün psikolojinin de tasavvufun da ayrı ayrı açıklamaya çalıştığı ve insanların farklı biçimlerde acısını-sancısını çektiği bir soruya cevap vererek başlıyor. "Canlı kimdir ve hayat nedir?" sorusuyla açılıyor. Hemedânî: "Bilesin ki basîret ve yakîn ehline göre 'canlı', avunup tesellî olan kişidir. 'Hayat' da avunmak ve tesellî olmaktır." şeklinde yanıtlıyor bu soruyu. Dünyanın süslerine aldanıp onların peşinden koşan insanlarla, Allah'ın ipine sarılanlar arasındaki farkı açıklıyor. Akıl, idrâk ve emaneti yüklenerek muazzam ve şerefli olarak yaratılmış insanın kendi hakiki konumunu, derecesini düşünmeden yaşayışını 'hayvanlar gibi yaşamak' olarak açıklıyor. Peygamberlerin ve velilerin bir an bile dünyaya iltifat etmeyişlerindeki manaya çağırıyor.
İnsanda teselli ve huzurun oluşmasında iki yol olduğunu söylüyor Hemedânî. Bunlardan ilki Allah'ın lütfu ve keremiyle kula zahmetsiz ve yorulmadan gelen huzurdur ve bu tip huzur kişiyi dünya hayatının çukurlarından dinin yüceliklerine ulaştırır. Çok nadir olan bu yol için "nadirin hükmü yoktur" denildiğini hatırlatıyor. İkinci yol ise yorulma ve çile yoluyla gelen huzurdur ki bu yol saliklerin mücahede yoludur. Bu yolda seyr etmek ciddi bir kuvvet ve gayret gerektirir ki mükafatları pek çoktur. Ankebût suresinde buyurulduğu gibi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenleri (gayret sarfedenleri) elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla (ihsan ehli ile) beraberdir."
Gönlün ve nefsin nafilesinin, bedenin nafilesinden daha üstün olduğunu belirten Hemedânî, tefekkürün insanı hakikate ulaştırma anlamında muazzam bir öneme sahip olduğunu açıklıyor. Müride tavsiye edilen, tefekkürden sonraki boşluğu nafileyle ve nafileden sonraki boşluğu tefekkürle doldurulmasıdır. Böyle bir insan gönlünü mamur edecektir. Mamur olan gönül ise sahibiyle hem hal olacaktır. Tam burada fakir şöyle düşünüyorum: 'Allah gönlüne göre versin' diye bir dua vardır, ne güzel bir temenni. Çünkü insan gönlüne göre birini tanıdıktan sonra iç sıkıntısını tanımaz olur. Teslim olur ona, derken kalp için manevi ameliyat başlar. Ağırdır ama şarttır. Çünkü demek istiyor ve Şemseddin Sivasî Hazretlerinin bir dizesine başvuruyorum: "Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan."
Salikin zikirle olan münasebeti seyr ü süluk meselesinin direğidir hiç şüphesiz. Hemedânî bu zorlu yolda salikin son noktaya varması için tüm uzuvlarıyla zikretmesi gerektiğini söyler. Zira kalp, tüm uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş onu ısıtır, kuvvetlendirir, zikirle tam bir iştirak sağlar. Hazret meseleyi şöyle tamamlıyor: "Kalb zikrinin nihâyeti kırk gündür. Bı kırk günün sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duyu organlarının pencelerine çıkar. Halvet ehline zuhur eden bu halleri hiçbir fakih, müfessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez."
Kalbin dirilişi ne kadar önemliyse, dirilişinden sonraki süreci de önemlidir. Hep öyle kalmalıdır. Bize lâzım olan dalgın bir kalp değil, uyanık bir kalptir. Hemedânî Hazretleri bu konuda şöyle söylüyor: "Sağlam ve doğru işler, uyanık kalpten doğar. Doğru düşünceler temiz gönülden vücuda gelir. Temiz sır da nezih ve mukaddes ruhtan doğar."
Rütbetü'l-Hayat, öfkenin insanın kalbiyle olan bağlantısını koparmada nasıl bir etkisi olduğunu da anlatıyor. Hemedânî, kişiye kendini kaybettiren duyguların başında öfke geldiğini söylüyor. Sevgi ise Allah yolunda kişinin kendinden geçmesi için en doğru yol. Çünkü keşiflerin en güzeli orada. Diğer yandan nefsani ve şeytani sevgi ile rahmani sevgi arasındaki fark da mühim. Hemedânî Hazretleri şöyle açıklıyor: "Mahlûkâtı sevince, bunama ve delilik zuhûr eder. Oysa Hakk Teâlâ'yı sevince gönle firâset, hikmet ve mârifet doğar. Bu yüzden Hakk sevgisinden gayrısı uygun değildir. Çünkü şeytanın yolunda diken ve çerçöpten, Hakk Teâlâ'nın yolunda ise nergis ve lâleden başka bir şey yoktur."
Kitapçıların raflarından her birimizin gönlüne ve gözüne kişisel gelişim kitapları fışkırıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz insanlar türlü türlü hayatlara rehberlik yapmak için sürekli yeni şeyler söylüyor, yazıyor. Oysa bu toprakların öyle erenleri, öyle sultanları vardır ki onların hayatlarını ve yazdıklarını okumak, kişiye yeter de artar bile. Boşuna söylenmemiştir "bahçe bizim gül bizdedir" diye...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
27 Mart 2019 Çarşamba
Bir şeylere sahip olmak ya da kendin olmak
"Ruhumuz kendi doğasıyla uyumlu şeyler yaptığında, huzurlu ve mutludur. Ama doğasına ters bazı davranışlara yöneldiğinde acı çeker."
- Spinoza, Ethica
"Ne kadar kendi oldu insan
O kadar başka."
- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı
Bir psikanalistin kitabını okuduğumuzda en çok dikkatimizi çekecek şey tespitlerin, çözümlemelerden çok daha fazla oluşudur. Söz konusu psikanalist mesleği dışında edebiyatla ya da sanatın diğer alanlarıyla sınırlı bir irtibat kurduysa da bunu hemen anlar, kitabı okurken yer yer konsantrasyon kaybı yaşarız. Özellikle psikolojiyle arası 'iyi' olan bir okur, okuduğu kitabın her telden bir şeyler söylemesini ister. Yalnız psikoloji, psikanaliz olmamalıdır mevzu. Dünyadaki yaşam darlığı, insandaki gönül darlığı, politik ve ekonomik vaziyet, toplumsal akıbet...
İlk olarak 1956'da yayınlanan Sevme Sanatı kitabını okuduğumda, neden bu kitabın lise çağlarındaki öğrencilere 'zorunlu' okutulmadığını sorguladığımı hatırlıyorum. Erich Fromm'un 1958'deki röportajında söylediği gibi herkesin hakkında mutlaka bir şeyler konuştuğu sevmek sahiden neydi? Neden insanın temel gereksinimlerinden biriydi? Fromm hangi sebeplere dayanarak sevmenin günümüzde çok nadir görülen bir fenomen olduğunu söylüyordu? Çok fazla hisse sahip olmak, 'gerçek sevgi'nin üzerini örtüyor muydu? Bizim sevgi olarak bildiğimiz şey aslında bir illüzyon muydu? Gerisini Fromm'dan okuyalım: "Sevmek, içine düştüğümüz bir durum olamaz. Sevmeyi bizim başarıyor olmamız gerekir. Bu da sevmenin ve sevme yeteneğinin hayattaki en önemli şey hâline gelmesi demektir."
Yazıda bahse konu ettiğim kitabın sevmeyle nasıl bir alakası olduğunu düşünüyorsanız, bir üst paragraftaki alıntıyı sürdürerek cevap verebilirim. Fromm, kendisine yöneltilen "Bizim için sevmek neden bu kadar zor? Size göre bizdeki sorun ne?" sorusuna gayet anlaşılır ve her yönüyle acımasız (gerçek) olan şu cevabı veriyor: "Çünkü başka şeylerle ilgileniyoruz. Başarılı olmakla ilgileniyoruz. Parayla ilgilileniyoruz. Araçlarla ilgileniyoruz. Pazar günleri hakkında konuştuğumuz en önemli şeyler en az dikkat harcadığımız şeylerdir. Sevmek kolay değildir."
İşte Sevme Sanatı'ndan tam 20 yıl sonra yayınlanan Sahip Olmak ya da Olmak, esasında bir şeyi gerçekten sevmekle (onunla-olmak) ona sahip olmak arasındaki büyük farkı açan sıra dışı bir kitap.
Henüz başında, endüstri çağındaki o büyük vaatlerin neden gerçekleş(e)emediğini sorguluyor. Fromm burada sistemin kendisinden doğan iki psikolojik kaynak sebebiyle başarısız olunduğunu düşünüyor:
"1. Yaşamın tek amacının mutluluk ya da bir başka deyişle, maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi. Bunu, tüm isteklerin veya bütün öznel ihtiyaçların tatmine ulaştırılması (radikal hedonizm) olarak tanımlamak da mümkün.
2. Sistemin kendi varlığını koruyup, sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik, yalnızca kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı."
Tespitten sonra hemen analize girişiyor Fromm. Felaketten kurtulabilmenin bir yolu olup olmadığını sorguluyor bu kez. Varlığı tehlikeye düşmüş birinin buna hiçbir tepki göstermemesini delilik olarak nitelendiriyor ve bu kitabın, "neler yapılmalı?" sorusuna bir cevap olarak yazıldığını belirtiyor. İlk bakış ise dil üzerinden geliyor. Dilin değişimini muazzam bir pencereden yorumluyor Fromm: "Bir hasta psikiyatriste gidecek olsa şöyle der: 'Benim bazı sorunlarım var'. Birkaç yüzyıl önce ise 'Kendime bazı şeyleri dert ediyorum diye başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları iyice ortaya koyuyor."
İnsan ile doğa arasındaki birlikteliğe, 'olmak' bağlamında büyük bir kıymet veriyor Fromm. Günümüzde insan ve doğa arasındaki birlikteliğin kaybolmasıyla birlikte, kendimizi sürekli izole edilmiş ve dolayısıyla yalnız hissettiğimizi söylüyor. Yeniden doğayla 'bir olmak' imkânı oluşturmamız gerektiğinin üzerinde duruyor. Biz duygusuna olan ihtiyaç böylece yeniden kitabın gündemine oturuyor. Başkalarıyla bir olmak, özellikle de toplumla aramızdaki bağlantı, bizim kendimize verdiğimiz önemi, değeri de yeniden ortaya çıkarıyor. Günümüzdeki kâr-kazanç-mülkiyet temeli üzerine kurulmuş olan toplum (ve hatta aile) elbette insanları olmaya değil, sahip olmaya davet ediyor. Bu davet çoğu zaman mecburiyet hissini de güdülüyor. En sonunda insan bu mecburiyete dahil oluyor, yani zorunda kalıyor. Fromm bunun sebebini toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkmak olarak yorumluyor. Bu tip bireyler çoğunluğa uyma meselesinde başı çekiyorlar.
Sahip olmak ve olmak üzerinde düşünürken güven-güvensizlik, dayanışma-uzlaşma, sevinç-hoşnutluk, günah ve bağışlama, ölümden korkmak-yaşamın doğrulanması, burada ve şimdi - geçmiş ve gelecek gibi kavramları da yeniden yorumluyor Fromm. Endüstri toplumunda zamanın egemenliği hüküm sürdüğünden, insanların da her geçen gün rutinleşen, dolayısıyla insanı zehirleyen ve bunun da hiç farkında olmadığı bir yaşamın normalleştiğini söylüyor. İnsan sadece boş zamanlarında bazı şeyleri yapabilme imkânına sahiptir. O da aklına gelirse. Diğer insanlar da zamana karşı hükmen mağlup bir vaziyettedir ve sürekli boşvermekte, tam bir tembellikle hiçbir faydası olmayacak bir isyana yelken açmaktadır. Zamanı boşvererek isyan etmeyi Fromm boş bir hayal olarak yorumluyor. Çünkü bu olsa olsa zamanı öldürmektir. Bu, "zaman kafesinden kurtulmak değil, gözlerini kapayarak, kafesi görmemek demektir" ona göre.
Kitabın üçüncü bölümü yeni insan - yeni toplum üzerine. Özellikle bu bölüm, 1980 yılında ölen Fromm'un ne kadar ilerigörüşlü olduğunu ispatlıyor. Mesleğinden dolayı analiz yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ediyoruz. Fromm'un bireyden ziyade toplum odaklı düşünmeye, toplumu temel alarak fikirler ve yorumlar geliştirmeye ne kadar büyük mesai harcadığı ortada. Sosyal karakterin ne olduğu anlattıktan hemen sonra dinsel ihtiyaçlar mevzusunda şu net açıklamayı getiriyor: "Bir din, insanı doğru yönde davranmaya yöneltebiliyorsa, bir sürü doktrin ve ideoloji yığınından daha yararlıdır. Temel dinsel davranış biçimimiz, karakter yapımızın bir belirişi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü biz, yücelttiğimiz değerlere bağlıyızdır ve davranışımıza yön veren, bu yüceltilen şeylerdir."
Batı dünyasının dindarlığını da sorgulayan Fromm'a göre Avrupa'nın Hıristiyan dinine en çok yaklaştığı dönem, 12. ve 16. yüzyıllar arasındadır. Çünkü bu dönemde kilise tarafından dinsel yasalar; mülkiyet, fiyatlar ve fakirlerin korunması konularında yaygın biçimde uygulanmaktadır. Birçok aktif vaizin olması ve tarikatların iyice görünür olmasıyla Hz. İsa'nın sözlerine tam olarak uyulması ve mülkiyetin cezalandırılması, kilisenin en önce istedikleri arasındadır. Halkın da kilisenin yanında yer almasıyla Hıristiyanlık bilhassa manevi tarafının ağırlığıyla yaşanmıştır o dönemde. Sevgi, bir yaşam biçimi hâline dönüşmüştür. Ne zaman ki kahramanlık, fetih, sömürü, şiddet, baskı ve halkların ezilmesi hayatın içine girdiyse, o zaman sevgi ortadan kalkmış ve günümüze dek uzanan 'sahip olma' tek yaşam biçimi hâline gelmiştir. Fromm şöyle sonlandırır fikrini: "Ben, insanların çok köklü bir sevme ihtiyacı ile donanmış olduklarına ve böyle kendi özlerine ters, adeta birer kurt gibi davrandıkları zaman, ister istemez bir suçluluk duygusuna kapılacaklarına ve vicdanlarının sızlayacağına inanıyorum. Ve işte bu acı, insanlara doğru yolu gösterecektir. Günümüz insanı yine de sevgiye inanıyor gibi görünmekle, tümden sevgisiz olmaktan duyulabilecek büyük acıyı biraz olsun bastırmayı başarmaktadır."
Fromm, Marx'tan günümüze kadar fikirleriyle yaşayan 'radikal hümanist'lerden de örnekler verir. Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Albert Schweitzer, Ernst Bloch, Ivan Ilich, Yugoslav "Praxis" hareketinin öncüleri Mihailo Markovic, Svetozar Stojanovic, Rudi Supek ve Predrag Vranicki, ekonomist E. F. Schumacher, politikacı Erhard Eppler bu isimler arasında başı çekiyor. Bir de düşünce akımları ve bazı topluluklar var: Kübizm, Huteritler, Communautes de Travail. Tüm bu isimlerin, düşünce akımları ve toplulukların aralarında çelişir gibi gözükse de hepsinin aslında aynı temel düşünceleri paylaştıklarını söylüyor Fromm:
"- Üretim, ekonominin değil, insanların gereksinimlerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır.
- İnsan ile doğa arasında, sömürüye değil, ortaklığa ve işbirliğine dayalı yeni bir denge kurulmalıdır.
- Karşılıklı uzlaşmaz tutumlar terk edilip, insanlar arasında bilgiye ve dayanışmaya önem vermek gereklidir.
- Tüm ekonomik çabalar, insanların acılarını azaltıp, iyiliklerine ve huzurlarına hizmet eder biçimde olmalıdır.
- En çok tüketim yerine, en akıllıca tüketimin, insanın iyiliğine ve yararına olduğunu kabul edip, akılcı tüketim desteklenmelidir.
- Bireyler toplumsal yaşama aktif ve etkin bir biçimde katılmaya teşvik edilmeli ve herkesin kendisin geliştirme yönünde çaba göstermesi desteklenmelidir."
Fromm, üretimden tüketime, ihtiyaçlardan emeğe, bireyden topluma neyi söylerse söylesin içine sevgiyi gerçek manasıyla katıyor. Zaten bir iş de sevilmeden insan hayatına anlam katmıyor, bir eş de. Sevgisizlik tüm yapılanları ve beslenenleri yüke dönüştürüyor. Sevgiyi bir sahip olma aracı değil, olma imkânı olarak anlatıyor her seferinde Fromm. Nitekim Marx'ın İnsan Anlayışı adlı kitabında şöyle diyor: "Benim gerçekten de sevdiğim bir şeyin varlığına ihtiyacım vardır ve bunun var olması, benim için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Onsuz olmak benim varlığımı doyumsuz, eksik ve boş bırakacaktır."
Olmak temeline dayalı bir toplum kurmak ve onun başarılı olması sağlamak için tüm fikirlerini paylaşan Fromm, kitabın sonunda bu temele dayalı bir toplumun sürekli kendini yenileyeceğini ve dolayısıyla her zaman yeni kararlara ve yeni uygulamalara ihtiyaç duyulacağını da belirtiyor. 'Olma'ya dair önemli yapıtlar okumak için kitabın kaynakçasını sık sık işaret ediyor. Kitabın sonlarına doğru yeni insanın peşine düşmesi gerektiği bilim ve iktisat anlayışının toplumda nasıl yankı bulması gerektiğine dair bir ilişki kuruyor. Başlıklarını burayı almayı uygun buluyorum:
"- Politik, ekonomik ve her türlü reklamda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
- Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark kapatılmalıdır.
- Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, birçok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
- Kadınları ataerkil esaretten kurmaktak gereklidir.
- Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her an ve her durumda yardım edip akıl verecek, yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.
- Temel araştırma konularını, endüstrideki pratik uygulama hedeflerinden ve askeri savunma programlarından ayırmak gereklidir.
- Atom silahsızlanmasına gidiş, aşılması çok güç olan sorunların başında gelir."
Sahip Olmak ya da Olmak, 'Tanrı'nın Şehri' ile 'Dünyasal Şehir' arasında bir sentez teklif ederek kapanıyor. Tanrı'nın göksel şehriyle insanların yarattığı dünyasal şehri tez ve antitez olarak alan Fromm, bu kargaşaya dair tek çözümün bu iki karşıt özelliğin sentezinde yattığını söylüyor. "Geç dönem ortaçağ dünyasının 'dinsel' özü ile Rönesans'tan sonraki bilimsel düşüncenin evrimini ve bireyciliğin gelişimini bir ettiğimizde, ortaya aradığımız sentez çıkacaktır: Yani, 'olmak'. İşte, dünyanın kurtuluşu ve geleceğin vizyonu 'olmak şehridir'." diyor.
Sahip olduklarımızı, sahip olduğumuzu zannettiklerimizi yeniden düşünmek zorundayız. Belki de bu düşünceyle yola çıkmak, bizi 'olmak' istasyonuna götürecek ilk adımdır...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Spinoza, Ethica
"Ne kadar kendi oldu insan
O kadar başka."
- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı
Bir psikanalistin kitabını okuduğumuzda en çok dikkatimizi çekecek şey tespitlerin, çözümlemelerden çok daha fazla oluşudur. Söz konusu psikanalist mesleği dışında edebiyatla ya da sanatın diğer alanlarıyla sınırlı bir irtibat kurduysa da bunu hemen anlar, kitabı okurken yer yer konsantrasyon kaybı yaşarız. Özellikle psikolojiyle arası 'iyi' olan bir okur, okuduğu kitabın her telden bir şeyler söylemesini ister. Yalnız psikoloji, psikanaliz olmamalıdır mevzu. Dünyadaki yaşam darlığı, insandaki gönül darlığı, politik ve ekonomik vaziyet, toplumsal akıbet...
İlk olarak 1956'da yayınlanan Sevme Sanatı kitabını okuduğumda, neden bu kitabın lise çağlarındaki öğrencilere 'zorunlu' okutulmadığını sorguladığımı hatırlıyorum. Erich Fromm'un 1958'deki röportajında söylediği gibi herkesin hakkında mutlaka bir şeyler konuştuğu sevmek sahiden neydi? Neden insanın temel gereksinimlerinden biriydi? Fromm hangi sebeplere dayanarak sevmenin günümüzde çok nadir görülen bir fenomen olduğunu söylüyordu? Çok fazla hisse sahip olmak, 'gerçek sevgi'nin üzerini örtüyor muydu? Bizim sevgi olarak bildiğimiz şey aslında bir illüzyon muydu? Gerisini Fromm'dan okuyalım: "Sevmek, içine düştüğümüz bir durum olamaz. Sevmeyi bizim başarıyor olmamız gerekir. Bu da sevmenin ve sevme yeteneğinin hayattaki en önemli şey hâline gelmesi demektir."
Yazıda bahse konu ettiğim kitabın sevmeyle nasıl bir alakası olduğunu düşünüyorsanız, bir üst paragraftaki alıntıyı sürdürerek cevap verebilirim. Fromm, kendisine yöneltilen "Bizim için sevmek neden bu kadar zor? Size göre bizdeki sorun ne?" sorusuna gayet anlaşılır ve her yönüyle acımasız (gerçek) olan şu cevabı veriyor: "Çünkü başka şeylerle ilgileniyoruz. Başarılı olmakla ilgileniyoruz. Parayla ilgilileniyoruz. Araçlarla ilgileniyoruz. Pazar günleri hakkında konuştuğumuz en önemli şeyler en az dikkat harcadığımız şeylerdir. Sevmek kolay değildir."
İşte Sevme Sanatı'ndan tam 20 yıl sonra yayınlanan Sahip Olmak ya da Olmak, esasında bir şeyi gerçekten sevmekle (onunla-olmak) ona sahip olmak arasındaki büyük farkı açan sıra dışı bir kitap.
Henüz başında, endüstri çağındaki o büyük vaatlerin neden gerçekleş(e)emediğini sorguluyor. Fromm burada sistemin kendisinden doğan iki psikolojik kaynak sebebiyle başarısız olunduğunu düşünüyor:
"1. Yaşamın tek amacının mutluluk ya da bir başka deyişle, maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi. Bunu, tüm isteklerin veya bütün öznel ihtiyaçların tatmine ulaştırılması (radikal hedonizm) olarak tanımlamak da mümkün.
2. Sistemin kendi varlığını koruyup, sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik, yalnızca kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı."
Tespitten sonra hemen analize girişiyor Fromm. Felaketten kurtulabilmenin bir yolu olup olmadığını sorguluyor bu kez. Varlığı tehlikeye düşmüş birinin buna hiçbir tepki göstermemesini delilik olarak nitelendiriyor ve bu kitabın, "neler yapılmalı?" sorusuna bir cevap olarak yazıldığını belirtiyor. İlk bakış ise dil üzerinden geliyor. Dilin değişimini muazzam bir pencereden yorumluyor Fromm: "Bir hasta psikiyatriste gidecek olsa şöyle der: 'Benim bazı sorunlarım var'. Birkaç yüzyıl önce ise 'Kendime bazı şeyleri dert ediyorum diye başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları iyice ortaya koyuyor."
İnsan ile doğa arasındaki birlikteliğe, 'olmak' bağlamında büyük bir kıymet veriyor Fromm. Günümüzde insan ve doğa arasındaki birlikteliğin kaybolmasıyla birlikte, kendimizi sürekli izole edilmiş ve dolayısıyla yalnız hissettiğimizi söylüyor. Yeniden doğayla 'bir olmak' imkânı oluşturmamız gerektiğinin üzerinde duruyor. Biz duygusuna olan ihtiyaç böylece yeniden kitabın gündemine oturuyor. Başkalarıyla bir olmak, özellikle de toplumla aramızdaki bağlantı, bizim kendimize verdiğimiz önemi, değeri de yeniden ortaya çıkarıyor. Günümüzdeki kâr-kazanç-mülkiyet temeli üzerine kurulmuş olan toplum (ve hatta aile) elbette insanları olmaya değil, sahip olmaya davet ediyor. Bu davet çoğu zaman mecburiyet hissini de güdülüyor. En sonunda insan bu mecburiyete dahil oluyor, yani zorunda kalıyor. Fromm bunun sebebini toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkmak olarak yorumluyor. Bu tip bireyler çoğunluğa uyma meselesinde başı çekiyorlar.
Sahip olmak ve olmak üzerinde düşünürken güven-güvensizlik, dayanışma-uzlaşma, sevinç-hoşnutluk, günah ve bağışlama, ölümden korkmak-yaşamın doğrulanması, burada ve şimdi - geçmiş ve gelecek gibi kavramları da yeniden yorumluyor Fromm. Endüstri toplumunda zamanın egemenliği hüküm sürdüğünden, insanların da her geçen gün rutinleşen, dolayısıyla insanı zehirleyen ve bunun da hiç farkında olmadığı bir yaşamın normalleştiğini söylüyor. İnsan sadece boş zamanlarında bazı şeyleri yapabilme imkânına sahiptir. O da aklına gelirse. Diğer insanlar da zamana karşı hükmen mağlup bir vaziyettedir ve sürekli boşvermekte, tam bir tembellikle hiçbir faydası olmayacak bir isyana yelken açmaktadır. Zamanı boşvererek isyan etmeyi Fromm boş bir hayal olarak yorumluyor. Çünkü bu olsa olsa zamanı öldürmektir. Bu, "zaman kafesinden kurtulmak değil, gözlerini kapayarak, kafesi görmemek demektir" ona göre.
Kitabın üçüncü bölümü yeni insan - yeni toplum üzerine. Özellikle bu bölüm, 1980 yılında ölen Fromm'un ne kadar ilerigörüşlü olduğunu ispatlıyor. Mesleğinden dolayı analiz yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ediyoruz. Fromm'un bireyden ziyade toplum odaklı düşünmeye, toplumu temel alarak fikirler ve yorumlar geliştirmeye ne kadar büyük mesai harcadığı ortada. Sosyal karakterin ne olduğu anlattıktan hemen sonra dinsel ihtiyaçlar mevzusunda şu net açıklamayı getiriyor: "Bir din, insanı doğru yönde davranmaya yöneltebiliyorsa, bir sürü doktrin ve ideoloji yığınından daha yararlıdır. Temel dinsel davranış biçimimiz, karakter yapımızın bir belirişi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü biz, yücelttiğimiz değerlere bağlıyızdır ve davranışımıza yön veren, bu yüceltilen şeylerdir."
Batı dünyasının dindarlığını da sorgulayan Fromm'a göre Avrupa'nın Hıristiyan dinine en çok yaklaştığı dönem, 12. ve 16. yüzyıllar arasındadır. Çünkü bu dönemde kilise tarafından dinsel yasalar; mülkiyet, fiyatlar ve fakirlerin korunması konularında yaygın biçimde uygulanmaktadır. Birçok aktif vaizin olması ve tarikatların iyice görünür olmasıyla Hz. İsa'nın sözlerine tam olarak uyulması ve mülkiyetin cezalandırılması, kilisenin en önce istedikleri arasındadır. Halkın da kilisenin yanında yer almasıyla Hıristiyanlık bilhassa manevi tarafının ağırlığıyla yaşanmıştır o dönemde. Sevgi, bir yaşam biçimi hâline dönüşmüştür. Ne zaman ki kahramanlık, fetih, sömürü, şiddet, baskı ve halkların ezilmesi hayatın içine girdiyse, o zaman sevgi ortadan kalkmış ve günümüze dek uzanan 'sahip olma' tek yaşam biçimi hâline gelmiştir. Fromm şöyle sonlandırır fikrini: "Ben, insanların çok köklü bir sevme ihtiyacı ile donanmış olduklarına ve böyle kendi özlerine ters, adeta birer kurt gibi davrandıkları zaman, ister istemez bir suçluluk duygusuna kapılacaklarına ve vicdanlarının sızlayacağına inanıyorum. Ve işte bu acı, insanlara doğru yolu gösterecektir. Günümüz insanı yine de sevgiye inanıyor gibi görünmekle, tümden sevgisiz olmaktan duyulabilecek büyük acıyı biraz olsun bastırmayı başarmaktadır."
Fromm, Marx'tan günümüze kadar fikirleriyle yaşayan 'radikal hümanist'lerden de örnekler verir. Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Albert Schweitzer, Ernst Bloch, Ivan Ilich, Yugoslav "Praxis" hareketinin öncüleri Mihailo Markovic, Svetozar Stojanovic, Rudi Supek ve Predrag Vranicki, ekonomist E. F. Schumacher, politikacı Erhard Eppler bu isimler arasında başı çekiyor. Bir de düşünce akımları ve bazı topluluklar var: Kübizm, Huteritler, Communautes de Travail. Tüm bu isimlerin, düşünce akımları ve toplulukların aralarında çelişir gibi gözükse de hepsinin aslında aynı temel düşünceleri paylaştıklarını söylüyor Fromm:
"- Üretim, ekonominin değil, insanların gereksinimlerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır.
- İnsan ile doğa arasında, sömürüye değil, ortaklığa ve işbirliğine dayalı yeni bir denge kurulmalıdır.
- Karşılıklı uzlaşmaz tutumlar terk edilip, insanlar arasında bilgiye ve dayanışmaya önem vermek gereklidir.
- Tüm ekonomik çabalar, insanların acılarını azaltıp, iyiliklerine ve huzurlarına hizmet eder biçimde olmalıdır.
- En çok tüketim yerine, en akıllıca tüketimin, insanın iyiliğine ve yararına olduğunu kabul edip, akılcı tüketim desteklenmelidir.
- Bireyler toplumsal yaşama aktif ve etkin bir biçimde katılmaya teşvik edilmeli ve herkesin kendisin geliştirme yönünde çaba göstermesi desteklenmelidir."
Fromm, üretimden tüketime, ihtiyaçlardan emeğe, bireyden topluma neyi söylerse söylesin içine sevgiyi gerçek manasıyla katıyor. Zaten bir iş de sevilmeden insan hayatına anlam katmıyor, bir eş de. Sevgisizlik tüm yapılanları ve beslenenleri yüke dönüştürüyor. Sevgiyi bir sahip olma aracı değil, olma imkânı olarak anlatıyor her seferinde Fromm. Nitekim Marx'ın İnsan Anlayışı adlı kitabında şöyle diyor: "Benim gerçekten de sevdiğim bir şeyin varlığına ihtiyacım vardır ve bunun var olması, benim için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Onsuz olmak benim varlığımı doyumsuz, eksik ve boş bırakacaktır."
Olmak temeline dayalı bir toplum kurmak ve onun başarılı olması sağlamak için tüm fikirlerini paylaşan Fromm, kitabın sonunda bu temele dayalı bir toplumun sürekli kendini yenileyeceğini ve dolayısıyla her zaman yeni kararlara ve yeni uygulamalara ihtiyaç duyulacağını da belirtiyor. 'Olma'ya dair önemli yapıtlar okumak için kitabın kaynakçasını sık sık işaret ediyor. Kitabın sonlarına doğru yeni insanın peşine düşmesi gerektiği bilim ve iktisat anlayışının toplumda nasıl yankı bulması gerektiğine dair bir ilişki kuruyor. Başlıklarını burayı almayı uygun buluyorum:
"- Politik, ekonomik ve her türlü reklamda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
- Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark kapatılmalıdır.
- Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, birçok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
- Kadınları ataerkil esaretten kurmaktak gereklidir.
- Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her an ve her durumda yardım edip akıl verecek, yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.
- Temel araştırma konularını, endüstrideki pratik uygulama hedeflerinden ve askeri savunma programlarından ayırmak gereklidir.
- Atom silahsızlanmasına gidiş, aşılması çok güç olan sorunların başında gelir."
Sahip Olmak ya da Olmak, 'Tanrı'nın Şehri' ile 'Dünyasal Şehir' arasında bir sentez teklif ederek kapanıyor. Tanrı'nın göksel şehriyle insanların yarattığı dünyasal şehri tez ve antitez olarak alan Fromm, bu kargaşaya dair tek çözümün bu iki karşıt özelliğin sentezinde yattığını söylüyor. "Geç dönem ortaçağ dünyasının 'dinsel' özü ile Rönesans'tan sonraki bilimsel düşüncenin evrimini ve bireyciliğin gelişimini bir ettiğimizde, ortaya aradığımız sentez çıkacaktır: Yani, 'olmak'. İşte, dünyanın kurtuluşu ve geleceğin vizyonu 'olmak şehridir'." diyor.
Sahip olduklarımızı, sahip olduğumuzu zannettiklerimizi yeniden düşünmek zorundayız. Belki de bu düşünceyle yola çıkmak, bizi 'olmak' istasyonuna götürecek ilk adımdır...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)