Bir yazarın kitabını yazmak ne kadar zordur belki bilirsiniz, bir de Vüs’at Bener’e ait bir kitabı yazmak, işleri daha da zorlaştırıyor.
Vüs’at Bener’in yazısı nasıl anlatılır? Bu büyük ustanın eserleri çoğunlukla otobiyografik özellikler taşıdığı için onun yazısını anlatırken bir bakıma aslında onu anlatıyoruz.
“Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında
uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için! Yazık ki deliremeyeceğim.”
Aile bireylerinin hayatındaki yerini, yersizliğini; boşa düşmelerini, zemine yapışmalarını; yine cebi delik gezmelerini, hastalıklarını, kimseyle konuşmak istememesini samimi bir dille anlatmaktan başka bir şey yapmıyor Usta.
1950’den yılından beri yazan bir sanatçı olarak, bugün varolan eserlerinin sayısı az sayılır. Bu durum da onun ince eleyip sık dokuduğundan ve kısa hikâyelerinden yoğunluktan kaynaklanır. “Yorumsuz” hikâyesinde boşuna dememiş: “Yazım ipliklendi. Boğazıma dolanıyor.” diye.
Kendisiyle ve hayatla kavgalı bir yazar Vüs’at Bener. Onun öykülerini okurken ister istemez parmak uçlarındaki ve bıyığındaki sigara sarılarını görür gibi olup, çatallı sesiyle “Bak şimdi anlatacağım öykünün, Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok” deyişini duyabilirsiniz.
“Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Huzur yok. Hani bir iki senecik kendimle barışık yaşayabilseydim, ne gezer.”
Türk Edebiyatının birkaç büyük ustasından biri olan Vüs’at O. Bener yabancı bir yazar
olsaydı, buralarda üstüne toz kondurmazlardı. Mutlaka keşfedin ve okuyun.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
1 Kasım 2012 Perşembe
29 Ekim 2012 Pazartesi
Yüzyılın yorumunu okumak
"En utanılacak yönümüz tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek, tarih yazmamak konusundaki cahilce ısrarlarımız."
- İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, Ekim 2006, sf.62.
Türk tarihçiliğinin önemli hocalarından İlber Ortaylı bu kitapta, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın sorularını cevaplıyor. Şunu mutlak suretle belirtmek isterim ki, bu kitabı normal bir tarih veya güncel siyaset okuyucusunun dışında her yaştan; hukuk öğrencisinden öğretmenine, futbolcusundan siyasetçisine, taksicisinden inşaat işçisine kadar herkes mutlaka okumalı. Zira bu kitapta "en ciddi" ve "en gerçekçi" yorumlar bulunmakta. İlber hoca her ne kadar "her türlü değerlendirmeyi şükranla karşılayacağını" belirtse de, bu kitaptaki tüm yorumlarının altına ülkesine gerçekçi ve vicdani bakan herkesin imzasını atacağını düşünüyorum.
"Türklerin son iki asrı bütün Doğu dünyasında ve Balkanlar’da dikkatle gözden geçirilmesi gereken büyük bir tarihî yolculuktur. Bu nedenle de Dünya Tarihi’nin önemli bir parçasıdır ve dikkatle üzerinde durulmalıdır."
Kitap 7 bölümden oluşuyor ve "1923'e Giden Yol"dan başlayıp "2023'e Doğru Türkiye / Yüzüncü Yılında Cumhuriyet" ile bitiyor. Çok kritik sorular ve çok akılda kalıcı yorumlar var. İlber hocanın tespitleri, okuyucunun ufkunu açmanın ötesinde; vicdanının da çalışmasını sağlıyor. Zaten kendisinin bu yüzden "hoca" olup diğer tarihçilerimizden kolayca ayırt edilebileceğini de yorumlarıyla anlayabiliyoruz.
"Türk çocuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olmalı ki olmak zorundadır, yarın bir gün etrafımızda içtimai, iktisadi ve siyasi bir zelzele olduğu zaman seyirci kalmayalım."
Kalamıyoruz zaten; bugün fakruzaruret içindeki Gürcistan bizden medet umuyor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya'da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar'da yangına uğrayan, bize bakıyor. Peki, biz buna "hayır" mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Onun için "Kabuğumuza çekiliriz" fikrini unutalım. Niye kabuğunuza çekilemezsiniz? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesiniz. Burası Lüksemburg Dükalığı değil, birtakım sorumluluklarımız var; o sorumluluk gelip yakamıza yapışır. Oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü üzerinden daha 100 sene geçmemiş, biz oralardaydık. İşte onun için II.Abdülhamid devrine bakıyoruz. Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam ediyor."
İlber Ortaylı'nın 1-2 kitabı hariç tüm kitaplarını okudum diyebilirim gönül rahatlığıyla. Seminerlerini de mümkün mertebe kaçırmıyorum, kendisini hem ilgiyle, hem sevgiyle, hem de ciddiyetle takip ediyorum. Onu okurken sadece tarih değil; politika, kültür, sanat, mimari, müzik, spor, kentleşme ve sosyolojiye dair çok şey öğreniyorum. Henüz okumadıysanız bu kitapla başlamanız iştahınızın açılmasını sağlayacaktır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, Ekim 2006, sf.62.
Türk tarihçiliğinin önemli hocalarından İlber Ortaylı bu kitapta, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın sorularını cevaplıyor. Şunu mutlak suretle belirtmek isterim ki, bu kitabı normal bir tarih veya güncel siyaset okuyucusunun dışında her yaştan; hukuk öğrencisinden öğretmenine, futbolcusundan siyasetçisine, taksicisinden inşaat işçisine kadar herkes mutlaka okumalı. Zira bu kitapta "en ciddi" ve "en gerçekçi" yorumlar bulunmakta. İlber hoca her ne kadar "her türlü değerlendirmeyi şükranla karşılayacağını" belirtse de, bu kitaptaki tüm yorumlarının altına ülkesine gerçekçi ve vicdani bakan herkesin imzasını atacağını düşünüyorum.
"Türklerin son iki asrı bütün Doğu dünyasında ve Balkanlar’da dikkatle gözden geçirilmesi gereken büyük bir tarihî yolculuktur. Bu nedenle de Dünya Tarihi’nin önemli bir parçasıdır ve dikkatle üzerinde durulmalıdır."
Kitap 7 bölümden oluşuyor ve "1923'e Giden Yol"dan başlayıp "2023'e Doğru Türkiye / Yüzüncü Yılında Cumhuriyet" ile bitiyor. Çok kritik sorular ve çok akılda kalıcı yorumlar var. İlber hocanın tespitleri, okuyucunun ufkunu açmanın ötesinde; vicdanının da çalışmasını sağlıyor. Zaten kendisinin bu yüzden "hoca" olup diğer tarihçilerimizden kolayca ayırt edilebileceğini de yorumlarıyla anlayabiliyoruz.
"Türk çocuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olmalı ki olmak zorundadır, yarın bir gün etrafımızda içtimai, iktisadi ve siyasi bir zelzele olduğu zaman seyirci kalmayalım."
Kalamıyoruz zaten; bugün fakruzaruret içindeki Gürcistan bizden medet umuyor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya'da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar'da yangına uğrayan, bize bakıyor. Peki, biz buna "hayır" mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Onun için "Kabuğumuza çekiliriz" fikrini unutalım. Niye kabuğunuza çekilemezsiniz? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesiniz. Burası Lüksemburg Dükalığı değil, birtakım sorumluluklarımız var; o sorumluluk gelip yakamıza yapışır. Oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü üzerinden daha 100 sene geçmemiş, biz oralardaydık. İşte onun için II.Abdülhamid devrine bakıyoruz. Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam ediyor."
İlber Ortaylı'nın 1-2 kitabı hariç tüm kitaplarını okudum diyebilirim gönül rahatlığıyla. Seminerlerini de mümkün mertebe kaçırmıyorum, kendisini hem ilgiyle, hem sevgiyle, hem de ciddiyetle takip ediyorum. Onu okurken sadece tarih değil; politika, kültür, sanat, mimari, müzik, spor, kentleşme ve sosyolojiye dair çok şey öğreniyorum. Henüz okumadıysanız bu kitapla başlamanız iştahınızın açılmasını sağlayacaktır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Şiirin üzerine titreyenlere
"Gençlik yıllarımda omuzları üzerinde kafa taşıyan bir adam olmaya çabaladım; yıllar ilerleyince birçok şey gibi bu alandaki çabalarımın yönü de değişti, şimdilerde "omuzlara" sahip olmaya belki daha bir özeniyorum."
İlk bölümünü 1980'de yazmaya başladığı "Şiir Okuma Kılavuzu"nda bu satırlarla karşılıyor bizi İsmet Özel. Türk şiirinin en özel yürekli şairi. Kitap, şiirin üzerine titremek isteyenler için gerçekten bir kılavuz. Bir sınava hazırlanır gibi okunmalı, okurken ödev yapıyormuş gibi not alınmalı. Öylesine önemli bir kitap şiir üzerine.
"Şiirin yüzünü hiç hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada, birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım."
"Şiir, hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığını korumaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar."
Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde İsmet Özel'in 1980'de yazdığı "Şiir Okuma Kılavuzu" yer alıyor. Kısa başlıklarla şiirin ne olduğu, nasıl olduğu ve neyi hedefleyebileceği döktürülüyor. İkinci bölüm şair tarafından 1990'da kaleme alınmış. İlkine farklı konu başlıklarında eklemeler yapan daha derinlemesine bir bölüm. Sadece şiir değil, bu tip düz yazılarıyla da dikkat gerektiren bir okuma gerektiriyor İsmet Özel metinleri.
"Şiir okumak ancak hayatlarında şiir için yer açmış insanların önemli ve yararlı bulabileceği, doğrusu ancak onların altından kalkabilecekleri etkinliklerden biridir. Ekmek yemek, pabuç giymek gibi insan etkinliklerini şiir okumakla birlikte anışımın tek sebebi insanların bu işleri yaparken de şiir okurken yaptıkları kadar uyku ve uyuşukluk içinde bulunuşlarındandır."
Şiir; yazımıyla, duygusuyla, ilhamıyla başlı başına özel bir şey. Bir şiir okurken titrenebilirken, şiir üzerine de titremek gerektiğinin farkına varırız. Şiir tüm duyguların kalbidir. Hevesle değil de titizlikle üzerine gidildiğinde bizler için daha fazla anlam ifade edecektir. Bu vesileyle sizleri bu kısa ve öz/el kitabı "titizlikle" okumaya davet ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
İlk bölümünü 1980'de yazmaya başladığı "Şiir Okuma Kılavuzu"nda bu satırlarla karşılıyor bizi İsmet Özel. Türk şiirinin en özel yürekli şairi. Kitap, şiirin üzerine titremek isteyenler için gerçekten bir kılavuz. Bir sınava hazırlanır gibi okunmalı, okurken ödev yapıyormuş gibi not alınmalı. Öylesine önemli bir kitap şiir üzerine.
"Şiirin yüzünü hiç hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada, birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım."
"Şiir, hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığını korumaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar."
Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde İsmet Özel'in 1980'de yazdığı "Şiir Okuma Kılavuzu" yer alıyor. Kısa başlıklarla şiirin ne olduğu, nasıl olduğu ve neyi hedefleyebileceği döktürülüyor. İkinci bölüm şair tarafından 1990'da kaleme alınmış. İlkine farklı konu başlıklarında eklemeler yapan daha derinlemesine bir bölüm. Sadece şiir değil, bu tip düz yazılarıyla da dikkat gerektiren bir okuma gerektiriyor İsmet Özel metinleri.
"Şiir okumak ancak hayatlarında şiir için yer açmış insanların önemli ve yararlı bulabileceği, doğrusu ancak onların altından kalkabilecekleri etkinliklerden biridir. Ekmek yemek, pabuç giymek gibi insan etkinliklerini şiir okumakla birlikte anışımın tek sebebi insanların bu işleri yaparken de şiir okurken yaptıkları kadar uyku ve uyuşukluk içinde bulunuşlarındandır."
Şiir; yazımıyla, duygusuyla, ilhamıyla başlı başına özel bir şey. Bir şiir okurken titrenebilirken, şiir üzerine de titremek gerektiğinin farkına varırız. Şiir tüm duyguların kalbidir. Hevesle değil de titizlikle üzerine gidildiğinde bizler için daha fazla anlam ifade edecektir. Bu vesileyle sizleri bu kısa ve öz/el kitabı "titizlikle" okumaya davet ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
25 Ekim 2012 Perşembe
Daha fazlasını görmek mümkün
“Eğer algı kapıları
temizlenseydi
Her şey insana, olduğu gibi
Görünürdü: Sonsuz.”
- William Blake
Gördüğümüz şeyler gerçekten var olan şeyler mi, yoksa bizim
algıladıklarımızdan mı ibaret her şey? Eğer her şey bizim algımıza bağlıysa
algı kapılarımızın sınırları nerede başlar, nerede biter? Aldous Huxley bu
soruyu meskalin isimli bir
uyuşturucunun kobayı olarak yanıtlıyor. Meskalini aldıktan sonra yaşadığı
tecrübeyi o zaman dilimi içinde yapılan ses kaydından da faydalanarak
okuyucularına aktarıyor. Gördüğü şeylerin ne kadar çarpıcı olduklarını,
sandalyenin ayağının, pantolonunun kıvrımının o an bütün insan ilişkilerinden
ve hırslardan daha önemli olduğunu anlatıyor. Öyle ki insanın algısı o denli
açık olsa gözünün önündeki şeylerin güzelliğinden dehşete kapılacağını ve
hayatına devam etmek için gerekli ilişkilerini yürütemeyeceğini iddia ediyor. Bu
iddiasını da deney sırasında götürüldüğü yerde baktığı kitaplar ve resimlerle
ilgili algısının gösterdikleriyle destekliyor. Böyle ilginç bir deneye şahit
olmak bir yana algının sandığımızdan da dar olduğunu ama mistik veya kimyasal
yollarla ötesine geçmenin mümkün olduğunu da anlatıyor yazar. Büyük bilince dönüşün sınırlarımız dahilinde olabileceğinden bahsediyor.
Kitabın ikinci
kısmı olan “Cennet ve Cehennem” bölümünde çok basit bir soru sorarak başlıyor
Huxley: “Neden bütün cennetler mücevherlerle doludur?” Düşündüğümüz zaman
Hristiyanlık ve İslamiyet başta olmak üzere tüm cennetlerde değerli taşların
bulunduğu, hatta oradaki herhangi bir taşın buradaki her türlü taştan daha
değerli olduğu söylenir. Bunun nedeni algı kapılarımızın ışıkla açılması. Işık ve
parıltı insan zihni için öteki dünyaya geçişin bir yolu. Bu nedenle bir dönem
hipnoz da parıltılı taşlarla yapılmıştır. Hatta bir dönem ışıltılı havai fişek
gösterileriyle milletlerin bilinçaltına fikirler kazınmaya bile çalışılmıştır. Aslında
tiyatrodaki ışık kullanımının nedeni de bu “öteki dünya” eğiliminden başka bir
şey değildir. İster mistik düşüncelere inanın, ister inanmayın sadece birkaç saniye şunu düşünün: "Her dinde ölümden sonra bir öteki dünya fikrinin olması sadece bir tesadüf olabilir mi?"
Bilimle ve
edebiyatla iç içe yetişmiş Aldous Huxley’nin Algı Kapıları kitabı sadece naçizane
bir önerim değil, insan zihnini görmek, mistik düşüncelerin özündekini anlamak
için hayatınızın bir döneminde muhakkak zaman ayırmanız gereken bir kitap.
Ümran Kio
24 Ekim 2012 Çarşamba
Zamana ait bir şey
Melankoli Antik Yunan’dan günümüze hakkında en çok tanım yapılmış
kavramlardan bir tanesi. Melankoliyi gözlemleyebileceğimiz, ilişki
kurabileceğimiz alanlardan birisi de edebiyattır. Fakat Türk edebiyatına
gelindiğinde durum biraz karmaşık olmakla birlikte melankoli adı altında ele
alınan çoğu eser acının dışa vurumundan öteye geçmez. Daha önceki yazılarımdan
birinde Tezer Özlü’nün Türk edebiyatındaki tek melankolik yazar olduğundan
bahsetmiştim. Bunun için öncelikle huzurlarınızda henüz okuma fırsatı bulduğum
Sema Kaygusuz’dan özür diliyorum.
“Karaduygun”
eski zamanlarda melankoli için kullanılan bir kelimeymiş. Kitabı ilk elime
aldığımda anlamına dair hiçbir fikrim yokken, kitabı bitirdiğimde anlam
belleğime değil tüm ruhuma kazınmıştı. Hem de içine aldığı tüm kahramanlarıyla
birlikte. Karaduygun çarpıcı hikâyelerle dolu, kelimelerin sayfalara sığmadığı
bir kitap. Üstelik çıkış noktası çoğumuzun sevdiği bir şair, Birhan Keskin. Belki
de sadece Birhan Keskin’in yazara emanet ettiği bir gürültü. Zamanı işaretleyen bir an.
Sema Kaygusuz
her hikâyeden bir kahramanı çıkarıyor, diğer öyküde anlatıcı yapıyor. Ufak bir
detayı işaretliyor ve diğer hikâyenin ana konusu haline getiriyor. Öyle ki
birkaç hikâye sonra o işareti görmek için sabırsızlanırken buluyorsunuz
kendinizi. Bazen de güzel bir jestle yazarlık mutfağına alıyor sizi, yoğuruyor,
kelimeleriyle kıskandırıyor.
Yabancı olanların, yalnızlığın gürültüsünden sağır
kalmışların, ruhunda ufak bir anın izi kalanların kitabı Karaduygun. Ama en
önemlisi melankolinin kitabı. O dilimizden düşürmediğimiz, bildiğimizi sandığımız ama aslında ne olduğunu pek de anlayamadığımız kara safranın hikâyesi.
Melankoli bir duygu, bir an değil, sahibinin içinde bulunduğu özensiz bir
durumdur. Zamanı unutturan, sembolik dünyadan çıkaran bir karanlıktır. Sırf bunu
anlamak için bile Sema Kaygusuz’un kelimelerine kulak vermenizi öneririm.
Ümran Kio
Geçmişin tozu: Pedro Paramo
“Yaşarken insana ayaklarını hareket ettirten yegane şey, öldüğünde bu
ayakların onu farklı bir yere götürecekleri beklentisidir...”
Büyülü gerçekçiliğin
dünyadaki temsilcilerinden olan Juan Rulfo’nun eşsiz kitabı Pedro Paramo bir
Latin Amerika gerçeğini gözlerimizin önüne seriyor. Ölmek üzere olan annesine
babası Pedro Paramo’nun köyü olan “Comala’ya” onu bulmak için gideceğine söz
veren Juan Preciado’nun bu köye gitmesiyle başlar her şey.
Comala’ya varan Juan Preciado, burada
hemen hemen kimsenin yaşamadığını görür. Boşluk içinde eskiden köyün bulunduğu
yerde yaşayan birilerini ararken sislerin arasında bir ev görür. Bu evin
kapısını çaldığında evde, ölen annesinin çocukluk arkadaşı olan yaşlı bir
kadınla tanışır. J.Preciado onunla zaman geçirirken bir garip hisseder kendini.
Bir süre sonra kadının aslında yaşamadığını, yıllar önce Comala’da öldüğünü
anlar. Kasaba, yıllar önce burada yaşamış ve ölmüş insanların ruhlarıyla
doludur.
Yazar Juan Rulfo birçok farklı yazın
tekniği kullanarak bu kitabı yazmıştır. Bilinç akışı yönteminin sıkça
kullanıldığı kitapta zaman akışı çok karmaşık olarak kurulmuştur. Bir yanda
kitabın başlangıcında babasını arayan J.Preciado’nun hayaletli bir köyde
olduğunu anladıktan sonraki monologlarını okurken, birden 1900’lerin
Comalasındaki gerçek olaylara gidiyorsunuz. Kitaptaki bu gerçekliğin
anlatıldığı bölüm de kendi içinde farklı bir zaman dizimiyle yazılmış. Bu
bölümde de pek çok karakterin geçmişe dönüşüne gidiliyor ve bir sonraki bölümde
tekrar farklı bir zamandan geri dönüyorsunuz. Bu açıdan okuması çok zor olmayan
ancak kitabı anlamaya çalışırken farklı zaman diziminden kaynaklanan bu oyunun
parçalarını bir araya getirmede bazı sorunlar yaşayabilirsiniz.
Buraya kadar kitabın kısaca içeriği ve
üslubundan bahsettikten sonra şimdi sizlere kitabın neden önemli
sayılabileceğini birkaç satırla da aktarmak istiyorum. Kitabın önemi aslında
gerçeküstü bir bakış açısıyla o dönemin Meksika ve Latin Amerika gerçeğini
gözümüze sokarcasına anlatmayı başarabilmesidir. Bir toprak ağası olduğunu
anladığımız Pedro Paramo’nun köylülere nasıl zulmederek toprakları kendi
toprakları haline getirdiğini, toprak ağası-kilise ikilisinin ilişkisini bolca
anlatarak iktidar ilişkilerini nasıl ustaca aktardığını görebilirsiniz. Tabi
bunları yaparken çürümüş aile ilişkilerini aktarmayı da ihmal etmez. Bunları
yüz otuz sayfada anlatmayı başarmış bir kitap olarak karşımıza dikilen “Pedro
Paramo” okunmayı fazlasıyla hak eden bir kitap.
Herkese iyi okumalar.
Ozan Şen
23 Ekim 2012 Salı
Bilinçdışı: Bir tür cehennem
Yazarların fantezileriyle çocukluk oyunlarının aynı şey olduğunu söyleyen, Goethe ve Shakespeare hayranı Freud’un kitaplarının edebi değeri yüksek olsa, hatta bazı vakaları dönem dönem hikâyeymiş gibi okutulsa da genelde isminden korkar bir türlü başlayamayız kitaplarına. Eminim Freud olsa bu harekete geçemeyişe de bir analiz yapardı ama şimdilik görünen o ki yazdıkları çoğu kişiye anlaşılabilir gelmiyor. Ya da belki de Freud çok hassas noktalarda gezdiği için oralarda kimseyi ağırlamak istemiyoruz. Çünkü Freud’a göre insan ruhu sürekli olarak metafor ve sembol yaratarak temelde şiir yazar. Freud da bu metaforları ince ince çözümleyerek bizim bile dokunamadığımız “bilinçdışı”na ulaşır. Virgil’in Aeneid’inden yaptığı alıntıyla “Eğer tanrılara boyun eğdiremiyorsam, cehennemin derinliklerine dalarım.” der ve rüyalarımıza bile gelir, oradan da bilindiği gibi bilinçdışına ulaşır.
İlk seçenek yüzünden Freud okumaktan çekinenlerdenseniz iyi bir haberim var. D. M. Thomas almış Freud’u karşısına, onun en sevdiği puroları eşliğinde güzel bir sohbet gerçekleştirmiş. Buna ister “Hayali Söyleşi” deyin, ister güzel bir Freud incelemesi. Her iki türlü de Freud’a başlamak için güzel bir kitap olmuş. Hayali söyleşi olarak okuyup ilginizi çeken bir yerden Freud külliyatı okumaya başlamanız her şey bir yana özellikle kendi üzerine düşünmek isteyenlere ilaç gibi gelecektir.
Not: Kitap genelinde çeviri kaynaklı bir sorun olarak “bilinçaltı”
kelimesi kullanılmış. Freud’da bilinçaltı diye bir kavram yoktur, bilinçdışı
kavramı vardır. Tüm bilinçaltı kelimelerini bilinçdışı olarak düşünmeniz Freud’un
kendi kitaplarına geçtiğinizde faydalı olacaktır.
Ümran Kio
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)