30 Temmuz 2024 Salı

“Allah sıkıntı hissettirmesin”

Her şeyi yapıyoruz. Gün geliyor sabahtan akşama sadece bir konu için kendimizden geçercesine uğraşıyoruz. Gözümüz de bir şeyi görmüyor üstelik. Gerçi, en doğal haliyle bile ne kadar görüyor, ayrı bir muamma... Didik didik ediyoruz. Yeter ki şöyle olsun, böyle olsun. Sonunda oluyor yahut olmuyor ama bir şey var ki onu hiç hatırlamıyoruz. O'nu hatırlamıyoruz. Etmemiz gereken bir dua, her şeyden önce bir dua. Yapılacak işin hayra karşı olması için. Bizim hayra karşı yürümemiz, hayırdan ayrılmamamız için. Dua etmiyoruz. Sonra neden olmadı diyoruz. Bir de olunca, hiç böyle olacağını düşünmemiştim, istediğim gibi olmadı diyoruz. Dua, niyetin içeriden dışarıya taşan köprüsüdür. Zaman vardır dildeki kalbe inmesi gerekir, zaman vardır kalpteki dile çıkması gerekir. Dua böyle bir şeydir.

Bazen yazarken çizerken ya da konuşurken rasyonel aklı eleştirdiğimiz oluyor. Halbuki biz, belli bir inanış dairesi içinde olmaya çalışanlar, duayı ilk adımla beraber hatırlamıyorsak, o da rasyonel akılla yoldaş olduğumuz için olsa gerek. Yani diyorum, biz de rasyonel akılla yaşıyoruz. Bazen bu sadece şık görünen ama giderek insanı hakimiyetine alan ceket, bize duanın açtığı kapıları unutturuyor. Ondan sonrası kapı duvar. Peki rasyonel akılla dua edilmez mi? Elbette edilir. Ama mesela şöyle edilir: Allah sıkıntı göstermesin. Böyle bir dua kabul edilebilir mi? Bunun cevabını Esmâ-yı İlâhiyye ile meşgul olanlar bilirler. Hakk'ın esmalarıyla devri daim eden insan, gah neşeye gah sıkıntıya meyillidir. Zira Hakk, kulunun gayret etmesini istediğinden küçük ya da büyük bazı sıkıntıları onun omzuna konduruverir. Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet... Demek ki omzuna konana biz sıkıntı diyoruz. Oysa Hakk'ın omzumuza koyduğu şey, bizim vazifemizdir. Ve her insan, pek çok vazifenin peşinde koştursa da yalnız bir vazifeyi hakkıyla yerine getirebilir. Bunun için rasyonel akıl sessize alınmalı ve bahse konu ettiğim dua şöyle edilmelidir: Allah sıkıntı hissettirmesin. O nasıl olacak ki? Bu soruyu da rasyonel akıl sorar ama zaman zaman yoldaş olduğumuz bu aklı çok da örselemeyip, cevaba geçelim.

Yolda gidiyoruz, yetişmemiz gereken bir yer var, hava yağmurlu, deniz dalgalı. Adım adım giden yol sanki sürekli kabarıyor, trafik devamlı artıyor. Dışarıdaki fenalık yüreğimize de çöküveriyor. Kozmik dram. Esasında her şey merkezindedir ve olan hayırlıdır ama bunu hangi akıl kabul edebilir? Hele ki bu zamanın aklı… Bu anlattığım durum bir yerde dursun, biz bunun öncesine gidelim. İster yataktan kalkarken, ister yüzümüzü yıkarken, ister evden çıkıp arabaya, otobüse doğru yürürken insan kendine, hatta mümkünse çevresindekilere de şöyle içten bir “Allah sıkıntı hissettirmesin” deyiverse, ne değişir? Çok şey değişir. Mesela anlattığım o fevkalade trafikle yetişilmesi gereken yer arasındaki durak -ki insan o duraktadır daima- hafifleyiverir. Hafiflemiş olarak hissedilir. Ulaşacağımız yere ulaştıktan sonra şöyle bir durulup ya hu ne trafik vardı ama çok şükür yetiştik, otomobil düğümünü söktük attık, işte yerimize ulaştık denir. Hani bazen yine bir yerden bir yere giderken dost sohbeti açılıverir yanımızdaki kimseyle. Aslında yol bitecek gibi değildir, üstelik metrobüs de rahat değildir ama iki kişi O’ndan konuştuğu vakit üçüncü olarak hakimiyetini kuruverir Lâtif ve Kerim Olan. Sonra insan sıkıntı mı hisseder, yolu mu fark eder, getirirler, götürürler, her şey ferahfeza…

Kozmik dram demiştim, şimdi bu ifade üzerinden devam edelim. Nedir bu kozmik dram? Toshihiku İzutsu’nun İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler adlı kitabında, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz adlı eserindeki nûr-zulmet paradoksuna dair oldukça kuvvetli metinler mevcut. Neyi neyden ayrı görmek, neyi neyle bir görmek noktasında önemli açılımlara vesile olabilecek bu metinde önce Izutsu’nun dediklerini bir okuyalım: “İnsan aynı zamanda kelimenin gerçek anlamında bir ‘birey’dir (şahs). Tıpkı Mutlak’ın ‘Bir’ olduğu gibi oda ‘bir’dir. Dolayısıyla, bu bakımdan insan ile Mutlak arasında gözle görülür belli bir yapısal benzerlik vardır. Zira Mutlak, özü ve zâtı itibariyle bir, sıfatları itibariyle ise çoktur. Aynı şekilde insan da kişisel bireyselliği itibariyle bir, nitelikleri, fiilleri ve işlevleri itibariyle ise çoktur. Bu gerçek -yani, insanın kendisinde hem ‘vahdet’ hem de ‘kesret’i birleştirmesi gerçeği- ona, kendi yapısı aracılığıyla, ‘vahdet’ olması bakımından vahdetin kesret olduğu ve kesret olması bakımından kesretin de vahdet olduğu kozmik paradoksunu sezgisel olarak kavrama imkânı verir.

Daha sonra Izutsu, Mefâtîḥu’l-iʿcâz fî şerḥi Gülşen-i Râz adlı eserden bir alıntı aktarır. Eser, İranlı mutasavvıf-şair Muhammed b. Yahyâ Lâhîcî’ye ait. Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ına yapılmış bir şerh. Diyor ki Lâhîcî: “İnsanın farkına vardığı ilk şey, aynı zamanda hem varoluş çemberinin ‘aşağıya doğru inen yayında’ yer alan tüm ontolojik safhaların en sonuncusu ve hem de aynı çemberin ‘yukarıda doğru çıkan yayında’ yer alan tüm safhaların ilki ve birincisi olan ‘kendi kişisel belirlenimi’dir. Bu nedenle, ‘insan’ ontolojik safhasına, ‘günün ilk ışığının göründüğü yer ve zaman’ (matla’ı’ l-fecr) adı verilir; çünkü insan, gece karanlığının sonunu (nihâyet-i zulmet-i şihâb) ve vahdet gününün ışığının başlangıcını (bidâyet-i nûr-i rûz-i vahdet) temsil eder.

Yani diyor Izutsu, insan denen varlık nûr ile zulmet arasında bir berzahtır. Böylece bir şeyi anlamamız gerekiyor ki nûr ile zulmet arasındaki paradoks, oyun, dram, her ne dersek diyelim, insanın zihninde oynanıp durur, oynanıp gerçekleşir, oynanıp biter ve devam eder. Bunun farkına varmış olan kişidir sufi. Merttir, fetâdır, gözü karadır. Üstelik bu gözü kara olma durumu mecazi değil. Diyor ki Lâhîcî, “Allah’a aşırı derecedeki ruhânî yakınlığı nedeniyle sufinin iç gözü kararır ve hiçbir şeyi göremeyecek şekilde güçsüzleşir”. Burada güçsüzleşen akıldır. Esasında kendi gücünün farkına varır, ‘buraya kadarım’ der tabiri caizse. Buradan sonrası O’nun işi. Yani Kalb’in işi. Kalp olanın bitenin farkına vardığında dünya durulur, sufi dünyanın merkezine kurulur. Bu hakikati de Bâyezid-i Bistâmî’den okuyalım yahut hatırlayalım: “Eğer İlâhî Arş ve onun ihtivâ ettiği tüm şeyler sonsuz bir şekilde çoğalsa ve ârifin kalbinin bir köşesinde bulunsa, ârif bunun farkında olmayacaktır.

Bazen televizyonlarda bazen kitaplarda sık sık karşımıza çıkan bir ifade var: Sufi, anın evladıdır. Öyledir fakat biz sufi değiliz. Belki büyüyünce oluruz, bilmiyorum. Ama içinde bulunduğumuz toprakların sunduğu bir lezzet, bir bakış ve bir ufuk olarak onların yaşayışlarından ‘ummandan bir katre’ alıp ömrümüze yerleştirebilirsek ne ala. O hâlde sıkıntı meselesine dönüp bitirelim. Sıkıntı diye bir şey yoktur, yük diye bir şey de yoktur. Biz daha kendimizi taşımayı bilmiyoruz. İnsan taşımayı öğrendiği herhangi bir şey için şikâyet de etmez isyan da. Bir şekilde usul erkan öğrenir, prangalarından kurtulur, Kendi’nden Kendi’ne seyrin lezzetini yaşar. Oysa biz sıkıntıların ve yüklerin, bu ikisinin arasındayız, dolayısıyla berzahtayız. Madem işimiz çok, böyle ilerleyeceğiz, o hâlde ne diyelim? Allah sıkıntı hissettirmesin.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Japon masallarının dönüştürücü gücü

Masallar genel olarak çocuklar için yazılmıştır ve çocuklar için anlatılır. En azından genel kanı böyledir. Oysa masalların çoğu okuduğunda bir yetişkine de dersler verir, farklı bakış açıları sunar.

Ancak masalların çocuklara hitap etmesi onların diline ve hikâyenin işleyişine de etki eder. Masallarda örneğin şiddet sahneleri üstü kapalı veya ayrıntı vermeden anlatılır, böylece çocuğun zihninde oluşması muhtemel tahribatların önüne geçilir.

Japon masalları ise bu konuda genel masal algısının ve genel masal tekniğinin dışına çıkmaktadır. Japon masallarında okur neyle karşılaşacağını hiçbir zaman tahmin edemez. Japon masalları okuyan bir insan beklemediği anda beklemediği şekilde bir şiddet sahnesiyle karşılaşabilir. Veya karşısına korkunç şeytanlar, istilacı ruhlar çıkabilir. Japon masalları büyülüğü gerçekçiliğin zirve temsillerindendir ve barındırdığı bir sınır yoktur. Masalların dili yumuşak olmak zorunda değildir, gerektiğinde sert dil kullanmaktan kaçınılmamıştır.

Japon masallarının farklılığı daha en başından bile kendini göstermektedir. Bir varmış bir yokmuş gibi alışılmış şekilde başlamaz veya bir prensesin, bir prensin, tilki ile karganın hikâyesini vermez. Japon masallarında ana karakter akla gelebilecek her canlıdan olabilir.

En büyük başarısı da kaç yaşında olursa olsun okurda gerçekleştirdiği dönüşümdür. Japon masallarını okuyan birisi o vakitten sonra bir hayvana, bir bitkiye veya yıldızlara, güneşe daha farklı gözle bakar. Masal ile efsanenin kesiştiği noktadadır artık ve anlamlar değişmiştir.

Kunio Yanagita’nın Japon Masalları: Ejder Sarayı’nın Çanı adlı kitabı Peren Ercan çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Anlamların, bakışın değişmesi üzerine kitaptan bir masal vererek yazıyı bitirelim ve sözü masala bırakalım:

"Serçe ile Ağaçkakan
Uzun uzun zaman önce, iki kız kardeş yaşardı. Biri serçe, diğeri de ağaçkakandı. Anne babaları hastalıktan artık onlara bakamayacaklarını söylediğinde, serçenin dişleri yeni çıkıyordu. Fakat o yine de hemen uçup anne babasıyla ilgilendi. Yanakları kirlenmiş, gagasının sadece yarısı beyaz kalmıştı. Ağaçkakan ise kırmızı rujunu ve beyaz pudrasını sürüp özene bezene giyindikten sonra dışarı çıktığı için anne babasının son nefesine yetişememişti. Bu yüzden serçe, üstü başı güzel olmasa da her zaman insanların yaşadığı yerde yaşayıp onların yediği tahıldan ihtiyacı kadar yiyebiliyordu. Öte yandan ağaçkakan müthiş güzelliğine rağmen sabahın erken saatlerinden itibaren ormanda gezip duruyor ve ağacın gövdesine 'Tak tak!' diye vurarak günde ancak üç kurtçuk yiyebiliyordu. Ardından gece olduğunda ağacın kovuğuna giriyor ve 'Ah ah, gagam acıyor,' diye ağlıyordu."

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Direnmeyi "tercih eden" bir kâtip: Kâtip Bartleby

Katip Bartleby'i nasıl bilirsiniz? Herman Melville'nin Bartley'inden bahsediyorum. Yaklaşık bir yıl önce okudum, hala ara ara aklıma gelir, onun için üzülürüm. Bize hikayeyi aktaran patronu için daha çok üzülürüm. İkisinin yerinde de olmak istemediğime karar verir bir süre unuturum bu karakterleri. Sonra ansızın yine aklıma gelirler.

Kahramanımız bizim bildiğimiz kadarıyla önce kendisine fazladan verilen işleri yapmamayı daha sonra çalışmamayı, yer değiştirmemeyi, yemek yememeyi ve en sonunda yaşamamayı "tercih eden" bir katiptir.

Nisan 2021’de Ketebe Yayınları tarafından basılan bu 56 sayfalık klasik, Herman Melville’in Moby Dick’i kaleme aldığı sıralarda yazılmıştır. Bir kapitalizm eleştirisi ve yazarın alter-egosu olduğu söylenir.

Yeni bir kitaba başlamadan önce hakkında yazılanları okurum. Ardından bir süre kapağına bakıp kendimce yorumlar yapar ve en son yazılmış sunuş/önsöz yazılarını dikkatle okurum. Artık kitaba başlamaya hazır hissederim.

Entelektüel yönden çok beslendiğimi hissettiğim kitap tanıtım yazıları, önsözler bizi aynı zamanda birazdan karşılaşacağımız metinlere de hazırlar.

Bu kitap için de Kadir Daniş "İkimiz Birden Sevinebiliriz Duvara Bakalım" başlıklı bir sunuş yazmış. Yazıma buradan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum. "Mesela bu kısa roman daha ilk bakışta bile sözgelimi Albert Camus’nun Yabancı’syla Samuel Beckett’in Godot'u Beklerken’inin en azından bazı açılardan, öncülü gibi görünür. Melville sıra dışıdır, çünkü daha yaşarken edebiyat dünyasından peyderpey çekilmesine ve öldükten sonra uzunca bir süreliğine unutulmasına rağmen bugün tıpkı Ernest Hemingway gibi o da fetişleştirilmiştir."

Devam edelim… Sırada kapak var. Ketebe’den çıkan pek çok kitap gibi bu kitabın kapağı da dikkat çekici, romanı tamamlayıcı nitelikte.

Beyaz zemin üzerinde kara kalemle çizilmiş bir fötr şapka ve takım elbise görürüz. Suret kısmı bizim hayal gücümüze dayanarak boş bırakılmış bir vesikalık fotoğraf gibi. Bu resim benim aklıma hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim Raif Bey’i getirdi.

Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Bey’i ve bizim Bartleby birbirine ikiz kardeş kadar benziyor olsa gerek. Hayatlarının son demlerinde yaşadıkları şeyler neredeyse aynı zira. Fark şurada: Raif Bey ölmeden önce yazdıklarını arkadaşının okumasına izin vererek bizi geçmişinden haberdar ediyor Bartleby ise muammasını da yanında sonsuza dek götürüyor.

Bir kaç saatte bitirebileceğiniz ancak uzun süre aklınızdan çıkaramayacağınız bu kitabı uzun uzadıya anlatıp yazıyı bir özete çevirmek istemiyorum elbette.

Şimdi aktaracağım cümleler "kitabı neden okumalısınız?" sorusuna verilecek en güzel cevap olacaktır diye düşünüyorum.

“Bartleby” dedim “Pötibör bir yere kadar gitti. Postaneye kadar gidip gelsen, (üç dört dakikalık mesafeydi) bana gelen bir şey var mı diye baksan?”

"Yapmamayı tercih ederim."
"Yapamaz mısın?"
"Tercih etmem."


Ve yazımı bir kaç sayfa öncesinden son bir alıntı yaparak merakınızı had safhaya çıkarıp bitiriyorum:

"Aklı başında adamı pasif direniş kadar çileden çıkartan bir şey yoktur."

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

21 Temmuz 2024 Pazar

Rus sembolizminin dahisi: Merejkovski

Reddedilen, ağır sansüre uğrayan, polisin el koyduğu, Rusya’da dergilerin kabul etmediği, buna rağmen Avrupa’da beğenilen, şöhret bulan, akım başlatan, sadece Fransa’da on yılda 23 kez basılan Merejkovski’nin Mürted Julianos romanı Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı.

Tarihi romanlar genelde sembolik bir dil ile kurulmaz, anlatılmaz. Merejkovski sembolik dilin Rusya’da kurucusu olmuş, onun tarihi romanları kendine has düşünceleri ve kullandığı sözcükler ile bir akım başlatmıştır. Yazın dünyasına şiir yazarak başlar Merejkovski. 13 yaşındayken ilk şiirlerini yazar. Şiirlerini babası aracılığıyla Dostoyevski’ye okutur. Dostoyevski şiirlerini beğenmez ve babasına “Zayıf, kötü, hiçbir işe yaramaz. İyi yazmak için acı çekmeli, acı çekmeli!” der. Merejkovski’nin babası ise bu yorum karşısında “Hayır, acı çekeceğine yazmasın daha iyi” der. Ne var ki Merejkovski yazar, hem de öyle bir yazar ki adı tarihe geçer, kendine ait bir yol üretir, eserleri bir akımın öncüsü sayılır.

Onun öncülüğü sembolik dili yönüyle gerçekleşmiştir. Merejkovski üzerine çalışmalar gerçekleştiren İ. V. Koretskaya ortaya çıkan sembolizm akımı üzerine Merejkovski’nin eserlerini “bir tür ansiklopedi” olarak tanımlar. Yani sembolizm üzerine çalışacak veya o türü kullanacak kişilerin başucu eserleri Merejkovski’nin eserleri olacaktır, olmalıdır.

Merejkovski’nin eserlerinde kendi düşünce dünyası kurmacanın imkanlarıyla okura ulaştırılır. Mürted Julianus romanında, Julianus üzerinden okura Hıristiyanlık ile evrensel kültür, kişisel dindarlık ile resmi din adamlığı arasındaki ilişkiyi, bu ilişkinin nasıl ele alınması gerektiğini anlatır, gösterir. Julianus bir kilise ayinine katıldığında sözcüklerin oluşturduğu atmosfer korkudur, okur korkuyu iliklerine kadar hisseder. Merejkovski romanlarında Rus tarihini, dünya tarihini ele almış, burada da insana dair her meseleye değinmiştir. Onda zıtlıkların karşılaşmasından doğan sorunlar ve kazançlar, zıtlıkların ilişkisi, insan ve toplum hayatına etkisi düşünsel düzlemde değerlendirilir.

Eleştirmen Dolinin, Merejkovski’nin romanları için şunu yazar: “Onda her zaman iki eşdeğer gerçek mücadele eder: Semavi ve dünyevi ya da ruh ve beden, Mesih ve Deccal, üst ve alt uçurumlar… Birincisi, insan ruhunun kendini inkar etme, Tanrı’yla birleşme, dünyadan ve dünyevi olandan O’na doğru ebedi çabası olarak kendini gösterir; ikincisi, insan kişiliğinin sınırsız gelişme, aşırı olumlama, Ben’ini tanrılaştırma, Tanrı’dan kendine, semaviden dünyevi olana, tek iradesinin önceliğinin tanınmasına sürekli bir dönüş olarak tersten çabası… Bu iki uzlaşmaz ilke, iki uzlaşmaz akıl ebediyen mücadele eder ve birbirini yenemez.

Ölmekte olan pagan dinini canlandırmaya yönelik umutsuz girişimi nedeniyle tarihe mürted olarak geçen, 361’den 363’e dek hüküm süren Roma imparatoru Julianus’un hikayesini anlattığı, üçlemenin ilk romanı olan Mürted Julianus herkesin iç dünyasında mücadelesini derinden hissettiği iki uzlaşmaz ilkeyle yüzleşmek isteyenlerin derdine reçete mahiyetinde bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

19 Temmuz 2024 Cuma

Şirin yeni maceralar için Göbeklitepe’de

Geçmiş, bugüne yaklaştıkça, yani tarih güncellendikçe mazinin fotoğrafları daha belirgin oluyor. Böylesi bir zaman illüzyonuna hemen herkes bir şekilde dâhil oluyor: kimi antik kentlerin biraz ürkütücü ve uzun sessizliğinde bazısı da yaşadığımız çağa yakın evlerin kapısını çalıp içeri giriyor. Hâl böyle olunca, dijital dünyanın içine doğmuş, tek tuşla kıtalararası sörf yapan çocukların da zihninde kocaman bir sayfa açılıyor. İşte üslubuyla öne çıkan yazarlardan Birsen Ekim Özen, Şirin serisini genişletip, Bu Nasıl Göbeklitepe kitabındaki soruyla ucunu okura uzatıyor. Afra Elif’in çizgileriyle hayat bulan Şirin ve arkadaşları, Şanlıurfa’daki Göbeklitepe’den Asya kıtasında Everest’i içine alan Himalayalar’a değin heyecanlı bir yolculukta Büyük İskender ile tanışıyor.

Kitap, ‘Merak Edilmesi Uygun Konular’ başlığıyla açıyor sayfasını, “Burası, internetteki bilgileri doğru kabul eden bir yapay zekânın, o bilgilerle oluşturduğu bir sanal dünya. İnternette gördüğümüz her şey doğru olsaydı ortaya çıkan sanal dünya da harika olurdu ama ne yazık ki öyle değil.” notu oldukça mühim. Çünkü günümüz çocukları ve gençleri, bilhassa YouTube’da kaydedilen hemen her bilgiyi doğru, güvenilir ve gerçek sanıyor. Oysa bize ulaşan ya da bizim izlediğimiz her malumatı ansiklopedilerdeki maddelerle teyit etmemiz gerekiyor. Bu arada gözünüz korkmasın, çoğunlukla birkaç ciltten oluşan bu ‘bilgilik’lerin de çoğu dijital, tek tık’la itimat edilen bilgiye gidilebiliyor. Yazar, kurduğu ince cümlelerle ‘sanal gerçeklik’ sayesinde ‘bilgili’ olunamayacağını çok anlaşılır ve didaktik olmayan bir tarzda işliyor.

Karakterlerinin ağzından “İnternete yazılanları kontrol eden yok ki. Herkes her şeyi yazabilir. Önemli olan neye inanıp neye inanmayacağına karar verebilmen” diyen Birsen Ekim Özen, bilim insanların da hakkını güzelce teslim ediyor. Yüz yirmi dört sayfalık Bu Nasıl Göbeklitepe; çocuklara internet üzerinde karşılaştıkları bilgilerin doğruluğunu sorgulama ve birden fazla kaynak kullanarak doğrulatma önemini vurguluyor. Bu macera, günümüzdeki bilgi kirliliğine dikkat çekiyor. Her adımda gizemleri çözmek için canla başla çalışan kahramanlarımız, bilgilerimize şüpheyle yaklaşmanın ve doğruluğunu araştırmanın değerini bizlere hatırlatıyor.

Bitirirken; Şirin serisi artık geniş bir repertuvar. Fakat sevimli Şirin’in evde ve okulda yaşadığı eğlenceli olaylara göz atmak, maceraların peşinden gitmek isteyenlere İş Dünyasını Nasıl Karıştırdım, Önemli Numaralarla Başım Dertte, Başkan Olmak Kolay mı, Kimse Bize Hakaret Edemez, Nasıl Ünlü Oldum kitaplarının olduğu diziyi tavsiye ettikten sonra son sözü kahramanımıza verip, size veda edelim: “… Bunları öğrendim ya, artık kül yutmam. Acaba kül yutmam ne demek? Onu da sorup bir dakikada öğrenebilirim. Araba harika bir şey. Çok uzun yolları kısa sürede katetmemizi sağlıyor. Ama kurallara uyarak araba kullanmak lazım. Zaten bu işi yapabilmek için de ehliyet alınıyor. Bence internet ve teknoloji de muhteşem ama kuralları bilmek lazım. Yoksa birbirimize zarar veririz. Kısacası teknolojiye bayılıyorum ama dikkati de el den bırakmıyorum. Süper bir insan olmak bunu gerektirir.

Sevim Şentürk

17 Temmuz 2024 Çarşamba

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Zaman zaman sahaflarda kıyıda köşede kalmış, kitaplar dikkatimizi çeker. Asıl niyetimiz basımı bitmiş bir eseri bulma çabasındayken, köşede kalmış bir kitabın; minik gözyaşlarının, damla damla yere düşen sesini duyarız. İşte o an, niyetimizi unuttuğumuz andır. Boynu bükük kitabı elimize alır, usulce okşar, teselli etmeye başlamışsak, câzibesine kaptırmışız demektir. Merhamet ve şefkat duygusundan çok gülün bülbüle vurulması gibidir. Kitap sevenler için hayat; saralmış yaprakların arasında yaşanmışlıklardır. Sahafa uğramayan, onun cezbesine kapılmayan, gerçek bir kitapsever değildir kanaatimce. O binlerce üst üste yığılmış kitaplar, ezelden ebede şâhitler silsilesidir. Eski diye bir şey yoktur orada, mâzînin içindeki derûnî sırlar vardır. Ve oradan eli boş dönülmesi mümkün değildir. Yeni yârenlerle evin yolunu tutarız. Evinizin içi kitap mültecî kampı gibidir, her yerden size sığınmış kelimeler, sözler, hikâyeler, çıkar. Belli bir zaman sonra adlarını, varlıklarını, unuturuz. Onlar bize tozların arasından bakar, ardımızdan “vefâsız bir yâre düştüm” diye türkü okurlar da, duymayız. Bir akşam keskin bir çığlıkla uyanırız. En dertlisi, ellerini açmış, yalvarır size, ruhunuza seslenir. “ Oku” der.

“Beni oku ki sana sırrımı açıklayayım. Çünkü bu sır bana, Midas’ın kulağı gibi ağır geliyor, benim kuyum ol!” diye fısıldar durur. Dayanamaz, sesin geldiği küçük kırmızı kaplı kitaba elinizi atarsınız ve sayfalar arasındaki sırlara vâkıf olursunuz.

İşte benim için onlardan biri, Adalbert Stifter’ın Brigitta romanıdır. 1956 Ankara Maarif Basımevi'nden çıkmış, oradan yolu; 1957 yılında öğretmen Şükriye Argun tarafından Maltepe İlkokuluna hediye etme vesilesi ile düşmüş. Sonrası mı? Yaklaşık 70 yıldır bilinmeyen ellerde, evlerde, yollarda okunmuş, aşınmış durmuş. Kütüphânede olunca bir kâtip gibi okundukça, hayatları not etmiş. En son durağı şimdilik bizim ev. Lâkin kitap basıldığı târih îtibâriyle Ankara’dan dışarı çıkmamış, hep bu civarda dolaşmış. Kaç kişinin gözyaşına şâhit, kaç kişinin neşesine tâlip olmuş. Yetmiş yıllık Ankara târihinin gizli tanığı. Darbeleri yaşamış. Kıbrıs Barış harekâtın da; Ayşe’nin nasıl tatile çıktığını görmüş.31 Ocak 1968 yılında Maltepe’de saat 19.30’da ki TRT açılış anonsunu dinlemiş. Renkli televizyonla evlerimizin renklendiğini, sinemalarda Adile Naşit - Münir Özkul ikilisinin, turşunun; sirke mi? yoksa limonla mı? Olacağı tartışmalarında cevabı aramış, bizim gibi o’da bulamamış. Star Wars’da, Han Solo ile prensin aşkı ile Darth Vader ve Luke Skywalker’ın baba oğul çıkmasını, hayret ve heyecanla izlemiş. Mavi Boncuk'ta Ferit ile Emel’in şarkılar eşliğinde, yaşadıkları aşka özenirken, Metin Erksan’ın Mesnevî’den etkilenip çektiği, Müşfik Kenter’in oynadığı Sevmek Zamanı filminde ki gibi, sevdiğinin resmini yanında taşımak istemiş. Laurel ile Hardy ve Zeki Alasya - Metin Akpınar’ın kabarelerinden “yasakları” izlerken, gülmekten kırılmış. Hatta ailece Devekuşunun kabarelerini, dayısının getirdiği kasetten dinlemişler. Zeki Müren’den “Adım Mesut Soyadım Bahtiyar” şarkısını dinlerken, beklenen şarkının, ne olduğunu bir türlü keşfedememiş. Cem Karaca ve Barış Manço mu? polemiğinde “hep bir halli Turhalıyız biz bize benzeriz” demiş. Onu en çok derinden etkileyen türküler olmuş.

İspanyol paçalar, Vatkalı kıyâfetler, elektro danslar, moon walker yürüyüşler,… Neler neler, görüp geçirmiş? Kültürün gittikçe nasıl yozlaştığına, eli kolu bağlı şâhit oldukça, kelimelerinden bir harf düşmüş durmuş.

70 yıldır düzene oturmayan maârif sisteminin parçası olmuş, Anadolu lisesi sınavlarından, Lgs sınavlarına, cumartesi şapkalı eğitimden, dört - dört sistemine, tebeşirden , akıllı tahta kalemine.. Kaç hükümet devirmiş, kaç başbakan eskitmiş? Koskoca yetmiş yıla neler sığdırmış.

100 sayfalık cep boy romanım ama her bir sayfam 70 yaşında” diyor.

Eskinin o mis ağaç kokusu burnunuza geliyor, yaşlanmıyor, her gün yeniden canlanıp hayata tutunuyor. Cebinize sığacak kadar bir ebatta, kırmızı sapsade bir kapağın ardında hayat hikâyesi. Macaristan’ın dağları, ovaları, balta girmemiş ormanları, çölleri bir ressamın kaleminden çıkmış betimlemelerle dolu. Balzac: Goriot Baba eserinde ki tasvir sanatının daha derin halini görebiliriz. İlk bölümü Macaristan ovasını gezen bir seyyahın defteridir. Sadece bir betimleme yapılmamış, manzaranın iç âlemi ile konuşulmuş, sırları açığa çıkarılmış. İlk okumaya başlandığında, bir seyahat kitabı sanılabilir. yavaş yavaş romanın içine bir yolculuk başlar. Asıl türü roman olsa da, kendinden kendine anlattığı, gerçek kimliğine nasıl ulaştığının muhâsebesidir. Konuyu işleyiş tarzı edebiyat terimi olarak; Birinci tekil şahıs anlatısıdır.

Tabiat - saadet, sadelik -güzellik arasındaki sıkı bağı ifşâ eder. Macaristan’da toprağına ve halkına âşık bir binbaşının etrafında dönen, kimlik bulma hâdisesidir. İtalya’da, herkesin hayranlık duyduğu, modern kıyafetler içinde bir anıta benzeyen arkadaşını, kendi topraklarında hayallerinin ötesinde bulan, bir adamın gözlemleridir. Uçsuz bucaksız bir yolculuğun ardından Binbaşının Uwar çiftliğine varır. Saygınlık temsilcisi arkadaşının, Roma’da ki halinden eser yoktur. Onun vakur duruşunu görünce, millî kıymarabafetleri içinde bile Paris ve Viyana da saygınlığını kaybetmeyeceğinden emindir. Anlatıcı, arkadaşının her yerde ve her kıyâfet içinde, konumundan taviz vermediğini anlar. Onun gizeminin; tabiatta ki gibi yüreğinde olduğunu görür. Sosyal ve sosyete dünyasından neden elini ayağını çekmiş, toprakla uğraşmaktadır? Köylülerle, maraba ile sofra paylaşımını anlamaya çalışır. Binbaşının komşusu, güçlü, zeki, olgun, erkek gibi bir kadın olan Brigitta’nın ortaya çıkmasıyla, olaylar sadelik ve olağan bir halde gelişir. Anlatıcı bu güçlü kadının, Uwar yolunu bulması için yardım eden kişi olduğu görür. Binbaşı ve Brigitta’nın arasındaki garip ilişkinin, ardındaki gerçeği bulma yolculuğunda, Macaristan doğası vardır. Artık romanın ana merkezi Brigitta’dır. Bir kez olağanın dışına çıkar ki o da düğümün çözüldüğü andır. Kurtların saldırısı aslında nefsimizin bize olan son saldırısıdır.

Bir insanın, sadelik içindeki gāyesi ve saadetinin nedeni, nedir? Anlatıcının; hayat ve binbaşı ile ilgili aklını kurcalayan suallerin cevabını, çevreye gösterdiği uyum ve gözlemleriyle bulur. Bir Macar gibi oturur kalktığında ve düşündüğünde, onları anlaması kolaylaşır. Her millet mayalandığı toprağın, coğrafyanın özelliğini taşır. Macaristan’ın bozkırı aynı zamanda bizim içimizde mânâ âlemimizdir. Köylüsü, çobanı, kurtları, köpekleri, bizlere eşlik eder. Menziline ulaşmak isteyen insanın içinde olan, kara ve beyaz yoldaşlarıdır. Sisli puslu havalar, sıcak havada giyilen kürkler, dünyanın en güzel delikanlısı, bizim saadet menzilimizin yapı taşlarıdır. Erkek kıyâfetleri içinde akıllı ama çirkin Brigitta’nın hayat hikâyesinde, güzelliğin nerde saklandığını anlatır. Onun hakîkatinin aşkta gizlendiği söyler.

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Kitabın sayfalarında yazarın kendi nazarı hakîkatini görürüz.

• Keza, esas îtibâriyle hiç tanımadığımız bir kimsenin bazen bizi kendisine çektiğini hissederiz; hareketleri, tarzı, hoşumuza gider; bizi terkettiği zaman üzülürüz; çoğu zaman, uzun yıllar sonra bile onu düşününce kendisine karşı âdeta hasret ve sevgi duyarız.
• İlkönce ruhum manzaranın azametine kapılmıştı; sonsuz bir hava tabakası etrafını sarıyor, bozkır güzel kokular neşrediyor ve inzivânın ihtişamını her tarafa yayıyordu.
• Alnında izlerinin bulunduğu söylenen matem hakkında hiçbir bilgi edinemedim.
• Kırlarda herşey gelecek zamanları gösterir; zeval bulmakta olan her şey yorgun, yeni vücuda gelen her şey de ateşlidir; bu sebepledir ki, sonsuz köyleri, tepelere doğru yükselen bağları hoşlanarak seyrettim.
• Sonra uykuya daldım ve hayatımda olanlar da, hayatımı girmesini büyük bir özleyişle istediklerim de, hepsi öldü.
• Bir memleketin toprağı ile böyle uğraşmak lâzımdır, zannederim. Anayasamız, tarihimiz çok eski, fakat daha pek çok yapacak şey var; bir hâtıra defterinin içinde muhâfaza edilen bir çiçek gibi biz de tarihin içinde saklı kalmışız.
• Üzerlerinde tasavvur ettiğinizden daha fazla hakkım olan adamlarımın arasında yaşadığımdan, onlara intibak ettiğimden, onların âdet ve ananelerini paylaştığımdan, takdir ve hürmetlerini kazandığımdan beri, bana evvelce şurada burada uzak yerlerde boşuna yere aramış olduğum saadete nihâyet kavuşmuşum gibi geliyor.
• Sadelik ve çeşitliliği içinde çiftçi hayatı, her türlü ihtirastan uzak tabiatla kucaklaşırken, cennet için söylenenlere yaklaşır.
• Çok gezen, insanların hislerine hürmeti öğrenir ve onları hayatlarının, kendileri istemeden açılmayan iç âleminde yalnız bırakır.
• Ekseriya güzellik görünmez; çünkü işlenmemiş bir vaziyettedir yâhut onu görebilecek göz yoktur. Ekseriya da kendisi ortada olmadığı halde ona tapılır ve ilâhî bir mevki verilir: Fakat, bir kalbin ateşli bir heyecanla, sihirlenmiş olarak çarptığı veya iki ruhun birbirini iştiyakla istediği zamanlar güzellik olmamazlık edemez; aksi takdirde kalb durur ve ruhların sevgisi ölür.
• Hayatta zevk ve saadet veren ne varsa, hepsini güzellik yalnız başına vecd içinde çarpan kalbe sunar.
• Sevginin fakat ancak en büyük sevginin en temiz ve en güzel tecellisi aftır, onun içindir ki daima Allah’ın ve annelerin affettikleri görülür.

Son kapağını kapatmadan önce yaşanmışlıklarımı derkenar ettiğim, eserin yazarına birkaç söz vermek istiyorum. 1805 yılında Çekya’da doğup 1869 yılında Avusturya’da hayatını kaybetmiş. Manastır eğitiminin ardından, hukuk, matematik ve doğa bilimleri eğitimi almış. Belki de eserlerinde ki o metafizik düşüncelerin ardında yatan neden, onun sıkı bir din eğitimi almış, olmasındandır. Bir eğitimci olarak hayatına devam ederken, 1868 yılında uzun zamandır çektiği sirozun acılarına dayanamayıp, boynunu usturayla kestikten, üç gün sonra, hayata veda etmiştir. Avusturya edebiyat târihinin en önemli isimleri arasındadır. Doğa betimleyicisi olarak bahsedilen fakat o tabiatın içinde varoluş sorguların içinde bir sanatçıdır. Ve sanat onun için, ”bir nerden gelip nereye gittiğimizin” aracısı, derinliğine inmek için kullandığımız bir metefor, yolumuza devam etmemize yarayan en lüks araçtır. Sâdece yazan değil aynı zamanda ressam olan Stiffer, resimlerinde, kitaplarında ki betimlediği tabiatı çizmiştir. Die Teufelsmauer adındaki tablosunu, Brigittta eserinin sayfaları arasında bulmak mümkündür. Thomas Mann onun için; en derin, cüretkâr, şaşırtıcı, sürükleyici, yazar olduğunu düşünmektedir. Nietzche de onun edebî değerini farketmiştir. Kendi dönemi değil ama çağdaş yazarlar tarafından anlaşılmış olması ise büyük yazarların kısmetidir. En tanınmış eseri Brigitta’dır ve 1993 yılında Dagmar Knöpfel tarafından filme çekilmiştir.

Stiffer hepimize sorduğu güzellik nerede saklıdır? Sualine hepimizin cevabı farklıdır. Kimimiz bir çift ela gözde, kimimiz bir mor menekşe de, bazılarımız ise hâlâ arayıp durmaktadır.

Son söz: Güzellik nerede midir? Sizin gönlünüzdedir. Sevginin, muhabbetin ikametgâhı olan gönlünüzdedir, sizin onu görmenizi değil duymanızı bekler. Duymak için tabiatı koklamak, aynada kendi sûretinize bakmak yeterlidir. Neydi şifremiz: “güzel bakan güzel görür”.  Stiffer’ın dediği gibi vecd içinde bir çarpan kalbiniz varsa güzellik sizi bulur.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Türkiye: Tam ortasındayım yahut söyleme bilmesinler

"Nasıl da paylaşıyor insan isterse
Nasıl da birmiş meğer hasretler
Nasıl da mecburmuşuz
Sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye..."

- MFÖ, "Tam Ortasındayım", 1987

Sizinle her yanından başka kokular, tatlar alabileceğimiz bir parka gireceğiz. Milli bir park. Buradaki 'milli' hamaset kaygısıyla değil, sahiden söylendi. Girmeden bir hatırlatma: insanın yakinen tanıdıklarının kitaplarına dair yazması hep 'ılık' bulunur, çünkü kimse yakınlarının kitaplarını okumaz. Bu yazı aynı zamanda bu 'sorun'a karşı da bir reaksiyon, bir aparkat, bir Bursa çakısı olarak görülebilir, görülsün. Şimdi parka dağılalım, çıkışta toplanırız. Unutmadan; giriş ücretsiz, çaylar şirketten ve bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.

Samet Altıntaş her ne yazıyorsa bunu 'tarihçi' formasını üzerine geçirip yapıyor. Ama müzisyen şapkasını, futbolsever atkısını da eksik etmiyor. Böylece ortaya zevkli, zengin bir sofra çıkıyor. Bu sofrada konuşulmayan konu yok, yani "biliyorum kalkılmaz bu masadan kavgasız" denilebilecek bir masa. Şimdiye dek yazıp meraklısına servis ettiği Boğazın Dört MuhafızıBen Şeyh BedreddinÖteki Padişah Cem isimlerinden de anlaşılabileceği gibi birer monografiydi. Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım için bir Mevlid monografisi diyebiliriz. Okumadığım -bu okumayışımı hâlâ ilginç buluyorum- tek kitabı Bursa’nın Daveti bir şehir monografisi. Kısaca bahsedeceğim ve Tara Kitap etiketiyle neşredilen kitabı Bugünün Rüzgârında Türkiye ise milli park.

Ülke gündemine seri biçimde girmiş ve aynı serilikte çıkmış konuların işlendiği bir kitap var elimizde. Makalelerin temelinde bir göz muayenesi yer alıyor. Yakından bakarsan yanılabilirsin, uzaktan bakarsan inanmayabilirsin. Orta bir yol, orta bir güzergah. Yanı akl-ı selim bir duruş ama zevk-i selim muradıyla. Hadi kendi konforlu dilime yaslanayım: bir murada erebilmek için derdin sahihliği şart. Yampiri bir sorunu dert, sersem bir duruşu tavır zannetmek murad sahiplerinin işi değil. Murad, dert, irşad. O hâlde gelsin Tasavvuf-101 sorusu: "Derviş, Allah'ın muradıdır" sözü ne anlama gelmektedir? Bitiren çıkabilir.

Önceden halkiyat, sonradan folklor denilen kavramı önemsiyorum. Kubbealtı Lugatı'nda "Halkın âdet, gelenek ve inançlarını, mûsikîsini, masal ve efsânelerini, oyunlarını, bütün kültür verimlerini inceleyen ve bunlardan sonuçlar ve hükümler çıkarmaya çalışan bilim kolu, halk bilgisi" yazılmış. Yani kabaca ve kısaca; dedikodusuz hamam, falsız kahve bulmak güçtür. Çeşmeler ve mezar taşları nice hikayelerin bekçisidir el'an. Şarkı sözleri bir ülkenin 'underground tarihi'dir. Nice kudretli post sahipleri vardır ama kimileri için "o meczûb-i ilahîyyedendir" dendi mi herkes ceketini ilikler. Hikayenin ardındaki hikayedir folklor. Sadece kazananların yazdıklarını okursak tarih okumuş olmayız, tarih olmuşu okuruz. Mağdurun, gadre uğrayanın, dairenin dışında kalmayı tercih edenin hikayesinde memleketin kaderi sırlıdır. Sırrı ifşa etmek ilm-i ledün bahsinde nanaydır ama geri kalan sahada "söyleme bilmesinler" işlemez. Folklor bahsine bir son: Leyla hemencecik evet deseydi bugün konuşacağımız bir aşk hikâyesi olmayabilirdi ama bu durum Mecnun'un yine umurunda olmayabilirdi. Gözlerimiz Mecnun'un umurunda olanın ne olduğuna çevriliyse, Samet Altıntaş'ın yazdıklarını okuyup hazmetmek daha keyifli olacaktır.

Kitapta neler olduğunu bir paragrafta 'zip'lemeye çalışacağım. Ama onun evvelinde yazarın kimliğine, kinine, künhüne vakıf olmak için onun yazdığı bir cümleyi buraya almak istiyorum. Okurken aldığım zevki buraya aktarırken de yaşayacağım için müsaadenizle sigaramdan bir fırt, oh dear, tam sırası: "Ben Tanpınar gibi gelenekle uğraşana (pek tabi bir çöküş esteti değilim) ilkgençlik zamanlarımdan buyana da itikaden bizim Bayramî-Melamîleri andıran Subcomandante Marcos'un 'tamamlanmayacak devrim'ine gönül vermiş biriyim... Bizim tercihimiz savaş ve barış arasında değil, haysiyetli veya haksız bir yaşam arasında. Çünkü biz Bıçakçı Emir Dede'den böyle gördük."

Neler var kitapta? Popülerliğini(!Nazım Hikmet şiirleriyle diri tutan ve ne gariptir ki bir Osmanlı panteonu olan Çemberlitaş'ta yatan Şeyh Bedreddin'in esasında kim olmadığı var. Ahbap vesilesiyle düzenlediği yardım faaliyetleri alkışlanacağına sürekli gözetim altında tutulan Haluk Levent'in vicdanlı kalbi var. Her seçim döneminde dillere dolanan "Abdülhamid yaşasaydı hangi partiye oy verirdi?' meselesine cevap niteliğinde görülebilecek başka soru(n)lar var. Yazarın diliyle Türk rock müziğinin ikinci yeni şairi Teoman'ın ustalıklı bir mini-haritası var. Etrafımızda Muaviye adında birinin olmayışına dair oldukça dikkate değer bir sorgulama var. Ata Demirer'in Bursa Bülbülü'nde bizlere taht-ı kadime dair neler söylemek istediği var. Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmet İnönü gibi bana kalırsa son derece mayınlı bir arazi üzerinden kısa bir cumhuriyet tarihi okuması var. Katarakt tarihçilerin bir türlü göremediği ve dolayısıyla gösteremediği Cem Sultan gerçeği var. Tarih metodolojisi bilmeyen şairlerin başımıza açabileceği işler, atabileceği taşlar var. Üsküdar'ın 'yobaz bir memleket' olmayışına dair bir tolerans testi var. Türkiye'de şehircilik meselesinin -dert değil mesele- ideolojik değil nörolojik bir mesele -yani hastalık- olduğuna dair acı ama gerçek bir makale var. Samet Altıntaş'ın hem arkadaşı hem okuru olarak ona daima katıldığım, sohbetlerimizin gizli öznesi Tanpınar'ı anlamadan ne Türkiye'yi ne de insanını anlayamayacağımız gerçeği var. Velhasıl, Tanpınar'ın Beş Şehir'inde yaptığı o nefis İstanbul 'analizi'ndeki bir cümle gibi, "Ne kadar hatıra ve insan" var.

Gereksiz kavgalar vermekten önemsenmesi gereken vazifeleri çoktan kuyuya salmış bu memleketin neden yol alamadığını ama alıyor göründüğünü kitapla birlikte daha iyi anlamak mümkün. Bu fiyakalı sona bir zeval gelmemesi için Samet'in cümlesiyle bitirmek istiyorum: "Kemâle ermesem de kırk yaşına gelmek üzere bir adam olarak sormak isterim: Gerçekten yorulmadınız mı?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf