Her şeyi yapıyoruz. Gün geliyor sabahtan akşama sadece bir konu için kendimizden geçercesine uğraşıyoruz. Gözümüz de bir şeyi görmüyor üstelik. Gerçi, en doğal haliyle bile ne kadar görüyor, ayrı bir muamma... Didik didik ediyoruz. Yeter ki şöyle olsun, böyle olsun. Sonunda oluyor yahut olmuyor ama bir şey var ki onu hiç hatırlamıyoruz. O'nu hatırlamıyoruz. Etmemiz gereken bir dua, her şeyden önce bir dua. Yapılacak işin hayra karşı olması için. Bizim hayra karşı yürümemiz, hayırdan ayrılmamamız için. Dua etmiyoruz. Sonra neden olmadı diyoruz. Bir de olunca, hiç böyle olacağını düşünmemiştim, istediğim gibi olmadı diyoruz. Dua, niyetin içeriden dışarıya taşan köprüsüdür. Zaman vardır dildeki kalbe inmesi gerekir, zaman vardır kalpteki dile çıkması gerekir. Dua böyle bir şeydir.
Bazen yazarken çizerken ya da konuşurken rasyonel aklı eleştirdiğimiz oluyor. Halbuki biz, belli bir inanış dairesi içinde olmaya çalışanlar, duayı ilk adımla beraber hatırlamıyorsak, o da rasyonel akılla yoldaş olduğumuz için olsa gerek. Yani diyorum, biz de rasyonel akılla yaşıyoruz. Bazen bu sadece şık görünen ama giderek insanı hakimiyetine alan ceket, bize duanın açtığı kapıları unutturuyor. Ondan sonrası kapı duvar. Peki rasyonel akılla dua edilmez mi? Elbette edilir. Ama mesela şöyle edilir: Allah sıkıntı göstermesin. Böyle bir dua kabul edilebilir mi? Bunun cevabını Esmâ-yı İlâhiyye ile meşgul olanlar bilirler. Hakk'ın esmalarıyla devri daim eden insan, gah neşeye gah sıkıntıya meyillidir. Zira Hakk, kulunun gayret etmesini istediğinden küçük ya da büyük bazı sıkıntıları onun omzuna konduruverir. Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet... Demek ki omzuna konana biz sıkıntı diyoruz. Oysa Hakk'ın omzumuza koyduğu şey, bizim vazifemizdir. Ve her insan, pek çok vazifenin peşinde koştursa da yalnız bir vazifeyi hakkıyla yerine getirebilir. Bunun için rasyonel akıl sessize alınmalı ve bahse konu ettiğim dua şöyle edilmelidir: Allah sıkıntı hissettirmesin. O nasıl olacak ki? Bu soruyu da rasyonel akıl sorar ama zaman zaman yoldaş olduğumuz bu aklı çok da örselemeyip, cevaba geçelim.
Yolda gidiyoruz, yetişmemiz gereken bir yer var, hava yağmurlu, deniz dalgalı. Adım adım giden yol sanki sürekli kabarıyor, trafik devamlı artıyor. Dışarıdaki fenalık yüreğimize de çöküveriyor. Kozmik dram. Esasında her şey merkezindedir ve olan hayırlıdır ama bunu hangi akıl kabul edebilir? Hele ki bu zamanın aklı… Bu anlattığım durum bir yerde dursun, biz bunun öncesine gidelim. İster yataktan kalkarken, ister yüzümüzü yıkarken, ister evden çıkıp arabaya, otobüse doğru yürürken insan kendine, hatta mümkünse çevresindekilere de şöyle içten bir “Allah sıkıntı hissettirmesin” deyiverse, ne değişir? Çok şey değişir. Mesela anlattığım o fevkalade trafikle yetişilmesi gereken yer arasındaki durak -ki insan o duraktadır daima- hafifleyiverir. Hafiflemiş olarak hissedilir. Ulaşacağımız yere ulaştıktan sonra şöyle bir durulup ya hu ne trafik vardı ama çok şükür yetiştik, otomobil düğümünü söktük attık, işte yerimize ulaştık denir. Hani bazen yine bir yerden bir yere giderken dost sohbeti açılıverir yanımızdaki kimseyle. Aslında yol bitecek gibi değildir, üstelik metrobüs de rahat değildir ama iki kişi O’ndan konuştuğu vakit üçüncü olarak hakimiyetini kuruverir Lâtif ve Kerim Olan. Sonra insan sıkıntı mı hisseder, yolu mu fark eder, getirirler, götürürler, her şey ferahfeza…
Kozmik dram demiştim, şimdi bu ifade üzerinden devam edelim. Nedir bu kozmik dram? Toshihiku İzutsu’nun İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler adlı kitabında, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz adlı eserindeki nûr-zulmet paradoksuna dair oldukça kuvvetli metinler mevcut. Neyi neyden ayrı görmek, neyi neyle bir görmek noktasında önemli açılımlara vesile olabilecek bu metinde önce Izutsu’nun dediklerini bir okuyalım: “İnsan aynı zamanda kelimenin gerçek anlamında bir ‘birey’dir (şahs). Tıpkı Mutlak’ın ‘Bir’ olduğu gibi oda ‘bir’dir. Dolayısıyla, bu bakımdan insan ile Mutlak arasında gözle görülür belli bir yapısal benzerlik vardır. Zira Mutlak, özü ve zâtı itibariyle bir, sıfatları itibariyle ise çoktur. Aynı şekilde insan da kişisel bireyselliği itibariyle bir, nitelikleri, fiilleri ve işlevleri itibariyle ise çoktur. Bu gerçek -yani, insanın kendisinde hem ‘vahdet’ hem de ‘kesret’i birleştirmesi gerçeği- ona, kendi yapısı aracılığıyla, ‘vahdet’ olması bakımından vahdetin kesret olduğu ve kesret olması bakımından kesretin de vahdet olduğu kozmik paradoksunu sezgisel olarak kavrama imkânı verir.”
Daha sonra Izutsu, Mefâtîḥu’l-iʿcâz fî şerḥi Gülşen-i Râz adlı eserden bir alıntı aktarır. Eser, İranlı mutasavvıf-şair Muhammed b. Yahyâ Lâhîcî’ye ait. Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ına yapılmış bir şerh. Diyor ki Lâhîcî: “İnsanın farkına vardığı ilk şey, aynı zamanda hem varoluş çemberinin ‘aşağıya doğru inen yayında’ yer alan tüm ontolojik safhaların en sonuncusu ve hem de aynı çemberin ‘yukarıda doğru çıkan yayında’ yer alan tüm safhaların ilki ve birincisi olan ‘kendi kişisel belirlenimi’dir. Bu nedenle, ‘insan’ ontolojik safhasına, ‘günün ilk ışığının göründüğü yer ve zaman’ (matla’ı’ l-fecr) adı verilir; çünkü insan, gece karanlığının sonunu (nihâyet-i zulmet-i şihâb) ve vahdet gününün ışığının başlangıcını (bidâyet-i nûr-i rûz-i vahdet) temsil eder.”
Yani diyor Izutsu, insan denen varlık nûr ile zulmet arasında bir berzahtır. Böylece bir şeyi anlamamız gerekiyor ki nûr ile zulmet arasındaki paradoks, oyun, dram, her ne dersek diyelim, insanın zihninde oynanıp durur, oynanıp gerçekleşir, oynanıp biter ve devam eder. Bunun farkına varmış olan kişidir sufi. Merttir, fetâdır, gözü karadır. Üstelik bu gözü kara olma durumu mecazi değil. Diyor ki Lâhîcî, “Allah’a aşırı derecedeki ruhânî yakınlığı nedeniyle sufinin iç gözü kararır ve hiçbir şeyi göremeyecek şekilde güçsüzleşir”. Burada güçsüzleşen akıldır. Esasında kendi gücünün farkına varır, ‘buraya kadarım’ der tabiri caizse. Buradan sonrası O’nun işi. Yani Kalb’in işi. Kalp olanın bitenin farkına vardığında dünya durulur, sufi dünyanın merkezine kurulur. Bu hakikati de Bâyezid-i Bistâmî’den okuyalım yahut hatırlayalım: “Eğer İlâhî Arş ve onun ihtivâ ettiği tüm şeyler sonsuz bir şekilde çoğalsa ve ârifin kalbinin bir köşesinde bulunsa, ârif bunun farkında olmayacaktır.”
Bazen televizyonlarda bazen kitaplarda sık sık karşımıza çıkan bir ifade var: Sufi, anın evladıdır. Öyledir fakat biz sufi değiliz. Belki büyüyünce oluruz, bilmiyorum. Ama içinde bulunduğumuz toprakların sunduğu bir lezzet, bir bakış ve bir ufuk olarak onların yaşayışlarından ‘ummandan bir katre’ alıp ömrümüze yerleştirebilirsek ne ala. O hâlde sıkıntı meselesine dönüp bitirelim. Sıkıntı diye bir şey yoktur, yük diye bir şey de yoktur. Biz daha kendimizi taşımayı bilmiyoruz. İnsan taşımayı öğrendiği herhangi bir şey için şikâyet de etmez isyan da. Bir şekilde usul erkan öğrenir, prangalarından kurtulur, Kendi’nden Kendi’ne seyrin lezzetini yaşar. Oysa biz sıkıntıların ve yüklerin, bu ikisinin arasındayız, dolayısıyla berzahtayız. Madem işimiz çok, böyle ilerleyeceğiz, o hâlde ne diyelim? Allah sıkıntı hissettirmesin.
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf