29 Mayıs 2023 Pazartesi

Başka nasıl ölünürdü ki?

"Nasıl Ölünür?" sorusunun peşinde sürükleneceğimiz beş öyküyü bırakıyor önümüze Emile Zola. Hem çok farklı hem de bir o kadar birbirinin aynısı beş hayatı ele aldığı bu kitabında ölüme farklı pencereler açıyor. İnsanın ölüme nasıl baktığını gösteriyor bize. En çok da vurdumduymazlığımızı, biraz da vefasızlığımızı çarpıyor yüzümüze, ölüme karşı.

Onun kalemi aleni ve dobra çizikler atıyor sayfalara. Bazen durup ürperiyorsun bu kadar açık açık yazıyor oluşuna. Aksaklıkları, çirkinlikleri, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmaya lüzum görmediği, ağzımızın tadını kaçıran mevzuları, kuytu köşe gerçeklerini... hiç çekinmeden yazıyor. Hayretimiz yazdıklarına değil, aslında hepsinden haberdarız zaten, asıl hayreti dobralığına duyuyoruz. Ölümü ele alışı bana sivrisinekleri hatırlatıyor.

Ölüm, bir sivrisineğin koluna konup bir anlık rahatsızlıktan sonra uçup gitmesi gibiydi. Sürekli etrafında dönüp dolaşır, durmadan vızıldar, bir yerlere, birilerine, çöpe, lezzetli bir yemeğin kırıntılarına, leşe...konar ve alacağını alır gider. Vzıltısını duyarsın ama onu görmezsin genelde. Pek de merak edilmez aslında nerede olduğu, nereye konduğu. Yeter ki senin tenine konmasındı. Hoş, bazen burnumuzun dibinde vızıldayıp dursa bile fark etmeyiz sivrisineği. Ta ki kanımızı tatlı tatlı emip o cılız acıyı hissettirene kadar. Gerçi o acıyı hissedemeyen, kolunda kanını emen sivrisinekle uyuyan nice insanız şimdi. Isırıktan geriye kalan izi de bir bilemedin iki gün sonra silinir gider, ısırıldığını hatırlamaz olur insan. Bu kadar düz, bu kadar dümdüz bir olaydı ölüm. Hiçbir fevkaladesi olmayan, bir küçük sessiz veda. Vedalaşacak birilerini de ardında yasını tutanları da bulamayabiliyordu. Ama hakkını yemeyelim üç gün kadar hatrı sayılır bir vefa ve karın tokluğu başsağlığı, acıyı bir kenara bırak da misafire çay yetiştir telaşı, iyi bilirdik hikayeleri de vardı bizim buralarda.

Bir arkadaşı alıp çıkıyor, sonra da unutulup gidiyordu işte. Charlot'un vedası da öyle unutulup gitmişti: ''Tek odaları vardı, Charlot'la yaşıyor, yemeklerini onun yanında yiyip onun yanında uyuyorlardı. Zaman zaman unuttukları da oluyordu; daha sonra fark ettiklerinde onu bir kez daha kaybetmiş gibi oluyorlardı,'' diyor Zola, yanı başlarında yatan küçük cenazeyle gayet tabi ve buna en çok da sebep olan yoksulluklarıyla yaşayan cenaze sahipleri için. Yine başka bir coğrafyanın ölümü karşılamasını şöyle çarpıcı bir şekilde aktarıyor: ''Kordonlar boğuk bir sesle çukurun duvarlarına sürtündü, tabutun meşe tahtaları çatırdadı. Mösyö Kont de Vertueil artık evindeydi. Kontes ise kanepesinden kıpırdamamıştı. Gözlerini tavana dikmiş hala kemerinin püskülüyle oynuyordu, içinde kaybolduğu hayaller o güzel sarışının yanaklarını kızartıyordu.''. Bu lakaytlığı yüzümüze öyle bir çarpıyor ki, ölümden daha ürpertici bir tokat yemiş gibi oluyoruz.

Beş öykünün beşinde de aynı lakaytlık, aynı vurdumduymazlık ve aynı ölüm yalnızlığını okuyoruz. Sade ve doğal bir üslubun çarpıcı ve kısa soluklu öykülerini okurken hayretimiz de kısa sürüyor. Bir diğer sayfaya geçtiğimizde ölümü okuduğumuzu bile çoktan unutmuş oluyoruz. Oysa Zola'nın dobralığı her öyküde ayrı bir kılıkta ve farklı bir hayatın gözleminde apaçık gösteriyor kendini.

Sanırım o soruyu şimdi yinelememiz gerekiyor: Nasıl ölünür ya da nasıl ölünmeliydi ki unutulmamalıydık?

Elif Uludağ
uludagelif27@gmail.com

22 Mayıs 2023 Pazartesi

Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

"Burada insanların ben yaşadığını düşünmüyorum.
Sadece akşamları eve gittiğini düşünüyorum, zorla."
- Bülent Parlak

"Eve dönmek
Kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
- İsmet Özel

"İnsan her akşam bir özür arar kendine
Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur."
- Freud'un Göremediği Rüya

Eve, yersizliğe, köksüzlüğe, kimliğe, kendiyle meşgul olmaya, insan ilişkilerine, arayışa, yürüyüşe dair olan kitaplar, okurların büyük bir kısmı için heyecan vericidir. Son derece tekinsiz ama bir o kadar da verimli olan bu 'okuma arazisi'nin mayını da boldur, meyvesi de. Ağzı burnu kanamadan, içi dışı parçalanmadan bu araziden çıkabilen okur yok gibidir. Hayatta bazı konular entelektüel bir çaba olmaktan çıkmalı, gerekiyorsa okuyanın ve düşünenin içi dışı parçalanmalıdır. Bu parçaları bir araya getirmeden gerçekle yüzleşmek ve daha sonra o gerçeği yaşamak mümkün olmuyor.

Cümlelerimize "pandeminden sonra..." diyerek başladığımız günlerden beri evi, yuvayı, aileyi, ofissiz çalışma düzenini, dostluğu, aşkı, ölümü yeniden sorguluyoruz. Sorgulanan bu kuyulardan ne kadar su çekilebildiği ise ayrı bir merak konusu. İnsanoğlu ölümü yenmeye çalışırken aşkı kaybediyor, aman konforuma zeval gelmesin dediği duvarlar arasında esas evini arıyor, aklını yegane yoldaşı kabul edip ferahlama yollarına sırtını dönüyor, sürekli huzursuz hissetme hâlini yenebilmek için yeni çevrelere, yeni projelere, yeni fikirlere kulaç atıyor. Giderek boğuluyor. Çünkü asıl kulak verilmesi gereken mesajlar ve hadiseler gönülde cereyan ediyor, insanoğlu gönlünü can kulağıyla dinlemiyor. Kavramlar, teknik tanımlar, yorumlar sadece saatleri ve günü oyalıyor. Biz yine kendi bildiğimiz yollarla hiç giremeyeceğimiz yollar arasına birer teyel atıyoruz ve oturduğumuz yerden kalkıp bir kahve yapıyoruz. Sonra "oh be" diyoruz, "hayat güzel". Öyle de, sen nasılsın?

Her şey yolunda giderken bile yüzü hep içindeki oyuklara dönük olabiliyor insanın. Buralardan ne çıkacak acaba diye teyakkuzda bekliyor. Özellikle rutine fazla saplanınca ansızın çıkıveriyor işte oralardan bir şeyler. Sanki "bu böyle gitmez, bak hâlâ yerini bulamadın, nereye konsan oraya dalım diyorsun ama bir kanadın çok uzun zamandır kırık, göremiyorsun" der gibi. Sonrası dalgın bakışlar, birkaç kitap sayfasında çare aramalar, arkadaş sohbetleri, eve dönüş, uyku marşı ve kapanış. Yok öyle kapanma, rüyalar da çıkıveriyor birden. O kaygan zemini hatırlatıyor. Feride Deniz'in kitabının ilk cümlesini: "Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?"

Acaba dedim, İlahi Vuslat yerine kitabın adını doğrudan böyle mi koymalıydı? Ama o zaman da günümüzün kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırabilirdi bu güzel çalışma, halbuki alakası yok. O hâlde dedim, bu soruyu yazının başlığı yapayım, hiç değilse kendi hevesim kursağımda kalmasın. İlahi Vuslat, hem psikolojiyle hem de tasavvufla ilgilenenler için çok lezzetli bir karşılaştırmalı okuma imkânı sunuyor. Doğum travması ve bezm-i elest arasından bir seçim yapma gerekliliği yok kitapta. Psikolojiyle tasavvufun ayrıldığı çok önemli hatlardan birine vurgu var. Yalnız, özellikle batılı bazı hekimlerin ve terapistlerin doğum travmasından bahsederken neredeyse bezm-i elest konusuna yaklaştığı da gözlerden kaçmıyor.

İnsanın dünya üzerindeki ilk evi, anne rahmi. Buradan ayrılmanın ruhta bıraktığı izleri önemsememek mümkün değil. Öyle veya böyle hayata devam ediyoruz ancak dünyaya alışamayışımızın kökeninde, bu kopuşun da izleri olabiliyor. Kimilerine göre özlemler, arzular ve kaygılar hep oraya yönelik. Kimilerine göreyse yeryüzündeki evsizliğimiz, yurtsuzluğumuz, köksüzlüğümüz hep o ayrılışla ilgili. Fredrik Svenaeus, "Freud's philosophy of the uncanny" başlıklı makalesinde "İnsan olmak evsizliğe doğmak gibidir" diyor. Bu tedirgin edici cümle akla hemen Heidegger'in geworfenheit kavramını getiriyor: dünyaya fırlatılmışlık... Doğum Travması kitabında Otto Rank, bu travmanın bütün insanlığı şekillendirdiğini öne sürüyor. Çünkü ona göre anne rahminden ayrılan insanın önünde artık tek bir yol var, endişeyle yürümek. Bütün nörotik rahatsızlıkların kaynağında da işte bu endişe var. Feride Deniz durumu şöyle izah ediyor: "Dünyaya ağlayarak gelen çocuk için bu ayrılık, travmatik ve korku verici bir özelliğe sahiptir çünkü çocuk anne rahmindeki cennetinden ve annesiyle olan birliğinden kopartılmış ve kaotik bir ortama sürüklenmiştir. Rank, bu travmanın izlerini ve etkilerini sadece psikolojide değil sanat, din, bilim, felsefe vb. insanın pek çok farklı eylemlerinde göstermiş ve bu travmanın nasıl da yaşam döngüsünün her aşamasında yer aldığını çeşitli argümanlarla ispat etmeye çalışmıştır."

Psikanalizde doğum travmasını işlerken Freud'dan başlıyor Feride Deniz. Yani kaygıdan ve tekinsizlikten. Sonra Otto Rank'ın bu travmayı aşma yöntemlerinden bahsediyor. Sandor Ferenczi'nin 'denize özlem'inde, Michael Balint'in 'ilk aşk'ında, Nandor Fodor'un 'kayıp sevgili arayışı'nda hep bu travma var. Akabinde Jung'un doğum travmasına yaklaşımı anne arketipi, anima ve animus kavramlarıyla açıklanıyor. Jacques Lacan'ın 'arzumuzun eksik nesnesi' dediği doğum öncesi yaşam ve Julia Kristeva'nın doğum öncesi yaşamla melankoli arasında kurduğu irtibat kitabı zengin kılıyor. Doğum travmasının nesne ilişkileri, bağlanma teorisi, hümanist ve varoluşçu psikoterapiye göre işlenen kısımları da bir hayli kafa açıcı. Meseleye uzak olan okurlar bile rahatlıkla okuyabilirler ve kitabın engin kaynakçasından yararlanabilirler. Zira korka korka da olsa doğum meselesinde 'kendine ait bir yer' arayanların sayısı epey fazla. Transpersonal psikoloji hep ilgimi çekmiştir; haliyle Stanislav Grof ve Michael Washburn gibi isimlerin insanın gelişiminde bu travmayı nasıl ele aldıkları da İlahi Vuslat'ta yer buluyor. Burada, Grof'un defalarca dilimize çevrilmiş Kozmik Oyun kitabından bir alıntı paylaşmayı istedim: "Gerçek varlığımız kozmik yaratıcı ilkeyle bir olduğu için açlığımızı maddî dünyada peşinden koştuğumuz hiçbir şey gideremez. Tanrısal kaynakla mistik birlik dışındaki hiçbir deneyim en derin arzumuzu tatmin edemez."

Kitabın ikinci bölümü tasavvufta birliğin ve ayrılığın temalarını irdeliyor. İnsanın nasıl tasavvur edildiği, ruhun beden zindanında hapsolması, ayrılık acısı, arayış halinde olmak, aslî vatana (eve) özlem, Hakk'ta fani olmak, derken muhteşem son: vuslat ve ölüm. Burayı okurken naçizane tavsiyem, bir sonraki okuma serüveni için İbn Arabî'nin Aşk Risalesi'ni, William Chittick'in Tasavvuf'unu ve Robert Frager'in Kalp, Nefs ve Ruh'unu da listeye dahil etmeniz olsun. Ruhun bedenle ilişkisi çok önemli. İnsanın hem kendisini (nefsini) ve yaratıcısını bilmesi için olmazsa olmaz bilgiler yatıyor bu ilişkide. Bilgiye kavuşmak ne kadar zorsa ondan hayat pratiği (idrak) çıkarmak da o kadar zor. Tek başına olacak hadiseler değil ama ilim talep edene (talibe) verilir. Bu yolda aramaktan daha lezzetli bir şeye de rastlanmıyor. Gelin bu bahsi 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Ken'an Rifâî'nin Şerhli Mesnevî-i Şerif'inden bir paragrafla kapatalım (daha doğrusu açık bırakalım): "Dünyada ve bir ten kafesinde olmak, Tanrı visaline engel bir hâl içinde bulunmaktır. Tanrı ile bir olmanın sırrını bilip bunun sonsuz yüceliğini idrâk etmişler için böyle bir engel elbette derin bir hicran ve özleyiş sebebidir.". Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi Mesnevî'sine "Bişnev in ney çün şikâyet mî küned / ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned" başlatan da bu hicran ve özleyiştir. Zira ney (insan-ı kâmil) o ayrılıktan her dem şikayet etmededir. Ondan duyulan nağmeler, bu ayrılığın nağmeleridir ve bizim dinleyişimiz, onun inleyişleridir. İlahi Vuslat'ın son bölümü modern psikolojide ve sufi psikolojisinde doğum travmasına olan yaklaşımları karşılaştırıyor. Hem meslekten olanlar hem de meraklılar için kitabın tansiyonunun en yüksek olduğu yer burası. Bol bol not almak, şaşırmak, tırsıp geriye çekilmek mümkün. Elbette üzerine gidecek cesurlar da vardır. "Yazık, şairler kadar cesur değilim."

Bu tip çalışmaların nasıl bir sona bağlanacağını hep merak eder, heyecan duyarım. Belki de sözü kısaltmanın, en pürüzsüz alandan konuşmanın yeridir o son. Feride Deniz de öyle yapmış. Gelin demiş, şuna travma demek yerine, ayrılık diyelim. Ama bu ayrılık öyle bir ayrılık ki, tekrar kavuşulacağı en başından söylenmiş. Eskilerin birbirlerine "ayrılığın olmadığı yerde görüşelim" demeleri de bundan. Saza gelmiyor, söze gelmiyor o vuslat. Ruhun hafızasında da o vuslat gömülü işte. İnim inim inletmesi bundan. Ama dayanma gücü vermesi de bundan. Yoksa hiç Sultân-ül-Âşıkîn Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle der miydi: "Selam olsun o kavuşma gününe! Eğer sana mutlaka kavuşacağımı bilmiyor olsaydım, bu ayrılığa tahammül etmem mümkün olmazdı!"

İlahi Vuslat gibi besleyici, zihin açıcı çalışmaların artmasını isteriz. Feride Deniz'i de can u gönülden tebrik ederiz. Bütün yolculuğun kendimizden kendimize doğru olduğunu hatırlatmak niyetiyle, başladığımız yere dönebiliriz: Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Seksenlerin ahvali: Sokakta

"Her pazar İsmail acaba hangi şiiri bozdurdu da güzelim bir hikayeye çevirdi, diyerek okuduk bu yazıları." diyor Furkan Çalışkan, Sokakta'nın önsözünde.

Kitap bir öykü kitabı olarak çıksa da tamamına öykü diyemeyiz bu iki bilemedin üç sayfalık kısa yazılara. Peki öyleyse türü hakkında ne diyeceğiz? Deneme? Evet, kimisi. Otobiyografi? Olabilir. Yazarımız çocukluğunda, gençliğinde tanıdığı kişilerin hayatından da öyküler devşirmiş.

İsmail Kılıçarslan 1976 doğumlu. Dolayısıyla seksenler çocukluğunu yaşamış. Seksenler deyince hepimizin gözünden bir hasret bulutu geçti değil mi? İşte kitabı okurken o günleri yad ediyoruz. Elimden bırakmak istemediğim bir kitap oldu. Biz tiryakiler işte böyleyizdir, sevdiğimiz bir kitap olunca bitecek korkusuyla ağır ağır okuruz. Kitaba yeterince güzelleme yapıp dikkatinizi çekebildiysem sırayla başlamak isterim şimdi.

Sokakta, "Sana Bu Mektubu", "Huzur Kıraathanesinin Balkonu" ve "Soba Yanıyor" başlıklı üç bölümden oluşan bir öykü kitabı.

İlk bölümdeki öyküler için lirik ağırlıklılar diyebiliriz. Ben en beğendiklerimden biri olan "Sen Tatlı Yeme Sakın" öyküsü burada yer alıyor. Kahraman, anlatıcının fakülteden arkadaşı. Sınıfın en zengin kızlarından birine tutulmuş. Kızın aklındaysa evlilik yok. Bıçkın bir delikanlı olan anlatıcı bu iki genç için bir görüşme ayarlıyor güç bela. Sonunu tahmin edersiniz…

Urfalı yaşlı bir amcanın hikayesini okuduğumuz "Suskunluğa Övgü", bitirince bu atmosfere bizi de çekiyor. Namlı bir eşkıya iken eşini görüp tövbe eden amca, 75'ten sonrasını neneyi toprağa verdiği için saymamış... Kimi zaman Ankara şivesiyle ve diğer şivelerle, doğal bir anlatımla yazılmış cümleler kitaba bir sıcaklık katıyor, “Musa’nın Geçileri” öyküsü gibi mesela.

Bir okur olarak okuduğumuz kitaptan beklentimiz nedir? Hoşça vakit geçirmek, yeni şeyler öğrenmek, bildiğimiz şeyleri tekrar, biraz hüzünlenip biraz gülümsemek, tarif edemediğimiz duyguları ifade etme yetisi... Sokakta, saydığım bu soruların hepsi için gayet tatmin edici bir kitap. "Ah minel aşk" dediğimiz aşklar da okuyoruz, "Vay canına" dediğimiz, mahfillerde adı geçen ustalarla anılar da. “Huzur Kıraathanesinin Balkonu”, İsmail Kılıçarslan ile İbrahim Tenekeci’nin öyküsü, hoş bir anekdot. Ve içinden birkaç cümle:

"Meğer biz koyundan, ağaçtan, çiçekten, çocukluktan bahsederken aynı zamanda dergiden de bahsediyormuşuz. İbrahim abi gibi adamlar şiir yazabilen adamlar değil, ‘pekey demekle kaim’dostlar ararmış meğer."

Burada duralım. İlişkilerimizi, dostlarımızı bir düşünelim. Kaç kişi böyle bir muhabbet yakalayabildi? Cevabı herkes içinden versin.

Akranlarım beni onaylayacaktır; çocukken erkekler berbere gitme vaktinin geldiğine kendileri karar vermezdi. Belli aralıklarla babaları onları uyarır, onlar da berbere gider babasının selamını söyler, tıraşını olur gelirdi. İşte, İsmail, 14 yaşındayken ilk defa berber koltuğunda büyüyor, çünkü ona öyküye de adını veren soru soruluyor: "Nasıl olsun?"

Büyük Yolculuk: Külli Tuffa Beleş” öyküsü şöyle başlıyor: "Sene doksan. Yaş on dört. Bir v6 otobüsün hostes koltuğunda, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yolu izliyorum. Birazdan Bağdat'a gireceğiz. Ahmet Murat, ‘Bağdat'ın Yapılışı’ isimli şiirini yazmamış daha. Yazmış olsaydı, şehre girerken dilime pelesenk olurdu: ‘Arapça'da yapıldı, aruz kullanıldı."

Hikaye şu: Bir grup liseli öğrenci öğretmenleri eşliğinde umreye gidecek. O yıllarda kara yolu kullanılıyor. Otobüsle uzun bir yolculuk yapılacak. Irak sınırına gelince sınırdan geçmeden önce hocalar çokça elma alıyor, amaç ticaret. Sınırın öte tarafında elma pahalı, satıp bir taşla iki kuş vuracaklar. Kahramanın şoför olan amcası da elma alıyor. Sonu mu? Yolculuk bitti mi bilmiyoruz bu öyküde ama kahramanın yüreğine su serpildi çünkü külli tuffa beleş!

Aynı yolculuktan bir kaç anı/öykü daha var kitapta. Tarhananın bereketini okuyoruz birinde, bir gencin fikir dünyası nasıl oluşturulur bunu görüyoruz. Kul, gördüğünü işliyor.14 yaşındaki İsmail’in büyüyünce İslamcı bir genç olmasında da bu yolculuğun etkisi muhakkak büyüktür.

Geldik, son bölüme: “Soba yanıyor.”. Buradaki öyküler hikmet odaklı.

"Bugünlük Ekmeğim Var" öyküsündeki pejmürde giyimli yaşlı adam hepimize bir temiz nefis terbiyesi dersi veriyor. Anlayana mı demeliyim yoksa?

Yazar öyküyü şöyle bitirmiş:

Bugünlük ekmeğim var' diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir. Bizse, şahane konforumuzla her gün 'neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek' yorgunuz."

"Fazla yaşamaktan yorgunuz" derdim bir öykü yazarı olsaydım.

Sözün sonu: Sokakta, yazar karşınızda oturuyor da sohbet ediyormuşsunuz gibi samimi bir üslupla yazılmış. Bununla beraber bir o kadar gerçek, bir o kadar etkileyici… Hem lezzetli, hem pek çok ders mahiyetinde tadımlık hikayeler.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

21 Mayıs 2023 Pazar

Yüz yıl sonra yeniden: Kırmızı Köşk'ün Esrarı

“Akıllara hayret verecek derecede harikulade vakalar, dünyada misali görülmemiş inceliklerle dolu, şeytanî zekâların bütün kuvvetleriyle birbirleriyle çarpıştığı cinayetlere sahne milli romandır.”

Pertev Şevket'in Kırmızı Köşk'ün Esrarı adlı kitabının ilk sayfasında yer alan bu sözlerden de anlaşıldığı gibi eser, milli romanlarımızdan biridir. Aynı zamanda “Osmanlı Polisiyesi” derlemelerinde geçer. Ancak yazıldığı ve yayımlandığı dönem Cumhuriyet dönemindir. Nitekim kitabın yazı devrimine yetişememiş ve eski yazıyla basılmış olmasından Osmanlı dönemine ait olduğu sanılır. Konusu ise oldukça ilginç. Birden fazla zincirleme olaylar var ve bir macera bitti zannedilirken bir macera daha başlar. Öyle ki emin olduğunuz, suçlu kesin bu karakterler dediğiniz kişiler bir iki sayfa sonra değişir ve hâliyle de her şey başa dönmüş gibi olur. Bunun için okurken biraz sabırlı olmak gerekir.

Peki, kitap nasıl başlıyor? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki: roman birinci ve ikinci kısım olmak üzere ikiye ayrılıyor. Birinci kısım “Katilin İzi Üzerinde”, ikinci kısım “Meçhul Şahsiyetler Peşinde.” Biz ilk bölüm olarak Katilin İzi Üzerinde ile başlayalım.

Hüseyin Macit, İzmirli bir tüccarın oğludur. Görünüş itibariyle güler yüzlü, uzun boylu, sarışın, yaşı otuzlarında gösteren genç bir adamdır. Mesleki hayatında gösterdiği başarılar sebebiyle terfi almış ve İstanbul cinayet mahkemesinde savcı yardımcılığı için görevlendirilmiştir. Bir gün öğle yemeği yemek için Sirkeci’deki lokantalardan birine girer ve orada İzmirli tüccar İsmail Şükrü Efendi ile tanışır. Çok geçmeden de muhabbet etmeye başlarlar. Konu ise İsmail Şükrü Efendi’nin istirahati için güzel bir köşk alma meselesine gelir ve Hüseyin Macit’e Erenköyü’nde bir köşk bulduğunu, cuma günü ise gidip göreceğini söyler. Ardından da kibarca yanında gelmesini rica eder. Fakat Hüseyin Macit, çabucak gerçekleşen bu yakınlıktan pek hoşlanmaz, meşgul olduğunu söyleyerek kendisini affetmesini ister.

On beş gün sonra ise bir postanenin önünde rast gelirler. İsmail Şükrü Efendi, köşkü aldığını söyler, ısrarla Hüseyin Macit’i misafirliğe davet eder. Bu sefer kaçamayacağını anlayan Hüseyin Macit, mecburen daveti kabul eder. Nihayet cuma günün gelmesiyle de köşke gider. İsmail Şükrü Efendi, onu güler yüzüyle karşılar. Köşkü beğenip beğenmediğini sorar. Doğrusu Hüseyin Macit, köşkü görünce düşüncelerinde yanıldığını anlar ve gördüğü her şeyi pek beğenir. Üstelik köşkün içine girdikten sonra meraklı gözlerle etrafına bakar ve bronz çerçevenin içine konulmuş genç, sarışın bir kadının resmini görür. Çok beğenir. Ardından bu güzel kıza dair aklından sorular geçmeye başlar. İsmail Şükrü Efendi de durumu anlar, kızın yeğeni olduğunu açıklar. Saatlerin geçmesiyle de konuşmalar yerini sessizliğe bırakır. Hüseyin Macit’in canı sıkılır. Bu durumu anlayan İsmail Şükrü Efendi de ilk önce oyun oynama teklifinde bulunur ancak Macit pek oyun bilmediğinden buna yanaşmaz. Ardından fal bakma teklifini duyunca bu tür şeylere inanmasa bile sesini çıkarmaz, İsmail Şükrü Efendi’nin söylediklerini dinlemeye başlar. Fakat bir vakitten sonra duydukları hiç hoşuna gitmez. Zira söylenenler fena şeylerdir. Bunu anlayan İsmail Şükrü Efendi, ortamı biraz rahatlamak için latife yaparak bunların boş işler olduğunu söyler ve günün akşama dönmesiyle de Hüseyin Macit köşkten ayrılır. Nihayetinde takvimlerin Eylül ayını göstermesiyle herkesi şaşkına uğratan bir olay olur. Öyle ki bu kan dondurucu olay Kırmızı Köşkte gerçekleşmiş bir cinayettir. Maktul ise İsmail Şükrü Efendi’dir. Hüseyin Macit, duydukları karşısında şaşkına uğrarken bir anda kendini bu vakanın içinde bulur. Katilin peşine düşer. Fakat bu sırada karşısına Saime adında genç bir hanım çıkar. Çok geçmeden de bu kızın İsmail Şükrü Efendi’nin yeğeni olduğunu anlar. Ve birkaç günün ardından aralarına biri daha katılır. Sherlock Holmes...

Konu bu akış içinde ilerlerken döneme ait çeşitli bilgiler de verilir. Örneğin; İstanbul’un popüler mekanlarından biri olan Pera Palas hakkında. Nitekim karakterler zamanlarını köşkten sonra en fazla burada geçirirler. Özellikle vapur ve tren saatleri de ayrıntılı olarak verilmiştir. Yolculuklar kitapta önemli bir yerde. Tabii şu kısmı da atlamayalım İzmir hakkında da detaylı bilgiler verilmiş. Zira maceranın bir diğer kısmı da orada geçer. Benim ise romanda en çok sevdiğim birbirinden gerçekleşen bu tuhaf muammaların kitabın sonuna kadar okuyucudan saklanmış olmasıdır. Nitekim ne olursa olsun okuyucular karakterlerle birlikte her şeyi adım adım öğreniyor ve hâliyle de heyecan, merak hiç bitmiyor.

Meçhul Şahsiyetler Peşinde, yani ikinci bölüm de ise İngiliz Rıdvan adında bir karakterin yaptığı hırsızlık olaylarını ve asıl adı Saime olmayan Selma’nın ortadan sır gibi kaybolmasını okuyoruz. Üstelik artık polis müdür yardımcısı Muhsin İzzet Bey ve polis hafiyeliğine merak salmış Necile Hanım yan yanadır. Bu ikili hakikaten kitaba çok farklı bir renk kattığını söyleyebilirim. Zira aralarında geçen diyaloglar çok güzeldi. Romanın yavaş yavaş sonlarına geldikçe de her şey bir düğüm gibi çözülür ve hiç umulmadık bir son ile biter. Benim için okuması çok keyifli olan ve 100 yıl sonra sadeleştirilerek günümüz Türkçesine aktarılan bu kıymetli eseri mutlaka okumanızı tavsiye ederek iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Belki de şu dakikada bedbahtım, fakat gelecekten ümitliyim. Herhalde saadete de kavuşacağım."

"Hayat mücadelesinde biraz güçlü olmak lazımdır."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

16 Mayıs 2023 Salı

Saplantılı bir aşkın psikolojik ve edebi çözümlemesi

Dünyanın sadece alınıp satılabilen ‘şeyler’ üzerinden değerlendirildiği, görünmeyenlerin yok bilindiği, hissetmenin ve bir duyguya sahip olmanın zayıflık sayıldığı bu dönemde, yeniden insan olduğumuzu ve bir kalbe sahip olduğumuzu hatırlamaya fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyaç doğrultusunda da romanların, şiirlerin, filmlerin, müziklerin peşinden gidip bizi bize hatırlatacak bir yansıma arıyoruz. Hissettiklerimizi, akşamları bir başımıza tekli koltukta otururken düşündüklerimizi, sık sık iç çekişlerimizi, bazen karanlık bazen aydınlık duygularımızı bize anlatacak bir yansıma. Çünkü anlamak ve anlaşılmak istiyoruz, “Bak, onun da başına gelmiş, o da bunları hissetmiş, demek ki dünyada yalnız değilim” diyerek kendimize dünya yorgunu bir arkadaş, yoldaş arıyoruz.

Çağdaş Türk edebiyatında insana ait duyguları sarsıcı bir biçimde tahlil eden, ruhu tanıyan, şehrin tüm katmanlarından haberdar olan ve gerçekçi gözlemlerle insanı insana anlatan isimlerden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok bizlere sahici bir yoldaşlık teklif ediyor. Bu yolculukta çoğu zaman ruhumuzu bir aynanın karşısında buluyoruz; kendimize bile itiraf edemediğimiz duygular, yaşadığımız travmalar, bağlılıklarımız, bağımlılıklarımız, bizi dümdüz eden aşklarımız, partner seçimlerimizi şekillendiren ebeveyn davranışları ve insana ait türlü zaaflar, güzellikler. Âşıklara Yer Yok bütünüyle insanı kapsayan, olay örgüsü ve karakter tahlilleriyle bizi içinde bulunduğumuz andan sıyıran ve okurda tekrar okumalıyım hissiyatı uyandıran bir eser. Bunlara ek olarak Tarık Tufan’ın dil inşasında gösterdiği titizlik ve özeni de unutmamak gerekiyor. Okuyucuyu yormadan, olay örgüsünde dikkati canlı bir biçimde tutan, detayları ustalıkla işleyen ve orada boğulmayan, dilin imkânlarını sadece anlatmak için değil, anlatıyı yaşatmak için kullanan usta romancı bu yönüyle geniş bir okur kitlesine sahip oluyor.

Kitap ilk bakışta bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, hikâyenin köklerine doğru indiğimizde gördüğümüz şey çocukluk çağı yaşantılarımızın ruh ve anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiği ve de bugünkü ilişkilerimize nasıl yön verebileceği oluyor. Burada altını çizmemiz gereken bir husus var; günümüzde birçok roman, karakterlerin ruh hallerini tahlil etmek ve burada okurla bir bağ kurmak üzerine inşa edilir fakat bu inşa göstere göstere ya da acemice yapıldığında tüm güzellik kaybolur. Tarık Tufan’ı farklı kılan ise bu tahlilleri yetkinlikle yapması ve bizi o karakterlerin ruh dünyalarına doğru bir maceraya çıkartması oluyor. Kitap boyunca bu hissiyat hiç kaybolmadı; eylemlerin ve söylemlerin aslında neden kaynaklandığını, karakterlerin kişilik inşa süreçlerini bizlere acele etmeden gösterdi.

Orhan ve Firdevs’in birbirleriyle kurduğu problemli ve bir o kadar da gerçekçi aşk hikâyesine davet ediyor bizi kitap. Ana karakter Orhan bir sempozyumda Firdevs’le tanışır ve bir anda tutkuyla o güçlü karaktere yani Firdevs’e bağlanır. Ardından ona ulaşmak için dürtüsel ve primitif hamleler yapar. Firdevs, Orhan’ı görür, yaklaşır ve uzaklaşır, yaklaşır ve uzaklaşır. Bu gitgellerin ve bağlanamamanın sebepleri kitabın ilerleyen sayfalarında keşfedilmeyi bekler. Sanırım bu kitapta beni etkileyen şeylerden birisi de bu keşif duygusu oldu.

Orhan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendisiyle, geçmişiyle ve bugünüyle kavgası hiç bitmeyen bir akademisyen. Üniversitede asistanlığa kabul edilir edilmez Cankurtaran’daki baba evinden, hikâyesinin başladığı mahalleden ayrılır. Orhan bu telaşlı ayrılışı tez yazmak, kendisini meşgul eden arkadaşlar ve eğlence ortamları gibi şeylere bağlasa da, temelde arzuladığı şey kendi kimliğini ortaya koymak ve ailesiyle kurduğu problemli bağları kopartmak. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor ve Orhan babasının kaybıyla beraber başladığı yere, Cankurtaran’daki eve, annesinin yanına geri dönüyor. Bazı evler ve bazı muhitler sahiden de insanın kaderi oluyor ve insan kaderinden bir türlü kaçamıyor.

Bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Bunu nereden bildiğimi sormayın ama bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Dünyadan elini eteğini çeker, yaşam hevesini, neşesini kaybeder ve kendi içine gömülüp dünyadaki günleri tamamlamaya çalışır. Orhan o eski evde annesinin çöküşünü izlerken bir yandan da hayatının en ağır ithamlarından biriyle yaşar. Anneye göre baba Necdet Bey, Orhan yüzünden ölmüştü ve bunu açık açık söylüyordu: “Baban senin yüzünden öldü!” Bir oğul için taşıması en ağır yük budur belki de. Babasının sözünü dinlemeyen, onun boyunduruğundan kurtulmak için çabalayan, bir türlü ailesini memnun edemeyen Orhan babasının kalp krizinden ölümüne sorumlu tutuluyordu ve şöyle diyordu Orhan: “O paslı bıçak, gece gündüz benim de yüreğime tekrar tekrar saplanıyor. Bu acıyı biteviye yaşamak ve böylece kendimi sonsuz döngüde cezalandırmak için ölüp ölüp yeniden diriliyorum. Babam benim yüzümden mi öldü?

Baba Necdet Bey otoriter bir figür. Her koşulda ailesine ve çevresine destek olmak için elinden geleni fazlasıyla yapan biri ama bunun karşılığında da Necdet Bey için tam teslimiyet, çocuklarının söz dinlemesi, kendi yönlendirmeleriyle hareket etmesi ve boyun eğmesi olmazsa olmazdı. Nitekim kendisi de babasından böyle görmüştü ve kendi evlatlarının da böyle yetişmesini istemişti. Orhan’ın ağabeyi, Necdet Bey’in istediği gibi bir evlattı; babasının sözünü dinleyen, ailesine bağlı ve çizilen istikamet doğrultusunda ilerleyen bir çocuktu. Fakat Orhan sürekli hatalar yapan, üzerinde kurulan tahakküme pasif-agresif bir şekilde direnen, ailesi tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve hem annesi hem de babası tarafından sürekli olarak yetersiz hissettirilen, yetersizlik ve değersizlik şemaları kolayca tetiklenip aktif hale gelen Orhan kitap boyunca bu duygularla baş etmeye çalışıyor. Tarık Tufan bu şemaları doğrudan önümüze koymadan kitap boyunca bir iz sürmemizi istemiş ve bunda da son derece başarılı olmuş.

Terapi odası dışında insanlarla etkileşim halindeyken mesleki olarak düşünmemeye gayret gösteriyorum fakat romanlarda bunu çok başaramıyorum; karakterin kişilik özelliklerine dair çıkarımları bir şekilde yapıyorum. Âşıklara Yer Yok’taki karakter kurgusunun güçlü olması sebebiyle bu çıkarımları yapmak benim için oldukça keyifli oldu. Babasının baskısıyla sürekli olarak ezilen, abisiyle kıyaslanıp eleştirilen, babası öldükten sonra bile annesi tarafından yetersizlikle itham edilen ana karakterimiz Orhan baba figürüyle her ne kadar çatışıyor gibi görünse de, aslında yine babanın boyunduruğu altındadır ve tüm dönüşleri onadır.

Bağımlı kişilik bozukluğunda kişi genellikle bir ötekinin varlığına, bakımına muhtaçtır. Yaşamlarını başkalarının ellerine teslim ederler ve partnerlerine sıkı sıkıya bağlanıp onları bu davranışlarıyla kendinden uzaklaştırıp terk edilirler. Bu olasılığa karşı tedbir olarak partnerlerinin arzularına hemencecik boyun eğer ve onları memnun etmek için tüm güçleriyle uğraşırlar. İlişkileri sona erdiğinde özgüvenleri yerle bir olur. Destek ve bağdan mahrum kalınca içe kapanır, giderek daha gergin ve umutsuz hale gelirler. Orhan’ın Firdevs karşısındaki çaresizliği, bile bile yaptığı akıl almaz fedakârlıklar, kendisine gösterilen kötü muameleye boyun eğmesi ve ayrılık zamanlarında göstermiş olduğu aşırı duygusal tepkiler bu durumun en net örneği. İş arkadaşı Kenan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra şöyle söylüyor Orhan:

Bazı insanlar farkında olmadan çıkışsızlığa, karamsarlığa müptela oluyorlar ve karanlıkta saklanıyorlar. Kalan son güçlerini o karanlık sığınakta tüketiyorlar ve birileri oradan çekip çıkartmak için ellerini uzattıklarında adım atacak mecalleri kalmıyor. Utanarak söylüyorum ki ben o insanlardan biriydim; korkaklığım yüzünden çaresizliğe bağımlı oldum.

Bağımlılar kendileri için inisiyatif almayı neredeyse imkânsız bulurlar, bunun yerine özgüvenli ve güçlü gördükleri kişilerin peşine takılıp onlardan bir kurtuluş yolu beklerler. Kendi kimliklerini başkalarınınkilerle birleştirme eğilimindedirler, karşılıksız sevgi gösterme kapasiteleri muazzamdır. Yalnız kalmaktan nefret ederler, kimlikleri sevdikleri insanların kimlikleriyle iç içe geçmiş olduğundan ayrılık düşüncesi onlar için ölüm gibidir, ilişkiyi kaybettiklerinde kendilerini kaybetmiş gibi olurlar. Orhan’ın güçlü ve üstün gördüğü Firdevs’e duyduğu hayranlık, Firdevs’in kendisini terk ettiği dönemlerde zihninde canlanan olumsuz düşünceler, intihar fikri, yalnız kalmaya ve reddedilmeye gösterdiği aşırı tepkiler onun en karakteristik özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Kafa dinlemek için gittiği Saklıkuyu’da karşılaştığı Defne isimli karaktere bir anda yaklaşması, duygusal olarak etkilenmesi ve Firdevs yerine Defne’yi koyabileceğini düşünmesi de aslında tesadüfi bir durum değil. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM’nin 5. versiyonunda bağımlı kişilik bozukluğunun 7. maddesi şöyledir: Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka ilişki arayışına girmek.

Orhan, Firdevs’e aşkını ilan ettikten sonra ikili arasında sağlıksız bir ilişki gelişir. Firdevs, Orhan’ın aşkına karşılık vermez ama başı her sıkıştığında Orhan’ın yanına gelir ve sonra onu yeniden terk edip kayıplara karışır; bu durum böyle devam edip gider. Firdevs, Orhan’a birbirlerine çok benzediklerini söyler; bu doğru bir söylemdir aslında, çünkü Firdevs’te de bağımlı kişilik örüntüsü görünür. Buna ek olarak sınırda (borderline) kişilik bozukluğu da Firdevs’in mustarip olduğu bir durumdur. Sınırda kişilik bozukluğunun bir alt türü olan yılgın sınırda kişilikte kişi sadece bir veya iki kişiye biat ederek bağlanma stratejisi izler. Yalnızca bir kişiye sırtlarını dayayan yılgın sınırda kişilikler tüm yumurtalarını aynı sepete koymuş gibilerdir. Hayatta tutunacak tek dallarının her an tehdit altında olduğuna inandıklarından, dünyalarına daima dengesizlik hâkimdir. Haliyle, güvenlik hissedemeyişleri ve çaresizlikleri zihinlerini hep meşgul eder. İlgi ve sevgiye ihtiyaç duydukları halde öngörülemez biçimde zıtlaşmaya meyilli, manipülatif ve değişkenlerdir (Firdevs’in her yara aldıktan sonra Orhan’ın kapısını çalması ve ardından terk etmesi). Dürtü kontrolleri yoktur, çocuksu davranışlar sergilerler. Dengesiz duygudurum düzeyini dışsal gerçeklikle uyumlu hale getirmeyi başaramazlar; normallik, depresyon, heyecan arasında belirgin geçişleri olur veya arasına uygunsuz, yoğun öfke ya da kısa süreli kaygı veya öfori dönemleri serpiştirilmiş, keyifsiz ve kayıtsız dönemler yaşarlar.

Firdevs de Orhan gibi yaralı bir çocuktur aslında. Kumarbaz, borç batağına saplanmış, ilgisiz, korkak ve sorumsuz bir baba. Zayıf ve beceriksiz babasından tiksinen Firdevs babasına hiç benzemeyen Fırat isimli birine fena halde âşıktır. Fırat kaba, sert, heybetli, kavgacı ve serseri bir tiptir; her anlamda Firdevs’i kullanır, istismar eder, peşinden koşturur, ağlatır. Orhan’a Fırat’ı anlatırken şöyle der Firdevs: “Fırat’ın hayatımda önemli bir yeri var. Aslında merhametli bir adamdır, beni sürekli gözetir, kollar. Son zamanlarda çok değişti. Bana zarar verdiğinin farkındayım ama ondan ayrılmayı başaramıyorum.” Evet, Firdevs Fırat’tan ayrılamıyordu, çünkü Fırat’ta babasından görmediği ilgiyi ve gücü görmüştü. Fırat onu tüm dünyaya karşı koruyabilirdi, babası gibi ortada bırakmazdı. Ve Firdevs kendisini deliler gibi seven Orhan yerine Fırat’ı tercih ediyordu, çünkü Fırat da aslında babası gibi zayıf ve korkaktı. Nitekim Fırat Orhan’la karşılaştığında düşündüğü ilk şey onunla nasıl baş edebileceği olmuş ve yoğun bir şekilde yetersizlik hissetmişti. Firdevs’in kaçtığı şey de tam olarak buydu.

Her iki karakter de saplandıkları aşk bataklığının farkındaydı ama bir türlü kurtulamıyorlardı. “Bu bekleyişin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındaydım, her sabah uyandığımda ilk iş olarak bundan vazgeçmek için kararlar alıyor, fakat akşam olduğunda tutkumun karşısında zayıf düştüğümden kendimi yeniden Firdevs’in gelmesini arzularken buluyordum” diyor Orhan ve çaresizce devam ediyor: “Bunu bilerek mi yapıyordu? Umut etme sınırını geçtiğim ilk anda yeniden karşıma çıkıp her şeyi tersyüz etmesinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? Benden uzaklaşacağı korkusuyla hesap sormaktan kaçınıyordum, delice sorgulamalarım onunla yüz yüze geldiğim anda bitiyordu, bir ay boyunca neden bir daha gelmediğini, bırak gelmeyi bir kez olsun neden aramadığını sormuyordum bile, hiçbir şey yokmuş̧ gibi yüzündeki cezbedici gülümsemeyle ansızın ortaya çıkıveriyordu.” Çünkü Firdevs’e duygusal olarak muhtaçtı ve ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyordu.

Firdevs’in durumu da aslında Orhan’dan farksız değildi ve Firdevs de büyük bir çaresizlikle babasının açtığı yaraları kapatmaya çalışıyordu: “Keşke senin sandığın kadar güçlü bir kadın olabilseydim Orhan. Maalesef değilim, o kadar zayıf ve o kadar kırılgan hissediyorum ki, sana anlatamam. Üstelik kendime bile itiraf edemediğim bu zayıflıktan dolayı artık utanç̧ içindeyim. Kendimi soktuğum durumlara bak! Acınacak bir halde sevgi dileniyorum, yakınlık dileniyorum, birilerinin pesinden koşuyorum, gerçekten sevilebilmek için neredeyse yalvaracak hale geliyorum.

Aşk dediğimiz olgu ziyadesiyle karışık ama sanki temelde şöyle işliyormuş gibi geliyor bana: Âşık olduğumuz zaman bizdeki libidinal enerjiyi yani yaşamsal enerjimizi karşı tarafa aktarmaya başlıyoruz ve karşıdan bize yansıyan görüntüye tutkuyla bağlanıyoruz. Karşı taraf bu ilişki ve bağı kopartıp gittiğinde onda bize ait bir parça kalır, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız olan o enerji artık ondadır ve o bir daha geriye dönmemek üzere gitmiştir. Firdevs ve Orhan hayatlarındaki bu kopuşlardan fazlasıyla etkilenip tepki gösterirler, çünkü sahip oldukları kişilik örüntüleri ayrılmaya ve yalnız kalmaya müsait değildir. Hem Firdevs hem de Orhan bu bağımlı ilişkilerden kurtulmak isteseler de başarılı olamazlar, çünkü bağlandıkları profiller kendi eksikliklerini kapatan ve hastalıklı bir biçimde kendilerine iyi geleceklerini düşündükleri tiplerdir.

Âşıklara Yer Yok, üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok katmanlı bir kitap. Orhan’ın Saklıköy’deki günleri ve Vedia Sultan Bimarhanesi tuhaf bir ürperti oluşturuyor okurda. Sanırım bu noktada Tarık Tufan’ın sinemaya olan hâkimiyeti devreye giriyor ve zihinsel bir yolculukla bulunduğumuz mekândan kelimelerin gücüyle bizi soyutluyor. Saklıköy’deki Defne, Berna, Ahmet Hilmi Bey gibi karakterlerin hayat yolculuklarını, onları ve Orhan’ı bir araya getiren kader çizgilerini izlemek büyük bir heyecandı.

Tarık Tufan’ın insana yakından bakan ve onu anlayan son kitabı Âşıklara Yer Yok için gönül rahatlığıyla uzunca bir süredir okuduğum en iyi yerli roman diyebilirim. Aşkı anlamak, aşkın psikopatolojik kökenlerini görmek ve hissetmek için tavsiyemdir.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

Spinoza’nın tesellisi

Son yazımda, içinden geçtiğimiz ağır ve insanı yürekten yakan günlerde tesadüfen karşılaştığım ince bir kitabın teselli edici olduğunu yazmıştım. Frédéric Lenoir’in kaleme aldığı, bir tür Spinoza biyografisi olan Spinoza Mucizesi (İş Bankası Yayınları) kitabıydı bu. Kitabı okuyacak olanlar, depremin yarattığı derin sarsıntıya nasıl olup da iyi geldiğini ve teselli edici olduğunu ilk bakışta anlayamayabilirler ama benim için öyle olmadı. Neden mi?

Her şeyden önce Spinoza, hem dinde hem de politikada büyük bir devrimcidir ve bana öyle geliyor ki bizim ihtiyacımız olan şey tam olarak bu ikisinin büyük bir arınmayla kendini yenilemesidir. Politikayı, artık söylediklerinin yalan mı gerçek mi olduğu ayrımını kaybetmiş, hurafelerle ve boş inançlarla bezeli siyaset esnafının sultasından; dini ise ilahi kaynakla “imtiyazlı” bir ilişki kurduğunu zanneden, “tekelci” din adamlarının taassupkâr baskısından kurtarmak, yakıcı bir ihtiyaç olarak gözükmektedir.

Spinoza’da, gerçek anlamda düşünceye en fazla gem vurulan iki alandır politika ve din. Bu ikisi, aşırı hırs ve aşırı arzunun en meşru dışavurum alanları olduğundan, eleştirel düşünceye kendini kapatabilme imkânlarına fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, hurafelerin en çok kendine yer bulduğu alanlardır da: “Her türden hurafeyi benimsemeye en meyyal olanlar, dünya nimetlerini en ölçüsüzce arzu edenlerdir” (s.26). Lenoir, Spinoza’nın bu cümlesinin ardından şöyle ekler: “Azla yetinmeyi bilenler, çok basit bir sebeple hurafelere daha az meyyaldirler: Kaybetmekten daha az korkarlar ve ellerindekiyle yetinmelerinden ötürü, daha fazlasını elde etme umudu beslemezler. Ancak [Spinoza] hurafelerin kitleleri yönetmenin en iyi yolu olduğunu ve çok sık din kisvesine büründüğünü özellikle vurgular.” (s.27)

Spinoza bir başka yerde, “Düşünceye din adına en çok gem vurulan yerin Türk memleketi” olduğunu söyler ve şöyle ekler: “Basit bir tartışma bile küfür addedilir ve öyle çok önyargı muhakemeyi tıkar ki, zihinde herhangi bir şüphe yeşertecek kadar bile aklıselime yer kalmaz.” (s.27)

Şüpheye en az yer olan iki alandır aynı zamanda, politika ve din. Buradaki insanların en bariz özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. Bildikleri ve düşündükleri, kesindir! Aksine olan ne varsa, küfür değilse bile küfre yakın bir başkaldırı gibidir. Önyargılarla dolu muhakeme, hem siyaseti hem de dini, menfaat icabı girilen bir umut kavgasına dönüştürmektedir.

Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. Bu insanlara bakınca görülen şey, kendini üstün hissetmekten kaynaklanan bir gurur ve otorite halidir. Oysa Spinoza’ya göre, “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç, tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” (s.30) Nihayetinde bu bir sevgisizlik halidir. Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar ve ancak bu sayede farklı düşünceleri “ehlileştirebilir”.

O nedenle, din adamlarına karşı çok serttir Spinoza: “Dini, Kutsal Ruh’un öğretilerine riayet etmekten ziyade insan icadı şeylerin savunulması haline getiren ve hatta insanlar arasında sevgiyi değil, ateşli bir Tanrı coşkusu kisvesi altında kavgayı ve nefretin en zalimini yaymakta kullanan; ancak küstah bir hırs olabilir.” (s.34)

Din -ve politika- ona göre, hırsın en küstahlaştığı alanlardır. Bunun çözümü ise zannedilenden çok daha basittir. “Kutsal metinlerin yorumlanması kesinlikle, kendinde bu konuda tekel olma hakkını gören bir zümreye bırakılmamalıdır.” (s.34) Herkes bu alana girmelidir! Tıpkı herkesin siyasete girmek zorunda oluşu gibi! Her türlü yorumlama söz konusu olduğunda en yüce otorite, herkesin kendisidir çünkü. Yorum, başkasına bırakılamayan, delege edilemeyen demektir! Ve din ve siyaset, yorumun en fazla yer bulduğu, en belirleyici, en etkileyici ve en şekillendirici olduğu iki alandır. Bu, gerçek bir devrimdir!

Spinoza, düşünce ile inancı, felsefe ile ilahiyatı ayırdığı için çok değerlidir. “Felsefe hakikati ve ebedi saadeti ararken, inanç itaati ve davranışlarda coşkuyu hedefler… İlahiyat akla hizmet etmez -inanca eder- ve akıl da ilahiyata hizmet etmez. Her birinin kendi saltanatı vardır: Aklınki hakikat ve bilgelik, ilahiyatınki iman coşkusu ve teslimiyettir.” (s.37)

Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için, inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.

O nedenle, tıpkı düşünceyi inançtan ayırmakta olduğu gibi, iktidarı ve dini kolektif olmaktan çıkarıp düşüncenin emrine vermek, yani onu bireyselleştirmek son derece önemlidir. Bu nedenle Spinoza için en iyi yönetim, “Bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı gösteren” yönetimdir (s.53). Din ve politika bireyselliğe, herkesin ayrı ayrı, kendi başına düşünmesine -ve de yorumlamasına!- en çok ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen, en kolektif ve “herkesleşmenin” en yoğun yaşandığı yerlerdir.

Bu nokta oldukça ilginçtir. Herkesleşme, bireysel düşünme ve yorumlama gücünün yitirilmesi, sadece dışsal iktidarın güçlü bir tahakkümüne ve her türlü insan-üstü kaynağın yeryüzü temsilcileri gibi hareket eden kerameti kendinden menkul temsilcilerine otorite bahşetmekle kalmaz; aynı zamanda inanç alanının topyekûn hurafeleşmesine de neden olur. Başka bir deyişle, bireysel düşünceden ve yorumdan geçirilmeyen her dışsal hakikat, ne kadar gerçeği barındırırsa barındırsın, kolaylıkla içi boş birer inanca yani hurafeye dönüşür.

Spinoza, çileci değildir; ruhen derinleşmek için insanın kendinden -ve de hayattan- vazgeçmesi gerekmez. Aslına bakılırsa, dini ve siyasi otoritelere sorgusuz itaat, insanın kendinden ve hayattan vazgeçmesiyle aynı şeydir. Esas olan vazgeçmek değil, tam aksine kendini tanımak, kendinin farkında olmak, her türlü duygu ve düşüncelerini bilinç düzeyine taşıyarak yaşamaktır. Hiçbir koşulda kendinden vazgeçmemektir. Bu ise, düşünmeden ve yorumlama yetisi olmadan mümkün değildir (‘herkesin dini kendine’ sözünü belki de böylesi bir bireysel yorumla birlikte düşünmek gerekir). Gerçekte din, böylesi bir bilincin inanç hali, siyaset ise politika şeklidir. Oysa bugünkü hayata baktığımızda, her ikisinin de iktidarını, insanın kendinden vazgeçmesi üzerine bina ettiğini görürüz.

O nedenle, sadece akıl ve irade yeterli değildir, arzular ve duygular da gerekir: “Arzu varlığımızın tamamını harekete geçirir, akıl ve irade ise sadece zihnimizi: Aklın, bizi bilgelik yoluna sokmak için duygulara ihtiyaç duyması bundandır…Yani, bir nefreti, ıstırabı ya da korkuyu, sırf muhakeme ederek değil, bir sevgi, sevinç, umut yeşerterek ortadan kaldırabilirsiniz.” (s.99)

Her güçlü düşünce kendi içinde yoğun duygular ve arzular taşır. Duygusuz ve arzusuz düşünce, kalpsiz bir insanlık yaratır. Ve her dönüştürücü eylem, böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç duyar. Sadece akılla ve sadece iradeyle tutulan yol, en fazla tutkulu bir sonda nihayet bulur. Oysa tutku -ne kadar idealist, ateşli ve davacı olursa olsun- edilgendir. “Edilgenlik…dış sebeplerle ve uygun olmayan fikirlerle hareket etmektir…Bundandır ki tutku edilgen sevinçler üretirken, eylem etkin sevinçler üretir.” (s.102)

Bugünkü şekliyle din ve politika, tutkulu ve edilgen kitleler yaratıcıdır. Oysa gerçek bir özgürlük ve hakiki bir huzur tutkuların üzerindeki eyleme dayalı sevinçten doğar. Bu yüzden, “Ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.” (s.113)

Son olarak, Spinoza’nın şu harika ve dertlerimizin tam da çözümünü barındıran sihirli sözleriyle bitirelim: “Ebedi saadet erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir; bunun hazzına varmak da ihtiraslarımızı dizginlemekten ötürü değildir; aksine, ihtiraslarımızı dizginleyebilmemiz bu hazzı almaktan ötürüdür.” (s.120).

Size de çok teselli edici gelmedi mi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

11 Mayıs 2023 Perşembe

Geçmiş günlüklerden yakın risaleler

İçimden Geçen Günler, İsmail Kara’dan okuduğum ilk kitap oldu. Dergâh Dergisi’nden yazılarına aşina olduğum ve tanıdığım bir yazardı Kara; ancak kitabını okumak kendisi hakkındaki fikrimi netleştirdi. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’nin en entelektüel ve en iyi deneme yazarlarından biri bana göre. Buna aynı zamanda sınırsız açık görüşlülüğünü, eleştirel düşünme becerisini ve bunu deklare etme cesaretini de ekleyebilirim. Şunu söylemek istiyorum: Edebî ve fikrî çevrelerde kendi mahallesinden dışlanmamak, aforoz edilmemek için mahallesindeki olumsuz durumlara susan çok kişi var. En azından, yanlışı yanlış gibi görse bile “biz kendi içimizde hallederiz” düşüncesinde olan çok yazar/şair takımı var. Buna örnek olarak yakın zamanda Hatıralar’ı yayımlanan rahmetli Sezai Karakoç beyefendiyi gösterebiliriz. Sezai Bey mesela, Necip Fazıl beyin bazı olumsuz davranışları olabileceği ama ona, solculara karşı destek çıkılması gerektiği düşüncesinde(ymiş). Yani “kol kırılır yen içinde kalır” diyordu. İsmail Kara ise “herkes eleştirilebilir/eleştirilmelidir” tavrındadır ki bence bu tavır daha kıymetlidir. Çünkü öbüründe maalesef işin kişiler bazında “tanrısallığa vardırma” şekline girdiğini yıllardır hem edebiyat hem de siyaset sahnesinde görüyoruz. Bu açıdan İsmail Kara beyin kitabında en önem verdiğim tavrı, bu duruşu oldu. Ve bir de kaybetmemeye çalıştığı adalet duygusu.

Kitap, İsmail Kara’nın zamanında (eski tarihli de var daha yakın tarihli de) tuttuğu günlüklerinden yola çıkıp bu günlüklerin günümüze de uzanabilen şekliyle bir fikir veya anılara dönüşmesi şeklinde ilerliyor. Fakat bu anılar hoş birer konu(şma) olsun diye değil bir yere bir fikre varabilmek veya bunun yolunu açmak için anlatılmış: “Günlük hacmini çoktan aşıp mesele metni haline gelen bu kitaptaki yazıları günlük tutmanın hakkını vermek, bazı günlük notların hukukunu daha bir gözetmek ve onları aynı zamanda bir probleme yaklaşmak, belki bir müzakere alanı haline getirerek bugüne doğru uzatmak, bugüne dahil etmek, menfi mânasıyla ‘tarih’ olmaktan kurtarmak için kaleme aldım. … Her yazının ilk cümleleri, ilk paragrafları, ilk meseleleri, ilk hissiyatı ve hükümleri, vurguları yıllar öncesine dayanıyor. Onun için hepsinin baş kısmında bir tarih var, o zamanlardan haberler getiriyor.” En güzeli de hep aşina olduğumuz kişilerle beraber olduğu için sadece yazarın kendisinin değil bir bakıma çevresinin de anılarını okumuş oluyoruz. (İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi vs.)

Dört ana bölümden oluşuyor kitap: Görmek Bilmek Anlamak, Tarih Bizim Neyimiz Olur, Mekanlar ve İnsanlar Arasında, Kitaplarla Hemhal Olmak. Elbette bu dört başlığın kendi içinde birçok alt başlığı da var. Bu başlıklar altında Müslüman gençlere de eleştiriler var İslamcılığa da, Türkçe ibadet isteyenlere de var İbrahim Arvasi'ye de, Necip Fazıl’a da var bürokrasinin (üstelik yakın görüşlerde bir iktidar olmasına rağmen) nasıl farklı(?) işlediğine de. Bürokrasi konusuna en iyi örnek, İsmail Hoca’nın şair Mehmed Akif’in mezarıyla ilgili bir konuda (kendi deyimiyle, bunu zaten bakanlığın yapması gerekiyor) çırpınışına aldığı cevapları gösterebiliriz: “Pusulam tam cevapsız kalmadı ama muhatap olma biçimleri ve seviyesi -bence âdaba mugayir olarak- birden değişti; mesele iş yapmak değil idare-i kelâmda bulunmaya intikal etti. Bürokrasinin en iyi yaptığı şey… (Mesele Akif olmasa bu yazışmalara muhatap olmayı kabul etmez, merciine iade ederdim). Bürokrasi hem hiçbir şey yapmayacak hem de her şeyi yapıyor ve de haklı gözükecekti. Yapılması gerekeni yapmak değil benim olmazlara ikna edilmem için lüzumsuz ve hiç de inandırıcı olmayan çabalar öne çıkmaya başlamıştı. Bildiğimiz hikâyelerdi bunlar…” Tabii yazının başından beri İsmail Hoca’nın eleştirel tavrından bahsediyorum ama bu tavrı yakın zamanlarda çok görmediğim ve değer verdiğimi için bunu yapıyorum. Yoksa bu kitap salt kişi veya kurum eleştirisi değil kesinlikle. Yazarın kendisinin de dediği gibi bir meseleye ulaşmaya çalışan bir kitap. Yani çok dikkat çekici fikir yazıları da geniş yer kaplıyor kitabın içinde.

Fakat bu kitabın asıl dikkat çekici yönlerinden biri dipnotlar yönünden çok zengin oluşu bence. Öyle ki sadece dipnotlar üzerinden bile birden fazla kitap yazabilirmiş İsmail Hoca.

Kitabı ben 2022’nin son günlerinde okudum ve geçtiğimiz yıl okuduğum en iyi bir iki kitaptan biri olarak listeme kaydettim. Sadece hatırat veya günlükten ziyade ucu farklı meselelere uzanan kitaplar daha ilgi çekici oluyor ki İsmail Hoca bu örneğin zirvelerinden birini ortaya çıkarmış bence. İçinde eleştirilere değer vererek, benim mahalleme laf söyledi gibi alınganlıklara girmeden, yazarın meselelerini sahiplenerek okumak, okuyucu için büyük kazanç olacaktır.

(Kitapta bir de İsmail Kara’nın kişisel arşivinin Sabahattin Zaim Üniversitesi aracılığıyla dijital ortamda erişime açılacağı bilgisi vardı. Bu durumu İsmail beyin kendisine sorduğumda, yakın zamanda, hazırlanan bir kısmının erişime açılacağı bilgisini aldım. Bunu da merakla bekliyoruz, çünkü kitabı okuyanlar fark edecektir ki yazar çok geniş ve ilgi çekici bir arşive sahip. Notlar, fotoğraflar, gazete kupürleri vs.)

Mehmet Akif Öztürk