Nasıl Ölünür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nasıl Ölünür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2023 Pazartesi

Başka nasıl ölünürdü ki?

"Nasıl Ölünür?" sorusunun peşinde sürükleneceğimiz beş öyküyü bırakıyor önümüze Emile Zola. Hem çok farklı hem de bir o kadar birbirinin aynısı beş hayatı ele aldığı bu kitabında ölüme farklı pencereler açıyor. İnsanın ölüme nasıl baktığını gösteriyor bize. En çok da vurdumduymazlığımızı, biraz da vefasızlığımızı çarpıyor yüzümüze, ölüme karşı.

Onun kalemi aleni ve dobra çizikler atıyor sayfalara. Bazen durup ürperiyorsun bu kadar açık açık yazıyor oluşuna. Aksaklıkları, çirkinlikleri, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmaya lüzum görmediği, ağzımızın tadını kaçıran mevzuları, kuytu köşe gerçeklerini... hiç çekinmeden yazıyor. Hayretimiz yazdıklarına değil, aslında hepsinden haberdarız zaten, asıl hayreti dobralığına duyuyoruz. Ölümü ele alışı bana sivrisinekleri hatırlatıyor.

Ölüm, bir sivrisineğin koluna konup bir anlık rahatsızlıktan sonra uçup gitmesi gibiydi. Sürekli etrafında dönüp dolaşır, durmadan vızıldar, bir yerlere, birilerine, çöpe, lezzetli bir yemeğin kırıntılarına, leşe...konar ve alacağını alır gider. Vzıltısını duyarsın ama onu görmezsin genelde. Pek de merak edilmez aslında nerede olduğu, nereye konduğu. Yeter ki senin tenine konmasındı. Hoş, bazen burnumuzun dibinde vızıldayıp dursa bile fark etmeyiz sivrisineği. Ta ki kanımızı tatlı tatlı emip o cılız acıyı hissettirene kadar. Gerçi o acıyı hissedemeyen, kolunda kanını emen sivrisinekle uyuyan nice insanız şimdi. Isırıktan geriye kalan izi de bir bilemedin iki gün sonra silinir gider, ısırıldığını hatırlamaz olur insan. Bu kadar düz, bu kadar dümdüz bir olaydı ölüm. Hiçbir fevkaladesi olmayan, bir küçük sessiz veda. Vedalaşacak birilerini de ardında yasını tutanları da bulamayabiliyordu. Ama hakkını yemeyelim üç gün kadar hatrı sayılır bir vefa ve karın tokluğu başsağlığı, acıyı bir kenara bırak da misafire çay yetiştir telaşı, iyi bilirdik hikayeleri de vardı bizim buralarda.

Bir arkadaşı alıp çıkıyor, sonra da unutulup gidiyordu işte. Charlot'un vedası da öyle unutulup gitmişti: ''Tek odaları vardı, Charlot'la yaşıyor, yemeklerini onun yanında yiyip onun yanında uyuyorlardı. Zaman zaman unuttukları da oluyordu; daha sonra fark ettiklerinde onu bir kez daha kaybetmiş gibi oluyorlardı,'' diyor Zola, yanı başlarında yatan küçük cenazeyle gayet tabi ve buna en çok da sebep olan yoksulluklarıyla yaşayan cenaze sahipleri için. Yine başka bir coğrafyanın ölümü karşılamasını şöyle çarpıcı bir şekilde aktarıyor: ''Kordonlar boğuk bir sesle çukurun duvarlarına sürtündü, tabutun meşe tahtaları çatırdadı. Mösyö Kont de Vertueil artık evindeydi. Kontes ise kanepesinden kıpırdamamıştı. Gözlerini tavana dikmiş hala kemerinin püskülüyle oynuyordu, içinde kaybolduğu hayaller o güzel sarışının yanaklarını kızartıyordu.''. Bu lakaytlığı yüzümüze öyle bir çarpıyor ki, ölümden daha ürpertici bir tokat yemiş gibi oluyoruz.

Beş öykünün beşinde de aynı lakaytlık, aynı vurdumduymazlık ve aynı ölüm yalnızlığını okuyoruz. Sade ve doğal bir üslubun çarpıcı ve kısa soluklu öykülerini okurken hayretimiz de kısa sürüyor. Bir diğer sayfaya geçtiğimizde ölümü okuduğumuzu bile çoktan unutmuş oluyoruz. Oysa Zola'nın dobralığı her öyküde ayrı bir kılıkta ve farklı bir hayatın gözleminde apaçık gösteriyor kendini.

Sanırım o soruyu şimdi yinelememiz gerekiyor: Nasıl ölünür ya da nasıl ölünmeliydi ki unutulmamalıydık?

Elif Uludağ
uludagelif27@gmail.com

23 Kasım 2020 Pazartesi

Kendi mağarasında iki yaşam ve iki ölüm

Nitelikli okurluk, yalnızca metinleri eleştiri süzgecinden geçirerek okumak değil; farklı kültür, farklı dil ve tarihlerde yazılan metinleri motif, karakter, konu bağlamında karşı karşıya getirerek iki yapıt arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak, böylelikle metin odaklı bir yaklaşımla okuma deneyimini katmanlı hale getirmektir. Üstelik pek çoklarına göre komparatistik inceleme, ortak edebiyata mensup yapıtlarla, hatta aynı yazara ve şaire ait iki farklı yapıtla dahi yapılabilmektedir. Burada esas olan metinlerde benzerlik ve farklılık bağlamında ortaya konabilecek dikkate değer şeylerin varlığıdır.

Bu çalışmada, Natüralizm’in kurucusu ve Fransız edebiyatının önemli isimlerinden kabul edilen Emile Zola’nın Nasıl Ölünür isimli yapıtının ilk öyküsüyle, Rus gerçekçi edebiyatının en önemli yazarlarından olan Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri komparatistik edebiyat çerçevesince motif ve konu ağırlıklı olarak incelenecektir. Farklı kültürlerden seçilen bu iki yapıtın üzerinde durduğu konu ve konunun işlenişindeki benzerlik dikkat çekicidir. Fransız romancı Zola’nın beş kısa öyküsünün yer aldığı Nasıl Ölünür isimli yapıt, ölüm teması etrafında birleşen isimsiz beş kısa öyküden oluşur. Öykülerin isimlendirilmemesi, neticede hepsinin tek bir hikâyeye karşılık gelmesi dolayısıyladır. Karakterler sırayla aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinden seçilmiştir. Toplumun en üstten en aşağıya, hemen her tabakasının yansıtıldığı öykülerde Zola, hayatta sağlanamayan maddi ve manevi eşitsizliğin ölümle birlikte sağlanıp sağlanamayacağını sorgular.

Çalışmanın sınırları belirlemek ve her iki yapıttaki ortak yanlara dikkat çekmek gayesiyle Zola’nın ilk öyküsündeki Vertueil karakterleriyle, İvan İlyiç’in zorlu ve bir o kadar da ürkütücü hayatı arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ele alınacaktır.

1) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Aile Yaşamları

Hayatını nasıl istediyse öyle yaşamış olan Kont Vertueil, büyük bir servete sahiptir. Fransa’nın ünlü ailelerinden birine mensup olan Kont, dergilerde makaleler yazarak, tarım, hayvancılık ve güzel sanatlarla uğraşarak elli beş yıllık ömrünü rahatı bozulmadan geçirmiştir. Kontesle evlilikleri, sıradan, sessiz sedasız yürütülen bir birlikteliktir. Evliliklerinde ilk günden beri var olan kopukluk, Vertueil’in amansız hastalığı baş gösterdiğinde de devam eder. Vertueil, acılar içinde kıvranırken yalnızdır. Kontes, bu hastalığın karşısında arada bir yapılan oda ziyaretlerinin ötesine gitmez. Yaşamında hiçbir değişiklik yapmaz; yer, içer, gezer ve canı istediğinde eğlenmeye devam eder:

Birbirlerini anlıyorlardı, ayrı ayrı yaşamışlardı ve ayrı ayrı ölmek istiyorlardı. Kont bencilliğin buruk hazzını yaşıyor, ölüm döşeğinde etrafında o sıkıcı keder komedilerini yaşamadan tek başına göçüp gitmek istiyordu. Son anda baş başa kalmanın nahoşluğunu hem kendisi hem de kontes için mümkün olduğunca kısaltıyordu. Kimseyi rahatsız etmek, tiksindirmek istemeyen yüksek çevreden bir adam olarak son arzusu uygun biçimde göçüp gitmekti.” İvan İlyiç, tıpkı babası gibi devletin çeşitli kademelerinde memur olarak çalışmıştır. Görevinde günden güne yükselişi ve elinde başkalarına karşı dilediğinde kullanabileceği bir gücün bulunması ona gizliden gizliye haz verir. O, bu gücü kullanabilecekken kullanmadığını ve ondan alt kademedeki insanlara, onlarla eşitmiş gibi davrandığını her fırsatta hissettirir. İlyiç kırk beş yıllık ömrünü, daima yüksek mevkidekilerin onayını alarak ve gözünü oraya dikerek geçirir. Pencerenin koluna böğrünü çarpmasıyla başlayan hastalığı, İlyiç’i geceler boyunca inletecek raddeye ulaşıncaya dek sürer. Karısı, tıpkı Kontes Mathilde gibi, hastalık karşısında kayıtsız ve yapmacık tavırlar içerisindedir. Arada bir yaptığı oda ziyaretleri ve ilaçların alınması yönündeki soğuk ikazların dışında herhangi bir ilgi ve özen göstermez. İlyiç, ölüm ve hastalık karşısında başkalarının duyduğu kayıtsızlığı, yanında olup ona acıyacak kimsenin olmadığı gerçeğinin içinde acı ve dehşetle kalır. Tıpkı bir zamanlar mahkemede başkalarına karşı gösterdiği kayıtsızlık, bu kez onun başındadır.

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in aile yaşamları pek çok bakımdan benzerlik göstermektedir. Hastalığın başlamasının ardından yaşananlar ve eşlerin tüm bunlara kayıtsız kalış trajedisi, bu benzerliği arttırmaktadır. Her iki evlilik de kâğıt üzerinde kalan, sevgi çemberinden uzak evliliklerdir. Ölüm ve acı bile onları birleştirmez, dahası giderek uzaklaştırır.

Çocuk bir ailede birleştirici unsurken, diğerinde ayırıcı ve uzaklaştırıcıdır. Kont ve Kontes’in evliliklerini bir arada tutan, birlikteliklerinde herhangi bir pürüz yokmuş gibi yaşamalarını sağlayan birleştirici unsur çocuklarıdır. Ancak İvan İlyiç ve Praskovya Fydorovna’nın evliliklerinde çocuk, itici güçtür. Karısının gebeliğine kadar evliliklerinde her şey normal seyrinde ilerlerken çocukla birlikte değişen hayat İlyiç’e ağır gelir. Karısı aşırı ilgi arayışında ve kaprislidir, üstelik çocukların doğumuyla birlikte ondan beklenilen sorumluluk artmıştır. Tüm bunlar, onun evlilikten ve evden uzaklaşmasına yol açar. Romanın bu kısmı çok önemlidir. Çünkü bu aşamadan sonra, İlyiç’in kendini korumak için inşa ettiği dünya ve bu dünyanın onu nasıl birine dönüştürdüğü anlatılacaktır. Yazar, ailenin dışında inşa edilen dünyayı ve İlyiç’in bunu nasıl yaptığını anlatarak başlar. Bu dünya, toplumsal çevrenin onaylayacağı ve karısının saygı duyacağı bir dünya olmalıdır. Böylece ağırlık merkezini işine ve resmî görevlerine doğru kaydırır İvan İlyiç. Meşguliyeti bir anestezi olarak kullanır.

Sorumluluklardan, tartışmalardan ve gereksiz konuşmalardan kendini kurtarmak için hayatı boyunca bir şeylerle meşgul olur. İş, taşındıkları evin dekorasyonu, eğlence ve oyunlar ailenin tüm zamanını kaplar. Meşguliyetin bittiği anda sesler yükselir. Bu seslerin önüne geçmek için ailesiyle birlikte olmaktan kaçınır ve kendi realitesinin içinde yaşamaya devam eder. Ailesiyle birlikte olması gerektiği zaruri anlarda bile bir yabancının yanlarında olmasını sağlar. Böylece yazar, hayata ve ailesine karşı gün geçtikçe yabancılaşan bir portreyle okuru karşı karşıya getirir.

Yaban bir hayat süren Kont Vertueil ve İlyiç’in ölümü, bir yabancının ölümü kadar etkiler çevresindekileri.

2) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Ölüme Bakışı

Olayların işlenişi farklı olsa da her iki yazar da kurguya birdenbire başlar. Ancak bu birdenbirelik, birbirini takip eden olaylar zinciri yerine tek bir olay etrafında çerçevelenir ve okur yalnızca bir noktaya odaklanır: Ölüm.

Karı koca muhaberesini andıran Sophia Tolstoy’un günlüklerinden de bilindiği gibi, Tolstoy eserleri üzerinde titizlikle durur ve bir eserin yazımının tam manasıyla bitebilmesi uzun yıllar alır. Hayatını daktilo kadın olarak sürdüren ve aynı eserin belki on kez transkripsiyonunu yapan Sophia Tolstoy, bu titizlik karşısında isyan eder. Bu isyanla nemalanan roman, başlangıçtan sona bir nakkaş edasıyla ustalıkla kurgulanmıştır. İvan İlyiç’in ölümüyle başlayan olaylar, onun ölüme kadar ki hayatının anlatılmasıyla devam eder. Odak nokta ölümdür ve anlatılan her şey bu olguya bağlı olarak anlatılmıştır. Bu yüzden romanda birbirinden farklı olaylar zinciri görmeyiz, anlatılan şey İvan İlyiç’in yaşamı ve ölümüdür. İlyiç hayatını, yüksek mevki sahibi kişilerin gözleriyle inşa etmiştir. Onlar bir hadiseye nasıl bakarlarsa öyle bakmış, davranışları onlar tarafından nasıl kabul görecekse o şekilde yaşamıştır. Kendinden nefret etmesine sebebiyet veren bazı davranışlarının, üst sınıfa mensup kişilerce hiç de kötü bulunmadıklarını görmesi, o davranışı yapması için her zaman kâfi bir sebep olmuştur. Böyle geçen bir hayatın sonundaki amansız hastalık, yaşadığı her şeyin sorgulatır İlyiç’e, “Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?

İşte bu düşünce, hayatının son anlarını elim bir şekilde geçirmesine sebep olur İlyiç’in. Yaşadığı hayatı kabullenemediği gibi ölümü de kabullenemez. “Yaşamak istiyorum, yaşamak istiyorum,” diye inler hasta yatağında. Roman boyunca İlyiç’in ölümü kabullenmemesi, ölümün yalnızca bir başkasının başına gelebilecek bir olguyla eşleştirilmesiyle ilişkilidir. Ölüm onun gibi bir varlığın başına gelemez, düşüncesi realitenin önüne kalın bir duvar örer ve bu duvar ancak ölüm anında yıkılır.

Tüm bunlara rağmen İlyiç’i günden güne tüketen şey yaşadığı yanlış hayat ve her gün mesafesini daraltan ölüm değil, duyduğu acı karşısındaki yalnızlığıdır. Durumu kötüdür ancak bu ne ailesi ne de bir başkasının umurundadır. Tolstoy, bu kişisel yenilgi ve yenilginin karşısındaki toplumsal tavrı ustalıkla kurgular.

Soylu bir aileden gelen Kont Vertueil, İlyiç’in tersine ölümü derin bir teslimiyetle kabul eder. İlyiç, hasta yatağında tek kalmak istemeyip hizmetlilerini yanında tutarken Vertueil bütün gününü gözlerini kapatarak yalnız geçirmeyi yeğler. Burada, toplumsal konum ve ekonomik durumların insanların ölümlerini nasıl şekillendirdiği de görülmektedir. İlyiç, yaşamı boyunca gözlerini diktiği yüksek çevreden biri olan Vertueil gibi soylu bir şekilde ölmeyi arzu edeceği halde buna muvaffak olamamış, ölümü kabullenememiştir.

3) Ailenin ve Toplumsal Çevrenin Ölüme Bakışı

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in statüleri her ne kadar birbirinden farklı gözükse de içinde bulundukları toplumsal çevrenin ölüm karşısındaki tavırları aynıdır.

İvan İlyiç’in ölüm haberi arkadaşlarına ulaştığında; bazılarının içinden memuriyette yükselme ve onun yerine geçme düşüncesi geçerken bazılarının içinden, ölenin kendisi değil o, olduğu duygusu geçer. Tıpkı bir zamanlar İlyiç’in içinden geçtiği gibi. Ölüm karşısındaki bu kayıtsızlık yalnızca uzak çevrede değil, ailede içinde de vardır. Nitekim Praskovya Fydorovna, cenaze törenindeyken alacağı dul maaşının dışında devletten bir şey koparıp koparamayacağını soruşturur.

Umursamazlığın dozu, Kont Vertueil’in ölümünde biraz daha artar. Karısı çeşitli bahaneler ileri sürerek cenaze törenine katılmaz. Cenaze törenine katılan tanıdıklar ise hüznün kırıntısının bulunmadığı malayani konuşmalar yapar.

Her iki yapıtta da cenaze esnasında konuşulan gereksiz konuşmalar ve insanların umursamaz tavırlarıyla derin bir, ölüm/yas sorgulaması yapılır. Ölümün, farklı toplumsal çevrelerde nasıl karşılandığı kıyaslanır. Ölümün dikkat çekiciliğini yitirdiği toplum kıyasıya eleştirilir.

Merkez karakterin ölümleri karşısındaki kayıtsızlık, nesneyle sembolleştirilmiştir: Kül ve kaşık. Nesne, mesajı ve kayıtsızlığı en net ifade ediş biçimidir. Kont Vertueil’in cansız bedeni başında bekleyen hizmetlinin, masanın üzerinde duran kaşığı fark edip odanın düzenini bozduğu düşüncesiyle acelece cebine atması, gelişigüzel oluşturulmuş bir detay değildir. İvan İlyiç’in cenaze töreni esnasında gözü yaşlı oturan Praskovya Fydorovna, karşısındakinin içmekte olduğu sigaranın külünün masaya düşeceğini fark edip hemen kül tablası yetiştirmesi de tesadüfen seçilmemiştir. Tüm bunlar ölüme ve ölene karşı vurdumduymazlığın, ölenin değersiz nesneler kadar bile dikkat çekmediğinin kül ve kaşıkla imgeleştirilmesidir. Toplumun hangi tabakasında olursa olsun ölüm karşısındaki ikiyüzlülük evrenseldir. Kont ve İlyiç, hiç yaşamamışlar gibi ölür ve öldükleri an unutulurlar.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu