"Her pazar İsmail acaba hangi şiiri bozdurdu da güzelim bir hikayeye çevirdi, diyerek okuduk bu yazıları." diyor Furkan Çalışkan, Sokakta'nın önsözünde.
Kitap bir öykü kitabı olarak çıksa da tamamına öykü diyemeyiz bu iki bilemedin üç sayfalık kısa yazılara. Peki öyleyse türü hakkında ne diyeceğiz? Deneme? Evet, kimisi. Otobiyografi? Olabilir. Yazarımız çocukluğunda, gençliğinde tanıdığı kişilerin hayatından da öyküler devşirmiş.
İsmail Kılıçarslan 1976 doğumlu. Dolayısıyla seksenler çocukluğunu yaşamış. Seksenler deyince hepimizin gözünden bir hasret bulutu geçti değil mi? İşte kitabı okurken o günleri yad ediyoruz. Elimden bırakmak istemediğim bir kitap oldu. Biz tiryakiler işte böyleyizdir, sevdiğimiz bir kitap olunca bitecek korkusuyla ağır ağır okuruz. Kitaba yeterince güzelleme yapıp dikkatinizi çekebildiysem sırayla başlamak isterim şimdi.
Sokakta, "Sana Bu Mektubu", "Huzur Kıraathanesinin Balkonu" ve "Soba Yanıyor" başlıklı üç bölümden oluşan bir öykü kitabı.
İlk bölümdeki öyküler için lirik ağırlıklılar diyebiliriz. Ben en beğendiklerimden biri olan "Sen Tatlı Yeme Sakın" öyküsü burada yer alıyor. Kahraman, anlatıcının fakülteden arkadaşı. Sınıfın en zengin kızlarından birine tutulmuş. Kızın aklındaysa evlilik yok. Bıçkın bir delikanlı olan anlatıcı bu iki genç için bir görüşme ayarlıyor güç bela. Sonunu tahmin edersiniz…
Urfalı yaşlı bir amcanın hikayesini okuduğumuz "Suskunluğa Övgü", bitirince bu atmosfere bizi de çekiyor. Namlı bir eşkıya iken eşini görüp tövbe eden amca, 75'ten sonrasını neneyi toprağa verdiği için saymamış... Kimi zaman Ankara şivesiyle ve diğer şivelerle, doğal bir anlatımla yazılmış cümleler kitaba bir sıcaklık katıyor, “Musa’nın Geçileri” öyküsü gibi mesela.
Bir okur olarak okuduğumuz kitaptan beklentimiz nedir? Hoşça vakit geçirmek, yeni şeyler öğrenmek, bildiğimiz şeyleri tekrar, biraz hüzünlenip biraz gülümsemek, tarif edemediğimiz duyguları ifade etme yetisi... Sokakta, saydığım bu soruların hepsi için gayet tatmin edici bir kitap. "Ah minel aşk" dediğimiz aşklar da okuyoruz, "Vay canına" dediğimiz, mahfillerde adı geçen ustalarla anılar da. “Huzur Kıraathanesinin Balkonu”, İsmail Kılıçarslan ile İbrahim Tenekeci’nin öyküsü, hoş bir anekdot. Ve içinden birkaç cümle:
"Meğer biz koyundan, ağaçtan, çiçekten, çocukluktan bahsederken aynı zamanda dergiden de bahsediyormuşuz. İbrahim abi gibi adamlar şiir yazabilen adamlar değil, ‘pekey demekle kaim’dostlar ararmış meğer."
Burada duralım. İlişkilerimizi, dostlarımızı bir düşünelim. Kaç kişi böyle bir muhabbet yakalayabildi? Cevabı herkes içinden versin.
Akranlarım beni onaylayacaktır; çocukken erkekler berbere gitme vaktinin geldiğine kendileri karar vermezdi. Belli aralıklarla babaları onları uyarır, onlar da berbere gider babasının selamını söyler, tıraşını olur gelirdi. İşte, İsmail, 14 yaşındayken ilk defa berber koltuğunda büyüyor, çünkü ona öyküye de adını veren soru soruluyor: "Nasıl olsun?"
“Büyük Yolculuk: Külli Tuffa Beleş” öyküsü şöyle başlıyor: "Sene doksan. Yaş on dört. Bir v6 otobüsün hostes koltuğunda, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yolu izliyorum. Birazdan Bağdat'a gireceğiz. Ahmet Murat, ‘Bağdat'ın Yapılışı’ isimli şiirini yazmamış daha. Yazmış olsaydı, şehre girerken dilime pelesenk olurdu: ‘Arapça'da yapıldı, aruz kullanıldı."
Hikaye şu: Bir grup liseli öğrenci öğretmenleri eşliğinde umreye gidecek. O yıllarda kara yolu kullanılıyor. Otobüsle uzun bir yolculuk yapılacak. Irak sınırına gelince sınırdan geçmeden önce hocalar çokça elma alıyor, amaç ticaret. Sınırın öte tarafında elma pahalı, satıp bir taşla iki kuş vuracaklar. Kahramanın şoför olan amcası da elma alıyor. Sonu mu? Yolculuk bitti mi bilmiyoruz bu öyküde ama kahramanın yüreğine su serpildi çünkü külli tuffa beleş!
Aynı yolculuktan bir kaç anı/öykü daha var kitapta. Tarhananın bereketini okuyoruz birinde, bir gencin fikir dünyası nasıl oluşturulur bunu görüyoruz. Kul, gördüğünü işliyor.14 yaşındaki İsmail’in büyüyünce İslamcı bir genç olmasında da bu yolculuğun etkisi muhakkak büyüktür.
Geldik, son bölüme: “Soba yanıyor.”. Buradaki öyküler hikmet odaklı.
"Bugünlük Ekmeğim Var" öyküsündeki pejmürde giyimli yaşlı adam hepimize bir temiz nefis terbiyesi dersi veriyor. Anlayana mı demeliyim yoksa?
Yazar öyküyü şöyle bitirmiş:
“Bugünlük ekmeğim var' diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir. Bizse, şahane konforumuzla her gün 'neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek' yorgunuz."
"Fazla yaşamaktan yorgunuz" derdim bir öykü yazarı olsaydım.
Sözün sonu: Sokakta, yazar karşınızda oturuyor da sohbet ediyormuşsunuz gibi samimi bir üslupla yazılmış. Bununla beraber bir o kadar gerçek, bir o kadar etkileyici… Hem lezzetli, hem pek çok ders mahiyetinde tadımlık hikayeler.
Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com