"Burada insanların ben yaşadığını düşünmüyorum.
Sadece akşamları eve gittiğini düşünüyorum, zorla."
- Bülent Parlak
"Eve dönmek
Kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
- İsmet Özel
"İnsan her akşam bir özür arar kendine
Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur."
- Freud'un Göremediği Rüya
Eve, yersizliğe, köksüzlüğe, kimliğe, kendiyle meşgul olmaya, insan ilişkilerine, arayışa, yürüyüşe dair olan kitaplar, okurların büyük bir kısmı için heyecan vericidir. Son derece tekinsiz ama bir o kadar da verimli olan bu 'okuma arazisi'nin mayını da boldur, meyvesi de. Ağzı burnu kanamadan, içi dışı parçalanmadan bu araziden çıkabilen okur yok gibidir. Hayatta bazı konular entelektüel bir çaba olmaktan çıkmalı, gerekiyorsa okuyanın ve düşünenin içi dışı parçalanmalıdır. Bu parçaları bir araya getirmeden gerçekle yüzleşmek ve daha sonra o gerçeği yaşamak mümkün olmuyor.
Cümlelerimize "pandeminden sonra..." diyerek başladığımız günlerden beri evi, yuvayı, aileyi, ofissiz çalışma düzenini, dostluğu, aşkı, ölümü yeniden sorguluyoruz. Sorgulanan bu kuyulardan ne kadar su çekilebildiği ise ayrı bir merak konusu. İnsanoğlu ölümü yenmeye çalışırken aşkı kaybediyor, aman konforuma zeval gelmesin dediği duvarlar arasında esas evini arıyor, aklını yegane yoldaşı kabul edip ferahlama yollarına sırtını dönüyor, sürekli huzursuz hissetme hâlini yenebilmek için yeni çevrelere, yeni projelere, yeni fikirlere kulaç atıyor. Giderek boğuluyor. Çünkü asıl kulak verilmesi gereken mesajlar ve hadiseler gönülde cereyan ediyor, insanoğlu gönlünü can kulağıyla dinlemiyor. Kavramlar, teknik tanımlar, yorumlar sadece saatleri ve günü oyalıyor. Biz yine kendi bildiğimiz yollarla hiç giremeyeceğimiz yollar arasına birer teyel atıyoruz ve oturduğumuz yerden kalkıp bir kahve yapıyoruz. Sonra "oh be" diyoruz, "hayat güzel". Öyle de, sen nasılsın?
Her şey yolunda giderken bile yüzü hep içindeki oyuklara dönük olabiliyor insanın. Buralardan ne çıkacak acaba diye teyakkuzda bekliyor. Özellikle rutine fazla saplanınca ansızın çıkıveriyor işte oralardan bir şeyler. Sanki "bu böyle gitmez, bak hâlâ yerini bulamadın, nereye konsan oraya dalım diyorsun ama bir kanadın çok uzun zamandır kırık, göremiyorsun" der gibi. Sonrası dalgın bakışlar, birkaç kitap sayfasında çare aramalar, arkadaş sohbetleri, eve dönüş, uyku marşı ve kapanış. Yok öyle kapanma, rüyalar da çıkıveriyor birden. O kaygan zemini hatırlatıyor. Feride Deniz'in kitabının ilk cümlesini: "Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?"
Acaba dedim, İlahi Vuslat yerine kitabın adını doğrudan böyle mi koymalıydı? Ama o zaman da günümüzün kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırabilirdi bu güzel çalışma, halbuki alakası yok. O hâlde dedim, bu soruyu yazının başlığı yapayım, hiç değilse kendi hevesim kursağımda kalmasın. İlahi Vuslat, hem psikolojiyle hem de tasavvufla ilgilenenler için çok lezzetli bir karşılaştırmalı okuma imkânı sunuyor. Doğum travması ve bezm-i elest arasından bir seçim yapma gerekliliği yok kitapta. Psikolojiyle tasavvufun ayrıldığı çok önemli hatlardan birine vurgu var. Yalnız, özellikle batılı bazı hekimlerin ve terapistlerin doğum travmasından bahsederken neredeyse bezm-i elest konusuna yaklaştığı da gözlerden kaçmıyor.
İnsanın dünya üzerindeki ilk evi, anne rahmi. Buradan ayrılmanın ruhta bıraktığı izleri önemsememek mümkün değil. Öyle veya böyle hayata devam ediyoruz ancak dünyaya alışamayışımızın kökeninde, bu kopuşun da izleri olabiliyor. Kimilerine göre özlemler, arzular ve kaygılar hep oraya yönelik. Kimilerine göreyse yeryüzündeki evsizliğimiz, yurtsuzluğumuz, köksüzlüğümüz hep o ayrılışla ilgili. Fredrik Svenaeus, "Freud's philosophy of the uncanny" başlıklı makalesinde "İnsan olmak evsizliğe doğmak gibidir" diyor. Bu tedirgin edici cümle akla hemen Heidegger'in geworfenheit kavramını getiriyor: dünyaya fırlatılmışlık... Doğum Travması kitabında Otto Rank, bu travmanın bütün insanlığı şekillendirdiğini öne sürüyor. Çünkü ona göre anne rahminden ayrılan insanın önünde artık tek bir yol var, endişeyle yürümek. Bütün nörotik rahatsızlıkların kaynağında da işte bu endişe var. Feride Deniz durumu şöyle izah ediyor: "Dünyaya ağlayarak gelen çocuk için bu ayrılık, travmatik ve korku verici bir özelliğe sahiptir çünkü çocuk anne rahmindeki cennetinden ve annesiyle olan birliğinden kopartılmış ve kaotik bir ortama sürüklenmiştir. Rank, bu travmanın izlerini ve etkilerini sadece psikolojide değil sanat, din, bilim, felsefe vb. insanın pek çok farklı eylemlerinde göstermiş ve bu travmanın nasıl da yaşam döngüsünün her aşamasında yer aldığını çeşitli argümanlarla ispat etmeye çalışmıştır."
Psikanalizde doğum travmasını işlerken Freud'dan başlıyor Feride Deniz. Yani kaygıdan ve tekinsizlikten. Sonra Otto Rank'ın bu travmayı aşma yöntemlerinden bahsediyor. Sandor Ferenczi'nin 'denize özlem'inde, Michael Balint'in 'ilk aşk'ında, Nandor Fodor'un 'kayıp sevgili arayışı'nda hep bu travma var. Akabinde Jung'un doğum travmasına yaklaşımı anne arketipi, anima ve animus kavramlarıyla açıklanıyor. Jacques Lacan'ın 'arzumuzun eksik nesnesi' dediği doğum öncesi yaşam ve Julia Kristeva'nın doğum öncesi yaşamla melankoli arasında kurduğu irtibat kitabı zengin kılıyor. Doğum travmasının nesne ilişkileri, bağlanma teorisi, hümanist ve varoluşçu psikoterapiye göre işlenen kısımları da bir hayli kafa açıcı. Meseleye uzak olan okurlar bile rahatlıkla okuyabilirler ve kitabın engin kaynakçasından yararlanabilirler. Zira korka korka da olsa doğum meselesinde 'kendine ait bir yer' arayanların sayısı epey fazla. Transpersonal psikoloji hep ilgimi çekmiştir; haliyle Stanislav Grof ve Michael Washburn gibi isimlerin insanın gelişiminde bu travmayı nasıl ele aldıkları da İlahi Vuslat'ta yer buluyor. Burada, Grof'un defalarca dilimize çevrilmiş Kozmik Oyun kitabından bir alıntı paylaşmayı istedim: "Gerçek varlığımız kozmik yaratıcı ilkeyle bir olduğu için açlığımızı maddî dünyada peşinden koştuğumuz hiçbir şey gideremez. Tanrısal kaynakla mistik birlik dışındaki hiçbir deneyim en derin arzumuzu tatmin edemez."
Kitabın ikinci bölümü tasavvufta birliğin ve ayrılığın temalarını irdeliyor. İnsanın nasıl tasavvur edildiği, ruhun beden zindanında hapsolması, ayrılık acısı, arayış halinde olmak, aslî vatana (eve) özlem, Hakk'ta fani olmak, derken muhteşem son: vuslat ve ölüm. Burayı okurken naçizane tavsiyem, bir sonraki okuma serüveni için İbn Arabî'nin Aşk Risalesi'ni, William Chittick'in Tasavvuf'unu ve Robert Frager'in Kalp, Nefs ve Ruh'unu da listeye dahil etmeniz olsun. Ruhun bedenle ilişkisi çok önemli. İnsanın hem kendisini (nefsini) ve yaratıcısını bilmesi için olmazsa olmaz bilgiler yatıyor bu ilişkide. Bilgiye kavuşmak ne kadar zorsa ondan hayat pratiği (idrak) çıkarmak da o kadar zor. Tek başına olacak hadiseler değil ama ilim talep edene (talibe) verilir. Bu yolda aramaktan daha lezzetli bir şeye de rastlanmıyor. Gelin bu bahsi 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Ken'an Rifâî'nin Şerhli Mesnevî-i Şerif'inden bir paragrafla kapatalım (daha doğrusu açık bırakalım): "Dünyada ve bir ten kafesinde olmak, Tanrı visaline engel bir hâl içinde bulunmaktır. Tanrı ile bir olmanın sırrını bilip bunun sonsuz yüceliğini idrâk etmişler için böyle bir engel elbette derin bir hicran ve özleyiş sebebidir.". Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi Mesnevî'sine "Bişnev in ney çün şikâyet mî küned / ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned" başlatan da bu hicran ve özleyiştir. Zira ney (insan-ı kâmil) o ayrılıktan her dem şikayet etmededir. Ondan duyulan nağmeler, bu ayrılığın nağmeleridir ve bizim dinleyişimiz, onun inleyişleridir. İlahi Vuslat'ın son bölümü modern psikolojide ve sufi psikolojisinde doğum travmasına olan yaklaşımları karşılaştırıyor. Hem meslekten olanlar hem de meraklılar için kitabın tansiyonunun en yüksek olduğu yer burası. Bol bol not almak, şaşırmak, tırsıp geriye çekilmek mümkün. Elbette üzerine gidecek cesurlar da vardır. "Yazık, şairler kadar cesur değilim."
Bu tip çalışmaların nasıl bir sona bağlanacağını hep merak eder, heyecan duyarım. Belki de sözü kısaltmanın, en pürüzsüz alandan konuşmanın yeridir o son. Feride Deniz de öyle yapmış. Gelin demiş, şuna travma demek yerine, ayrılık diyelim. Ama bu ayrılık öyle bir ayrılık ki, tekrar kavuşulacağı en başından söylenmiş. Eskilerin birbirlerine "ayrılığın olmadığı yerde görüşelim" demeleri de bundan. Saza gelmiyor, söze gelmiyor o vuslat. Ruhun hafızasında da o vuslat gömülü işte. İnim inim inletmesi bundan. Ama dayanma gücü vermesi de bundan. Yoksa hiç Sultân-ül-Âşıkîn Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle der miydi: "Selam olsun o kavuşma gününe! Eğer sana mutlaka kavuşacağımı bilmiyor olsaydım, bu ayrılığa tahammül etmem mümkün olmazdı!"
İlahi Vuslat gibi besleyici, zihin açıcı çalışmaların artmasını isteriz. Feride Deniz'i de can u gönülden tebrik ederiz. Bütün yolculuğun kendimizden kendimize doğru olduğunu hatırlatmak niyetiyle, başladığımız yere dönebiliriz: Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf