"Güce duyulan arzu, tüm tutkuların en aşikâr olanıdır."
- Cornelius Tacitus
"Güç baştan çıkarmaya hazırdır ve mutlak güç baştan çıkarır."
- John Dalberg-Acton
"Güç bir zehirdir."
- Henry Adams
Önce kitabın dayandığı gerçekten bahsetmek gerek. 1969 yılında California'da bir lisede tarih dersine giren öğrenciler ilginç ve unutulmaz bir olay yaşarlar. Palo Alto bunu aynı yıl "Dalga" adıyla romanlaştırır. Çünkü öğretmen Ron Jones'a göre yaşanılanlar korkunçtur. Dalga, bütün okulu alt üst etmiştir. Yıllar sonra Dalga, ABC kanalı için bir saatlik televizyon programı haline bile getirilmiştir.
Romanın konusu şöyle; tarih öğretmeni Ben Ross, öğrencilerine bir derste Nazi Almanya'sını anlatmaktadır. 1933-1945 yılları arasında sadece Almanları ilgilendiren bölgelerin değil tüm dünyayı etkileyen Nazilerin yaptıklarını bir belgesel film eşliğinde anlatır. Bu sırada sınıftan bazı sorular gelir. Bu sorulardan biri de Nazi yanlısı olmayan Almanların ya da başka milletten insanların, neden Nazilere karşı gelmedikleridir. Ben Ross, bu soruya ne kendini ne de öğrencisini tatmin edecek bir cevap veremez. Eve döndüğünde bunu bir deneyle göstermesinin doğru olacağını düşünür. Kitaplarına ve araştırmalarına gömülür, sonra da deneyinin formülünü bulur: Güç, birlik ve eylem için disiplin!
"Dalga" adındaki oluşum aslında bir deneydir fakat sınıftan başlayıp tüm okula ve hatta şehre yayılır. Ulusal bir birlik oluşturacağı artık söylentiden gerçeğe dönüşmeye başlar. Öğrencilerin aileleri büyük tepkiler gösterirler, derhal bu deneye son verilmesini isterler. Müdür, Ben Ross'u derhal bu işi bitirmesi için uyarsa da Ben Ross önce bildiğinden şaşmaz. Sonrasında sınıftaki Dalga yanlısı olmayan "biraz daha zeki" öğrenciler, arkadaşlarına göremediklerini göstermek isteseler de bu nafile olur. En sonunda bir gece Ben Ross'a giderler ve bu deneyi bitirmesini isterler. Ben Ross zaten bitirecektir, ancak deneyinden istediği sonucu alacağı zaman.
Bize eşitlikten bahsedenler aslında bize neleri kakalıyor? Bireyin özgürlüğü, toplumun özgürlüğü ve örgüt; birbirlerinden bağımsız şeyler mi? İnsan kendini keşfetmeden neye, nasıl hizmet edebilir? Bir başkası, senden değil diye, ona zarar vermek doğal mıdır? Bir disiplin içine girdiğimizde, fark etmeden kendimizi mi kaybederiz? Sorular, sorular, sorular. Todd Strasser'in romanı, işte bu soruları cevaplıyor.
Andre Gide'in bir sözü vardır; "İyi düşüncelerle kötü edebiyat yapılır" diye. Bu roman, kötü düşüncelerle yazılmış başarılı bir metni, sağlam bir kurguyu ve iyi bir edebiyatı barındırıyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
29 Nisan 2014 Salı
28 Nisan 2014 Pazartesi
Dilini Alamanya'ya kiraya verenlerin kitabı
Parçalı, buhranlı, modern”ist” romanları oldum olası çok sevemedim. Bu nedenle “Emine” Sevgi Özdamar’ın son kitabını biraz çekingenlikle aldım kitap rafından.
İçinde üç kısa öykünün (Annedili, Karagöz Alamanya’da, Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri Almanya Anıları) yer aldığı ve yazarın annesi Fatma Hanım’a ithaf ettiği Annedili (Mutterzung) “Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan” cümlesiyle açılıyor; “Benim bir derdim var, hadi gel birlikte bakalım.” diye davet ediyor muhatabı kendine.
Yazarın oldukça sert bir dili var, tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Yorucu, kelimelerin ucunu yakalamak için koştuğunuz, ilk başta iki yabancıyken okudukça aşina olduğunuz ve nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz bir dil bu. Diğer yandan bu vahşi üslubun anlatıcının çekingenliğinden, belki de korunma güdüsünden geldiğini kitapla haşır neşir olunca anlıyorsunuz. Kendi hayatından da parçaların yer aldığı, dolayısıyla yazarına dair de bir fikir sahibi olabileceğiniz kitapta altını çizdiğim çokça yer var ve her biri farklı bir sorunsal üzerinde ses veriyor: Annedili, göç, kapitalizm, sosyalizm, 60-70’ler Türkiye’si, ideal Almanya gibi kavramlarla yüzleşiyorsunuz anlatı boyunca.
Bir yaştan sonra ikidilli olmak, iki “annedilli” olmak nasıl bir duygudur bilmiyorum. İkisine de tanıdık ancak ikisine de yabancı kalır insan diye “tahmin ediyorum”.
Yazar ilk öyküsünde dilini en son nerede kaybettiğini sorguluyor, hangi kırılma noktasında artık Almanca düşünmeye, Almanca konuşmaya başladığını, hangi noktada bir dilde söylediği kelimelerin diğer dildeki karşılığını düşünmeye başladığının hatta hangi aşamada annedilinde aşık ol-a-madığının peşinden gidiyor.
İkinci ve son öyküde daha çok Almanya’ya göç şartlarından, göç esnasında yaşananlardan, üstün Alman demokrasisi ve Türkiye’nin geri kalmışlığından, ailelerin ayrı kalma sonucu maruz kaldığı dramlardan söz ediliyor. Sosyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla buralarda daha çok karşılaşıyoruz; sosyalizm konusundaki söylevlerin ikinci öyküde bir eşekten gelmesi de oldukça manidar diye düşünüyorum.
“Karagöz Alamanya’da” öyküsünde yer alan bir yer var, okurken gerçekten canımın acıdığını hissettim. Köylü karakterinin karısı, rüyasında köylünün babasının ve köylünün hırsızlık yaptığı bahçe sahibinin pazarlıklarına şahit olur. Konuşmalarda birtakım deyimler yer alır ve anlatıcı arkadan bu deyimlerin açıklamalarını yapar. Bir dili yeni öğrendiğimizde, yabancı dilde konuşurken aslında arkadan Türkçe konuşmamız gibi. Burada hangi dil anlatıya yabancı? Türkçe mi? Yoksa Türkçe mi?
Annedili, kapitalist duruşu, işçi göçlerini, göç süreçlerini, göçlerin Almanya ve Türkiye taraflarını gösteren ve nihayetinde kimliksiz bir kimliğe sahip olmanın benlikte açtığı yaraları anlatan akademik bir makale gibi; sadece daha yaratıcı, daha samimi, daha inandırıcı.
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas
İçinde üç kısa öykünün (Annedili, Karagöz Alamanya’da, Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri Almanya Anıları) yer aldığı ve yazarın annesi Fatma Hanım’a ithaf ettiği Annedili (Mutterzung) “Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan” cümlesiyle açılıyor; “Benim bir derdim var, hadi gel birlikte bakalım.” diye davet ediyor muhatabı kendine.
Yazarın oldukça sert bir dili var, tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Yorucu, kelimelerin ucunu yakalamak için koştuğunuz, ilk başta iki yabancıyken okudukça aşina olduğunuz ve nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz bir dil bu. Diğer yandan bu vahşi üslubun anlatıcının çekingenliğinden, belki de korunma güdüsünden geldiğini kitapla haşır neşir olunca anlıyorsunuz. Kendi hayatından da parçaların yer aldığı, dolayısıyla yazarına dair de bir fikir sahibi olabileceğiniz kitapta altını çizdiğim çokça yer var ve her biri farklı bir sorunsal üzerinde ses veriyor: Annedili, göç, kapitalizm, sosyalizm, 60-70’ler Türkiye’si, ideal Almanya gibi kavramlarla yüzleşiyorsunuz anlatı boyunca.
Bir yaştan sonra ikidilli olmak, iki “annedilli” olmak nasıl bir duygudur bilmiyorum. İkisine de tanıdık ancak ikisine de yabancı kalır insan diye “tahmin ediyorum”.
Yazar ilk öyküsünde dilini en son nerede kaybettiğini sorguluyor, hangi kırılma noktasında artık Almanca düşünmeye, Almanca konuşmaya başladığını, hangi noktada bir dilde söylediği kelimelerin diğer dildeki karşılığını düşünmeye başladığının hatta hangi aşamada annedilinde aşık ol-a-madığının peşinden gidiyor.
İkinci ve son öyküde daha çok Almanya’ya göç şartlarından, göç esnasında yaşananlardan, üstün Alman demokrasisi ve Türkiye’nin geri kalmışlığından, ailelerin ayrı kalma sonucu maruz kaldığı dramlardan söz ediliyor. Sosyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla buralarda daha çok karşılaşıyoruz; sosyalizm konusundaki söylevlerin ikinci öyküde bir eşekten gelmesi de oldukça manidar diye düşünüyorum.
“Karagöz Alamanya’da” öyküsünde yer alan bir yer var, okurken gerçekten canımın acıdığını hissettim. Köylü karakterinin karısı, rüyasında köylünün babasının ve köylünün hırsızlık yaptığı bahçe sahibinin pazarlıklarına şahit olur. Konuşmalarda birtakım deyimler yer alır ve anlatıcı arkadan bu deyimlerin açıklamalarını yapar. Bir dili yeni öğrendiğimizde, yabancı dilde konuşurken aslında arkadan Türkçe konuşmamız gibi. Burada hangi dil anlatıya yabancı? Türkçe mi? Yoksa Türkçe mi?
Annedili, kapitalist duruşu, işçi göçlerini, göç süreçlerini, göçlerin Almanya ve Türkiye taraflarını gösteren ve nihayetinde kimliksiz bir kimliğe sahip olmanın benlikte açtığı yaraları anlatan akademik bir makale gibi; sadece daha yaratıcı, daha samimi, daha inandırıcı.
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas
25 Nisan 2014 Cuma
Bosna'da yiten çocukluğa dair
Bir kitabın her sayfasında ağlıyor ve gidip Amine’nin çocukluğundan özür dilemek istiyorum tüm dünya adına.
Sinan’a ve tüm şehitlere ithaf ediliyor kitap. Sinan’a ve tüm şehitlerimize bir Fatiha okuyarak başlıyorum kitaba beni nasıl bir yolculuğun beklediğini bilmeden. Emine, “Bu kitap herhangi bir edebiyat eseri değildir, ben de yazar değilim, sadece ve sadece yaşananların unutulmaması adına küçük bir katkıdır.” diye belirtiyor önsözde. “Çünkü bugün hâlâ bir yerlerde çocuklar benim yaşadıklarımı yaşıyorlar. Kimisi daha kolay kimisi daha zor, haliyle savaşla mücadele ediyorlar. Ve dünya, yine Bosna Hersek örneğindeki gibi, sadece seyrediyor.” diye ekliyor.
Okurken soruyorum, “Şimdi ne yapılıyor?” diye. Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Myanmar’da ve hatta Türkiye’de katledilen insanlık için ne yapılıyor?
Lisedeydim, Amerika’nın Irak topraklarına “demokrasi” getirmek için girdiği yıllardı. Arkadaşımla Irak’a gidip gönüllü olma planları yapıyorduk. Sonra ne oldu? Twitter’da paylaşım yapmanın ötesine geçmez oldu sitemlerimiz. Günlük iş telaşemizden arda kalan zamanlarda vicdan rahatlatma amaçlı konuşmaların fazlasını yapıyorum diyen kaç kişi? Hala savaşlar var ve hala dünya izliyor, izliyoruz. Kaç Amine var bu topraklarda? Amine çocukken çocuktum ben de, özür dileyebiliyorum ondan, hayallerinden, acılarından. Şimdi ölen hiçbir çocuktan özür dilemeye hangimizin yüzü var?
“Sevgili Amine,
Ben Feyza, 26 yaşında. 92-95 arasındaki dönemi anlattığın yıllar, senin akranın.
Sen portakalı gördüğünde onu top zannederken, evinde tüm ailesinin ilgi odağı, yediği önünde yemediği ardında olmuş akranın.
Sen ıslak süngerlerde, bomba sesleri eşliğinde korkarken, gece sadece kabus gördüğü için annesinin yanında uyuyan akranın.
Sen, Sinan’ının ardından yas tutarken, abisinin getirdiği çikolataları zevkle yiyen akranın.
Sen, bomba parçalarından, şarapnellerden oyunlar icat ederken, Barbie bebeklerle, Cindy’lerle oynayan akranın.
Sen, çatısına bomba düşmüş yuvanın ardından ağlarken, sıcacık yuvasında güvenle yaşayan akranın.
Sen, annen kısmi bir soba yapsın diye yardım kuyruğunda yağ dolu teneke beklerken, sobasında mandalina kabuklarını yakan akranın.
Haberim yoktu Amine, olsaydı senin için de ağlardım, senin için de incinirdim.
Senin için de dua ederdim geceleri uyumadan önce.
Affet Amine.”
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Sinan’a ve tüm şehitlere ithaf ediliyor kitap. Sinan’a ve tüm şehitlerimize bir Fatiha okuyarak başlıyorum kitaba beni nasıl bir yolculuğun beklediğini bilmeden. Emine, “Bu kitap herhangi bir edebiyat eseri değildir, ben de yazar değilim, sadece ve sadece yaşananların unutulmaması adına küçük bir katkıdır.” diye belirtiyor önsözde. “Çünkü bugün hâlâ bir yerlerde çocuklar benim yaşadıklarımı yaşıyorlar. Kimisi daha kolay kimisi daha zor, haliyle savaşla mücadele ediyorlar. Ve dünya, yine Bosna Hersek örneğindeki gibi, sadece seyrediyor.” diye ekliyor.
Okurken soruyorum, “Şimdi ne yapılıyor?” diye. Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Myanmar’da ve hatta Türkiye’de katledilen insanlık için ne yapılıyor?
Lisedeydim, Amerika’nın Irak topraklarına “demokrasi” getirmek için girdiği yıllardı. Arkadaşımla Irak’a gidip gönüllü olma planları yapıyorduk. Sonra ne oldu? Twitter’da paylaşım yapmanın ötesine geçmez oldu sitemlerimiz. Günlük iş telaşemizden arda kalan zamanlarda vicdan rahatlatma amaçlı konuşmaların fazlasını yapıyorum diyen kaç kişi? Hala savaşlar var ve hala dünya izliyor, izliyoruz. Kaç Amine var bu topraklarda? Amine çocukken çocuktum ben de, özür dileyebiliyorum ondan, hayallerinden, acılarından. Şimdi ölen hiçbir çocuktan özür dilemeye hangimizin yüzü var?
“Sevgili Amine,
Ben Feyza, 26 yaşında. 92-95 arasındaki dönemi anlattığın yıllar, senin akranın.
Sen portakalı gördüğünde onu top zannederken, evinde tüm ailesinin ilgi odağı, yediği önünde yemediği ardında olmuş akranın.
Sen ıslak süngerlerde, bomba sesleri eşliğinde korkarken, gece sadece kabus gördüğü için annesinin yanında uyuyan akranın.
Sen, Sinan’ının ardından yas tutarken, abisinin getirdiği çikolataları zevkle yiyen akranın.
Sen, bomba parçalarından, şarapnellerden oyunlar icat ederken, Barbie bebeklerle, Cindy’lerle oynayan akranın.
Sen, çatısına bomba düşmüş yuvanın ardından ağlarken, sıcacık yuvasında güvenle yaşayan akranın.
Sen, annen kısmi bir soba yapsın diye yardım kuyruğunda yağ dolu teneke beklerken, sobasında mandalina kabuklarını yakan akranın.
Haberim yoktu Amine, olsaydı senin için de ağlardım, senin için de incinirdim.
Senin için de dua ederdim geceleri uyumadan önce.
Affet Amine.”
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
24 Nisan 2014 Perşembe
Acı acı gülümsemek
"Mizah soğuk zekanın bir faciayı gülünç bir halde göstermesidir."
- Peyami Safa
"Ölümler çıplak gelir."
- Düş Sokağı Sakinleri
Türk edebiyatında ciddi bir mizah boşluğu olduğu, hepimizin bildiği bir gerçek. Mizah yapılırken de gerçekçiliğin ne kadar olduğu, fantastik/bilim/kurgu üçlemesiyle yapılmaya çalışılan mizahın ne kadar kof olduğu, kelime oyunuyla mizahın karıştırıldığı ortada. Bu kadar çok şey aşikârken birinin hesap sorması, intikam alması gerekiyordu. Bahadır Cüneyt Yalçın da bunu yaptı. Edebiyatla içli dışlı olanlar, kendisini önce Dergâh dergisinden ve daha sonra da Afilifilintalar kadrosundan tanıyacaktır. Tanımıyorlarsa muhtemelen Cosmopolitan dergisi okuyup freshome'da fink atıyorlardır. Kolay gelsin.
Kitabın kapağından başlayayım. Yaptığı tasarımları aşağı yukarı 10 yıldır takip ettiğim sevgili dostum Kutan Ural'ın el emeği, göz nuru. Kitap kapaklarında fırfırlı cafcaflı kıllı tüylü şeyler yapmaya hiç gerek yok. Sadelikte güzellik vardır, bu da okuyucunun kitaba heyecanla başlamasını sağlıyor. Kutan bunu zaten yaptığı kitap tasarımlarıyla ispatladı, üstelik Türkiye'de hiç uygulanmayan tekniklerin de uygulanmasında emeği oldu. Kitap önce ve "tabii ki" anne babaya ithafla, ardından da Fikret Kızılok'un Yadigar albümünün Başbaşa şarkısından "Oysa şimdi kalbindeki ateşi söndür, öldür, unut gitsin diyorsun" sözleri ile açılıyor. Sonra da akıyor.
"Annem Kur’an okurdu, babam ansiklopedi. Ahlakımı annemden, bilimimi babamdan almışım. Çocukluğum sefertası gibi bir apartmanda geçti. Üç katlıydı, kızartma kokardı."
Aslında "Kuş Lokumu" ile birlikte Bahadır Cüneyt Yalçın'ın mizahı yakalanmış ve sevilmişti. Okuyucuda bir kitap beklentisi oluşmuştu haliyle. Bu kitap da, "tam zamanında" denilecek bir zamanda yetişti. Malum, ülke gündemi yoğun. Kendimizden başka, herkesi düşünüyoruz. "Kuş Lokumu" demişken, birkaç örnek:
- Bacak bacak üstüne atan insan savunmasızdır. ya size güvenmiştir ya da kendine. birini tokatlamayı düşünüyorsanız bacak bacak üstüne atmasını bekleyin. kaçamayacaktır.
- “Pirincin içindeki taş gibi hissediyorum” dedi Aleksi Pavloviç, "Beni arıyorlar ama dışlamak için."
- “Niçin böyle üzgünsün?” dedi nüfus memuru, “Adın neydi?” “Gaårchtak” dedi İsveçli, “Kapılar yüzüme kapanıyorken beni çağırdıklarını sanıyorum.”
- Limon ile ağız sulanması arasındaki ilişki korniş ile kol ağrısı ilişkisiyle açıklanabilir.
- Zeki Müren, Barış Manço ve Neşet Ertaş kahvehaneye girmiş. Dünyanın geri kalanı onlar çıkana kadar çok sıkılmış.
- Merhem deyince türkü, pomat deyince tıp.
- "Seviyorum” dedim, “Örnek ver” dedi. Eşantiyonsuz yapamazdı."
- ''Sni svyrm'' dedi, "yorma kendini" dedim.
Bunlar kitap için fragman olmuştur diye düşünüyorum. Zira böyle zekice cümlelerden bol miktarda var Mütevazı Bir İntikam'da. Sürekli kuş kafesi kokan, mizah ağırlıklı spor yazıları yazan anarşist Ali, yeni taşındığı evinde deli saçması mektuplar almaya başlar. Selin'in uğruna hapisten kaçılır. Şevval'in uğruna hapse düşülür. Asker Muhterem ve mafyadan hallice Tanju ile birlikte ortalık intikam gölüne dönüşür.
"Dünyada satırların gücünü idrak edebilmiş kaç kişiyiz? Damarlarında beşeri aşk kadar edebi aşk dolaşan kimler kaldı?"
"Birinin beni anlamasını özledim. Annemin mutfakta çay koyarken bardaklara attığı kaşıkların çıkardığı sesi özledim."
"İnsanların yüzde doksan dokuzu ilk aşklarıyla birlikte değildirler."
Hiç de mütevazı olmayan bir intikam, bir roman, bir kitap. Acı acı gülümsetiyor. Acımasız, gerçekçi ve rahatsız edici. Kuş kafesi kokusu gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Peyami Safa
"Ölümler çıplak gelir."
- Düş Sokağı Sakinleri
Türk edebiyatında ciddi bir mizah boşluğu olduğu, hepimizin bildiği bir gerçek. Mizah yapılırken de gerçekçiliğin ne kadar olduğu, fantastik/bilim/kurgu üçlemesiyle yapılmaya çalışılan mizahın ne kadar kof olduğu, kelime oyunuyla mizahın karıştırıldığı ortada. Bu kadar çok şey aşikârken birinin hesap sorması, intikam alması gerekiyordu. Bahadır Cüneyt Yalçın da bunu yaptı. Edebiyatla içli dışlı olanlar, kendisini önce Dergâh dergisinden ve daha sonra da Afilifilintalar kadrosundan tanıyacaktır. Tanımıyorlarsa muhtemelen Cosmopolitan dergisi okuyup freshome'da fink atıyorlardır. Kolay gelsin.
Kitabın kapağından başlayayım. Yaptığı tasarımları aşağı yukarı 10 yıldır takip ettiğim sevgili dostum Kutan Ural'ın el emeği, göz nuru. Kitap kapaklarında fırfırlı cafcaflı kıllı tüylü şeyler yapmaya hiç gerek yok. Sadelikte güzellik vardır, bu da okuyucunun kitaba heyecanla başlamasını sağlıyor. Kutan bunu zaten yaptığı kitap tasarımlarıyla ispatladı, üstelik Türkiye'de hiç uygulanmayan tekniklerin de uygulanmasında emeği oldu. Kitap önce ve "tabii ki" anne babaya ithafla, ardından da Fikret Kızılok'un Yadigar albümünün Başbaşa şarkısından "Oysa şimdi kalbindeki ateşi söndür, öldür, unut gitsin diyorsun" sözleri ile açılıyor. Sonra da akıyor.
"Annem Kur’an okurdu, babam ansiklopedi. Ahlakımı annemden, bilimimi babamdan almışım. Çocukluğum sefertası gibi bir apartmanda geçti. Üç katlıydı, kızartma kokardı."
Aslında "Kuş Lokumu" ile birlikte Bahadır Cüneyt Yalçın'ın mizahı yakalanmış ve sevilmişti. Okuyucuda bir kitap beklentisi oluşmuştu haliyle. Bu kitap da, "tam zamanında" denilecek bir zamanda yetişti. Malum, ülke gündemi yoğun. Kendimizden başka, herkesi düşünüyoruz. "Kuş Lokumu" demişken, birkaç örnek:
- Bacak bacak üstüne atan insan savunmasızdır. ya size güvenmiştir ya da kendine. birini tokatlamayı düşünüyorsanız bacak bacak üstüne atmasını bekleyin. kaçamayacaktır.
- “Pirincin içindeki taş gibi hissediyorum” dedi Aleksi Pavloviç, "Beni arıyorlar ama dışlamak için."
- “Niçin böyle üzgünsün?” dedi nüfus memuru, “Adın neydi?” “Gaårchtak” dedi İsveçli, “Kapılar yüzüme kapanıyorken beni çağırdıklarını sanıyorum.”
- Limon ile ağız sulanması arasındaki ilişki korniş ile kol ağrısı ilişkisiyle açıklanabilir.
- Zeki Müren, Barış Manço ve Neşet Ertaş kahvehaneye girmiş. Dünyanın geri kalanı onlar çıkana kadar çok sıkılmış.
- Merhem deyince türkü, pomat deyince tıp.
- "Seviyorum” dedim, “Örnek ver” dedi. Eşantiyonsuz yapamazdı."
- ''Sni svyrm'' dedi, "yorma kendini" dedim.
Bunlar kitap için fragman olmuştur diye düşünüyorum. Zira böyle zekice cümlelerden bol miktarda var Mütevazı Bir İntikam'da. Sürekli kuş kafesi kokan, mizah ağırlıklı spor yazıları yazan anarşist Ali, yeni taşındığı evinde deli saçması mektuplar almaya başlar. Selin'in uğruna hapisten kaçılır. Şevval'in uğruna hapse düşülür. Asker Muhterem ve mafyadan hallice Tanju ile birlikte ortalık intikam gölüne dönüşür.
"Dünyada satırların gücünü idrak edebilmiş kaç kişiyiz? Damarlarında beşeri aşk kadar edebi aşk dolaşan kimler kaldı?"
"Birinin beni anlamasını özledim. Annemin mutfakta çay koyarken bardaklara attığı kaşıkların çıkardığı sesi özledim."
"İnsanların yüzde doksan dokuzu ilk aşklarıyla birlikte değildirler."
Hiç de mütevazı olmayan bir intikam, bir roman, bir kitap. Acı acı gülümsetiyor. Acımasız, gerçekçi ve rahatsız edici. Kuş kafesi kokusu gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
17 Nisan 2014 Perşembe
Kırgın bir mektup
Sevgili Kardeşim Yağız,
Sana kırgınım. Böyle başlanmaz biliyorum ama yazmadan edemedim, affet. Kırgınım. Kitabını elime aldığım an başlayan bu kırgınlık, okudukça katlanarak büyüdü, büyüdü, büyüdü… Her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi yerle bir eder, hiç eder ya. İşte kitabını bitirmeme rağmen elimden bırakamayıp öylece kalakaldığım anda da öyle oldu. Dünya “hiç” oldu. Neydi, ne oldu! Bak, dinle:
Geçim derdi, kira derdi, fatura derdi, -yarına çıkmaya senedim var sanki- doğmamış çocuklarımın senelik 12.000 liradan başlayan özel okul masraflarının şimdiden zihnime ve omzuma yüklediği dertler… Dünyaya gelme sebebimi unutmuş, 9-5 yuvarlanıp gidiyordum işte mesaili mesaili, ne güzel!
Nihavent ile başladım, hicaz ile yürüdüm, sonum hüzzam oldu.
Okurken… Ne zaman dünyalıklardan bahsetsen güleceğim tutuyor. Bakıyorum, sen de aynı yerde gülmüşsün. Şair, okuyucusuna en çok bunu öğretiyor bazen. “Birlikte” gülmeyi.
Devam ediyorum…
Beyaz yakalılar, mavi kravatlar, plazalar, asansör düğmeleri, parlak papuçlar; kendimi görüp eğlenmeler… Tam alıştım derken “Burası mı acıyor?” diye parmağını yarama bastıran sevgili gibi bakan dizelerine denk geliyorum. Aşk olsun!
Alacağım cevaplardan sonra hâl ve hareketlerim eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum. Bundan sebep hep erteledim bazı soruları sormayı. Erteleye erteleye de unuttum. İyi mi! Şimdi gelmiş kitabında o soruları soruyorsun. Senin kalbin güzel ve cömert kardeşim, elbet cevaplarını da hatırlatıyorsun.
Dedim ya her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi hiç ediyor. Şimdi rengine kandığım dünya cehaletime bakıp bakıp gülüyor. (Gözümdeki perdeyi araladı bu kitap. Artık daha net görüyorum.) Sanma ki vazifen bitti. Bu kitap yetmez. Devamını beklemek, istemek, lazım gelirse ısrar etmek de benim vazifemdir artık. Şimdiden affet.
Adının hakkını veren gönlü er kişi,
Yazdıkların akbil sesini, kulaklıktaki müziği, hesap kitap yaptığım defteri, telefondaki toplantı alarmını… kapattı. İçime döndürdü yüzümü. Perdeleri kapatıp odanın ışığını açtı. Kendi evimde bir yabancı gibi dolaştım ilkin. Sonra aynaya baktım. Sonra? Sonrasını anlatacak değilim ama bil ki payıma düşeni gördüm. Değilse de göreceğim.
Gönlünün kıblesine iman ettim -ki sözcüklerin o kıbleden doğar, o kıbleye döner yüzünü yine ve öyle yürür adımıza. Bakmasını bilene işaret ettiğin başka bir cennetin kapısıdır. Allah girmeyi nasip etsin.
Kitabı okumaya başladığımda neredeydim, şimdi neredeyim. Bir şairin en mühim vazifelerinden biri de muhatabını aldığı yerden başka bir yere terk etmek değil midir?
Allah uzun ömür ve kuvvet versin, daha çok yaz. Yaz ki; ne vakit bir yol ayrımına gelsek ‘uykumuzda’, hatrımıza bir dizen gülümsesin.
Şimdi bu masanın başından kalkıp kitabını almaya gideceğim tekrar. Ve dostlarıma armağan etmeden evvel ilk sayfaya şunları yazacağım:
Sevdiceğim,
Bir dostun en mühim vazifelerinden biri de sevdiceği, bir şairle ilk kez tanışacağı sırada orada hazır bulunmaktır. Tıpkı şu an yaptığım gibi.
Ve ardından ertelediğim mektupları yazmak için tekrar masamın başına döneceğim. Çünkü haklısın:
"Çok iyiyiz, çok mahcubuz, çok alınganız şundan bundan
Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntılarımız ondan."
Kal sağlıcakla.
Başak Buğday
twitter.com/snbugday
Sana kırgınım. Böyle başlanmaz biliyorum ama yazmadan edemedim, affet. Kırgınım. Kitabını elime aldığım an başlayan bu kırgınlık, okudukça katlanarak büyüdü, büyüdü, büyüdü… Her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi yerle bir eder, hiç eder ya. İşte kitabını bitirmeme rağmen elimden bırakamayıp öylece kalakaldığım anda da öyle oldu. Dünya “hiç” oldu. Neydi, ne oldu! Bak, dinle:
Geçim derdi, kira derdi, fatura derdi, -yarına çıkmaya senedim var sanki- doğmamış çocuklarımın senelik 12.000 liradan başlayan özel okul masraflarının şimdiden zihnime ve omzuma yüklediği dertler… Dünyaya gelme sebebimi unutmuş, 9-5 yuvarlanıp gidiyordum işte mesaili mesaili, ne güzel!
Nihavent ile başladım, hicaz ile yürüdüm, sonum hüzzam oldu.
Okurken… Ne zaman dünyalıklardan bahsetsen güleceğim tutuyor. Bakıyorum, sen de aynı yerde gülmüşsün. Şair, okuyucusuna en çok bunu öğretiyor bazen. “Birlikte” gülmeyi.
Devam ediyorum…
Beyaz yakalılar, mavi kravatlar, plazalar, asansör düğmeleri, parlak papuçlar; kendimi görüp eğlenmeler… Tam alıştım derken “Burası mı acıyor?” diye parmağını yarama bastıran sevgili gibi bakan dizelerine denk geliyorum. Aşk olsun!
Alacağım cevaplardan sonra hâl ve hareketlerim eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum. Bundan sebep hep erteledim bazı soruları sormayı. Erteleye erteleye de unuttum. İyi mi! Şimdi gelmiş kitabında o soruları soruyorsun. Senin kalbin güzel ve cömert kardeşim, elbet cevaplarını da hatırlatıyorsun.
Dedim ya her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi hiç ediyor. Şimdi rengine kandığım dünya cehaletime bakıp bakıp gülüyor. (Gözümdeki perdeyi araladı bu kitap. Artık daha net görüyorum.) Sanma ki vazifen bitti. Bu kitap yetmez. Devamını beklemek, istemek, lazım gelirse ısrar etmek de benim vazifemdir artık. Şimdiden affet.
Adının hakkını veren gönlü er kişi,
Yazdıkların akbil sesini, kulaklıktaki müziği, hesap kitap yaptığım defteri, telefondaki toplantı alarmını… kapattı. İçime döndürdü yüzümü. Perdeleri kapatıp odanın ışığını açtı. Kendi evimde bir yabancı gibi dolaştım ilkin. Sonra aynaya baktım. Sonra? Sonrasını anlatacak değilim ama bil ki payıma düşeni gördüm. Değilse de göreceğim.
Gönlünün kıblesine iman ettim -ki sözcüklerin o kıbleden doğar, o kıbleye döner yüzünü yine ve öyle yürür adımıza. Bakmasını bilene işaret ettiğin başka bir cennetin kapısıdır. Allah girmeyi nasip etsin.
Kitabı okumaya başladığımda neredeydim, şimdi neredeyim. Bir şairin en mühim vazifelerinden biri de muhatabını aldığı yerden başka bir yere terk etmek değil midir?
Allah uzun ömür ve kuvvet versin, daha çok yaz. Yaz ki; ne vakit bir yol ayrımına gelsek ‘uykumuzda’, hatrımıza bir dizen gülümsesin.
Şimdi bu masanın başından kalkıp kitabını almaya gideceğim tekrar. Ve dostlarıma armağan etmeden evvel ilk sayfaya şunları yazacağım:
Sevdiceğim,
Bir dostun en mühim vazifelerinden biri de sevdiceği, bir şairle ilk kez tanışacağı sırada orada hazır bulunmaktır. Tıpkı şu an yaptığım gibi.
Ve ardından ertelediğim mektupları yazmak için tekrar masamın başına döneceğim. Çünkü haklısın:
"Çok iyiyiz, çok mahcubuz, çok alınganız şundan bundan
Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntılarımız ondan."
Kal sağlıcakla.
Başak Buğday
twitter.com/snbugday
10 Nisan 2014 Perşembe
Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışına dair
Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyan eğilimlerinin yeniden yorumlandığı Rönesans; felsefe, bilim ve sanatın Antikite ve Helen uygarlığında bulunacak köklerinin, liberalizmin alacakaranlığında yeniden diriltilmesidir. Aydınlanma düşüncesi ve sonrası için Ortaçağ, bu sebepten dolayı Avrupa’nın karanlık günleri olarak nitelenir. Rönesans, kapitalizmin sonraki aşamaları için geliştirici bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda felsefî gelişimi farklı bir yöne çeken Hıristiyanlığın öncesine dönerek Avrupa’nın kolonyalist yönelimiyle de doğrudan ilişkilidir: Feodal düzenin sınırlarını aşmak çabasındaki burjuvazinin imkânlarını genişleten Rönesans, coğrafî keşifleri mümkün kılacak teknolojileri de doğurmuştur neticede. Temel motivasyonu iktisadî olan bu durum, dünyayı yeni bir algının nesnesi olarak görecek deneysel çalışmalara ve araştırmalara yol açmıştır.
Bir Ortaçağ uzmanı olarak araştırma, deneme ve romanlar yazan Umberto Eco, bu dönemin hemen öncesini ele aldığı Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’te Rönesans ile tersyüz olan Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışını aktarıyor. Modern dünyanın felsefesini ister istemez deneyimlemiş ve içselleştirmeye zorlanmış okur için oldukça uzak olan Ortaçağ sanat kavrayışının temel meselelerini inceleyen Eco, kitabının önsözünde birbirinin kopyası gibi duran fikirler nedeniyle kimliksizlikle ve estetik duyarlılığın olmamasıyla suçlanan bu dönem hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltmeyi amaç olarak belirliyor. Müteakiben estetik duyarlılığın XV. asra doğru kökten değişimini göstermeye çalışıyor.
Bugün dejenere bir değer hâlini alan güzellikten söz etmek, Ortaçağ’a damgasını vuran Skolastik felsefe için yalnızca soyut bir kavramdan söz etmek demek değildir Eco’ya göre. Ortaçağ filozofu için güzellik aynı zamanda somut deneyimlerle ilgilidir. Bunun en iyi izahatını sanata bakıştan bulabilmekteyiz: Postmodern dünyada sanat, her şeyden fazla olarak duygular ve estetik düzeyi öne alarak kavranılan bir şeyken güzel diye nitelenen nesneye sahip olabilmekle alınacak haz da temel işlev ve öncelik değeridir. Oysa varoluşsal/felsefî/kuramsal anlamını hem İslâm’la birlikte Doğu’da hem de Avrupa’da Ortaçağ’da bulan sanat; duygulardan ziyade akla (intelect) hitap etmekte, estetik değeri değil güzellik metafiziğini önemsemekte ve maddî düzeyde en aşağı bir vasıf olarak işlevselliği talep etmektedir.
Ortaçağ düşünürlerinin bu minvaldeki kavramlarını ele alarak tahkik eden Eco, modern dünyada sanatın altüst edilmişliğini bu temelde ifşa eder. Ortaçağ düşünürü; sanatın vereceği hazzın insanı hakikatten uzaklaştıracağı düşüncesiyle dışsal güzellik ile içsel güzellik arasındaki mütekabiliyeti zorunlu kılan uyum anlayışı içindedir. Bu sebeple, Antik filozoflara çok farklı bir biçimde bakmış ve uyum sorununu ontolojik ve fizikî oranlamada aramıştır. Platon’un varlık anlayışına yakın ama çokça Pisagor metafiziğiyle ilişkili uyumu, Hıristiyan Mistisizminin zâhir-bâtın farklılaşmasının uzanımı hâline getirmiştir. Diğer yönden sanat tarih boyunca endüstriyel bir üretim değeri taşımışken Rönesans’a kadar belirli zümreler için hizmet vasfıyla sunulmuştur. Ancak Rönesans’ın kapitalist yayılma potansiyeli zaman içinde sanatın kitleselleşmesine yol açarak, belirli bir estetik duyarlılıkla sınırlandırılmıştır.
Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik kitabında Eco, “Aşkınsal Olarak Güzellik”, “Oran Estetiği”, “Işık Estetiği”, “Estetik Görme Psikolojisi ve Gnoseolojisi” gibi başlıklar altında din ve felsefe ile sanat arasındaki ontolojik bağdaşımı gözler önüne sererken onun sadece güzelliğe ilişkin doğasının değil aynı zamanda sınaî manasının da farklılaşmasını idrak etmenin kapılarını aralıyor. Yakın veya benzer konuları yazan Coomaraswamy, Guénon, Lings, Burckhardt gibi yazarların eserlerinde İslâmî yönünü de gördüğümüz Ortaçağ incelemeleriyle birlikte Eco’nun çalışması, sanat tartışmalarına katkı sağlayacak bir potansiyele sahip. Bu çerçevede Eco’nun özellikle sembol ile alegori ve güzellik ile ilginçlik farklılıkları hakkında bazı perspektif hatalarına düşmüş olması da eleştirilebilecek bir husus olarak öne çıkıyor.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Bir Ortaçağ uzmanı olarak araştırma, deneme ve romanlar yazan Umberto Eco, bu dönemin hemen öncesini ele aldığı Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’te Rönesans ile tersyüz olan Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışını aktarıyor. Modern dünyanın felsefesini ister istemez deneyimlemiş ve içselleştirmeye zorlanmış okur için oldukça uzak olan Ortaçağ sanat kavrayışının temel meselelerini inceleyen Eco, kitabının önsözünde birbirinin kopyası gibi duran fikirler nedeniyle kimliksizlikle ve estetik duyarlılığın olmamasıyla suçlanan bu dönem hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltmeyi amaç olarak belirliyor. Müteakiben estetik duyarlılığın XV. asra doğru kökten değişimini göstermeye çalışıyor.
Bugün dejenere bir değer hâlini alan güzellikten söz etmek, Ortaçağ’a damgasını vuran Skolastik felsefe için yalnızca soyut bir kavramdan söz etmek demek değildir Eco’ya göre. Ortaçağ filozofu için güzellik aynı zamanda somut deneyimlerle ilgilidir. Bunun en iyi izahatını sanata bakıştan bulabilmekteyiz: Postmodern dünyada sanat, her şeyden fazla olarak duygular ve estetik düzeyi öne alarak kavranılan bir şeyken güzel diye nitelenen nesneye sahip olabilmekle alınacak haz da temel işlev ve öncelik değeridir. Oysa varoluşsal/felsefî/kuramsal anlamını hem İslâm’la birlikte Doğu’da hem de Avrupa’da Ortaçağ’da bulan sanat; duygulardan ziyade akla (intelect) hitap etmekte, estetik değeri değil güzellik metafiziğini önemsemekte ve maddî düzeyde en aşağı bir vasıf olarak işlevselliği talep etmektedir.
Ortaçağ düşünürlerinin bu minvaldeki kavramlarını ele alarak tahkik eden Eco, modern dünyada sanatın altüst edilmişliğini bu temelde ifşa eder. Ortaçağ düşünürü; sanatın vereceği hazzın insanı hakikatten uzaklaştıracağı düşüncesiyle dışsal güzellik ile içsel güzellik arasındaki mütekabiliyeti zorunlu kılan uyum anlayışı içindedir. Bu sebeple, Antik filozoflara çok farklı bir biçimde bakmış ve uyum sorununu ontolojik ve fizikî oranlamada aramıştır. Platon’un varlık anlayışına yakın ama çokça Pisagor metafiziğiyle ilişkili uyumu, Hıristiyan Mistisizminin zâhir-bâtın farklılaşmasının uzanımı hâline getirmiştir. Diğer yönden sanat tarih boyunca endüstriyel bir üretim değeri taşımışken Rönesans’a kadar belirli zümreler için hizmet vasfıyla sunulmuştur. Ancak Rönesans’ın kapitalist yayılma potansiyeli zaman içinde sanatın kitleselleşmesine yol açarak, belirli bir estetik duyarlılıkla sınırlandırılmıştır.
Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik kitabında Eco, “Aşkınsal Olarak Güzellik”, “Oran Estetiği”, “Işık Estetiği”, “Estetik Görme Psikolojisi ve Gnoseolojisi” gibi başlıklar altında din ve felsefe ile sanat arasındaki ontolojik bağdaşımı gözler önüne sererken onun sadece güzelliğe ilişkin doğasının değil aynı zamanda sınaî manasının da farklılaşmasını idrak etmenin kapılarını aralıyor. Yakın veya benzer konuları yazan Coomaraswamy, Guénon, Lings, Burckhardt gibi yazarların eserlerinde İslâmî yönünü de gördüğümüz Ortaçağ incelemeleriyle birlikte Eco’nun çalışması, sanat tartışmalarına katkı sağlayacak bir potansiyele sahip. Bu çerçevede Eco’nun özellikle sembol ile alegori ve güzellik ile ilginçlik farklılıkları hakkında bazı perspektif hatalarına düşmüş olması da eleştirilebilecek bir husus olarak öne çıkıyor.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
9 Nisan 2014 Çarşamba
Devlet ve ekonomiye dair
İnsan, ünsiyet sahibi olduğu gibi, unutan da bir varlıktır; unutması dolayısıyla da hatırlayan bir varlık... Peki ya unutturmak, yani siyasal ideoloji haline gelen unutulanın unutturulması... Türkiye'de "birtakım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır."[ii] Kaba kuvvete dayalı bir imparatorluk geçmişinden kurtuluyorduk. Bilhassa "17. ve 18. yüzyılları kimse hatırlamak bile istemiyordu. (...) Aynı kaderi 19. yüzyıl da paylaşmaya fazlası ile adaydı. Ancak modern Türkiye'yi hazırlamış olan reformlar dolayısı ile hafıza kaydı bütünü ile silinmiyor, içinden günümüz için anlamlı görünen reformcu girişimler itina ile ayıklanıp hatırda tutuluyor, gerisi unutkanlığa terk ediliyordu."[iii]
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonralarından başlayarak, -özellikle oryantalist kaynaklar devşirilerek- Osmanlı İmparatorluğu olumsuz bir mit haline sokulmuştu. Oryantalist söyleme göre: "Doğuşundan itibaren ilerici olduğu iddia edilen Avrupa uygarlığının tersine, öteki yüksek uygarlıklar kendi gelişim havzalarında donmuş olarak kalmış olmalıydılar..."[iv] Çağdaşlaşmayı kendine amaç edinmiş Türkiye, modernleşme yolunda Batıyı takip/taklit edecekti ve tabi ki de geçmişin belirli bir zaman diliminde donmuş bir ceset gibi kalmış Osmanlıyı terk edecekti, hatta ondan kurtulacaktı.
15.yüzyılda Batı Avrupa'da şekillenen modern dünya-sistemi, kapitalist üretim ilişkilerince domine edilmekteydi, yani sermaye birikimine dayalı üretim ve tüketim ilişkilerinin hakim olduğu sistem. Ahmet Tabakoğlu konuyla ilgili olarak: "Emin olunuz ki, Batı'da denizaşırı sömürgeleşme olmasaydı, proleterleşme olmasaydı sermaye birikimi olmazdı"[v] der. Böylesi maddiyatçı bir düzende "Osmanlıların esas günahı bize miras olarak zengin bir ekonomi bırakmamış olmaları idi."[vi]
Mehmet Genç, Osmanlı Sisteminin neden Batı Avrupa'daki iktisadî gelişmelere ayak uyduramayışı sorusunu merkeze alarak, Ömer Lütfi Barkan'ın yanında doktora tezini çalışmaya başladı. İlkin Fransız kaynaklarını, sonrasında İngilizce öğrenerek İngilizce kaynakları taradı; ama 18. ve 19.yüzyıl arası Osmanlı iktisadî sistemini analiz edebilecek bilgilere ulaşamadığı için arşivlere girmek zorunda kaldı. Arşiv incelemelerinde yüz elliye yakın vergi kaleminden hazineye ödenmekte olan kayıtları 18.yüzyıldan itibaren çıkarmaya başladığında, vergi rakamlarının değişmediğini gören Genç ümitsizliğe kapılsa da, çalışmalarına devam etti. Önündeki bilmece açık ve netti: "Yüzyıldan fazla bir süre ile Osmanlı bürokrasisi, reel iktisadî faaliyet hacmi ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlaşılan bu değişmez rakamların kaydını yürütmek üzere binlerce sayfalık defteri neden hazırlayıp durmuştu."[vii]
Mehmet Genç, başladığı Osmanlı araştırmalarını en önemli iktisadi değişim aşamalarından Sanayi Devrimini ve yarattığı etkileri göz önüne alarak şekillendirir. Araştırmalarının neticesinde Osmanlı yönetim elitinin iktisadi hayata bakışında tespit ettiği zihni koordinat sistemini kendi terminolojisi içinde sistemleştirir. Bu koordinat sistemi, ekonomiye ait düzenlemelerde Osmanlı yönetim elitinin kararlarını alırken hareket noktasını belirlediği ilkelerdir. Genç’in klasik dönem olarak nitelendirdiği 19. yüzyıl öncesine kadar geçerli biçimde Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri, ‘iaşe’, ‘fiskalizm’ ve ‘gelenekçilik’tir.
I. İaşe (Provizyonizm) İlkesi
İaşe ilkesi, Osmanlı iktisadî dünya görüşünün en önemli politikasıdır ve ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmış, üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması esas alınmıştır.
"İaşe ilkesine dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalâtı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile, günümüzün himayeci iktisat politikalarına hiç benzemeyen bir hüviyet göstermektedir."[viii]
II. Gelenekçilik İlkesi
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadî ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme çabasıdır. Herhangi bir değişim halinde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde de tanımlanabilir.
"Ziraat, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinden kaynaklanan düzenlemelerin hedefi üretim ile tüketimin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bunalıma düşme tehlikesi daima mevcuttur. Korkulan asıl tehlike kıtlıktır. (...) Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli kontrol altında tutulurdu. Men-i israfat (somptuary laws) diye bilinen ve amacı lüks tüketiminin sınırlandırılmasından ibaret görünen yasaklamaların önemli bir kaynağı budur."[ix]
Osmanlı yönetim anlayışında gelenekçilik, ‘kadim olana göre davranma’ şeklinde ifadesini bulur. Genç’in bir kanunname’den alıntıladığı gibi “kadim odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz." Kadim, bir kuşağın zihin muhtevasında var olandır. Bu ilke yerleşmiş, denenmiş 'iyiler sisteminin' sürdürülmesini esas almaktadır.
III. Fiskalizm
Fiskalizm, hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarılmaya çalışılması ve ulaştığı düzeyin altına inmesinin de engellenmesidir. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu, devletin yapması gereken harcamaları karşılamak olduğu için, fiskalizmin dolaylı bir uzantısı olarak, harcamaları kısmaya yönelik çalışmalar da bu kapsamda değerlendirilebilir. Ana hedefi gelirleri mümkün olduğu kadar yükseltmek olan fiskalizm, bu hedefe ulaşmakta zorlukla karşılaştığı zaman, harcamaları kısma yönündeki faaliyetler de gelirlerin artırılmasına katkı sağlamaktadır.
Osmanlı iktisadî dünya görüşü bu üç ilkenin zamana, bölge ve sektörlere göre değişen oranlarda birleşmesinde meydana gelen bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde kimliğini kazanmış ve bu kimliği ile iktisadî hayatı yönlendiren düzenlemeler ortaya koymuştur. Ancak bu üç ilkenin oluşturduğu referans sistemiyle Osmanlı iktisadî uygulamaları açıklanabilmekte ve anlam kazanmaktadır.
Tarih kurgusunu kişileri baz alarak soyut ve durağan bir anlatı yerine, olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde dinamik bir anlayışla analiz eden Mehmet Genç'in sunduğu çalışma, mevcut Osmanlı algısına ağır darbeler indirmektedir. O zamana değin Osmanlı, ekonomiden anlamayan, içe kapalı olduğundan dışarıdaki gelişmeleri anlayamamış ve bu sebeple gelişmelere karşı yetersiz kalmış kaba kuvvete dayalı bir düzen, dolayısıyla terk edilmesi hatta kurtulunması gereken bir geçmişti.
Genç pek çok noktada Osmanlı dünyası ile ilgili bilinen klişeleri yerle bir ederek gerçek vesikalara dayanan yeni ve orijinal bir anlam dünyasını kendi terminolojisi ile şekillendirmeyi başarmıştır. Böylece Osmanlıların ekonomiden anlamadıklarının aksine, en iyi bildikleri şeyin ekonomi olduğu anlaşılmış, ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası çürütülmüş, aslında ticaretin teşvik edilen ve korunan bir sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı konumu ortaya konarak ispat edilmiştir.
Osmanlı dünyasının kapitalist bir mantıkla hareket etmediği, ekonomiyi toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç saydığı, rekabet ve çatışma yerine işbirliği ve dayanışmayı teşvik ettiği, aşırılık yerine itidalli davranmayı seçtiği örneklerle ortaya konmuştur. Osmanlı sisteminde iktisadî gücün ciddiye alındığı ve önemsendiği, ancak siyasal güce dönüşmesinin titizlikle engellendiği vurgulanmıştır.
Mehmet Genç, çalışmaları ile Osmanlı iktisat tarihçiliğini dünya platformuna taşımıştır. Devletin ekonomi içindeki rolü ve sistemin anlaşılmasını kolaylaştıran teorik kurgusu ile bize Osmanlı ekonomisinin robot resmini sunmaktadır. Gücümüzü, kültürümüzü ve kimliğimizi dayandırabileceğimiz büyük bir devletin mirasına daha büyük bir istekle sahip çıkmamızı öğütler. Osmanlıların kendilerinden önceki devletlerin yaşadıkları tehlikeleri nasıl görüp tecrübelerinden ders çıkardıklarını ve yaşayacakları muhtemel tehlike unsurlarını dikkatle ayıklayarak yavaş yavaş, bir heykeltıraş sabrı ve titizliği ile ölümsüz bir düzen inşa etmeye doğru nasıl çalıştıklarını anlamaya çağırır.
[i] Genç, Mehmet, 2010, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul
[ii] Duralı, Şaban Teoman, 2010, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.100
[iii] Genç, 2010, s.16
[iv] Wallerstein,Immanuel, 2007, Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Aram Yayıncılık, İstanbul, s.45
[v] Tabakoğlu, Ahmet, 2009, Almıla Dergisi, 2009/Yaz, s.73
[vi] Genç, 2010, s.17
[vii] a.e, s.29
[viii] a.e, s.49-50
[ix] a.e, s.64-65
Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonralarından başlayarak, -özellikle oryantalist kaynaklar devşirilerek- Osmanlı İmparatorluğu olumsuz bir mit haline sokulmuştu. Oryantalist söyleme göre: "Doğuşundan itibaren ilerici olduğu iddia edilen Avrupa uygarlığının tersine, öteki yüksek uygarlıklar kendi gelişim havzalarında donmuş olarak kalmış olmalıydılar..."[iv] Çağdaşlaşmayı kendine amaç edinmiş Türkiye, modernleşme yolunda Batıyı takip/taklit edecekti ve tabi ki de geçmişin belirli bir zaman diliminde donmuş bir ceset gibi kalmış Osmanlıyı terk edecekti, hatta ondan kurtulacaktı.
15.yüzyılda Batı Avrupa'da şekillenen modern dünya-sistemi, kapitalist üretim ilişkilerince domine edilmekteydi, yani sermaye birikimine dayalı üretim ve tüketim ilişkilerinin hakim olduğu sistem. Ahmet Tabakoğlu konuyla ilgili olarak: "Emin olunuz ki, Batı'da denizaşırı sömürgeleşme olmasaydı, proleterleşme olmasaydı sermaye birikimi olmazdı"[v] der. Böylesi maddiyatçı bir düzende "Osmanlıların esas günahı bize miras olarak zengin bir ekonomi bırakmamış olmaları idi."[vi]
Mehmet Genç, Osmanlı Sisteminin neden Batı Avrupa'daki iktisadî gelişmelere ayak uyduramayışı sorusunu merkeze alarak, Ömer Lütfi Barkan'ın yanında doktora tezini çalışmaya başladı. İlkin Fransız kaynaklarını, sonrasında İngilizce öğrenerek İngilizce kaynakları taradı; ama 18. ve 19.yüzyıl arası Osmanlı iktisadî sistemini analiz edebilecek bilgilere ulaşamadığı için arşivlere girmek zorunda kaldı. Arşiv incelemelerinde yüz elliye yakın vergi kaleminden hazineye ödenmekte olan kayıtları 18.yüzyıldan itibaren çıkarmaya başladığında, vergi rakamlarının değişmediğini gören Genç ümitsizliğe kapılsa da, çalışmalarına devam etti. Önündeki bilmece açık ve netti: "Yüzyıldan fazla bir süre ile Osmanlı bürokrasisi, reel iktisadî faaliyet hacmi ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlaşılan bu değişmez rakamların kaydını yürütmek üzere binlerce sayfalık defteri neden hazırlayıp durmuştu."[vii]
Mehmet Genç, başladığı Osmanlı araştırmalarını en önemli iktisadi değişim aşamalarından Sanayi Devrimini ve yarattığı etkileri göz önüne alarak şekillendirir. Araştırmalarının neticesinde Osmanlı yönetim elitinin iktisadi hayata bakışında tespit ettiği zihni koordinat sistemini kendi terminolojisi içinde sistemleştirir. Bu koordinat sistemi, ekonomiye ait düzenlemelerde Osmanlı yönetim elitinin kararlarını alırken hareket noktasını belirlediği ilkelerdir. Genç’in klasik dönem olarak nitelendirdiği 19. yüzyıl öncesine kadar geçerli biçimde Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri, ‘iaşe’, ‘fiskalizm’ ve ‘gelenekçilik’tir.
I. İaşe (Provizyonizm) İlkesi
İaşe ilkesi, Osmanlı iktisadî dünya görüşünün en önemli politikasıdır ve ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmış, üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması esas alınmıştır.
"İaşe ilkesine dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalâtı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile, günümüzün himayeci iktisat politikalarına hiç benzemeyen bir hüviyet göstermektedir."[viii]
II. Gelenekçilik İlkesi
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadî ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme çabasıdır. Herhangi bir değişim halinde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde de tanımlanabilir.
"Ziraat, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinden kaynaklanan düzenlemelerin hedefi üretim ile tüketimin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bunalıma düşme tehlikesi daima mevcuttur. Korkulan asıl tehlike kıtlıktır. (...) Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli kontrol altında tutulurdu. Men-i israfat (somptuary laws) diye bilinen ve amacı lüks tüketiminin sınırlandırılmasından ibaret görünen yasaklamaların önemli bir kaynağı budur."[ix]
Osmanlı yönetim anlayışında gelenekçilik, ‘kadim olana göre davranma’ şeklinde ifadesini bulur. Genç’in bir kanunname’den alıntıladığı gibi “kadim odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz." Kadim, bir kuşağın zihin muhtevasında var olandır. Bu ilke yerleşmiş, denenmiş 'iyiler sisteminin' sürdürülmesini esas almaktadır.
III. Fiskalizm
Fiskalizm, hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarılmaya çalışılması ve ulaştığı düzeyin altına inmesinin de engellenmesidir. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu, devletin yapması gereken harcamaları karşılamak olduğu için, fiskalizmin dolaylı bir uzantısı olarak, harcamaları kısmaya yönelik çalışmalar da bu kapsamda değerlendirilebilir. Ana hedefi gelirleri mümkün olduğu kadar yükseltmek olan fiskalizm, bu hedefe ulaşmakta zorlukla karşılaştığı zaman, harcamaları kısma yönündeki faaliyetler de gelirlerin artırılmasına katkı sağlamaktadır.
Osmanlı iktisadî dünya görüşü bu üç ilkenin zamana, bölge ve sektörlere göre değişen oranlarda birleşmesinde meydana gelen bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde kimliğini kazanmış ve bu kimliği ile iktisadî hayatı yönlendiren düzenlemeler ortaya koymuştur. Ancak bu üç ilkenin oluşturduğu referans sistemiyle Osmanlı iktisadî uygulamaları açıklanabilmekte ve anlam kazanmaktadır.
Tarih kurgusunu kişileri baz alarak soyut ve durağan bir anlatı yerine, olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde dinamik bir anlayışla analiz eden Mehmet Genç'in sunduğu çalışma, mevcut Osmanlı algısına ağır darbeler indirmektedir. O zamana değin Osmanlı, ekonomiden anlamayan, içe kapalı olduğundan dışarıdaki gelişmeleri anlayamamış ve bu sebeple gelişmelere karşı yetersiz kalmış kaba kuvvete dayalı bir düzen, dolayısıyla terk edilmesi hatta kurtulunması gereken bir geçmişti.
Genç pek çok noktada Osmanlı dünyası ile ilgili bilinen klişeleri yerle bir ederek gerçek vesikalara dayanan yeni ve orijinal bir anlam dünyasını kendi terminolojisi ile şekillendirmeyi başarmıştır. Böylece Osmanlıların ekonomiden anlamadıklarının aksine, en iyi bildikleri şeyin ekonomi olduğu anlaşılmış, ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası çürütülmüş, aslında ticaretin teşvik edilen ve korunan bir sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı konumu ortaya konarak ispat edilmiştir.
Osmanlı dünyasının kapitalist bir mantıkla hareket etmediği, ekonomiyi toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç saydığı, rekabet ve çatışma yerine işbirliği ve dayanışmayı teşvik ettiği, aşırılık yerine itidalli davranmayı seçtiği örneklerle ortaya konmuştur. Osmanlı sisteminde iktisadî gücün ciddiye alındığı ve önemsendiği, ancak siyasal güce dönüşmesinin titizlikle engellendiği vurgulanmıştır.
Mehmet Genç, çalışmaları ile Osmanlı iktisat tarihçiliğini dünya platformuna taşımıştır. Devletin ekonomi içindeki rolü ve sistemin anlaşılmasını kolaylaştıran teorik kurgusu ile bize Osmanlı ekonomisinin robot resmini sunmaktadır. Gücümüzü, kültürümüzü ve kimliğimizi dayandırabileceğimiz büyük bir devletin mirasına daha büyük bir istekle sahip çıkmamızı öğütler. Osmanlıların kendilerinden önceki devletlerin yaşadıkları tehlikeleri nasıl görüp tecrübelerinden ders çıkardıklarını ve yaşayacakları muhtemel tehlike unsurlarını dikkatle ayıklayarak yavaş yavaş, bir heykeltıraş sabrı ve titizliği ile ölümsüz bir düzen inşa etmeye doğru nasıl çalıştıklarını anlamaya çağırır.
[i] Genç, Mehmet, 2010, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul
[ii] Duralı, Şaban Teoman, 2010, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.100
[iii] Genç, 2010, s.16
[iv] Wallerstein,Immanuel, 2007, Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Aram Yayıncılık, İstanbul, s.45
[v] Tabakoğlu, Ahmet, 2009, Almıla Dergisi, 2009/Yaz, s.73
[vi] Genç, 2010, s.17
[vii] a.e, s.29
[viii] a.e, s.49-50
[ix] a.e, s.64-65
Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)