Tanıl Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tanıl Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2020 Pazar

Yeni Türkiye'nin siyasî dili yahut psikolojisi

Yakın siyasi tarihimiz dil sürçmeleriyle pek meşhurdu. Siyasiler daha önce kullanmaya alışık olmadıkları kavramlar ve zaman zaman da 'halk diline inme' gayretleriyle türlü türlü hatalar yaptılar konuşurken, demeç verirken. Olan oldu ve youtube bu konuda ciddi bir arşiv sunar hâle geldi. Bazen tarih de affeder ama arşiv asla affetmiyor. Siyasi tarihimize dair arşivlik kitaplar özellikle son 10-15 yılda ciddi biçimde arttı. Bazen gazete yazıları bazen de dergi makaleleri bir araya geliyor ve ortaya arşivlik kitaplar çıkıyor. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş gözden kaybolacak ama bir gün ortaya çıkarak 'her şeyi' yeniden hatırlatacak olan kitaplara arşivlik kitap denir, denebilir. Mesela Kemal Tahir'in kitapları edebi yönleri dışında arşivliktir, Uğur Mumcu kitapları da.

Yeni kelimesiyle başlayan her şey yeni bir düzen getirdi (dayattı) ve bu getiriden (dayatmadan) rahatsızlık duyan kimseler (muhalifler) derhâl etiketlenmeye başladı. Proje düşmanlığı'ndan vatan hainliği'ne uzanan bir etiketlenme bu. Kelimeler yeni kelimeleri getirdi, ortaya yeni deyimler, atasözleri, özdeyişler, ikilemeler, üçlemeler, beşlemeler ve adlandırmalar çıktı. Yakın zamanlardan iki örnek 'çapulcu' ve 'kahrolsun bağzı şeyler' olabilir.

Bir kesimi işaret eden, sadece işaret etmekle kalmayıp ötekileştiren, özsaygısını tehdit eden, varoluşuna saldıran kelimelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Hemen birkaçını sıralamak gerekirse: sen kimsin, marjinal, fitne, biz yaparız, fıtrat, gereği yapılır, kurunun yanında yaş, mağdur, güruh...

Bir de herkese seslenilen, seslenilmesi gereken bir ortamda sadece belirli bir kesime seslenen kelimeler var. Bunlar da aslında yukarıdaki gibi diğerleri ittiren, sıkıştıran, bunaltan kelimeler: benim esnafım, kimse kusura bakmasın, hassasiyetlerimiz, dokunulmazlıklar, biz yaparız, en doğal hakkım...

Hayatımızın her yerini kaplayan ve bu kapladığı alanı sürekli genişleten kelimeler de var. Bu kelimeler 'samimiyet'ini çoktan kaybetmiş kelimeler olmasına rağmen bilen bilmeyen herkesin ağzında sakız gibi büyüyor, küçülüyor sonra da bir kenara tükürülüyor. Elbette en başta samimiyet kelimesi, sonra: yerli ve milli, yeni Türkiye, büyük resmi görmek, algı operasyonu, hegemonya, medeniyet denen, sadakat, itibar, bedel, üst akıl, bizim kültürümüzde yok, kınama etiği, öfke etiği...

Dizilerden üniversite isimlerine, belediye etkinliklerinden ana haber bültenlerine kadar gözümüze gözümüze sokulan kelimeler olmazsa olur mu? Olmaz. Bu kelimeler aslında hiç de göründüğü gibi 'goygoycu' değil. Son derece hassas. Çünkü bu kelimelere itiraz edecek ve onların hakkında 'abidik kubidik' yorumlar yapacak olursanız başına iş açabilirsiniz. Mesela 'linç' sizin için birden bire 'tahrik hakkı' sayılabilir. İşte o kelimeler: kadim, çift başlılık, durmak yok, merhamet, olağanüstü, şehitler ve şahitler, malazgirt, bayrak, mehter, İbn Haldun...

Tanıl Bora, Birikim dergisinde yazmaya başladığı kelime odaklı yazılarının ilhamını iki kitaptan aldığını söylüyor. İlki Baskın Bıçakçı ve Alper Aslandaş imzalı Popüler Siyasî Deyimler Sözlüğü. Diğeriyse Victor Klemperer'in LTI: Nasyonel Sosyalizmin Dili kitabı. Bu iki kitap da hiç şüphesiz arşivliktir. Bu arada 'hiç şüphesiz' de nasıl şüpheli duruyor öyle...

Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye'nin Siyasî Dili, 278 sayfalık bir gazete olarak okunabilir aslında. Reklamsız, sansürsüz, gerçekçi. Sonra insan düşünüyor, bu kelimeler ne çok da karakterimize, şahsiyetimize, varlığımıza saldırıyormuş ya hu? Ne kadar yaralıyormuş aslında. Ne demek yani sen kimsin? Kimsem kimim. Öyle diyor Tanıl Bora mesela: "Sen kimsin! Güçlü ve zevkli bir tanımama jesti. Tanımıyorum seni, saymıyorum. Ehemmiyetsizsin, varlığınla yokluğun bir. Muhatap değilsin. Bir özne değilsin. Foucault 1969'da ünlü 'Kim konuşuyor?' konferansına Samuel Beckett'tan bir alıntıyla başlamıştı: 'Konuşanın kim olduğu kimi ilgilendirir sözü, konuşanın kim olduğunu dert eden birisinin sözüdür.' Sen kimsin!'in hor gören, tanımayan hoyrat büyüklenmesinin ardında da böyle bir dert yok mu? Tehdit algısı... ve tehdidi savuşturmak için o kim'i tanımlama erkini hep elinde bulundurma kaygısı... Böylece, kendi sözünden başka her sözü yetkisizleştirmek... 'Ne söylüyor?', 'ne yapıyor?' sorusunun ağzını, 'kim!' damgasıyla ('kim?' bile değil!) mühürlemek... Söyleyeni bile değil, söyleyene atfedilen kimliğin itibarını kırarak, söyleneni hiçleştirmek... Sözü kimlik kafesine kapatma stratejisi. Kimsem kimim kardeşim... Ben de senin gibi, insanlar arasında bir insanım. Sen benim söylediğime, sen benim yaptığıma bak... Kimsem kimim..."

Tekrar başa dönme ihtiyacı hissettim. Bir kelime ne kadar çok kullanılırsa o kadar etki kaybediyor. Yahut ters etki yaratıyor, ters tepiyor. Samimiyet gibi merhamet kelimesi de böyle. Merhamet neredeyse korkunç bir kelimeye dönüştü. İnsandan hayvana, ahşaptan çiçeğe kadar lafa gelince tam bir merhamet yurduyuz. Ama işe gelince insandan hayvana, ahşaptan çiçeğe kadar tecavüz. Kentleşme de bir tecavüz biçimidir mesela, bir süre sonra zevk almaya başlarsın. Oh dersin, şu gökdelenler ne güzel görünüyor akşamları. Işıl ışıl...

"Şehirlerin insanların başına yıkıldığı, binlerce insanın işsiz aşsız haksız hukuksuz bırakılarak 'medeni ölüme' mahkûm edildiği, 'kurunun yanında yaş' yakmanın adeta sürdürülebilir enerji yatırımına dönüştüğü bir vasatta... söz sahipleri Barış Bıçakçı'nın deyişiyle 'nişan alarak konuşur', hınç ve kin estetize edilir, terör-hıyanet-ihanet suçlamaları gaz bombası gibi yağdırılırken... zaten gadre uğrayanların hali konu edilmez, bilinmez, havadis olmazken... gerekçesinden sebebinden failinden muhatabından ari olarak, o saf 'insana bu yapılır mı?' irkintisi bile men edilirken... merhamet sağ kalır mı? Acı olan, vahim olan, 'halk içinde' merhametin gözelerinin kuruması, kurutulması... Zulümden, gaddarlıktan irkilme hassasının yittiği, kendi muhiti, kendi Biz'i haricindekilerin acılarına bigâne, 'bir insana bu yapılır mı?' haddinin tanınmadığı yerde, toplum olmanın hayatî bir kaynağı kuruyor demektir."

Biz küçükken 'kötü söz sahibinindir' derdik, samimiydik o vakitler. 'Ayna' derdik hatta, ne büyük bir imgeymiş sonra öğrendik. Büyürken, irfan sahiplerinin hep az konuşmayı tavsiye ettiğini okuduk. Dervişler az konuşur, erenler az konuşur, âlimler ve edipler az konuşur. Neden? Çok söz ya yalandandır ya da kötülük getirir, ondan. Öyle öğrendik. Edeb mesela: eline, diline, beline hâkim ol öğüdü. Hep öğütlerle büyüdük biz. Ama sonra bize öğüt verenlerin hiç de bu öğütler doğrultusunda yaşamadığını öğrendik. Sonra bir nefesle nefes aldık: "Şah Hatâyî’m neler gelir dilimden / hakikat kuşağın çözme belinden / nice özün bilmez derviş elinden / hırka ağlar tülbent ağlar şal ağlar."

İnsanın dilinden gelen, kendinden gelendir. Öz, bu yüzden sözdür. Özü sözü bir derken içi dışı bir olan kastedilir. Söz, şahsiyetin dile gelmiş hâlidir. Bu yüzden Tanıl Bora'nın kitabı aslında siyaset sahnesinin ve toplumumuzun psikolojik bir hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Temmuz 2020 Perşembe

Acısıyla tatlısıyla yengelik makamı

“Yenge olmak kolay fakat yenge kalmak zordur.”

Mustafa Çiftci ve Tanıl Bora'nın birlikte derlediği, İletişim Yayınlar'ından çıkan kitap “yenge” kavramını hem lisaniyat, morfoloji hem de bazı anılar üzerinden bizlere sunuyor. Mustafa Çiftci, sunuş yazısında kitaba, “İnsan, kendini insanda tanıyormuş” gibi hem çarpıcı hem de güzel bir cümleyle başlıyor.

Aslında hepimizin yengesi yahut yengeleri, yengelerimize dair birçok anılarımız var. Çiftci'nin anlattığı üzere, “Bir adam mahkemeye dilekçe vermek için arzuhalciye gitmiş. Ve başlamış anlatmaya. O anlatmış, arzuhalci yazmış. Dilekçe bitmiş, arzuhalci yazdığı dilekçeyi okumaya başlamış. Dilekçe okundukça adam başlamış ağlamaya. Arzuhalci sormuş neden ağlıyorsun? Adam demiş ki yahu meğer benim başıma neler gelmiş de haberim yokmuş. İşte aynen öyle diyorum; meğer “yenge” deyince ne çok söylenecek söz varmış da haberimiz yokmuş.

Biraz durup düşündüğümüzde aslında herhangi bir kavram üzerinde konuşacağımız o kadar çok şey çıkıyor ki günlük hayatın telaşesinde insanın gözünden kaçıyor ve insan bunları yakalayamıyor. Yine Çiftci'nin de dediği üzere, kitap buradan yola çıkarak çeşitli yazarların kaleminden yenge'yi anlatıyor.

Yengelerin dikkatleri vardır. Hangi akraba çay bardağında dudak payı bırakılmasını ister? Hangi komşu çok konuşur? Kayınvalidesinin yumurtası kayısı kıvamında olmazsa sofrada nasıl bir kıyamet kopar? Beşiktaş'ın (orijinalinde Fener) maçı olduğu gün, sevdiği er kişi nasıl hisseder? Daha birçok ince işin ilmini belirler yengeler.” (Mustafa Çiftci, sf.14 )

Kitapta, Mahir Ünsal Eriş, Hüsrev Hatemi, Fatma Barbarosoğlu, Cihan Aktaş, Metin Solmaz, Deniz Erkul Düzgün, Ercan Kesal, Ethem Baran, Adem Erkoçak, Rita Ender, Ender Özkahraman, Funda Şenol Cantek, Leyla Burcu Dündar, Sema Aslan, Kiraz Akın ve Sema Karabıyık'ın yazıları var.

Fatma Barbarosoğlu sitem ediyor: Nasıl oluyor da aynı kadın; sıfatı “teyze” iken anne yarısı, “yenge” iken akrebin izinden giden oluyor!

Mahir Ünsal Eriş, “onlara 'yenge' diyerek araya konan mesafe, aslında kadını erkeklerin arasındaki dünyanın dışına çıkarmaya hatta hiçbir zaman oraya ait olmadığını ima etmeye yarar.” gibi iddialı bir cümle sarfediyor. Ve ekliyor, “Bir kadından, 'yengeniz olur' bahseden erkek, o kadınla mevcut ya da muhtemel ilişkisini ifade etmek ister.

Devri hazırda bir satıcı, yanınızdaki eşinize, efendi adamsa sadece 'yenge', biraz salakça ise 'yengem benim' diye hitap edebilir.” (Hüsrev Hatemi, sf. 32)

Bir Korkunç Yenge Prototipi Olarak Semra Özal” başlıklı yazı kitabın en ilginç yazılarından biri olma özelliğine sahip diyebiliriz. Turgut Özal'ın eşi 'Semra Yenge'yi bizlere Funda Şenol Cantek özetlemiş.

Yenge olmadan yengeliği ne kadar bilebiliriz? Sema Aslan yazısında şöyle özetliyor: “Bu kelimeyle gerçek anlamda baş başa kalmayana kadar onun kastettiği mana ve oluşu, kendi çeperi boyunca yaydığı imayı, maruz kaldığı muameleyi, diğer kelimelerle gizli/açık ilişkilerini de göremiyor insan.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra ben de yengelerime olan anılarımı düşündüm. Tabii ki iyi yahut kötü birçok anım var. İyi olanları yazıp diğer yengelerimi küstürmemek için ve kötü olanları yazıp da olur ya yazımı okuyup kendisini bilmesin, sonra kötü hissetmesin istediğim için anılarımı burada anlatmaktan caydım.

Velhasılı bu derleme kitap bize çok güzel tecrübeler kazandırıyor. Vaktimizi kıymetlendiriyor. Tavsiye edilir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

8 Haziran 2018 Cuma

Sözün ve dolayısıyla insanlığın bittiği yer: linç

"İnsana gene insan lazım."
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)

Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."

Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."

Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.

İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.

Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."

Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.

Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."

Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf