Sadık Yalsızuçanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadık Yalsızuçanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2023 Çarşamba

Hayatımızdan eksilen insani hasletler

Sadık Yalsızuaçanlar’ın İki Semazen Bir Palyaço kitabı Sezai Karakoç’un bir dörtlüğü ile başlıyor: “Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere / Anne gitti ve sular buruştu testilerde / Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir / Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir."

Taha’nın Kitabı’nda yer alan bu şiir, İki Semazen ve Bir Palyoço'nun esbab-ı mucibesi gibi karşımıza çıkıyor. Söz konusu dört mısrada Karakoç; yitirilen sahiciliğe, sahihliğe duyulan özlemi anlatıyor ve bir anlamda da “neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.

Bir Şeylerin Acısıyla Anısıyla”, “Tekil Çığlık”, “Dil Yâresi”, “Kötülüğün Özü Üzerine”, “Acı Eşiği”, “Aldatmanın Özü Üzerine”... Rastgele seçilmemiş öykü isimleri bunlar. Kötülük, acı, yalnızlık gibi bu dünyaya ait travmatik kelimeler yüklü, çağrışımları hep varoluşun eğretiliği üstüne kurulmuş isimler. Eğretiliğin güzelliği “kritik” bir dönüm noktasını yakalamış olmasından kaynaklanıyor.

Otobiyografik diyebileceğimiz, kimi zaman da adı konmamış, tarihi yazılmamış bir günlükten pasajlar içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak pekala bu bölümleri de “anlattığım senin hikâyendir” ihtarı çerçevesinde okuyabiliriz. Zira anlatılanlar bir insanın kendi içinde yakaladığı derinliği her insanda yankısı hissedebilecek bir karşılığı bulunabilir ve hatta bulunabilirin ötesinde bulunmalı.

Kitabın temel temalarından biri de sokak hayvanları. Zulme uğrayan, aç biilaç köpeklerin hikayelerini anlatırken en hakiki hayat sahneleri, beşeri durumlara ilişkin sahiciliği yüksek ve etkileyici öyküler kaleme alıyor. Bir insanın ne denli zalim ve ne denli merhametli olabileceğini, merhametin melekliğin değil insan olduğunun da işareti olduğunu okuyoruz bu öykülerde. Geçmişten duyulan pişmanlıkla kendini sokak hayvanlarına hizmete adayan öykü karakterimiz, ne yaparsa yapsın kendini bir türlü affedemiyor. Duyduğu vicdan azabıyla adeta bir vakıf insana dönüşmüş olması bile onu ancak kısmen teselli edebiliyor. İsmini Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı nefis kitabının ilk cümlesinden alan “Ne Çok Acı Var”, tam da bu öykülerden biri. Konunun ve anlatımın dehşetengizliğini ifade edebilmek için bir bölüm alıntılamak isterim:

Sahil yolundan Arkum ilerlerken soldaki çöplükte bir köpek gördüm. Kulakları kesikti. Dayanılmaz, pis bir koku genzime çarptı. Köpek Haski’den daha zayıftı. Bir deri bir kemikti. Boynunda tasma vardı. Belki bugün veya dün kesilmiş bir koyunun derisini dişliyordu. Yiyemiyordu. Beni görünce ürktü. Deriyi alıp kaçmak istedi, taşıyamadı. Diğer salam geldi aklıma. Ürkmemesi için, “yavrum, kuzum, bak mama getirdim…” diyerek yavaş yavaş yaklaştım. Korkuyordu ama salamı fark ettiğinden kaçmıyordu. Birkaç metre uzağında durdu, salamı yere bölerek bıraktım. Geri çekildim. Hareketlendi. Arka bacakları kırık gibiydi, güçlükle yürüyordu. Beli makatına doğru düşüktü. Yaklaştı, deli gibi yemeğe başladı. Dikkatle bakınca fark ettim, makatı parçalanmıştı, kanıyordu. Memeleri büyükçeydi. Belli ki yavrularını hâlâ emziriyordu. Belli ki taciz edilmişti. Geçen ay kalp krizi geçirmiş, iki damarım stentle açılmıştı. Göğsüme ağrı çöktü, kolum uyuşmağa başladı. Asordili tanımda taşıyordum. Çıkarıp bir tane dilimin altına koydum. Göğe baktım. Gökte değildi, biliyordum. Her yerdeydi. Ama göğe baktım. Nolur dedim, bütün bunları anlamayabilmem için bana yardım et.

Kısa dinamik cümlelerle yazıyor Yalsızuçanlar. Kimi zaman bir liste gibi ilerlese de kurduğu atmosferle, kimi zaman da nükte veya kıssa tadında anlatıyla bir öykü dünyası inşa ediyor. Ne çok düş, rüya atıfı var İki Semazen Bir Palyaço'da. Uyanıkken geçen hikâyeler bile bir rüya atmosferine sahip. Büyük bir hikâyenin pasajlarını bir kaleydoskop gibi renkten renge şekilden şekilde, ahvalden ahvale dönüştürüyor İki Semazen Bir Palyaço.

Sadık Yalsızuçanlar’ın bazıları bir iki paragraf, bazıları bir kaç sayfadan ibaret olan kısa öykülerinde hayatımızdan eksilen insani hasletlere duyulan hasreti okuyoruz. Yalsızuçanlar, dokunduğu her şeyi bir öyküye dönüştürüyor adeta. Farklı okumalara açık bu öyküler, başka insanların gönüllerinde bambaşka boyutlara dönüşüyor, bambaşka hikâyelere kapılar açıyor.

İki Semazen Bir Palyaço ilham verici bir kitap.

Suavi Kemal Yazgıç
suaviy@gmail.com

5 Şubat 2022 Cumartesi

İnsan izinden bilinir

"Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası."
- Yûnus Emre

İnsan elbette sözle anlaşır ancak sözün anlam kazanabilmesi için anlatıcı ile dinleyicinin anlam dünyalarının kesişmesi gerekir. Bununla birlikte söz konusu bilginin de hem anlatıcı hem dinleyici tarafından gerek gündelik yaşamlarında gerekse zihinsel dünyalarında bir karşılığı olmalı. Günümüz insanının muhayyilesinde tasavvufi gerçekleri idrak edecek bir zemin oluşturmak oldukça güçtür. Tasavvuf, İslam coğrafyasında güçlü bir şekilde yaşandığı dönemlerde dahi pek çok rumuz kullanarak kendini ifade edebilmişken günümüzde öncelikle bu rumuzların çözülmesi ve daha sonra da günümüz zihniyetinde bu rumuzlara karşılık gelecek yeni rumuzlar bulunması gerekir. Bu anlamda düşünüldüğünde özellikle Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik eseri, günümüz insanının tasavvufu anlaması noktasında oldukça önemlidir. Lütfi Filiz, özellikle fizik bilimi başta olmak üzere yirminci yüzyılda ulaşılan bilimsel veriler ışığında, günümüz toplumsal ve siyasal yapısından hareketle tasavvufi kavramlara açıklık getiriyor.

Yûnus Emre’nin yukarıda zikrettiğimiz dizelerinde de rumuzlu bir anlatım var: Dilsiz nasıl bir haber getirebilir, kulaksız bu haberi nasıl dinleyebilir. İlk dizedeki çelişkinin açıklaması ikinci dizede veriliyor. Dilsizin de kulaksızın da anlaşmak için kullanacağı şey “can”dır. Ama bugünkü manada can değil. Yine Yunus’un bir başka şiirinde; “Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyerek ifade ettiği üzere ölümlüleri yaratan ve ölümsüz olanla irtibat kurduğumuz “can”dır. İnsan, diliyle söyler; kulağıyla duyar lakin dil de kulak da ölümlü olduğu için bunlarla ancak bu dünyaya ait olanları söyleyebilir ya da duyabilir. Ötelerin ötesini duyabilmek için can dili, can kulağı gerekir.

İşte, Sadık Yalsızuçanlar’ın Gezgin romanında hayatını anlatmaya çalıştığı İbn-i Arabî can gözüyle görmüş, can diliyle söylemiş bir insan-ı kâmil. Sadık Yalsızuçanlar, kronolojik bir hayat hikâyesi anlatmak yerine İbn-i Arabî’yi tasavvuf anlayışı içinde bir tekâmül serüveni içinde anlatıyor. Henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen devrin filozoflarıyla hikmet tartışması yapabilecek kadar saf bilgiye ulaşmış, ilham ve keşif yoluyla öğrendiklerini ilmi bir metodla sürekli not eden Gezgin sistematik bir şekilde eserlerini ortaya koyuyor. Endülüs’te başlayıp, Fas, Arabistan, Suriye, Filistin ve Anadolu’ya uzanan bir yolculuğun hem kendi içinde kemâle erişini hem de bıraktığı eserlerle gerek çağının sufilerini gerekse sonraki çağların sufilerini etkileyen vahdet-i vücut anlayışını okuyabiliyoruz romanda.

Gezgin’in Filozofla karşılaştığı sahnede tevhit anlayışı şu şekilde veriliyor: “Sanki üç kişiydiler, Filozof, Gezgin ve Sessizlik. Filozof, Gezginle Sessizlik’i ayrı birer varlıkmış gibi hissediyordu. Sonra bu duygusu dağıldı, sadece Gezgin’i görmeye başladı. Kendisi de sanki yok olmuştu. Sadece o vardı.” İnsanın bir kâmil insan karşısında kendi benliğinden sıyrılarak Allah’ın birliğini ve bütün varlıkların Allah’ın varlığının bir yansıması olduğu idrak etmesi günümüz insanı için teorik olarak kolay görünse de bunu hakka’l yakin derecede bilmek pek kolay değil. Kendi varlığını yok kabul etmek günümüz insanı için oldukça romantik görünüyor. Burada İslâm inancının ve tasavvufun “Teslim ol ki hür olasın.” düsturunun önemi ortaya çıkıyor.

Devrin hükümdarları kendisinin fikirlerine başvurmuş, İbn-i Arabî bu istekleri herhangi bir makam veya mevki almamak karşılığında yerine getirmiştir. Saltanattan, şöhretten mümkün olduğunca uzak durmuş ama devrin sultanlarına alem-i İslam’ın selameti için tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Kitaplarını yazma amacına yönelik Gezgin’in ağzından şunları söyletiyor Yalsızuçanlar: “Bu kitapları yazarken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli bir amaç gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım.” Bu ifade bize hem İbn-i Arabî’nin gerçek bilginin kaynağıyla ilgili fikirleri hem de dünyaya bakışı hakkında bilgi veriyor. Yalsızuçanlar’ın Gezgin’in ağzından aktardığı şu sözler de İbn-i Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışını izah etmesi bakımından önemli: “Yalnızlık ona mahsustur. Yaratıcı’ya oranla O’ndan gayrı olarak algılanan her şey, bir yanılsamadan ibarettir. O’ndan başkasına ad olarak kullandığımız her sözcük bir ikilik içeriyor, aşılması gereken bir eksikliğe işaret ediyor. Rab ile kul arasında bir ayrımdan söz edilince, bu ikilik, aşılması gereken sınırlar üretiyor. Oysa varlık birdir, ikilksiz Tek’in dışında ne varsa bir hayal, bir gölgedir.” Bu ifadeleri günümüzün seküler zihniyeti insanın kendini Tanrılaştırması biçiminde yorumlayarak büyük bir hataya düşüyor. Bu sözlerde esas ifade edilen; sadece insanın değil, Yaratıcı dışındaki hiçbir şeyin bir varlığının olmadığıdır. Var olan tek şey tecellidir. Tecelli ise yine O’na aittir.

Yalsızuçanlar’ın romanı bize sadece İbn-i Arabî’nin hayatını sunmuyor. Dönemin İslam bilginleri, mutasavvıfları, siyasi olayları ve bütün bunların içinde İbn-i Arabî’nin tasavvuf anlayışını, insan-ı kâmilin özelliklerini ve dünya hayatının geçici bir yolculuk olduğunu okuyoruz Gezgin romanında.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

14 Mart 2021 Pazar

Merhamet, insanı insân-ı kâmil eder

"Seven sevdiğinin hükmü altındadır ve kendi kendini yönetemez. O, ancak kalbine egemen olan sevgi sultanının emrettiği ve verdiği şeye göre hareket eder."
- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

Rikkat, Türkçemizin harikulade kelimelerinden biridir. İncelik, şefkat, merhamet gibi anlamlara geliyor. Rikkatli dediğimiz zaman duygulu, merhametli demiş oluyoruz. Rikkatine dokunmak, hüzünlendirmek. Rikkat-âmiz, hüzün veren ve merhamet uyandıran. Rikkat-yab, acıyan ve merhamet eden. Yeryüzünde rikkat sahibi insan sandığımız gibi az değildir, çoktur. Fakat "dünya hassas kimseler için cehennem yeridir" denildiğinden beri, rikkatli kimseler de pek hâllerini belli etmezler. Ya deliliğe vururlar ya da sessizliğe sığınırlar. Öte yandan bu kimseler çoğu zaman açtır, onlara açlık yakışır. Tasavvufta asırlardır tavsiye edilen açlık, yalnız mide açlığı değildir. Merak ve gayret de açlığa dairdir. İlme, hikmete, tefekküre daimi bir açlık beslemek, kişiye manevî yolda yakıt olarak kafidir.

Hikmet-i Hüdâ, çevremize rikkat nazarıyla bakabildiğimizde bazı "tuhaf" kimseler görürüz. İsimlerini, cisimlerini pek bilmediğimizden hemen yakıştırma yaparız. Bu yakıştırmalardan ilki 'deli'dir. Tavırlar belirgin biçimde farklıysa 'meczup' denir. Giyim-kuşam ve ihtiyaç ekseninden bakınca bazıları 'garip'tir. Eski muhitlerde 'âşık' denir, 'meftun' denir, bazen de 'erenlerden', 'velîlerden' gibi tasavvufî terimler girer işin içine. Velhasıl hepsi insandır lakin Allah'ın lütuf ve keremiyle kimi özellikleri çok yukarıdadır. Bu yukarıda olma hâlinden dolayı bazen davranışları farklı biçimlenir. Duyguları ön plandadır. Davranışlarını denetleme gereği duymazlar. Zira onlar Allah'ın müridi olmak vasfını ileriye taşıyarak 'murad'ın da kendileri olmuşlardır. Onlarda akıl, alıp başını gitmiştir ve sadece sevgi kalmıştır. Bir varlığı sevgi ele geçirince dışarıdan deli gibi görünmek de pek tabiidir. Tasavvufta "az akılla deli olunmaz" denir, "bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz" denir. İşin daha ötesi için büyük sultan İbn Arabî'nin Fütûhât-ı Mekkiyye'sine sizi davet ederim efendim: "Akılla idâre edilen bir sevgide hayır yoktur. Çünkü akıl, sahibini sınırlarken sevginin özelliği şaşırmak ve hayrettir. Hayret ise aklı dışlar, çünkü akıl seni bir araya toplarken hayret dağıtır. Bu, sevenin himmetinin pek çok noktaya dağılmasıdır."

Sadık Yalsızuçanlar; dinlediği, okuduğu ve bizzat tanıdığı meczuplarla meclûbları 2018'de Deli Tomarı'yla öykü dünyamıza kazandırmıştı. 2020'nin hemen başında, "Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar" başlığıyla incelemeye çalıştığım Allah'ın Adamları raflarda yerini almış ve okuyanlar tarafından çok etkileyici bulunmuştu. Ali'nin Parçaları ile birlikte, romanlarda alışık olduğumuz üçleme nihayete erdi. Bir söyleşimizde "Hepimiz O’nun ayaliyiz ama Kendisine yakınlaştırdıkları 'adamları' malum" demişti Sadık ağabey. Kurbiyet; yakın olma durumu, yakınlık. Bunu ne sağlıyor? Mevlâmızın 'Karîb' sıfatı. Sebe suresinin 50. ayetinin sonunda "innehu semîun karîb" diye geçer, "Şüphesiz O, işitendir, yakındır" anlamında.

"Çocukların, delilerin, meczupların, filozofların ve velilerin ruhları kardeş sanırım. Onların sözlerinin, egemen sistemin nosyonlarına aykırı olması, hakikatin hatırını yüksek tutmalarından. Hakkın hatrı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez. Oysa delinin söylemi gayr-i meşru değildir. O’nu egemenler söylüyor. Çünkü işlerine gelmiyor. Onlar dolaysız ve garazsız biçimde konuşuyor ve davranıyorlar. Çocuklar da öyle. Ayrıca çocuklar sorunun, insanın meşruluğunun simgesi olduğunu biliyor. Deliler de öyle, veliler de. Meczupların çoğu, deliliği bir örtü gibi kullanıyor. Kendini sırlamak için ne yapacak? Ya deli görünecek veya ayyaş…" demişti Sadık ağabey, söyleşimizde. Bu cümleler, 'üçleme'sinin de niyetini aşikâr ediyor. Kendini sırlayanların hâli. Bir de sırlamayanlar var, bu çağda içlerinde daima diri tuttukları yüce duygularından ve onların birer yansıması olan davranışlardan taviz vermeyenler.

Ali'nin Parçaları; gümbür gümbür yanan bir kalbe sahip olanları, kimsesizliğini başkalarının kimsesi olmakla tamir edenleri, gaddarlığa karşı yârenliği el feneri yapanları, önce başkasının acısına ve çaresizliğine koşanları bir araya getiriyor. Merhameti ve şefkati bir haysiyet meselesi hâline getirenleri. Yeryüzünde nefes alacak bir saniyesi varsa, onu da yeryüzüne bir güzellik olarak vermeyi bir tavır olarak benimseyenleri. Alî dersek ulu demiş oluruz. Tek bir ulu olduğunu bilenler, onun parçalarının da ulu olacağını bilirler. İnsan ancak Hakk'ın gölgesinde insan olabilir, hakkaniyetten kopmadıkça insan kalabilir. İşte bu hakikat, Ali'nin Parçaları'nda öykülere dağılmış durumda. Çünkü iyilik bir yerde toplanmaz, muhakkak dağılır. En 'şeytan'ının bile nasibi vardır iyilikten. Yüzünü hep kötülüğe dönmüş olanları dahi sırtından vurur iyilik, dön de bir bak der, güzel olana bir bak, güzel gör, güzel ol.

Mevlâmız merhametlilerin en merhametlisidir. "Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız", Resûl-i Ekrem'in hadislerindendir. O hâlde insanın Hakk'ın rızasına kavuşabilmesi için merhametle yakınlığını en kuvvetli biçimde kurmuş olması gerekmez mi? Acizlere, muhtaçlara, yoksullara yardım etmesi gerekmez mi? Sadece insanlar söz konusu değil, yaratılmış her şeye bu gözle bakması gerekmez mi? "Kimseden ilgi görmemişti. Şefkat nedir bilmiyordu" yazmış bir cümlesinde Yalsızuçanlar. Başka bir cümlesinde "Belli ki hiç sevilmemişti. Nasıl sevileceğini bilmiyordu." yazmış bir başka cümlesinde. Bu cümleler hemen bir insanı aklımıza getirmiş olabilir. Oysa bu cümlelerin geçtiği öykülerde bahsedilen, bir köpek. Merhamet, sevgi ve şefkat ortadan kaybolduğunda, acılar nasıl da bir oluyor, gözümüze sokmak için yapmış olmalı yazar. Gönlümüze de girerse, iş tamam. Yolumuz uzun ve yürümek zorundayız.

Birçok büyüğe selam veriyor öyküler. Tasavvufla ilgisi olanlar -mühim olan tasavvufun sizinle ne kadar ilgilendiğidir, orası ayrı- bu isimleri öykülerden çekip çıkarabilir. Neyzen Tevfik, Fethi Gemuhluoğlu, Münir Derman, Tevfik İleri, Erol AkyavaşMuzaffer Ozak, Dede EfendiZekâi Dede, Yûnus Emre, Mevlânâ Celâleddîn-i RûmîEbu'l Hasan Harakânî, İsmâil Ma‘şûkī... Daima "İlla Allah" diyen Salih, Trafik Reşat, Tımtıs Sefer, Semâ Zındığı Fırıldak Halil, Vesikalık İmam, Gassal Bey, Yandım Musa ve daha kimler kimler. Sevgili Sadık Yalsızuçanlar ağabey, herkesi cem etmiş ve aslında şunu söylemiş: İnsân-ı kâmili arıyorsan abasıyla, postuyla, takkesiyle arama. Zira "İzi yoktur ki izinden biline / dahi tozmaz ki tozundan biline / sen onu sanma sözünden biline / hakikat ehlinin olmaz nişanı" buyurmuş büyük sufi Niyâzî-i Mısrî. Rikkat nazarıyla bak insanlara, merhameti filtre olarak al. O zaman insanı görürsün, hem de has insanı, doğal ve katkısız insanı, saf insanı. Çünkü merhamet, insanı insân-ı kâmil eder.

Rikkat kelimesiyle başladık, merhametle devam ettik, ikisini bir araya getirerek bitirelim. Bunun için de bir büyüğe, Ahmed Avni Konuk'a başvuralım: "Eğer ben göz yaşı dökemiyorum, ne yapayım dersen, göz yaşı dökenlere merhamet et; o vakit sende rikkat-ı kalb hâsıl olmaya başlar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Ocak 2021 Pazartesi

Anadolu'nun manevî fatihi: Harakânî

"Kişinin aklı için en manalı uğraş 
dostu zikretmektir."
- Ebu’l-Hasan Harakânî

Sözlük anlamı; “açma, açılma” olan feth sözcüğü Türk-İslam tarihinde daha çok “İslam’ı yaymak ve adaleti hâkim kılmak için yeni kalelerin ve şehirlerin ele geçirilmesi” anlamıyla kullanılsa da İslam’ın maneviyat erleri olan sufiler paslı gönüllere mübarek nefesleriyle üfleyerek nice fethin mimarı olmuşlardır. Nice küffar beldesinin kapıları gazi ve şehitlerin kılıçlarından önce evliyanın, dervişanın ve dahi arifanın dualarıyla açılmıştır. Alp ve eren kavramlarını bir potada eriten bu maneviyat erleri, “alperen” adıyla hem aşk şehidi hem de gaza şehidi olmak için gaza etmişlerdir. İslam ordularından önce bu maneviyat erleri küffar beldelerindeki yaralı gönüllere sevgi tohumu ekmiş, İslam sancağı altında da vakıflar yoluyla hem Müslüman halkın hem de gayrimüslim halkın her türlü yardımına koşmuştur. Bu gönül erlerinden biri ve pek mühimi de Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleridir. Harakânî Hazretlerinin Kars’a gelişi ve Sultan Mahmud’un Hindistan’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerin ve dahi Sultan Alparslan’ın da Anadolu’ya yönelmelerindeki manevi telkinleri onun Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasındaki ehemmiyetini gösterir mahiyettedir. Harakân’dan sonra Kars’a gelerek burada halkı irşad etmiş, hem pek çok âlimin yetişmesine, hem de bölge halkının esenlik bulmasına vesile olmuştur.

Sadık Yalsızuçanlar’ın Harakânî Vakfı'nın başkanı Yavuz Selim Uzgur’la Ebu’l-Hasan Harakânî üzerine yaptıkları söyleşi, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî adıyla kitaplaşmış. Harakânî Hazretleri tarihî açıdan önemli bir figür olmasına rağmen tek başına tarihî bir karakter değildir. Aynı şekilde, güçlü bir edip olmasına rağmen tek başına bir şair de değildir, eriştiği yüce mertebeye rağmen tek başına bir din adamı da değildir. Bu nedenle Harakânî Hazretlerine dair konuşmak için Türk-İslam tarihine, Türk edebiyatına ve bilhassa tasavvuf şiirine ve dahi tasavvuf geleneğine hâkim olmak gerekir. Bu açıdan Sadık Yalsızuçanlar’ın isabetli soruları ve Yavuz Selim Uzgur’un tatmin edici cevaplarıyla şekillenen kitap on birinci yüzyıl Türk-İslam fetihleri ve tasavvuf geleneği hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Sadık Yalsızuçanlar giriş yazısında; “Tuğrul ve Çağrı Bey’leri de irfanıyla etkilemiş olan Harakânî’nin ‘çoklukta birlik’ öğretisi, Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde yaşamasını sağlayan bu öğretiye, bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir dünyanın kurulmasında Harakânî gibi bilgelerin yaşamı ve öğretileri bize ışık olacaktır.” diyerek hem Harakânî’nin öğretilerinin Selçuklu medeniyeti için önemini ortaya koymuş hem de bugün içinde bulunduğumuz yoksunluğun sebebini açıklamıştır.

Harakânî Hazretlerini ve dahi cümle Allah dostunu anlamak, onların sözlerine ve eylemlerine bir anlam yüklemek; kapalı bir kutunun içinde ne olduğuna dair, kutuya dokunmadan hüküm vermek ve hükümle kutunun içindekini yargılamak gibidir. Tasavvuf, hâl ilmidir; mekteple ve kitapla öğrenilmez. Bu nedenle mektep hocasının ve kitap ehlinin tasavvufa dair verdiği hükümler eksik veya isabetsizdir. Harakânî Hazretleri; “Bu aşkı tatmak için okyanusta bir balık ol…” sözüyle okyanusun dışındakilerin bu aşkı anlayamayacaklarını da ifade etmiştir. Okyanus, deniz ya da derya; tasavvufta vahdetin sembolüdür. Vahdet denizine dalmadan okyanusun derinliklerine dair hüküm vermek hamlıktır. İnsan, denizin kendisini boğacağını düşünür ama Cenab-ı Hakk bu konuda kuluna eman vermiş ve “Ben kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyurmuştur. Bu hadis-i kutsi, kendi benliğinden soyunan aşığın Allah’tan başkasıyla hesabı kalmadığını da işaret eder. Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımına baktığımızda da bu kutsi hadisi daha iyi anlıyoruz: “Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürüp kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” 'Seni sende öldürmek'ten kasıt, nefsin terbiye edilmesi ve masivadan yüz çevrilmesi, kısaca ölmeden ölme ölünmesidir. 'Kendinde ebediyen diri tutması'ndan kasıt ise aşığın gönlüne kendi varlığının, bütün esmasının tecelli etmesi ve böylece kendi nuruna aşığı vesile etmesidir.

Harakânî Hazretleri bir sözünde şöyle diyor: “Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah’a giden yoldadır.” Hazretin bu sözü Yunus’un; “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizelerindeki haykırışın izahıdır. Cenab-ı Hak, Yasin suresinde “Onlara Rableri katından bir selam vardır.” buyuruyor. Tasavvuf ehli, gönlündeki Hak nefesinin kokusuyla öylesine kendinden geçer ki sadece kokunun sahibini yani Allah’ı arzular. Bu kokuyu ona duyuracak olan kahır da olsa lütuf da olsa hoş gelir artık ona.

Tasavvuf ehli, bulunduğu makamdan konuştuğu için sözlerini zahir anlamıyla değil, batın anlamıyla düşünmek gerekir. Bu nedenle Hak aşığı pek çok sufi birbirlerinden söyledikleri sözleri açıklamalarını istemişlerdir. Abdullah Ensarî, Harakânî’nin maneviyatından gıdalanmış bir Hak dostudur. Huzuruna geldiğinde “Sufi, gayr-i mahlûktur.” sözünü açıklamasını ister. Bu söz, “Sufi, yaratılmamıştır.” manasına geldiğinden kapalı bir gönül gözüyle okunduğunda şirk barındırdığı düşünülebilir. Hâl ehli olanlar sözde bir irfan olduğunu bildiklerinden şerhini isterler. Harakânî şöyle izah eder: “Sufi sizin anladığınız gibi yiyen, içen, yatan, uyuyan değildir. Gönlündeki Allah’ın sırrıdır sufi, gönüldeki Hak’tır.Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyen Cenab-ı Hak, âşık kulunun gönlünde tecelli eder. Bu tecelliden sufi ortaya çıkar. Elbette, “oldum” demekle olunacak bir mertebe değildir bu. Yavuz Selim Uzgur; “Kul vara vara sultan olur.” diyerek tasavvuftaki azim ve sebatın önemini işaret ediyor.

Bakara suresinde mealen; “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyruluyor. Tasavvuf ehlinin bu konudaki düşüncesi; Hz. Âdem’e öğretilenlerin Allah’ın isimleri, yani Allah’ın hakikati olduğunu ve bu nedenle meleklerin secde edeceği bir mertebeye eriştiği yönündedir. İnsanoğlu da nefsini terbiye etmek yoluyla gönlünde Allah’ın nurunu parlatır ve meleklerin secde edeceği mertebeye erişebilir. İbn Arabî; “Allah, insana ihtiyacı suretinde tecelli eder.” diyor. İnsanın ihtiyacını bilmesi için ise nefsini tanıması gerekir. Bu minval üzere; “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Nefsini yani fıtratını bilmek, ihtiyaçlarını ve nefsini eğitme yollarını da bilmeyi sağlar. Mürşid-i kâmil, irşad edeceği dervişe fıtratına göre görev verir. Molla Güranî Hazretleri Somuncu Baba’nın huzuruna gelip “Ben de dervişiniz olmak istiyorum. Ne yapmam lazım, ne emredersiniz?” diye niyaz edince Somuncu Baba; “Şu eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel!” buyuruyor. Molla Güranî “Bunu yapamam sultanım!” deyince Somuncu Baba; “Peki evladım, yapacağın kadarını veririz sana da” diyor. Her nefis, aynı şekilde eğitilmez, kişi önce nefsini bilmeli.

Harakânî fakr ehli olmakla Peygamber Efendimizin varislerindendir. Sultan Mahmud’un ikramı olan altınları, “Boğazımızdan geçmez” diyerek geri çevirmiş ve biriktirmekten ziyade tasadduk etmeyi öğütlemiştir. Bir sözünde; “Âlimler diyorlar ki, ‘Biz Peygamberlerin varisleriyiz. Hâlbuki Peygamberin vârisi onun manevi ilmini taşıyanlardır. Peygamber fakrı seçmişti, biz de fakrı seçtik, Peygamber kimseden korkmazdı, Peygamber’in tıynetinde kandırma yoktu, insanların üzüldüğü şeye üzülmezdi, sevindiği şeye sevinmezdi, hizmet ederdi ve hizmetiyle de hiçbir zaman kendini üstün görmezdi, mütevazıydı, alçakgönüllüydü…” diyerek Peygamber Efendimizin asıl varislerinin marifet ehli olanlar olduğunu ifade etmiştir. Âlimlerle sufilere dair söylediği şu söz hem ilim ehlinde hem de tasavvuf ehlinde bulunması gereken hasletlerin neler olduğunu işaret ediyor bize: “Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: dünya hırsına sahip âlim ve ilimden yoksun sufi.

Dervişi şu şekilde tanımlıyor Hazret: “Üç nehirden beslenen bir denizdir: cömertlik, şefkat ve insanlardan müstağni olmak.” Bu sözüyle hem kendi yaşayışını özetliyor hem de bizlere asırları aşan bir mesaj gönderiyor. Bugün, toplumumuzun kaybettiği haslet tam olarak bu derviş tanımıdır. Anadolu’yu İslam irfanıyla mayalayan bu gönül erlerine gönül gözümüzü ve gönül kulağımızı yeniden açmamız gerek. Harakâni Hazretleri bir başka sözünde şöyle buyuruyor: "Türkistan'dan Şam'da kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir." Maneviyatından beslenen pek çok gönül erinden biri de Yusuf Hemedani'dir. Yusuf Hemedani, Hoca Ahmed Yesevi'nin üstadıdır. Yesevi'nin gönül sofrasından gıdalanan erenler de Anadolu'nun ıslahında önemli rol oynamışlardır. Anadolu'da gelişen tasavvuf anlayışının "Hak rızası için halkın gönlünü almak, halkın derdiyle dertlenmek" düsturu Harakâni'nin öğretilerinde de kendini göstermiştir. Bu da bize fethin manevi boyutunu ziyadesiyle izah ediyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

14 Ekim 2020 Çarşamba

Yanmakdır efendim biricik çâresi aşkın: Yaman Dede

"Yüz sürdü hâk-i pâyine çok Müslüman dede
Mollay-ı Rûm görmedi senden Yaman Dede."
- Yahya Kemal

Küçük Selimiye Camii'nin kapısını ardınıza alarak Karacaahmet Mezarlığı'na girin ve on beş, belki yirmi adım atın. Hafifçe solunuzda, asırlık bir servi ağacı göreceksiniz. İşte hemen onun altında eşi Hatice Hanım ile beraber yatmaktadır Yaman Dede. Hakk'ın aşkına tutulduğundan beri yanan, çevresini de o aşkla yakan bir zâtın mezarının bu derece ilgisiz -aşksız da denebilir- bırakılmasının bir sebebi var mı? Muhakkak vardır. Fakat o, yaşarken de ilgiden yana başı hoş değildi. Sevenleriyle ve talebeleriyle daha çok mektup yoluyla irtibat kurmayı severdi. Elini kimseye öptürmez, ola ki biri zorla öperse, ancak kamil bir mürşidinin elinin öpülebileceğini çünkü bütün âlemin kıvrandığı bir kişi varsa onun da işte bu kamil mürşid olduğunu hatırlatan bir yüreği vardı. El ele, el Peygamber'e, oradan Hakk'a. Kainat başka ne için kıvranır, yanar? Dedemizin mezar taşında şöyle yazar: Hüvel Bâki. Mevlânâ Aşıkı Yaman Dede. Hakk'a Kavuşmak İçin İrciî Emrine İtaat Etti.

Dervişlik ne ola? İrciî emrine başını uzata. Başka türlüsü mümkün mü ola? Salih Baba, "Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber / "Fedhulî" sırrından agâh olmayan dervîş midir" diye buyurmuş. Sufiler Hakk'ın günde yetmiş deva kulunun kalbine nazar ettiğini söylerler. Nasıl bir nazardır bu? Fecr Suresi'nin 28. ayetindeki "İrciî ilâ rabbiki" nazarı: Rabbine dön. İşte derviş bu bilinçle yaşamayı göze alana denir ki Yaman Dede de öyle yaşamıştır. Daima Hakk'la, her zaman Hakk'la. Ne yalnızken ne kalabalıklar içinde asla unutmadan. Hem kalple hem dille. Fecr Suresi'nin hemen bir sonraki ayetinde ise Salih Baba'nın fedhulî sırrı dediği başka bir neşe, müjde var. Fedhulî fî ibâdî: İyi, salih, seçkin, kullarımın arasına gir. Demek ki hitabı duyan, şifasını buluyor. Nitekim Yaman Dede de bulmuş. 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde bir Rum Ortodoks olarak başlayan hikâyesi, Farsça hocası İskilipli Osman Efendi’nin verdiği bir ödev (Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini okuma) sonrasında çok başka bir dünyaya kapı aralıyor. Hatta bu ödev yerine getirilirken o kapıdan içeriye giriyor dedemiz. Daha fazla ilgilenmeye başlıyor bu bilmediği -aslında bildiği ama unuttuğu- dünyayla. Arapça, Farsça, peşinden divan edebiyatı ve elbette Mevlânâ. Bir yandan da hukuk okuyup ömründe hep bir yük olarak gördüğü avukatlık mesleğini ediniyor. İstanbul'un iki yakasından da besleniyor. Üsküdar'ı "çaresizlerin sığınağı" olarak görürken haftada iki defa gittiği -kendi sözüyle haftalık haccını eda ettiği- Hazreti Hâlid'i -Eyüp Sultan- "başının tacı" yapıyor. Bir yandan Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede'den, diğer yandan Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek Dede'den Mesnevî okuyor. Ahmed Remzi Dede onun mürşidi. Manevi babalık görevini yaparak Diyamandi'yi Yaman Dede'ye çeviren de o.

İrfan geleneğimizin izini sürmeyi ömür gayreti edinmiş yazarlarımızdan Sadık Yalsızuçanlar, Diyamandi'de Yaman Dede'nin aşk ve çile dolu hayatını anlatıyor. Anlatmak derken, bir yazar olarak müthiş bir beceriyle aradan çekiliyor ve bizi Yaman Dede ile baş başa bırakıyor. Onun çevresinden, hayat hikâyesinden, mektuplarından ve yaşamının merkez noktalarından yola çıkarak, bir talebesiyle olan mektuplaşmasında bizi 'yazan' tarafın hayatına çekiveriyor. Sanki dede mektupları yazarken biz de hemen yanı başında, bir iskemlenin üzerinde, sessiz sedasız dinliyoruz, okuyoruz olup biteni. Hakk aşkının aleviyle bir oturup bir kalktığımız zamanlar oluyor böylece. İllallah değil, eyvallah'ı tercih eden dede gibi zatların yanında durmanın elbette büyük sınavları da var. Gözyaşı, keder, hasret gibi. Çünkü insanın olduğu her yerde her şey var. "İnsanlar üç zümredir: Biri incitmediğin halde incitir, diğeri incitirsen incitir. Üçüncüsü incitsen de incitmez." diyor Anadolu'nun kalbi Ebu'l Hasan Harakânî. Bu söz bizim şiirimizde "Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin / ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incinsin" dizeleriyle yer bulmuş ve hatta sufilerin yol aydınlatan nasihatlerinden olmuş. İşte Yaman Dede de öyle bir muhterem. Misafirliğe gitmeyi bile başkasına yük olmak gibi görüyor. Hayattan hiçbir şikâyeti yok. Kimsenin ne yaptığıyla meşgul olmuyor. Bugünün insanı için ne uzak bir gönül yüceliği. Başkalarının makamını, malını, mülkünü dert edinmek kişinin kendi hayatından şikayet etmesinin bir kaçamağı aslında. Kimse bilmez kimin gerçekte neye gönül bağladığını. Abdülkâdir Geylânî sultana binekleri ve serveti sorulduğunda şöyle dermiş: "Atlar gönlüme değil, ahıra bağlı."

Sadık Yalsızuçanlar, kitaptaki mektuplaşma kurgusunu 'bir hayatın izini sürme'den çok öteye taşıyor bu kitabında. Yaman Dede'nin kimlerle tanış olduğu, özel hayatındaki sıkıntılar, talebelerine nasihatleri gibi bugüne çok şey söyleyen sayfalar var Diyamandi'de. Bu sebeple Yalsızuçanlar'ın omzundaki yükün hem çok kıymetli hem de zorlu olduğunu düşünüyorum. Tasavvufun bugün bizlere ne söylediği çok perde arkası ediliyor. Halbuki bir gelenekten söz ediyoruz. Bu gelenek, dededen toruna birçok yolla ulaşmış fakat torun o yolları göremiyor. Bir ruh sıkıntısı, bir garabet var. Yollara taş koyanlar olduğu gibi yol fırlamaları da var elbette. Torunlara yardımcı olmak gerekiyor bu durumda. Yüzlerce yıl önce söylenenlerin bugün için bir şey ifade etmesi, hayatın içinde yer almasıyla mümkün. Romanlar bu yüzden çok önemli. Sırf Diyamandi'yi okuyup hazretin mezarına gidip, "Ey güzel Mevlâm, bize de bu aşktan nasip et!" diye dua etmek bile bir eylemdir, çok büyük bir eylemdir. Çünkü bezginlik ve umutsuzluk bataklığı, en inançlı insanları bile kendine çekebiliyor. Zor zamanlar bitmiyor. Kimimiz eskilerin tabiriyle daha genç yaşlarda gün dolduruyoruz, gönül eğlendiriyoruz. Günün de gönlün de ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan her şeyden uzak düştükçe daha da düşüyoruz. Kul dağılır Allah toplar, bunu unutuyoruz. Hatırlatıcılık görevini üstlenenlerle ilgilendiğimizde hemen bir diriliş başlıyor. Baştan kalbe, kalpten ayağa bir diriliş. Yeniden başlayış heyecanı. Oysa bu heyecan her sabah olmalı. Yarı ölüm denen uykudan uyandığımız her anı nimet bilmeli, eyvallah demeli ve çalışmalı. Gönlümüz ezelden yaralı. O yara sesini işitmemiz lâzım. Yaman Dede ne güzel söylüyor: "Büyüklerimiz ulaştığı mertebeye aklın kör kandiliyle değil, gönül kanadıyla yükseldiler. İçinden yaralı bir gönül sesi gelmeyenden kaçıyorum."

Diyamandi'de başka kimler var? İbrahim EthemYûnus Emre, Niyâzî-i MısrîMuhyiddin İbnü’l-ArabîFuzûlî, Osman Kemâlî BabaAbdülkādir-i Belhî, Ömer Hayyam, Annemarie SchimmelLouis MassignonCelâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Halil Cibran, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Şefik Can... Hepsi birbirinden farklı, 'biricik' bu kadar ismi bir arada görmek, her şeyi bir ediveriyor. Öte yandan mektuplardan anladığımız kadarıyla Yaman Dede'nin tarihimize olan ilgisi ve sevgisi de epey yoğun. O, özellikle tarihimizin hazin sayfalarını çevirenlerden. Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı ve askerlerin anıları, kederli hatıraları. İnsan kitabı bitirdiğinde kederle neşenin nasıl bu kadar iç içe geçebildiği karşısında şaşırıyor. Bir yanda coşkun bir maneviyat, öte yanda gam, gam ve gam... Yaman Dede de mektuplarında hepimizin, yani tüm 'maske'lerin aynı kaynaktan doğduğunu hatırlatıyor: "Benim melek yüzlü evladım, bir gün sen de anlayacaksın. Hayat ve ölüm yok. İki dünya yok. Hiçbir şey yok. Sadece O var. Hayat rüyadan ibaret. Ölüm bir rüya. Ötesi rüya. Sadece iki dünyayı kuşatan nur var. Hayatı, ölümü, dünyayı, öte dünyayı kaplayan görkemli nur... Başka bir şey yok. Azizim bir gün, varlıkla Hakk'ın arası yoktur, buyurmuştu. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün varlığı kuşatmıştır. Boşluk yok. Ara yok. Dara yok. Sadece O var. O'nun sonsuz maskelerinden ibaretiz."

Yaman Dede, iki dünya saadetinin anahtarını talebelerine şöyle dağıtıyor: ibadet ve muhabbet. Her ikisinin de ruhunun aşk olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu durumda insanların daima kalplerine, kendi kalplerine bakmaları gerekiyor. Ahmed Avni Konuk'un "Sen başkalarını beğenmiyor ve onların gidişatını eğri görüp teessüfler ediyorsun; biraz otur da kendi hâline ağla ve teessüf et!" nasihati burada mühim ama bir anekdot daha var. Şems-i Tebrîzî, zahirî ilimlerle meşgul olan bir meclise uğradığında talebelere şöyle demiş: "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama ne zaman siz 'Kalbim Rabbimden rivayet etti' diyeceksiniz?"

Yetmiş beş senelik ömrümün hülasası şudur evladım, diyor Yaman Dede: Aşk imiş her ne var âlemde... O, Mevlânâ dizeleriyle tanıştığı gün yanmaya başlamış, başka bir âleme gözlerini açmış. Sadık Yalsızuçanlar'ın harikulade eseri Diyamandi'de okuyanın ayaklarını yerden kesecek biçimde anlatılmaya çalışılan 'o âlem'den bizlere bir nefes getirir belki diye, Yaman Dede'nin yazdığı "Yak Sînemi Âteşlere Efgânıma Bakma" kasidesini merhum Emin Işık hocamızdan dinlemenizi istirham ederim. Ne güzel demiş hazret: "Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın / ateşle yaşar yaşla değil yâresi aşkın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Ağustos 2020 Salı

Anadolu'da tasavvuf, şiir ve irşad

İki cihan serveri kutlu nebi Hz. Muhammed (sav) hiç şüphe yok ki Cenab-ı Hakk’ın son peygamberidir. Bu vesileyle tek bir kavme değil bütün bir insanlığa gönderilmiştir ve yalnızca çağının değil çağlar ötesinin de müjdecisidir. Bilim insanları hem Kuran-ı Kerim’in hem de hadislerin binlerce yıl öncesinden bildirdiği nice hakikatleri bugün yeni yeni keşfediyor. Bu sebeple Kuran ayetleri ve hadisler tek yönlü okunamayacak kadar güçlü metinlerdir çünkü her çağa ve her zümreye ayrı ayrı mesajlar verir. “Şüphe yok ki bunda düşünenlere ibretler vardır.” ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl iz’an sahipleri bunu anlar.” ayetleri bu hakikati ifade eder. Bununla beraber bir rivayete göre peygamber efendimiz bir hadisinde; “Âlimler benim varislerimdir” buyurmuştur. Bu hadis ışığında Müslümanlar ilme ve ilimle uğraşanlara büyük bir ehemmiyet vermişler, âlimler de peygamber efendimizin ahlakıyla ahlaklanmayı ve insanları irşad etmeyi kendilerine görev saymışlardır. İşte bu irşad vazifesi içerisinde tasavvuf ve şiir büyük bir önem taşımış Horasan’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada şeyhler, müritler, dervişler ve şairler; gönüllerinde aşk, dillerinde şiirle halkı irşad etmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Yunus Emre, İbn-i Arabi, Niyazi-i Mısri, Şeyh Galip, Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba), Es Seyyid Osman Hulusi Efendi gibi pek çok sufi şair hem kâinatın sırrını haykırmış hem de halkı irşad etmiştir.

Anadolu, alelade bir yer değildir, tasavvuf ağacının nadide meyvelerini verdiği yerdir. Kılıçla fethedilen topraklarda halkın gönlünü Allah aşkıyla, hoşgörü, merhamet ve tatlı dille ve tabi şiirle fetheden Allah dostları bu toprakları İslam yurdu haline dönüştürmüştür. Yunus Emre’nin şu dizelerindeki rahmet ve koşulsuz sevgi nice aşılmaz kaleleri aşmış, geçilmez köprüleri geçmiştir.

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaratandan ötürü.

İşte bu ahlak üzere kurulan Devlet-i Al-i Osman altı yüz yılı aşkın bir süre üç kıtaya adaletle hükmetmiş, İslam ahlakını hâkim kılmış ve sancağını diktiğini topraklarda pek çok kutlu hatıra bırakmıştır. Anadolu coğrafyası binlerce maddi hatıranın yanında daha çok manevi hatırayı da taşır bağrında. Hangi beldesine, bucağına, iline, ilçesine gitseniz bir mübarek sizi maneviyatıyla sarar.

Malatya’nın bir ilçesi olan Darende de Es Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin rayihasını saklıyor bağrında. Sadık Yalsızuçanlar’ın Âşıkların Sırrı kitabına konu ettiği gazeller bu mübarek zata ait. Yalsızuçanlar’ın şerh ettiği gazeller Yunus Emre’nin, Mevlana’nın içtenliğiyle; İbn-i Arabi’nin sırrıyla haykırıyor. Yirminci yüzyılda yaşamış olan bu mübarek, şiirle irşad geleneğinin hala yaşadığını göstermesi itibariyle oldukça mühimdir. Bütün hayatını ilime, yoksullara yardıma adamış olan Osman Hulusi Efendi, şiirlerinde vahdet-i vücut anlayışını, Allah aşkını, insan sevgisini lirik bir biçimde işlemiş.

Osman Hulusi Efendi’nin soyu Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli’ye dayanıyor. Kitapta Yalsızuçanlar Somuncu Baba’ya ait iki şiirin de şerhini yapıyor. Raziye Sağlam’a ait Osman Hulusi Efendi’nin hayatını anlatan Gül Kokusu adlı romandan söz ediyor, ayrıca Hacı Bektaş Veli’nin hayatından söz ediyor ve Niyazi-i Mısri ‘nin bir gazelini de şerh ediyor. Yazar, gazel şerhleri yaparken Fuzuli, Yunus Emre ve İbn-i Arabi’nin şiir ve sözlerine de yer veriyor. Kitabın son bölümünde Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir röportaja da yer verilmiş. Bu röportajda yazarın sufiyane tavrını ve samimiyetini görmek mümkün.

Birkaç örnekle Osman Hulusi Efendi’nin şiir dünyasına biz de girmeye çalışalım:

Kapında devletim kullukta daim olmadır ey dost
Şükür matlubu senden gayrı ihsan olmamış gönlüm.

Cenab-ı Hakk, cennetle müjdelediği salih amel sahiplerine bir de “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır” mealindeki ayetiyle asıl mükâfatın kendisi olduğunu bildirir. Şair de kullukta sebat etmekten daha büyük servet tanımamakta ve asıl isteğinin Allah’ın rızası olduğunu ifade etmektedir. Aynı ahlaki tavır Yunus Emre’de, “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizeleriyle kendini bulur.

Demiyledir devranımız
Dost yüzüdür seyranımız
Çekilüben kervanımız
Semt-i yara doğru gider.

Bu dizelerde Hakk dostunun her an Allah’la birlikte olduğu, baktığı her yerde onu gördüğü ve “Allah’tan geldik, dönüşümüz ancak O’nadır.” ayetinin sırrı ifade ediliyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Mekkeli müşrikler tarafından şairlikle suçlanırken Kuran-ı Kerim’in şiirsel dili onun Allah katından olduğunun en büyük delillerinden biri olmuştur. Cenab-ı Hakk gerçeği gizleyen ve insanları sapkınlığa sürükleyen şairlere karşı Müslümanları uyarırken iman edip iyi işler yapanları ve Hakk’ı gözetenleri müstesna tutmuştur. Müslümanlar sözün kudretine inanmışlar ve şiiri zulme karşı bir silah olarak kullanmışlar. Geçtikleri yerleri yakıp yıkan Moğollar, Haçlılar geldi geçti; yeryüzünde kibirle yürüyen zorba hükümdarlar, zalim komutanlar toprak oldu ama Yunus’un “Ölürse ten ölür / canlar ölesi değil” muştusu hala içimizi ısıtmaya devam ediyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

11 Mart 2020 Çarşamba

Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar

"Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât

"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar

Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...

Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.

Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.

Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:

"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim.
"

Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:

"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."

Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:

"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.

Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.

O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."

Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.

"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Ocak 2019 Salı

Kendi gerçeğinin peşine düşmek

"Bir gerçeğe bel bağladım erenler 
Aldı benliğimi bitirdi beni 
Damla idim bir ırmağa karıştım 
Denizden denize götürdü beni."
- Âşık Daimî

Gerçek kelimesi, TDK'da yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat olarak tanımlanıyor. Gerek sözlü gerek yazılı olarak bir gerçekten bahsettiğimizde yalandan uzak bir yerde olduğumuzu beyan etmiş oluruz. Gerçek, doğru olandır çünkü. Doğru ve düzgün olmak, olmaya çalışmak, insanın 'gerçek'ten yaşamasını sağlar, gerçek bir insan olunur bu oluş hâlinde. Her oluş için de bir yola ihtiyaç vardır. Her yol, insana varlığını hissettiren, varoluşunu yeniden keşfetmesini sağlayan bir süreçtir diyebiliriz.

Yola, tasavvufî manada tarikat denir. Yolcu çıkar yola. Bazen aşkla, bazen kederle. Bakar ki o yol tek başına yürünebilecek bir yol değil. Bu yüzden "önce yoldaş sonra yol" dendiğini anlar. Önce yoldaşı bulmak lâzımdır ki gerçek manada yola çıkılsın, yolda olunsun. Bunun için yolcu, gerçekten 'yolun yolcusu' olmak istediğini beyan eder. Kime? Yolun büyüğüne, mürşide. Mürşid onu kabul ederse artık yolcu mürit olur, yola girenlerden olur. Şah Hatayî "Ârif isen bir gün seni seslerler / bülbül deyü gülistanda beslerler" diyor gerçekten yola girenlere. Girmiş gibi yapanlara, daha yola çıkmadan bulduğunu zannedenlere de "Bir gün seni rehberinden isterler / kimin izni ile girdin yola sen" ikazını yapıyor. Çünkü rehberin yoksa yolun yol değildir, bir oyalanmadır o. Evet yine 'ol'ursun, ama şeytanın maskarası olursun...

Sadık Yalsızuçanlar, tüm kitaplarında 'bir gerçeği' işaret eden yazarlarımızdan biri, nadirattan. Gerçeğin hikâyelerini, gerçeğin rehberlerini, gerçeğin taliplerini yazıyor, anlatıyor. Cam ve Elmas, yine bir gerçeğe ulaşma hikâyesi, bir rehberle bir talibin buluşma serüveni. Hemen başında bir rüyaya tanık oluyoruz. Tasavvuf okullarında, yani tarikatlarda rüya son derece önemli. Rüya vesilesiyle bir kapıya varmak için yola koyulan, bir rüyadaki işaretle bir insanın peşine düşen çok kimseler vardır herkesin malumu. Yalsızuçanlar da kısa bir rüya anlatımıyla bunu hatırlatıyor önce. Sonra da 'dünya'ya dönüyor. Bir kameramanın, belgesel çekmek maksadıyla ekiple birlikte Kars'a doğru yola çıkışına. Böylece roman iki türlü yola çıkış hikâyesi anlatarak başlıyor. Dünya ve ukba arasındaki insanı tarif eder gibi. Havf ve reca arasındaki kulu tarif eder gibi. Yalnızca ariflere tarif gerekmez, ama düşe kalka yürüyenlerin hem tarife hem de bir arife ihtiyaçları vardır der gibi. Tariflerin en hakikatlisini arifler yaparlar keza. Zaten rüyadan sonraki fasılda şöyle diyor yola koyulan kameraman: "Benim öyküm böyle başlamadı. Beni dünyaya temiz getirmiştin, onu koruyamadım, Sana kirlenmiş halde dönüyorum."

Dönüş kimedir? O'nadır. O'nun sevdiklerine doğru yola koyulmak da O'nunla buluşmaya vesiledir, aracıdır. Her şey, başka bir şeyin hatırlatıcısıdır. İnsan eğer yüreğiyle o hatırlatmayı yakalayabilirse buluşma için en büyük adım da atılmış olur. Başlangıç adımı, bebeklerin için deniyor ya hani, ilk adım diye, tam da öyle. Bebek demişken, merhum gönül erlerinden Lütfi Filiz bir şiirinde "Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir" der. Bu dizeleri 20. asrın büyük mürşidlerinden Muzaffer Ozak'ın sözlerine tutunarak açalım: "İki türlü baba vardır. Biri, insanın dünyâya gelmesine sebeb olan, diğeri de insanı kemâle eriştiren yani ma'nen 'urûc ettiren babadır. Birincisine sulb babası ya da döl babası, ikincisine ise yol babası denir."

Romanın kahramanı, yani kameraman, yalnız Kars'ın değil Anadolu'nun manevi büyüklerinden Ebu'l Hasan Harakânî'nin dergâhına vardığında yaşadığı çeşitli manevi hâller ve manevi değişiklikler neticesinde kendi hikâyesiyle yeniden yüzleşir. Buralara gelmesinin sebebi yalnız bir belgesel çekimi değil, bambaşka bir şey olmalıdır. İşte bununla yüzleşir. Yani vaziyeti anlamlandırır. Hüznü azık edinir: "Gönlünüz hüzünlenince bunu ganimet bilin, insanlar sıkıntının bereketiyle bir yere varırlar. Azığın hüzün olsun diyorsun hep. Ne zaman senden bir öğüt istesem böyle söylüyorsun."

Dergâhın şeyhiyle her karşılaşmasında tarifi mümkün olmayan şeyler hisseder. Bunların hiçbirini çevresindekilere ifşa etmez. Zaman zaman dalgınlaşır, uykuları ağırlaşır, işini savsaklamak belki denmez ama o kameranın ardında olmasının, hele ki Kars'ta olmasının sebebi onu düşüncelerden düşüncelere sevk eder. Madde ile mana arasındaki savaşta o da rolünü üstlenir. "Nerede niyaz varsa amaç O'dur, nerde kavga varsa amaç insanlardır." sözü gibi nice Harakânî sözü, ona rehber olur. Elbette her yolcu gibi işin içinden çıkamadığı zamanlarla karşılaşır. "Bana hazineleri açman için ne yapabilirim?" diye sorarken cevabı öğütlerden çıkarır: "Gönül denizdir, dil kıyı; deniz dalgalanınca içindekileri sahile atar."

Bâyezid-i Bistâmî, Dehistan'da şehitlerin mezarlarının bulunduğu tepeyi yılda bir kez ziyaret edermiş. Harakan'dan geçerken dururmuş, havayı koklayıp soluklanırmış. Dervişleri (yoldaşları) "Efendim, neden burada durup böyle yapıyorsunuz?" diye merak edince "Ben bu vurguncuların kasabasından bir erin kokusunu alıyorum. Adı Ali, künyesi Ebu Hasan'dır, benden üç basamak yukarıdadır. Aile yükü çekiyor, çiftçilik yapıyor ve ağaç dikiyor" der. Haber verir yani, Kars'tan Anadolu'ya, oradan cihana yayılacak o ulu eri. Çünkü aşk bir kaba sığmaz. O ağaç gibidir, kökü topraktadır. O kök o kadar sağlamdır ki tüm cihanı kaplar, kapsar, kavrar. Bundan sebep "Sevgiyi ağaçtan öğrenerek dönüyorum" der hikâyenin kahramanı. Camı ve elması anlar artık, bilir, görür. Kendi hikâyesinin nerede ve kimle başladığını öğrenir.

Bundan sonra ne mi olur? Bir büyüğüm, "Bırak kalbin uçsun, nasılsa konacağı yeri buldu" demişti. Herhalde yolcunun kalbi de bunu yaşar. Uçar ve konar... Gerçekle başlamıştık gerçekle bitirelim. İnsanın yolculuğunun gerçek bir yolculuk olması için, Harakan dergahının şeyhi ne buyuruyorsa onu küpe etmeliyiz kulağımıza: "Nefsin ölmedikçe asla hayat giysisi giyemezsin. Bir gezgine hangi seyahatinin çetin olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: Nefsimden sefer edişim."

Bazen insan cam gördüğünü zanneder de gördüğü elmastır, dokunduğu ve duyduğu elmastır. Bu ayrımı yapabilmek, yani sahiden görebilmek için bazen bir roman bile kılavuz olabilir. Yola çıkarmak ve o yolu gerçek kılabilmek için. Cam ve Elmas böyle bir roman...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Ekim 2018 Perşembe

İrfan yollarının birleştiği bir gönül eri: Harakânî

"Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan leziz."

- Sâlih Baba, Divan

Anadolu'nun tasavvuf bahçelerinde öyle ulular yetişmiştir ki biz bazen onlardan ziyade talebelerini daha çok tanırız. Onlara ulaşana kadar talebelerinin yapıp ettikleriyle ilgileniriz. Bu elbette, biraz da popüler kültürün eseri. Ancak tasavvuf okumalarını araştırmaya dönüştüren, bunları yaparken de ciddiyetini koruyan herkes bahse konu ettiğim bahçelerin manevi mimarlarına ulaşabilirler. Yol muhakkak bir uluya uzanır. Er ya da geç bu olur ancak zamanın erliği ve geçliği bize göredir. Olan biten her şey, zaten belirlenmiş olan bir zamanda olur. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.

Ebu'l-Hasan el-Harakânî, Bistâm'ın kuzeyindeki Harakân köyünde dünyayı teşrif etmiş bir ulu zât. Öyle bir ulu ki Bâyezîd-i Bistamî henüz hayattayken, kendisinden yüz sene sonra Harakân'dan büyük bir Hakk dostunun çıkacağını söylemiş. Bu menkıbeye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin naklinden ulaşıyoruz. Öte yandan Hz. Pir Mevlânâ'nın "Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî'den aldığımızdır" mealinde de bir sözü vardır.

Süleyman Uludağ hocanın İslam Ansiklopedisi'nde yer alan Harakânî sayfalarında gezindiğimizde, hazretin tam adının Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî olduğunu öğreniyoruz. Çiftçi bir ailedenmiş ve ümmîymiş. Bâyezîd-i Bistamî'nin türbesini ziyaret ettikten sonra onun ruhaniyetiyle terbiye edildiği belirtiliyor. Burada meraklılar üveysilik maddesine de muhakkak bakmalı ki bu terbiye meselesi anlam bulsun. Herevî'ye göre de Harakâni Hazretleri Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın mürididir fakat Herevî onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yukarıda olarak zikreder.

Horasan'lı büyük mutasavvıflardan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr da sık sık Harakânî Hazretlerinin bahçesinden istifade edenlerden. Hücvîrî'nin aktardığına göre Ebû Saîd, Harakānî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih edermiş. "Neden konuşmuyorsun?" diye sorulduğunda da "Bir hususta iki tercümana gerek yoktur" diye cevap verirmiş. Aralarında ciddi meşrep farklılıkları olan bu iki büyük zâtın aynı mecliste bir araya gelmesi de önem arz eder. Zira Harakâni Hazretleri raksa, semaya, tasavvufun hırka ve seccade gibi şeklî taraflarına uzak bir meşrepteyken Ebû Saîd kendi tekkesinde bunlara değer verirmiş. Ferîdüddin Attâr da Harakânî üzerine önemli bilgiler verenlerden. Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserinde Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakān’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki dilim tutuldu" dediğini nakleder.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, ülkemizde tasavvuf araştırmaları dendiğinde ilk akla gelen kalemlerden Sadık Yalsızuçanlar'ın sorularına, ömrünü Harakânî Hazretleri'ne adamış ve Harakânî Vakfı başkanlığıyla birlikte Harakânî Kültür Merkezi faaliyetlerini yürüten bir gönül eri olan Yavuz Selim Uzgur'un verdiği cevaplardan oluşuyor. Bu tip kitapların en güzel yanı, büyüklerin hayatlarını en doğru ağızdan ve kaynakların ışığında öğrenebilmek oluyor. Çünkü bizler klasiklere ulaşıp onları okuma ve büyüklerin yamacına varıp, diz kırıp öğrenme iştiyakı besleme noktasında maalesef ki zayıf bir nesil olduk. Hiç değilse bu tip soru-cevap kitapları okuyarak aşka tutulmak mümkün. Hazretin dediği gibi: "Bu aşkı tatmak için okyanusta balık ol..."

Kitap boyunca şaşkınlık okuyucunun yakasını bırakmıyor. Çünkü karşımızda Hz. Peygamber'den itibaren gelen irfani kolların kendisinde birleştiği bir zat var. Bu zatın yanında veya uzağında yetişmiş, ondan feyz alıp beslenmiş diğer zatları duyunca insan daha da şaşırıyor. "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve sakın inancını sormayın" diyen bu ulus zat, aynı zamanda Gazneli Mahmud'u Hindistan'a, Çağrı Bey'i de Anadolu'ya doğru hareketlendirmiş, onlara dualarıyla ve manevi işaretleriyle güç-kuvvet olmuş.

Gazneli Mahmud bir vakit Harakânî Hazretleri'ni ziyaret etmek istiyor. Yola çıkmadan evvel haber gönderiyor, "sultan geliyor" manasında. Uzun bir yolculuk sonrasında tekkeye varıyor fakat kimse onu karşılamıyor. Sultan duruma bozuluyor ama pek bilmiyor ki kalplerin sultanlarının her hareketlerinde bir 'cevap' var. Gazneli Mahmud sultanlık elbisesini çıkarıp yanındaki görevlilerden Ayaz'a giydirip arkaya geçiyor. Bu sırada yanlarına gelen Harakânî Hazretleri elini uzatarak "Arkada durma, seni Allah sultan yaptı, millete hizmet edeceksin, sen öne gel" deyince sultan mahcup oluyor, aşkı meşk eden sohbet de başlıyor. Gazneli Mahmud'a öğütlerini verdikten sonra Harakânî Hazretleri'nin önüne sultan tarafından bir kese altın konuyor. Hazret "Bu nedir?" diye soruyor, sultan "Bunu tekkenize ve dervişlerinize harcarsınız" cevabını veriyor. Hazret hemen bir dervişinden kuru arpa ekmeği getirmesini istiyor. Sultana ikram edip "ye" diyor. Sultan iki lokma alıyor ama kuru ekmek tabii gitmiyor boğazdan. "Bu senin boğazında kaldı herhalde" diyor hazret. Sultan ancak "evet efendim" diyebiliyor. Derken hazret söyleyeceğini söylüyor: "E, oğlum, bu altınlar da yarın benim boğazımda kalır. al bunları ve buradan kaldır"... Yavuz Selim Uzgur şöyle neticelendiriyor meseleyi: "Hiçbir kimseden, hiçbir kraldan, hiçbir vezirden, devlet adamından hediye kabul etmemiş. Nakşibendî Efendimiz de öyledir malum."

Soruları soran bir tasavvuf âşığı, cevapları veren bir büyük gönül eri olunca kitap sadece Harakânî etrafında da dönmüyor elbette. Tıpkı bir zikir halkası gibi açıldıkça açılıyor, gelişip serpiliyor. Dolayısıyla birçok büyükten önemli nakiller, menkıbeler ve sözler peşi sıra söyleniyor. Bendenizi tasavvuf okumalarımda naçizane en çok etkileyen konu, büyüklerin taliplerine 'nasiplerince' söylemeleri. Yalsızuçanlar bu konuda güzel bir örnek veriyor: "Bursa'da Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin sırrı açığa çıkınca Molla Güranî Hazretleri de -kadıymış orada- birden bir aşka düşüyor. "Efendim, ben de dervişiniz olmak isterim" diye niyaz ediyor. Hazret, "Tabii olur, evladım" diyor. "Ne yapmam lazım?" diyor, "Ne emredersiniz?". "Şu, eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel" diyor. Güranî "Bunu yapamam sultanım" deyince, Somuncu Baba, "Peki evladım," yapacağın kadarını veririz sana da" diyor."

Yavuz Selim Uzgur burada Yunus Emre'mizin İşitin Ey Yarenler şiirindeki "Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer" dizesini hatırlatıp şöyle açıyor meseleyi: "Aşk olmadan meşk olmaz. Bir üstada insanı vasıl edecek olan aşktır. Sonra nasibi erer, hakikat ilmini tahsil için mürşidin huzuruna varır. Bakınız Kuşeyrî gibi bir zat... Âlim, arif, nazari tasavvufun erken dönemde önemli isimlerinden. Hazret'in huzuruna varınca bütün bildiklerini unutuyor. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yıkar ve yeniden yapar. Önceden yıkılmak lazım. Satırdan, kitaplardan biraz bilgi alıyor insanlar "oldum" sanıyorlar kendilerini. Guenon, "Kitap okunarak arif olunmaz" diyor. Harakânî Efendimiz de, "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder" der. İnsan benlik davasıyla insan olmaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Bu süreç tabii çok sancılıdır. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?" diyor. Ne güzel bir benzetme! Okyanusun dibindesin ve yanıyorsun. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak dileyen kişinin hâli böyledir."

Güncele ve magazine dalmadan, o dille konuşmadan, günümüzün tasavvuf etkinliklerine hangi nazarla bakmamız gerektiğine dair bazı örnekler de var kitapta. Özellikle efendilerin daima kendi kıyılarında, dervişleriyle bir arada vakit geçirmeleri ve devlet yöneticilerine olan mesafeleri konusunda... Nakşibendi yolunun büyüklerini bu konuda epey belirgin biçimde tanıyabiliyoruz kaynaklardan; tavırlarını, duruşlarını, usulden taviz vermemelerini... Bir de sema var. Günümüzde birçok turistik kafede, belirli günlerde görülebilecek, bir miktar para verdikten sonra izlenebilecek bir hâl almış durumda. İşte semanın hikmetine dair Yavuz Selim Uzgur'dan çok kıymetli bir bilgi: "Bayezid-i Bistamî Hazretleri devamlı bir yerde duruyor. Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ise geziyor. Yıllarca şeyhlik yapmış, sonra gelip Harakânî'den irşad olmuş. Yani orada tamamlamış. İki yüz kişiyle, yüz elli kişiyle geziyor, köylerde, gittiği yerde halkalar kuruyor. Mevlevîlerin semaı ondan gelmiştir. Yani semayı ilk Hz. Mevlânâ icad etmemiştir, ilk sufilerde de sema vardır. Hatta Harakânî Efendimizin huzurunda da bir sefer sema yapmışlar. Harakânî Hazretleri devamlı cehri zikir yapmazmış, ama cehri zikri dinlermiş, elinin birini yastığa dayar, o şekilde dinlermiş. Çok ısrar etmiş "Sen de sema yap" diye, Hazret kalkmış yedi defa dönmüş, cübbesini nasıl sallamışsa... Ayağını bir sefer yere vurmuş, kırk gün o yörenin çocukları anne sütü emememişler. Diyor ki, "Sema o kimsenin hakkıdır ki, elini kaldırdığı zaman yedi göğü irşad eder ve görür, ayağını vurduğu zaman da yedi zemini görür ve irşad eder, bu kimse ancak sema yapabilir, gerisi bir hevestir."

Harakânî Hazretleri'nin kabri Kars'ta bulunuyor. Çevresindeki yapılarla beraber kabri geçmiş savaşlarda epey zarar görmüş. Bu arada kabrin keşfi de bir büyük öyküdür, kitapta öğrenebileceksiniz. Kabri ve çevresindeki külliyeye en önemli bakım ve onarımı, hazretin aşkına tutulmuş III. Murad yaptırıyor, onu da okuyacaksınız. Nakkaş Seyyid Lokman'ın Şehinşâhnâme'sinde III. Murad'ın talimatıyla Lala Mustafa Paşa'nın Kars Kalesi ve Harakânî Külliyesi'ni imar ve tamir ettirdiğini gösteren bir minyatür yer alıyor.

Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, aşkı nice gönülleri tutuşturmuş büyük bir zata doğru yakınlaşmak, onu daha fazla tanımak için güzel bir imkân. Okuyanına ve sevenine ne mutlu derken, kitapta yer alan hazrete ait sözlerden bazılarını aktararak bitireyim.

"Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir."

"Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz."

"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."

"Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."

"Yaratan'ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."

"Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar."

"Kişinin aklı için en manalı uğraş, Dost'u zikretmektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Mart 2015 Çarşamba

Hayatı boyunca dik durmuş bir Türk, gönül adamı bir şair

"Allah Hayy’dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah’a... Her şey fanidir."
- Şeyh Seyyid Muhammed Râşid [k.s]

"Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “adam gibi adam”dı; Hz. Ömer’in tarifinde yer alan; “doğru, dürüst, mert, babayiğit, er ve eren” nitelemelerini gerçekten hak eden ender bir şahsiyetti. Mâhût 28 Şubat döneminde, sürecin mimarı olan Bir’ileri “5 milyon insanı kesmekten” söz edince, “Türkiye Suriye olmayacaktır; gerekirse 5 bin insanla dağlara çıkarız” diyecek kadar babayiğitti."
- Abdullah Yıldız

Çok zamandır yazmak istediğim kitaplardan biriydi Muhsin Başkan. Kitabın çıkış tarihi, merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehit olmasından iki ay sonrasına rastlıyor. Bu yazı da kendisinin vefat yıldönümüne rastladı. Nasip bugüneymiş. Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı kitabın içeriği bir siyaset okuması olarak değil, Yazıcıoğlu'nun şahsının daha iyi anlaşılabilmesi açısından önemli. Çünkü yakınlarının ağzından anılar ve düşünceler kitabın sonlarında mevcut. Sayfaları çevirmeye başlarken okuyucu en önce, Yazıcıoğlu'nun 19 Mart 2009 günü BBP'nin Karaman seçim bürosunda yaptığı konuşmasıyla, son konuşmasıyla karşılaşıyor. 6 gün sonra da Muhsin Başkan Hakk'a yürüyor. Önce bu konuşmayı yine ve yine hatırla(t)mak gerekiyor:

"Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Püf dedi mi gitti. Bunun da nereden geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığımız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da milletle olmayacağız. Yarın Ahirette Allah, bize "Niye iktidar olmadın?" diye sormayacak. Sorsa da "Vermediniz" diyeceğiz."

Sadık Yalsızuçanlar son derece duygusal bir önsöz yazmış kitaba. "Ben ölürsem mezar taşım iniler / bu dert beni iflah etmez öldürür" dizeleriyle biten Harput Türküsü'yle başlıyor önsöz. 28 Şubat'taki dik, ilkeli ve tavizsiz duruşuna kadar Yalsızuçanlar'ın kaleminden Muhsin Başkan anlatılıyor. "Namlusunu millete çevirenlere selam durmam" sözü kıyamete kadar unutulmayacaktır şüphesiz. Kah pek duyulmamış özellikleriyle, kah bilinip de orada burada pek rastlanmamış bilgileriyle Muhsin Başkan'ı okuyucuyla tanıştırma gayreti güden bu önsöz Gabriel Riqueti de Mirabeau'nun bir sözüyle bitiyor: "Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır."

12 Eylül 1980, Mamak, Menzil, Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri, postmodern darbe süreci, Dink suikastı, Kırlar Bahçesi'yle başlayan şiir serüveni, aile reisliği, anılar, düşünceler ve şüpheli ölümü üzerine söylenenler, kitabın içindekileri oluşturuyor. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl cezaevinde geçmiş çileli bir ömür Yazıcıoğlu'nunki. O bu yıllarını "Medrese-i Yusufiye" dönemini olarak adlandırdı. Kalabalıkların içinde her daim yalnız yürüdüğünü gözlerine bakarak anlamak mümkündü. "Yiğit" kelimesini çok sevdiğinden mütevellit meydanlarda çok görünmesi istenmez, bir şekilde mani olunur, olunamasa da ekranlarda çok kısa süreli haberlerde kendisine "belki" yer verilirdi. Sebebi de şuydu: Halkın yanındaydı. Halkın tüm dertlerini yüklenmeye, Türkiye'nin menfaatlerinden gayrısına yüz çevirmemeye yeminliydi. Bunun için genel başkanlık koltuğuna oturduktan çok sonra "Ben siyaseti Allah rızası ve içinden çıkmış olduğum Anadolu insanı için yaptım" sözünü, siyaset sahnesinde olanlara göz yummadan da "Millet yanmasın diye kendini ateşe atanların davası olması gereken siyaset, kendisini kurtaranların davası olmuştur." demiştir.

Bugün Türk siyasetinde dönen dolaplar, insanların göründüklerinden ziyade yaşadıkları hayattan bambaşka bir karaktere sahip olmasından ileri geliyor. Bu inancı taşıyan Muhsin Başkan şöyle demiştir:

"Toplumu kendi isteği doğrultusunda değiştirmeye talip olan­lar, önce kendilerini o istikamette değiştirmekle işe başlamalıdır­lar. Kendi hayatını, inandıklarını, uygun şekilde tanzim edemeyen insanların, başkalarının dünya görüşünü değiştirmek ve hayatları­nı tanzim etmek gibi bir işe talip olması, neticesiz ve boş bir gay­rettir veya en basit tabiriyle insanları hiçe saymaktır ve topluma karşı saygısızlıktır."

Hem meclisteki yasa teklifleri ve konuşmalarıyla hem de 55 yıllık yaşamında her zaman dile getirdiği Türk kimliğiyle birçok gencin bilinçli yetişmesinde pay sahibi oldu. Türkiye'nin sağlığı için milli hassasiyetlerden hiçbir zaman ayrılınmaması gerektiğini söyledi. Demokrasiyi savunurken Türk milletinin menfaatini hiçe sayan batı baskısından hiç korkmadı. Yürüyüşünde hiç yılmadı, çok kısıtlı imkânlara rağmen gidilmedik köy bırakmadı. Yürürken de ölümü göze aldı. Her Türk gibi ata binmeyi çok severdi, yazın gittiği köyünde atın üstünde trenlerle yarışırdı. Şehadet şerbetini içerken Mamak Cezaevi’nde yazdığı "Üşüyorum" şiirini Türk milletine bıraktı. Bitirirken İsmet Özel'in Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü hakkında söylediklerini paylaşmak isterim:

"Muhsin Yazıcıoğlu öldükten sonra yaşadığından daha tesirli oldu denemez. Muhsin Yazıcıoğlu zaten gittikçe tesirini artıracağı için, eğer Türkiye bir şekilde başkanlık rejimine geçtiği takdirde Türkiye'de Muhsin Yazıcıoğlu'ndan başka Türkiye'nin başına geçecek adam kalmadığı için öldürüldü. Yani, vakitlice onun cismini ortadan kaldırdılar. İsmi daha çok büyüdü mü? Hayır. Bunda da en büyük kabahat BBP'lilerindir... Bakışlarımızla, birbirimize ne nazarla baktığımızla, biz bir müşterek saha temin etmiş idik..."

Kendisi yaşatılmadı lakin ismi, şahsiyeti ve hedefleri bu milletin yüreğinde yaşayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Eylül 2012 Perşembe

Aklı bir kenara koyup aşkın izine düşenlere

Öyle bir kule düşünün ki tırmanmakla asla bitmeyecek olan, sonsuzluğa uzanan... Basamakları dize dize dizilmiş, her bir odasının kapısı kelimelerle örülmüş, cümlelerle kilitlenmiş. Kiminin penceresi Doğu’ya kimininki Batı’ya bakar. Ama hepsinden görülen ve görülmek istenen aynıdır: Hakikat. Bu bitimsiz kulenin her katında bir dil ustası, bir irfan ehli, bir gönül adamı, bir arif, bir sufi, bir derviş, bir düşünce adamı karşılar yolcuyu. Geçmişinden, köklerinden kopmadan içinde bulunduğu zamanın ruhunu yakalamaya çalışan bilgelerin hikâyeleri anlatılır “Bilgelik Kulesi”nde.

“Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba kainat...”

Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli, Hallac-ı Mansur, İbn-i Ârabî, Hasan Ali Yücel, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Bilge Karasu, Baudrillard, Mevlâna ve daha pek çok irfan ehli bu kulenin sırlı duvarlarına tuğlalar koyan kahramanlardır.

“İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kemaleaçılan kapı, amelle taçlanan ilim.”

Bir modern zaman dervişi Sadık Yalsızuçanlar, dünyanın tüm düşünce iklimlerinden beslenmiş dağarcığı, metinlerarası göndermeleri ve samimi diliyle, pek çoğu aramızda olmayan bu kahramanlara yeniden hayat verir. Hakikat ve sevginin peşinde koşan bu kahramanlarla ilim irfan deryasında gezdirir. Aklı bir kenara koyup aşk’ın izine düşer o da.

"Akıl kelime anlamı itibariyle de bağ demektir, düğüm... Kalp ise sınırsızdır, hakikat gibi, hakikat inhisar kabul etmez."

Farklı ideolojilere, inançlara, perspektiflere sahip bu kahramanlarına ortak bir özellik atfeder Yalsızuçanlar: Yazmakla yanmak arasındaki ruhlar. Yazmakla çıldırmaktan kurtulmaya çalışan, dil ile karanlığın içinden çıkıp, kelamla mayalanan ruhlardır...

“Dil, bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şeydir.”

“Dil, iklimdir. İklim yurttur. İnsan ruhuyla ve ruhunun bütün malzeme ve imkanlarıyla bu iklim içinde varolur, konuşur, dile gelir.”

Kozmik bilgiye susayanlar "Bilgelik Kulesi"nin pınarlarından nasiplerini alacaklar...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia