11 Mart 2020 Çarşamba

Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar

"Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât

"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar

Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...

Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.

Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.

Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:

"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim.
"

Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:

"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."

Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:

"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.

Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.

O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."

Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.

"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder