14 Ekim 2020 Çarşamba

Yanmakdır efendim biricik çâresi aşkın: Yaman Dede

"Yüz sürdü hâk-i pâyine çok Müslüman dede
Mollay-ı Rûm görmedi senden Yaman Dede."
- Yahya Kemal

Küçük Selimiye Camii'nin kapısını ardınıza alarak Karacaahmet Mezarlığı'na girin ve on beş, belki yirmi adım atın. Hafifçe solunuzda, asırlık bir servi ağacı göreceksiniz. İşte hemen onun altında eşi Hatice Hanım ile beraber yatmaktadır Yaman Dede. Hakk'ın aşkına tutulduğundan beri yanan, çevresini de o aşkla yakan bir zâtın mezarının bu derece ilgisiz -aşksız da denebilir- bırakılmasının bir sebebi var mı? Muhakkak vardır. Fakat o, yaşarken de ilgiden yana başı hoş değildi. Sevenleriyle ve talebeleriyle daha çok mektup yoluyla irtibat kurmayı severdi. Elini kimseye öptürmez, ola ki biri zorla öperse, ancak kamil bir mürşidinin elinin öpülebileceğini çünkü bütün âlemin kıvrandığı bir kişi varsa onun da işte bu kamil mürşid olduğunu hatırlatan bir yüreği vardı. El ele, el Peygamber'e, oradan Hakk'a. Kainat başka ne için kıvranır, yanar? Dedemizin mezar taşında şöyle yazar: Hüvel Bâki. Mevlânâ Aşıkı Yaman Dede. Hakk'a Kavuşmak İçin İrciî Emrine İtaat Etti.

Dervişlik ne ola? İrciî emrine başını uzata. Başka türlüsü mümkün mü ola? Salih Baba, "Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber / "Fedhulî" sırrından agâh olmayan dervîş midir" diye buyurmuş. Sufiler Hakk'ın günde yetmiş deva kulunun kalbine nazar ettiğini söylerler. Nasıl bir nazardır bu? Fecr Suresi'nin 28. ayetindeki "İrciî ilâ rabbiki" nazarı: Rabbine dön. İşte derviş bu bilinçle yaşamayı göze alana denir ki Yaman Dede de öyle yaşamıştır. Daima Hakk'la, her zaman Hakk'la. Ne yalnızken ne kalabalıklar içinde asla unutmadan. Hem kalple hem dille. Fecr Suresi'nin hemen bir sonraki ayetinde ise Salih Baba'nın fedhulî sırrı dediği başka bir neşe, müjde var. Fedhulî fî ibâdî: İyi, salih, seçkin, kullarımın arasına gir. Demek ki hitabı duyan, şifasını buluyor. Nitekim Yaman Dede de bulmuş. 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde bir Rum Ortodoks olarak başlayan hikâyesi, Farsça hocası İskilipli Osman Efendi’nin verdiği bir ödev (Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini okuma) sonrasında çok başka bir dünyaya kapı aralıyor. Hatta bu ödev yerine getirilirken o kapıdan içeriye giriyor dedemiz. Daha fazla ilgilenmeye başlıyor bu bilmediği -aslında bildiği ama unuttuğu- dünyayla. Arapça, Farsça, peşinden divan edebiyatı ve elbette Mevlânâ. Bir yandan da hukuk okuyup ömründe hep bir yük olarak gördüğü avukatlık mesleğini ediniyor. İstanbul'un iki yakasından da besleniyor. Üsküdar'ı "çaresizlerin sığınağı" olarak görürken haftada iki defa gittiği -kendi sözüyle haftalık haccını eda ettiği- Hazreti Hâlid'i -Eyüp Sultan- "başının tacı" yapıyor. Bir yandan Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede'den, diğer yandan Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek Dede'den Mesnevî okuyor. Ahmed Remzi Dede onun mürşidi. Manevi babalık görevini yaparak Diyamandi'yi Yaman Dede'ye çeviren de o.

İrfan geleneğimizin izini sürmeyi ömür gayreti edinmiş yazarlarımızdan Sadık Yalsızuçanlar, Diyamandi'de Yaman Dede'nin aşk ve çile dolu hayatını anlatıyor. Anlatmak derken, bir yazar olarak müthiş bir beceriyle aradan çekiliyor ve bizi Yaman Dede ile baş başa bırakıyor. Onun çevresinden, hayat hikâyesinden, mektuplarından ve yaşamının merkez noktalarından yola çıkarak, bir talebesiyle olan mektuplaşmasında bizi 'yazan' tarafın hayatına çekiveriyor. Sanki dede mektupları yazarken biz de hemen yanı başında, bir iskemlenin üzerinde, sessiz sedasız dinliyoruz, okuyoruz olup biteni. Hakk aşkının aleviyle bir oturup bir kalktığımız zamanlar oluyor böylece. İllallah değil, eyvallah'ı tercih eden dede gibi zatların yanında durmanın elbette büyük sınavları da var. Gözyaşı, keder, hasret gibi. Çünkü insanın olduğu her yerde her şey var. "İnsanlar üç zümredir: Biri incitmediğin halde incitir, diğeri incitirsen incitir. Üçüncüsü incitsen de incitmez." diyor Anadolu'nun kalbi Ebu'l Hasan Harakânî. Bu söz bizim şiirimizde "Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin / ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incinsin" dizeleriyle yer bulmuş ve hatta sufilerin yol aydınlatan nasihatlerinden olmuş. İşte Yaman Dede de öyle bir muhterem. Misafirliğe gitmeyi bile başkasına yük olmak gibi görüyor. Hayattan hiçbir şikâyeti yok. Kimsenin ne yaptığıyla meşgul olmuyor. Bugünün insanı için ne uzak bir gönül yüceliği. Başkalarının makamını, malını, mülkünü dert edinmek kişinin kendi hayatından şikayet etmesinin bir kaçamağı aslında. Kimse bilmez kimin gerçekte neye gönül bağladığını. Abdülkâdir Geylânî sultana binekleri ve serveti sorulduğunda şöyle dermiş: "Atlar gönlüme değil, ahıra bağlı."

Sadık Yalsızuçanlar, kitaptaki mektuplaşma kurgusunu 'bir hayatın izini sürme'den çok öteye taşıyor bu kitabında. Yaman Dede'nin kimlerle tanış olduğu, özel hayatındaki sıkıntılar, talebelerine nasihatleri gibi bugüne çok şey söyleyen sayfalar var Diyamandi'de. Bu sebeple Yalsızuçanlar'ın omzundaki yükün hem çok kıymetli hem de zorlu olduğunu düşünüyorum. Tasavvufun bugün bizlere ne söylediği çok perde arkası ediliyor. Halbuki bir gelenekten söz ediyoruz. Bu gelenek, dededen toruna birçok yolla ulaşmış fakat torun o yolları göremiyor. Bir ruh sıkıntısı, bir garabet var. Yollara taş koyanlar olduğu gibi yol fırlamaları da var elbette. Torunlara yardımcı olmak gerekiyor bu durumda. Yüzlerce yıl önce söylenenlerin bugün için bir şey ifade etmesi, hayatın içinde yer almasıyla mümkün. Romanlar bu yüzden çok önemli. Sırf Diyamandi'yi okuyup hazretin mezarına gidip, "Ey güzel Mevlâm, bize de bu aşktan nasip et!" diye dua etmek bile bir eylemdir, çok büyük bir eylemdir. Çünkü bezginlik ve umutsuzluk bataklığı, en inançlı insanları bile kendine çekebiliyor. Zor zamanlar bitmiyor. Kimimiz eskilerin tabiriyle daha genç yaşlarda gün dolduruyoruz, gönül eğlendiriyoruz. Günün de gönlün de ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan her şeyden uzak düştükçe daha da düşüyoruz. Kul dağılır Allah toplar, bunu unutuyoruz. Hatırlatıcılık görevini üstlenenlerle ilgilendiğimizde hemen bir diriliş başlıyor. Baştan kalbe, kalpten ayağa bir diriliş. Yeniden başlayış heyecanı. Oysa bu heyecan her sabah olmalı. Yarı ölüm denen uykudan uyandığımız her anı nimet bilmeli, eyvallah demeli ve çalışmalı. Gönlümüz ezelden yaralı. O yara sesini işitmemiz lâzım. Yaman Dede ne güzel söylüyor: "Büyüklerimiz ulaştığı mertebeye aklın kör kandiliyle değil, gönül kanadıyla yükseldiler. İçinden yaralı bir gönül sesi gelmeyenden kaçıyorum."

Diyamandi'de başka kimler var? İbrahim EthemYûnus Emre, Niyâzî-i MısrîMuhyiddin İbnü’l-ArabîFuzûlî, Osman Kemâlî BabaAbdülkādir-i Belhî, Ömer Hayyam, Annemarie SchimmelLouis MassignonCelâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Halil Cibran, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Şefik Can... Hepsi birbirinden farklı, 'biricik' bu kadar ismi bir arada görmek, her şeyi bir ediveriyor. Öte yandan mektuplardan anladığımız kadarıyla Yaman Dede'nin tarihimize olan ilgisi ve sevgisi de epey yoğun. O, özellikle tarihimizin hazin sayfalarını çevirenlerden. Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı ve askerlerin anıları, kederli hatıraları. İnsan kitabı bitirdiğinde kederle neşenin nasıl bu kadar iç içe geçebildiği karşısında şaşırıyor. Bir yanda coşkun bir maneviyat, öte yanda gam, gam ve gam... Yaman Dede de mektuplarında hepimizin, yani tüm 'maske'lerin aynı kaynaktan doğduğunu hatırlatıyor: "Benim melek yüzlü evladım, bir gün sen de anlayacaksın. Hayat ve ölüm yok. İki dünya yok. Hiçbir şey yok. Sadece O var. Hayat rüyadan ibaret. Ölüm bir rüya. Ötesi rüya. Sadece iki dünyayı kuşatan nur var. Hayatı, ölümü, dünyayı, öte dünyayı kaplayan görkemli nur... Başka bir şey yok. Azizim bir gün, varlıkla Hakk'ın arası yoktur, buyurmuştu. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün varlığı kuşatmıştır. Boşluk yok. Ara yok. Dara yok. Sadece O var. O'nun sonsuz maskelerinden ibaretiz."

Yaman Dede, iki dünya saadetinin anahtarını talebelerine şöyle dağıtıyor: ibadet ve muhabbet. Her ikisinin de ruhunun aşk olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu durumda insanların daima kalplerine, kendi kalplerine bakmaları gerekiyor. Ahmed Avni Konuk'un "Sen başkalarını beğenmiyor ve onların gidişatını eğri görüp teessüfler ediyorsun; biraz otur da kendi hâline ağla ve teessüf et!" nasihati burada mühim ama bir anekdot daha var. Şems-i Tebrîzî, zahirî ilimlerle meşgul olan bir meclise uğradığında talebelere şöyle demiş: "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama ne zaman siz 'Kalbim Rabbimden rivayet etti' diyeceksiniz?"

Yetmiş beş senelik ömrümün hülasası şudur evladım, diyor Yaman Dede: Aşk imiş her ne var âlemde... O, Mevlânâ dizeleriyle tanıştığı gün yanmaya başlamış, başka bir âleme gözlerini açmış. Sadık Yalsızuçanlar'ın harikulade eseri Diyamandi'de okuyanın ayaklarını yerden kesecek biçimde anlatılmaya çalışılan 'o âlem'den bizlere bir nefes getirir belki diye, Yaman Dede'nin yazdığı "Yak Sînemi Âteşlere Efgânıma Bakma" kasidesini merhum Emin Işık hocamızdan dinlemenizi istirham ederim. Ne güzel demiş hazret: "Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın / ateşle yaşar yaşla değil yâresi aşkın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder