Gökhan Ergür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökhan Ergür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2023 Salı

Hayata birkaç adım geriden bakmak

Bir yanımız her zaman güçlü, sağlıklı, bilgili, zengin, doğru ve düzgün görünmek için pürüzsüz, kemiksiz, kılçıksız bir benlik inşa etmeye çalışanlarla dolu. Öyle oldukları için değil, öyle zannetmek istedikleri için. Bir yanılgıdan yaşam çıkarabilmek ve ona inanmak için böyle yapıyorlar. O yüzden de en iyi oldukları yerden vuruluyor kaleleri, oradan bir gedik açılıyor. Karşılarında düşman yok oysa, hayat var. Hayat onlara tam oradan gösteriyor gerçekleri. Öğretiyor demedim, gösteriyor dedim. Çünkü öğrenmek, yaşamdan ve kendinden kaçanların becerebileceği bir şey değil.

Diğer yanımızdaysa acılarını, hüzünlerini, yaralarını bedeninin her yanına bir dövme gibi kazımış -belki de bu yüzden dövmeye, süse, şatafata ihtiyaç duymamış-, düştüğü yerden kalkmayı, kalkamadığı yerde çökmeyi bilmiş, bazen zaaflarından bazen oyuklarından vurulmuş, vuruldukça hem kanamış hem büyümüş, büyüdükçe sessizleşmiş ve hudâyinâbit yetişmiş kimseler var. Onları dalgınlıklarından, gülüşlerinden, kelimelerinden tanıyoruz bazen. Ama en çok da yaşamın her yanını güzel sevip güzel kaybetmelerinden, güzel beklemelerinden, belki güzel ölmelerinden.

Gökhan Ergür, Yaşanmayacak Kadar Güzel’de acılarını saklamayanlara, yaralarını gizlemeyenlere, yürüdüğü yolda sık sık savrulanlara, yenilgilerinden tecrübeler inşa edenlere sesleniyor. Bunu yapmak için hayata birkaç adım geriden bakmak gerekiyor, o da öyle yapıyor. Bu geride durma eylemi, yaşamak denen savaştan kaçmak gibi anlaşılmasın; bazen cepheyi, muharebe sahasını teferruatlı görebilmek için hadiselerin merkezinden uzaklaşmak gerekiyor. Zamanın insanı koşar adım yaşamayı bir şey zannediyor, sonunda bir hiç elde edeceğini bile bile. Esas kaçış, sürekli bir şeylere yapışmakta olsa gerek. Sürekli yeni şeyler bulup onları put edinmekte, yeni alışkanlıklar ve hatta bağımlılıklar üretmekte. “Ismarlama bir hayatı bırakıyorum” diyordu İsmet Özel. Çünkü yaşamak, kendine sahiden yaşam kurabilen cesurların hakkı. Bunu ısrarla, samimiyetle dile getirenlerin ve şöyle yazabilenlerin: "Bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum; yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığımı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum; elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun."

Bazen hikâyenin sonunun acı biteceğini biliriz ama yine de o hikâyeyi okumak isteriz. Hayatta da böyledir. Bir hadise vuku bulur, içimizde bir şeyler canlanır, olacakları önceden kestirebiliriz ve bunun sonunda acı var, hem de çok acı var deriz. Ama yine de yaşamak isteriz. Üzerine gitmek, alacağımızı almak, vereceğimizi vermek, durmak, beklemek, koşmak, dövüşmek. Yakasına paçasına asılmak isteriz hadisenin. Tüm bunlar olurken, biraz işaretleri okumaya da meraklıysak eğer, içimiz cız eder sürekli. Can bulduğumuz yerde yeniden cansız kalacağımız gerçeği bir selam verir. Aleykümselam deriz, demeliyiz. Candan geçmeden hakikat ayan olur mu insana hiç, diye teselli ederiz kendimizi. Gökhan Ergür de teselli ediyor cümleleriyle. “Geçecek, merak etme” demiyor ama. “Yine gelecek” diyor. Bu giden, yeni gelenin habercisi. Acını da neşeni de kendine zevk edin diye oluyor her şey. Giderek, acıdan da neşeden de geçmek gerekecek bilesin. Çünkü toprağa gireceksin. Bedeninin şahit olduğu yaralarla ruhunun şahit olduğu yaralar başka, bambaşka. İkincisi seni insan eylediyse, artık iyisin.

Yorgunluğumuzu tanıyan ve anlayan birilerine muhtacız hepimiz. Hem de çok uzunca bir süredir.” diyor Gökhan. “Hiçbir şey umduğumuz gibi gitmedi. O adreslerde oturan kim varsa taşınmış, bizimle beraber yol yürümeye söz verenler ilk dönemeçte herkesten evvel kaçmış. ‘O bunu yapmaz,’ dediğimiz kim varsa bir güzel bizi şaşırtmış ve yorgunluğumuza yorgunluk katmış.” diyerek devam ediyor sonra. Bu hep böyle mi olacak? Evet, böyle olacak. Yazının başlığı “Peki şimdi ne olacak?” diye soruyor, yazarı da şöyle cevap veriyor: “Dünyada sınırlı vaktimiz kaldı ve hepimiz öleceğiz. Bu sınırlı vakitte hayatımızı kimin ve neyin peşinde geçireceğimizi yine biz belirleyeceğiz. Kendi payıma; güzel olanı sevmeye ve güzeli anlatmaya, yazmaya, şerefimle yaşamaya, Likya Yolu’nu tamamlamaya, Troya ve Artemea Yolları için plan yapmaya, eski üretim birkaç Mont Blanc bulmaya, gönlü kırıklara yalnız olmadıklarını hatırlatmaya, Şule Gürbüz okumaya, Eşbabiye Meseli’ne ve niçin dünyaya geldiğimizi hep hatırlayıp ona göre yaşamaya devam edeceğim. Rotanızı belirleyin. Zaman azalıyor.

Ölene kadar sürecek bir çarpışmadır hayat ve Fante’dir bunu söyleyen. Her karamsar cümlenin kendine mahsus bir gerçekçiliği vardır elbet ama biz işi Nimri Dede’ye getirelim ve hepimiz insan olmaya geldik, diyelim. Başka türlüsü kötümser olur ve kötümserlik, esas acziyetin yaraları saklamakta olduğunu bilenlerde sakil durur. Tıpkı hak edilmemiş bir hayatın, o hayatı sürdürenlerde pot yaptığı gibi. Nasıl da anlıyoruz onları değil mi? Instagram sağ olsun, biraz da Twitter. Nasıl da içlerindeki oyukları görmezden gelip yaşam satıyorlar. Nasıl da yüzlerindeki en az kırk maskeyi ayrı ayrı parlatıp her seferinde bize farklı şeyler sunuyorlar. Onları suçlamamalıyız. Çünkü biz bir şeylere hemen inanmaya müptela olduk artık. Her fikri bir kurtuluş reçetesi olarak kabul etmeye, içeriklerini ve yan etkilerini bilmediğimiz hapları yutmaya, sonra onları hazmetmeden yeni inanılacak şeyler, yeni reçeteler, yeni haplar bulmaya hazırız. Çok çiğ çağ: boynumuzdaki ipi de ayaklarımızın altındaki sandalyeyi de biz koyduk oraya, başkaları değil. Öylesine bir kul olduğumuzu hatırlamayı kendimize çok gördük. “Madara Olmadan” başlıklı yazısında şöyle diyor Ergür: “Hepimiz büyük davaların peşinden koşmak zorunda değiliz. Büyük sözler söylemek, büyük işler başarmak, dünyayı kökünden değiştirmek, hiç yapılmamışı yapmak zorunda da değiliz. Ailemize sahip çıkmak, komşumuza el uzatmak, temiz para kazanmak, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, marketteyken evi aramak, çocuklarla uzun sohbetler etmek, kargo görevlisine hatır sormak, becerebiliyorsak tüm gücümüzle onu sevmek, Ergin Günçe şiirleri ezberlemek ve karınca yuvalarının etrafını taşla işaretlemek en büyük kahramanlıktır zaten.

Ergin Günçe bir şiirinde “Çılgınlığı unuttu bütün çocuklar / kapılar ardına dek kapanıverdi” diye yazmıştı. Gökhan Ergür’ün kitabı bana bu dizeyi hatırlattı. Yeni çılgınlıkların hayalini kurabilmeye, sonra onları yaşamak için hiç gidilmemiş kapıları çalmaya, hayatın bizden aldıklarını geri kazanmaya, unutulanları hatırlamaya, kayıpları onarmaya, yaşamın bin bir işaretinde tecelliyi yakalamaya, sıkıntıdan umut devşirebilmeye bir adım niyetine okudum Yaşanmayacak Kadar Güzel’i. Çok güzel olmuş, dedim sonra. Pürüzlü, kılçıklı, kemikli. Çünkü acılı, hüzünlü, yaralı. Neşenin ve mutluluğun geçiciliğini öğrenmiş, bu yüzden önce ve daima huzura güvenmiş münzevi bir ihtiyar gibi güzel.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Aralık 2021 Çarşamba

Dünyanın zorlu yokuşlarında ruhu iyileştirme yolları

Sevgili dostum; dünyaya gelirken hiçbirimiz sonsuz mutluluk, daimi huzur, baht açıklığı ya da maddi rahatlık için bir sözleşme imzalamadık. Kimseden işlerin yolunda gideceğine dair bir garanti ya da söz almadık. Sadece doğduk. Geldiğimiz bu dünyada mutluluk kadar mutsuzluğa da yer vardı, hem de fazlasıyla. Ama biz hep kolaya kaçıp mutlu olmak istedik. Gülmek, sevilmek, kazanmak, başarmak, iyi hissetmek, güzel görünmek istedik. Oysa dünyada ağlamak, sevilmemek, kaybetmek, yitirmek, kötü hissetmek, güzel görünmemek de vardı. Ve mutluluk kadar mutsuzluk da bu dünyaya aitti, bu dünyanın parçasıydı...

Ruhu İyileştirme Yolları kitabının kapağını görür görmez bana çağrıştırdığı ilk şey Peygamber Efendimizin (sav) hadîs-i şerifi oldu: "Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd 44).

Dünya daima içinde iyiyi ve kötüyü barından hüzünler yurdu oldu insana. Bir güzellik bir sevinç kondurduysa kalplere bin keder yaşatmıştır karşılığında. En çok da mazlum insanları kenara yitmiştir. Onları bir gölge gibi arkada bırakmıştır. Yaralı ve çaresiz...

Gökhan Ergür’ün yazılarını ve şiirlerini okurken dünyanın sadece iyi yönlerini değil daha çok gerçek yüzünü görmüşümdür her zaman. Süslü kelimelerden, kulağa alışılagelmiş motivasyon cümlelerinden ziyade insanların hâlini gerçekten anlayacak sözler okumuşumdur satırlarında. Bu sebeple kalemi bana çok samimi ve kalbi gelmiştir.

Kimi yazarlar psikolojik sorunları sadece teknik bir hâlde ele alırken, o, hatıralarıyla birlikte okuyucularının gönlüne misafir olmuş, sevinçlerin, mutluluklar kadar acılarında ortak olduğunu bir kez daha hatırlatarak, yaşadıklarıyla muhatabının kalbine tesir etmiş, yalnızlığımızı bir toz gibi üzerimizden alıp kelâmı ile bizi uzun uzun düşündürmeye, içsel yolculuğa çıkmamıza vesile olmuştur. Benim ise okumalarımda en çok önemsediğim şey tam olarak bu. Bir cümlenin üzerinde durup düşünmek, iç dünyama dönüp muhasebe etmemdir ki yazarın kalemini okurken sık sık bu halet-i ruhiyeye büründüğümü hissediyorum ve diyorum ki ne kadar benzer düşünceler... Aslında bunu yalnızca benim yaşadığımı da zannetmiyorum okuyan herkesin bu duyguları hissettiğini, kalbindeki eksik parçaları yeniden keşfettiğini düşünüyorum. Nitekim satırların arasında geçen güzel alıntılar, film replikleri, şiirler, alimlerin sözleri ve edebi anlatım, kapalı olan pencerelerimizin tekrar açılmasına vesile olduğunu biliyorum.

Hem nasıl ki çiçeğe can suyunu verdikten sonra rengarenk çiçekler açıyorsa, kalbi yazarların kalemini okuduktan sonra da ruhumuzda çiçeklerin yeniden açıp hayatımızın neşvünema bulduğuna inanıyorum. Ayrıca Gökhan Ergür, klişe sözlerden uzak bizi mutlu eden değerlerin sadece başarıdan ya da dünyadan ibaret olmadığını da gözler önüne seriyor Ruhu İyileştirme Yolları'nda... İnsanın kusurlu bir varlık olduğunu, unutmanın, kaybetmenin ve hata yapanın doğal olduğunu bunun için kendimizi suçlamayıp, eksik görmememizi sıklıkla zihinlerimize hatırlatıyor. Aynı zamanda her zaman mükemmeliyetçi olmaya çalışmanın da hayatımızda nedenli sorunlar haline geldiğini satırlarında detaylı olarak yer veriyor . Bu bağlamda şu alıntıyı yazmadan geçmek istemem.

İnsan sadece başarılı olduğunda değil; başarısız olduğunda, her işi eline yüzüne bulaştırdığında, derslerden kaldığında, işten kovulduğunda, terk edildiğinde, beceriksizliğinde, yanlışlarında ve bir dikiş tutturamaması halinde de insandır ve değer görmeye, ilgi görmeye, sevilmeye, kabul edilmeye layıktır.

Bir sonraki yazılarda ise güncel konulara değiniliyor. Örneğin; “Terapi Odaklı Diziler Bizi İyileştirebilir mi?", "Çağın Vebası: Instagram Anneliği", "Z Kuşağı Bize Ne Söylüyor?” Gibi... Daha sonra modern dünyanın üzerimizde nasıl hakimiyet kurduğu, kapitalist düzenin bizleri nasıl etkileyip ruhlarımızı her gün azar azar sömürdüğü, sosyal medyaların giderek insanî değerlerimizi nasıl yıprattığı anlatılıyor. Ayrıca “Spider-Man ve Tanıdık Travmalar” yazısında Peter Parker’ın hayatı konu ediniliyor. Açıkçası filmi severek izleyenlerden biri olarak karakteri hiç böyle düşünmemiştim daha çok filmin o fantastik dünyası ilgimi çekmişti. Fakat şimdi Örümcek Adam'la ilgili daha kapsamlı ve farklı bir bakış açısına sahip oldum yazarın vesilesiyle...

Pandemi sürecinde ise değişen çalışma hayatı, sevdiklerimizden uzak kalma, yeni edindiğimiz hobiler, ölüm endişesi ve yas süreci geniş bir çerçevede ele alınmış. Yaşadığımız iç sıkıntılara bir nevi ayna tutularak hepimizin o zor zamanlarda sokağa çıkmadan, evimizin içinde neler yaşadığımıza dahil önemli anlatımlarda bulunulmuş. Yazıyı bitirmeden son olarak söylemek istediğim şey ise hepimizin aslında en çok bu zamanda sakinleşmeye, dünyanın zorlu yokuşlarında nefes almaya, içimize dönüp, kalbimizin kıyısında dinlenmeye ihtiyacı olduğudur ki ben, Ruhu İyileştirme Yolları kitabının buna en güzel vesilelerden biri olacağına inanıyorum. Bu sebeple kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederek, keyifli okumalar diliyorum.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İnsan inanmadan nasıl yaşar ki? Ötekine güvenmeden, sözüne itimat etmeden nasıl anlamlı bir hâle getirebilir ki dünyayı?"

"İnsanın kalbi dünyayı seyrettiği aynadır, kalbi nasılsa dünyayı da öyle görmeye meyillidir."

"Fakat sana düşen yeniden bahçeni temizlemek, is tutmuş gönlünün duvarlarını yeniden beyaza boyamak, pencereleri ardına kadar açıp baharın içine dolmasına müsaade etmek."

"İnsan aklını dinlemediğinde bir, kalbini dinlemediğinde bin kaybediyor."

"Yaralarımdan çiçekler filizleniyor, görüyorum. Renk renk sümbüller, gelincikler, menekşeler. Görünen o ki güzel bir bahçeye sahip olacağım."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

12 Nisan 2021 Pazartesi

Zor zamanlarda farklı pencerelerden nefes almak

İnsan iz sürmek için dünyadadır. Ruhuna üflenen hakikatin ardı sıra günlerini tüketmek için buradadır ve neyin peşinde ise sonunda ona dönüşecek olandır. Peki, senin peşinde olduğun gerçeklik nedir? Dünya sürgününde hangi kömürün kahrını çekip sonunda hangi elmasa kavuşmayı arzuluyorsun? Ve kavuştuğun elmas sahiden de çektiğin çileye, harcadın günlere karşılık gelecek mi?

Gökhan Ergür, İnsaniyet Namına adlı kitabında hayallerden çok gerçeklere dokunarak insanların yalnızlıklarını, çocukluklarını, sokakları, kenarda kalmış hayatları anlatıyor. Bir ayna gibi bizlere kendi duygularımızı yansıtıyor. Öyle ki okunan her yazıda kendi hikayemizi bulduğumuz bir kitap oluyor İnsaniyet Namına. Özellikle yazarın samimi dili bunu en derinden hissetmemize vesile oluyorken “bak işte evet ben de böyle yaşamıştım”, “ben de böyle hissetmiştim” dememizi sağlıyor.

Kitap ilk olarak “Neden Âşık Olmalıyız?” yazısı ile başlıyor ve “Terzi Baba”, “Annesiz Evler”, “Galip’tir Bu Yolda Mağlup” yazılarıyla devam ediyor. Tabii birinci bölümde yani “Yara” olan kısımda sadece bahsettiğim bu yazılar yok. Yazar daha birçok konunun üzerinde durmuş. İnsanların kırgınlıklarını, hüzünlerini, buruk tebessümlerini çeşitli mısralarla yazıya dökmüş... Fakat benim sizinle paylaşmak istediğim Galip’tir Bu Yolda Mağlup yazısı: “Kalıba vursan en az üç adam eder Galip, gözlerine baksanız gözlerinin siyahına şaşırır, kalbini açsanız bu kadar acıyla hâlâ nasıl yaşadığını anlayamazsınız.". "Ana baba sesi duymadım ömrü hayatım boyunca," der sürekli, henüz iki yaşında bir trafik kazasında kaybeder anne, baba ve bir de ağabeyini ama kendisi sağ çıkar araçtan, daha görecek çok günü vardır belli ki.

Gel zaman git zaman Galip, bir gece vakti evine dönerken sarhoş bir sürücünün kurbanı olur. Öldü, ölecek derken yeniden gözlerini açar dünyaya ama artık üzerinde duracağı iki bacağı yoktur. Demin de söyledik ya, dünyada görecek günü çoktur.

Yağmurlu bir nisan gecesi Galip eve döndüğünde okuldan dönmüş kızlarını çekyat üzerinde uyuyakalmış buluyor, evi arayıp tarıyor fakat eşi yok, telefonu da kapalı. Aynanın önünde bir mektup gözüne ilişiyor, beş kelimelik: "Beni sakın arama Galip, bitti." Sonraları karşı komşudan öğreniyoruz ki Sevda Abla çocuklarına "yarım saate" dönerim deyip elinde bavuluyla Edirne plakalı kırmızı bir arabaya binip gitmiş. Gidiş o gidiş. Galip'i üzgün gördüğümüz zamanlar birkaç kere, "Hadi ağabey, gidelim Edirne'ye bulalım Sevda Abla'yı, bir canımız var zaten," dedik birkaç kere ama her seferinde, "Biraz gururlu olun," diyerek tersledi bizi.

Zor zamanlarda nefsin değil izzetinefsin kalesine sığınmalı insan. Yokluk, zorluk elbet geçer; unutulur. Fakat o günlerde takındığımız tavır ömür boyu bizimle anılır.

Derken kahvenin kapısı hızla açıldı ve Bitirim Halil hemen siyah beyaz beresini çıkartıp Galip'in yanına koştu: "Galip Abi, Sevda Abla geldi, sizi sordu, ben de koştum buraya geldim, sana haber vermeye. Galip'in gözleri ışıldadı ve "tura" diye bağırdı birden. Evet, Galip, tura, hep kara yazı değil ya, biraz da tura...

Galip’in hayatı o kadar ibret vericiydi ki... İster istemez “insan nasıl olur da bunca ağır imtihandan sonra ayakta durabilir?” sorusunu aklıma getirdi. Tabii bu sorunun tek bir cevabı vardı o da “inanç”...

İnsanın inancı olmadığı zaman, değil en büyük imtihana, en küçük imtihana bile dayanamazdı. Şayet bir kum tanesi gibi dağılırdı. Fakat Galip, gönlündeki inancıyla ve gösterdiği sabırla Rabbinden gelen bir lütuf ile hikayesini mesut bir sonla bitirmiş ve hayatın ona borçlu olduğu mutlu bir ana sonunda kucak açarak kavuşmuş.

Kitabın diğer kısmı yani “Şifa” olan bölümde ise günümüze dair problemlerin çözümleri üzerinde durulmuş. Örneğin şu yazıda olduğu gibi: Ruhumuz dijital bir çöplükte can çekişiyor: “Toplum olarak hepimiz durması, yavaşlaması ve sakinleşmesi gerekiyor. Sürekli hareket halindeyiz ve sabitliği olumsuz bir şey olarak nitelendirmekteyiz. Anlık tatmin tutkumuz sebebiyle bekleme yetimizi ne yazık ki kaybettik. Oysa beklemek kabul ediştir, başına gelecek olanı sevmek ve razı gelmektir.

Yazar, psikolojiye hakim olarak insanların çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair hayat yolculuğunda yön gösterirken ruhumuza da şifa oluyor. Dünyaya farklı pencerelerden bakmamıza ve zor zamanlarda nefes almamıza vesile oluyor. Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Utanmanın ayıp ve garip sayıldığı bir çağdayız. “Kendine güvenmelisin” sloganlarıyla çevrildiğimiz bu zamanda, kendine güvenmek yerine Rabbine güvenmeyi seçen taraftayız."

"Yeter ki sevmeyi bilin, ruhunuzun pencerelerini haftalık da olsa açıp havalandırın, baharın temiz rüyaları içinizde dolaşsın, serçe seslerine kulak verin, bulutların o çocuksu telaşına gülümseyin ve mutsuzluklara karşı zoraki de olsa tebessümler biriktirin ve umut edin."

"Çiçeğin olduğu yerde kötülük olmaz, birilerine çiçek hediye eden ya da saksıda çiçek büyüten insanlar kötülük bilmez."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_