Bir yanımız her zaman güçlü, sağlıklı, bilgili, zengin, doğru ve düzgün görünmek için pürüzsüz, kemiksiz, kılçıksız bir benlik inşa etmeye çalışanlarla dolu. Öyle oldukları için değil, öyle zannetmek istedikleri için. Bir yanılgıdan yaşam çıkarabilmek ve ona inanmak için böyle yapıyorlar. O yüzden de en iyi oldukları yerden vuruluyor kaleleri, oradan bir gedik açılıyor. Karşılarında düşman yok oysa, hayat var. Hayat onlara tam oradan gösteriyor gerçekleri. Öğretiyor demedim, gösteriyor dedim. Çünkü öğrenmek, yaşamdan ve kendinden kaçanların becerebileceği bir şey değil.
Diğer yanımızdaysa acılarını, hüzünlerini, yaralarını bedeninin her yanına bir dövme gibi kazımış -belki de bu yüzden dövmeye, süse, şatafata ihtiyaç duymamış-, düştüğü yerden kalkmayı, kalkamadığı yerde çökmeyi bilmiş, bazen zaaflarından bazen oyuklarından vurulmuş, vuruldukça hem kanamış hem büyümüş, büyüdükçe sessizleşmiş ve hudâyinâbit yetişmiş kimseler var. Onları dalgınlıklarından, gülüşlerinden, kelimelerinden tanıyoruz bazen. Ama en çok da yaşamın her yanını güzel sevip güzel kaybetmelerinden, güzel beklemelerinden, belki güzel ölmelerinden.
Gökhan Ergür, Yaşanmayacak Kadar Güzel’de acılarını saklamayanlara, yaralarını gizlemeyenlere, yürüdüğü yolda sık sık savrulanlara, yenilgilerinden tecrübeler inşa edenlere sesleniyor. Bunu yapmak için hayata birkaç adım geriden bakmak gerekiyor, o da öyle yapıyor. Bu geride durma eylemi, yaşamak denen savaştan kaçmak gibi anlaşılmasın; bazen cepheyi, muharebe sahasını teferruatlı görebilmek için hadiselerin merkezinden uzaklaşmak gerekiyor. Zamanın insanı koşar adım yaşamayı bir şey zannediyor, sonunda bir hiç elde edeceğini bile bile. Esas kaçış, sürekli bir şeylere yapışmakta olsa gerek. Sürekli yeni şeyler bulup onları put edinmekte, yeni alışkanlıklar ve hatta bağımlılıklar üretmekte. “Ismarlama bir hayatı bırakıyorum” diyordu İsmet Özel. Çünkü yaşamak, kendine sahiden yaşam kurabilen cesurların hakkı. Bunu ısrarla, samimiyetle dile getirenlerin ve şöyle yazabilenlerin: "Bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum; yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığımı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum; elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun."
Bazen hikâyenin sonunun acı biteceğini biliriz ama yine de o hikâyeyi okumak isteriz. Hayatta da böyledir. Bir hadise vuku bulur, içimizde bir şeyler canlanır, olacakları önceden kestirebiliriz ve bunun sonunda acı var, hem de çok acı var deriz. Ama yine de yaşamak isteriz. Üzerine gitmek, alacağımızı almak, vereceğimizi vermek, durmak, beklemek, koşmak, dövüşmek. Yakasına paçasına asılmak isteriz hadisenin. Tüm bunlar olurken, biraz işaretleri okumaya da meraklıysak eğer, içimiz cız eder sürekli. Can bulduğumuz yerde yeniden cansız kalacağımız gerçeği bir selam verir. Aleykümselam deriz, demeliyiz. Candan geçmeden hakikat ayan olur mu insana hiç, diye teselli ederiz kendimizi. Gökhan Ergür de teselli ediyor cümleleriyle. “Geçecek, merak etme” demiyor ama. “Yine gelecek” diyor. Bu giden, yeni gelenin habercisi. Acını da neşeni de kendine zevk edin diye oluyor her şey. Giderek, acıdan da neşeden de geçmek gerekecek bilesin. Çünkü toprağa gireceksin. Bedeninin şahit olduğu yaralarla ruhunun şahit olduğu yaralar başka, bambaşka. İkincisi seni insan eylediyse, artık iyisin.
“Yorgunluğumuzu tanıyan ve anlayan birilerine muhtacız hepimiz. Hem de çok uzunca bir süredir.” diyor Gökhan. “Hiçbir şey umduğumuz gibi gitmedi. O adreslerde oturan kim varsa taşınmış, bizimle beraber yol yürümeye söz verenler ilk dönemeçte herkesten evvel kaçmış. ‘O bunu yapmaz,’ dediğimiz kim varsa bir güzel bizi şaşırtmış ve yorgunluğumuza yorgunluk katmış.” diyerek devam ediyor sonra. Bu hep böyle mi olacak? Evet, böyle olacak. Yazının başlığı “Peki şimdi ne olacak?” diye soruyor, yazarı da şöyle cevap veriyor: “Dünyada sınırlı vaktimiz kaldı ve hepimiz öleceğiz. Bu sınırlı vakitte hayatımızı kimin ve neyin peşinde geçireceğimizi yine biz belirleyeceğiz. Kendi payıma; güzel olanı sevmeye ve güzeli anlatmaya, yazmaya, şerefimle yaşamaya, Likya Yolu’nu tamamlamaya, Troya ve Artemea Yolları için plan yapmaya, eski üretim birkaç Mont Blanc bulmaya, gönlü kırıklara yalnız olmadıklarını hatırlatmaya, Şule Gürbüz okumaya, Eşbabiye Meseli’ne ve niçin dünyaya geldiğimizi hep hatırlayıp ona göre yaşamaya devam edeceğim. Rotanızı belirleyin. Zaman azalıyor.”
Ölene kadar sürecek bir çarpışmadır hayat ve Fante’dir bunu söyleyen. Her karamsar cümlenin kendine mahsus bir gerçekçiliği vardır elbet ama biz işi Nimri Dede’ye getirelim ve hepimiz insan olmaya geldik, diyelim. Başka türlüsü kötümser olur ve kötümserlik, esas acziyetin yaraları saklamakta olduğunu bilenlerde sakil durur. Tıpkı hak edilmemiş bir hayatın, o hayatı sürdürenlerde pot yaptığı gibi. Nasıl da anlıyoruz onları değil mi? Instagram sağ olsun, biraz da Twitter. Nasıl da içlerindeki oyukları görmezden gelip yaşam satıyorlar. Nasıl da yüzlerindeki en az kırk maskeyi ayrı ayrı parlatıp her seferinde bize farklı şeyler sunuyorlar. Onları suçlamamalıyız. Çünkü biz bir şeylere hemen inanmaya müptela olduk artık. Her fikri bir kurtuluş reçetesi olarak kabul etmeye, içeriklerini ve yan etkilerini bilmediğimiz hapları yutmaya, sonra onları hazmetmeden yeni inanılacak şeyler, yeni reçeteler, yeni haplar bulmaya hazırız. Çok çiğ çağ: boynumuzdaki ipi de ayaklarımızın altındaki sandalyeyi de biz koyduk oraya, başkaları değil. Öylesine bir kul olduğumuzu hatırlamayı kendimize çok gördük. “Madara Olmadan” başlıklı yazısında şöyle diyor Ergür: “Hepimiz büyük davaların peşinden koşmak zorunda değiliz. Büyük sözler söylemek, büyük işler başarmak, dünyayı kökünden değiştirmek, hiç yapılmamışı yapmak zorunda da değiliz. Ailemize sahip çıkmak, komşumuza el uzatmak, temiz para kazanmak, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, marketteyken evi aramak, çocuklarla uzun sohbetler etmek, kargo görevlisine hatır sormak, becerebiliyorsak tüm gücümüzle onu sevmek, Ergin Günçe şiirleri ezberlemek ve karınca yuvalarının etrafını taşla işaretlemek en büyük kahramanlıktır zaten.”
Ergin Günçe bir şiirinde “Çılgınlığı unuttu bütün çocuklar / kapılar ardına dek kapanıverdi” diye yazmıştı. Gökhan Ergür’ün kitabı bana bu dizeyi hatırlattı. Yeni çılgınlıkların hayalini kurabilmeye, sonra onları yaşamak için hiç gidilmemiş kapıları çalmaya, hayatın bizden aldıklarını geri kazanmaya, unutulanları hatırlamaya, kayıpları onarmaya, yaşamın bin bir işaretinde tecelliyi yakalamaya, sıkıntıdan umut devşirebilmeye bir adım niyetine okudum Yaşanmayacak Kadar Güzel’i. Çok güzel olmuş, dedim sonra. Pürüzlü, kılçıklı, kemikli. Çünkü acılı, hüzünlü, yaralı. Neşenin ve mutluluğun geçiciliğini öğrenmiş, bu yüzden önce ve daima huzura güvenmiş münzevi bir ihtiyar gibi güzel.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf