Şuayp Ebu Medyen hazretleri inzivaya çekilir. Cuma namazı dışında günlerini evinde geçirir. Bir sene geçer; evinin etrafı, kapısının önü, inzivasının bitip sohbetini dinlemeyi bekleyenlerle dolar. Israr sonucu kapıda belirir. Kalabalık heyecanlıdır. Biriken kıymetli sözcükleri beklemektedirler. Hazret çıkar ama bahçe duvarındaki bülbüller havalanır. “Şayet konuşmaya salahiyetli olsaydım, kuşlar benden kaçmazdı” der ve içeri girer. Bir yıl daha kalır. Bir yıl sonra kuşlar kaçmıyor hatta yenileri gelip konuyordur…
Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah’tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, “…edep nezaket ve uslup meselesidir”!
Nehri tarif etmek için edebiyatı yetirenlere şair; mutluluğun resmini çizebilene ressam denmiş! Efsaneler ise hep haddini aşarak öğrenenlerden yükselmiş. En azından kendine karşı kendi haddini aşmak gerekiyor. Aksi halde maviyi tarif edemeyenden edebiyat, hüznü çizemeyenden ressam olmadığı gibi; kendi ötesini yaşayamayandan da insan olmuyor! İnsan için insanlıktan; insan için kendinden vazgeçmeden kendinden öteye geçen ve gerçeğinin ipini hiç bırakmadan gökyüzüne salıncak asıp yazan bir adam Ahmet Murat.
Başka bir menkıbeden hisse de Simurg üzerine:
Menzilinden vazgeçen kuşlardan birinin bahanesi şöyledir: “Ey Hüdüd ben ömür boyu çok çektim bu çektiklerim beni mahzun etti, iş bilmez etti. Çıkmaz benden bu menzil sevdasının hakkı.”. Ahmet Murat burada girer devreye; “ama sayın Hüdüd; biz düşündük ki maneviyat ve melankoli sever birbirini”! Bilge Hüdüd ise şöyle der: “Dünya durmuyor ki, sen niye durursun derdinin üzerinde?”. Devamında, hatırlamak derdinde isen sadece kötüyü hatırlamak iyinin de sahibine nankörlük olmaz mı manasında sorular ile bizim pek yakıştırdığımız melankoliyi tasavvuftan çekiverir. Ne güzel irtibat kurulur “ne dert baki ne gam” üzerine…
Kaderle barışık ahlaki yeterliliği tanımlarken kimi tarif ediyorsa, tarif ettiklerini kendisinde bulduğun kaç kişi okuyabilirsin ki? İtiraf ediyorum uzunca zamandır bunca birikimi, bunca kaygısız bir dilde, sade ve tevazu ile dillendiren bir kalem ile karşılaşmadım.
Bilmek kavramıyla demleri de ayrı bir keyif; “herkesin bildiği ama okumadığı” klasikler üzerinden Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini anlatırken, dizilerin kitaplarını hatırladım. Felsefesini, popüler kültür üzerinden yedirdiğini zanneden bu utanç tablosu, Tehlikeli Oyunlar gibi bir üstat işini dahi hallaç etmedi mi? Çok satıldı ama yine az okundu. Çokça kapak fotoğrafı çekildi sınır dışı menşei kahveler eşliğinde. Oğuz Atay ise yine az hükmündeydi oysa. “En nadiru ke’l –ma’dum”; azın hükmü yok olan gibidir!
Az olanda kalıp koruyabiliyoruz ya güzelim yalnızlığımızı. Çok olan, hatta en çok olan yanı azınlık olması olan Ahmet Murat okurken yalnızlık ve sadeliğinin bilinçli seçiminde, büyük büyük kulaçlarda özgürce seyrediyor zihin. Bütün biriktirdiklerimizin ortak hissi bu! Biraz felsefe retoriğiniz varsa; hele ki keyif te alıyorsanız, tanışmadan geçmeyin! Kitabın da dediği gibi, Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyümüş çocuklar olarak biz ne hacıları sevebildik ne leylekleri. Kuşlarla Sohbet edince hacı da görünürlüğünü yitiriyor leylek de. Yol kalıyor, aşk kalıyor geriye.
Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu söylerken kendine uğramıyor gibi başladığı sohbetler kendinden başka kimseyle derdi olmadığını gördüğün hikayelere dönüşüveriyor. İçini ve mahallesini temiz tutma derdinde söylemiş; ne güzel söylemiş:
İstanbul’dan gelenlerin dünyanın diğer yarısında büyü etkisi yarattığı toprakları anlatmış.
Coğrafyalar taşınmış diller değişmiş ama özde taşınan ruhun iklimi her daim İslam ile muhafaza edilmiş Türk coğrafyalarının çeşit çeşit tasavvuflar kokan topraklarını…
Sokrates’in kendisini öldürecek olan baldıran zehrini içmek için beklerken flütle öğrenmeye çalıştığı yeni ezgi gibi bir filozoflukla; “yarın kıyamet kopacak olsa ağaç dikin” diyen güzelin ümmeti olmayı içselleştirmiş umutla anlatmış.
Modernliğimiz yalnızlığımızı, yalnızlığımız geleneğimizi sömürürken; çağdışı bir primisivist gibi mağara adamlığında sığlaşmadan, derdinin, insan fıtratında bir yakışıklık olduğunun altını çize çize anlatmış.
Çünkü radyo dinleyenlerin televizyon izleyenlerden daha özgür olduğu gerçeği vardır. Böylece hayal gücün kadar geniş sınırların olur ki zenginlik budur. Ruhunun derinliklerindeki tabiatla dışarıdakini karşılaştırdığında yeni bir dil imkanı doğar bu sınırsızlıktan. Yunus’un su değirmeninden duyduğu sesi, inilti ve acı olarak duyması sonucu yazdığı “dertli dolap” nasıl açıklanabilir ki başka.
Hülasa:
Ahmet Murat manevi yorgunluğuna niyet ile çözüm buldurmuş mu bilmeyiz ama bize onun anladığı manada “Allah bereket versin” demek düştü.
Arketiplerin efendisi. Satır aralarından konuşabilmenin piri...
“Biz doğuluları konuşmayı severiz ama kendimizden bahsetmeyi değil” demiş.
Biz bahsettik; hakikat şahitliğine şahitlik olsun!
Hissettik ki:
Kuşlarla Sohbetin Şartları sadece yazılmış değil pratikte uygulanmış bir kitaptır Ahmet Murat’ın avlusunda…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Ahmet Murat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Murat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Haziran 2020 Pazartesi
17 Mayıs 2020 Pazar
Avarelik görgüsüyle sıra dışı olmak
Onu okurken, sıradan coğrafyaları, sıradan keşfi ile sıra dışı hale getiren gözlem yeteneğine mi; dilinin şiirine mi kulak kesilmeli karar veremeden biten bir anlatıya eşlik edivermişiz bir de baktık ki.
Dikotomiden azade kalmayı becererek bunca çok renge bu ahengi yazma yetisine sahip yazar, “İbn Rüşd’ün Varlık Ve Bilgi Alanlarında İbn Sina’ya Yönelttiği Eleştiriler” üzerinden doktora yaparak, eğitimini felsefeyle mühürlemiş. Öğretmenlik, editörlük, radyoculuk… Bitmedi! Mevcutta halen İbn Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, TRT 2 kanalında bir kültür-edebiyat programı, Nihayet adlı edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliği de bunlara ekleyelim.
Şiir, deneme, araştırma, çeviriler… Derken, Ahmet Kutlu’nun sözün düşüşünü ilk durduracaklar arasından seçtiği kalem. İbrahim Tenekeci’nin görüp geçirmekten çok merak etmekle kazanılmış “meraklı bir bilgelik ve tazelik” olarak tanımladığı şair, çevirmen, editör, radyo ve televizyon programı sunucusu… Tesadüf olamayacak çeşitliliğin ve estetiğin kaynakları ifşa oluyor böylece. Bu estetiğin son meyvesi ise Ahmet Murat Özel’in son kitabı olarak Avarelik Görgüsü adıyla Ketebe’den çıktı.
Söz kemale erince şiir olur demişler. Şiiri söz, sözü şiir bir yazarın, hikayelerden oluşan kitabının içinde egzistansiyalist felsefenin eşsiz serüvenini koklayarak ilerliyoruz. Ne lüzumundan çok melankoli, ne ruhu çekilmiş bir rasyonel! Kıvamlı bir bilgelik. Keyfimiz gıcır.
Yazar, Avarelik Görgüsü sahibi olmak üzerinden hayatı ortalamış. Ortaladığınca da anlatmış. Öyle ortadan hiç ayrılmayanlarla da karıştırmadan demlemek lazım ama okurken. Yedi kat yerin dibinde gezmiş, uzun yedi başlı ejderhalar midesinde. Ardından, yedi kat göğün seyr-ü süluk sefasında demlenmiş kısık ateşte. Ne varoluşsal sancısını acı ile tanımlayıp, delaletlerden erdem devşirdiği çukurlarda kalmış; ne “ötelerden haber” diye yapay bir uhreviyata süzülmüş. Yüzüne değişmeyen tebessümler takan botokslu ideolojilerden de dinlerden de arınmış. Ahmet Murat, “vasat” olanın neden yolların en güzeli olduğunu vasatlığından değil, vasatı seçen dehasından, midesindeki ejderhalardan, gök diye inleyenlerin fazlalarından dökülen sahteden öğrenmiş.
Naçizane bize geçen bu diyelim. Diyelim ki iddiamızdan vurulmayalım yine de dönüp. Buğday çuvallarının ergonomisine de gece uyuyamayanların dehşetli haline de keskin kokuları özlemenin memleket özlemek gibi bir tanıdıklık olduğu hasrete de ettiğimiz şehadetten, bize geçen bu!
Mesela, çocukluğu bir tren istasyonunun çevresinde geçen çocukların dünyanın durak olduğu keşfine yakın olmaları fikri, kitabınızı alıp alıp gittiğiniz kasaba istasyonunu severken, aslında sonsuz olanı sevdiğinizi gösterir size gözleriniz parlaya parlaya. “Aziz Nesin’lik bir hikaye yazılması içten bile değildi” dediğinden akıl önünden koca bir Türk sineması külliyatı geçirir. “Avarelik Görgüsü” denerken size gülenlere gülecek özgüveniniz yine o aynı çocukluğunuzdan çıkıp gelir. Kolonya, hani şu bildiğimiz kolonya, modernleşme ya da modernleşememe hikayemizin tepesine diklemesine bir ünlem gibi dikiliverir. Mushaf içine roman okuyan Hasan, kahramanlarınız arasına girer. Hiç sevmediğiniz bu vaaz dilini daha çok sevmezsiniz Hasan’ların hürmetine.
Orta olanı şah edip şahitlik edenlerin düsturudur bu: Türk dilindeki “h” harfine hırıltı katıp Arapça okunduğu zaman olmayanın, güdük kalanın ne olduğunu bilirler. Bu bilgiden mülhem, ılımlı popüler din dili ve pahalı derviş hırkalarıyla televizyonda süzülenlerde olmayanın da aynı şey olduğunu bilirler. Ne eksiğimizi giderelim dediysek gına getirecek drajede sunan aşırı insanların coğrafyasında bilmenin yükünü bilirler! İşte Ahmet Murat size, bunlara, tek başınıza tahammül etmediğinizin müjdesini verir. Yükünüzü hafifletir. Yüzünüzü gülümsetir.
Gurmelerin yatılılar arasından çıkmasının tesadüf olmayacağı gerçeği ise başlı başına bir yazı sebebidir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Dikotomiden azade kalmayı becererek bunca çok renge bu ahengi yazma yetisine sahip yazar, “İbn Rüşd’ün Varlık Ve Bilgi Alanlarında İbn Sina’ya Yönelttiği Eleştiriler” üzerinden doktora yaparak, eğitimini felsefeyle mühürlemiş. Öğretmenlik, editörlük, radyoculuk… Bitmedi! Mevcutta halen İbn Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, TRT 2 kanalında bir kültür-edebiyat programı, Nihayet adlı edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliği de bunlara ekleyelim.
Şiir, deneme, araştırma, çeviriler… Derken, Ahmet Kutlu’nun sözün düşüşünü ilk durduracaklar arasından seçtiği kalem. İbrahim Tenekeci’nin görüp geçirmekten çok merak etmekle kazanılmış “meraklı bir bilgelik ve tazelik” olarak tanımladığı şair, çevirmen, editör, radyo ve televizyon programı sunucusu… Tesadüf olamayacak çeşitliliğin ve estetiğin kaynakları ifşa oluyor böylece. Bu estetiğin son meyvesi ise Ahmet Murat Özel’in son kitabı olarak Avarelik Görgüsü adıyla Ketebe’den çıktı.
Söz kemale erince şiir olur demişler. Şiiri söz, sözü şiir bir yazarın, hikayelerden oluşan kitabının içinde egzistansiyalist felsefenin eşsiz serüvenini koklayarak ilerliyoruz. Ne lüzumundan çok melankoli, ne ruhu çekilmiş bir rasyonel! Kıvamlı bir bilgelik. Keyfimiz gıcır.
Yazar, Avarelik Görgüsü sahibi olmak üzerinden hayatı ortalamış. Ortaladığınca da anlatmış. Öyle ortadan hiç ayrılmayanlarla da karıştırmadan demlemek lazım ama okurken. Yedi kat yerin dibinde gezmiş, uzun yedi başlı ejderhalar midesinde. Ardından, yedi kat göğün seyr-ü süluk sefasında demlenmiş kısık ateşte. Ne varoluşsal sancısını acı ile tanımlayıp, delaletlerden erdem devşirdiği çukurlarda kalmış; ne “ötelerden haber” diye yapay bir uhreviyata süzülmüş. Yüzüne değişmeyen tebessümler takan botokslu ideolojilerden de dinlerden de arınmış. Ahmet Murat, “vasat” olanın neden yolların en güzeli olduğunu vasatlığından değil, vasatı seçen dehasından, midesindeki ejderhalardan, gök diye inleyenlerin fazlalarından dökülen sahteden öğrenmiş.
Naçizane bize geçen bu diyelim. Diyelim ki iddiamızdan vurulmayalım yine de dönüp. Buğday çuvallarının ergonomisine de gece uyuyamayanların dehşetli haline de keskin kokuları özlemenin memleket özlemek gibi bir tanıdıklık olduğu hasrete de ettiğimiz şehadetten, bize geçen bu!
Mesela, çocukluğu bir tren istasyonunun çevresinde geçen çocukların dünyanın durak olduğu keşfine yakın olmaları fikri, kitabınızı alıp alıp gittiğiniz kasaba istasyonunu severken, aslında sonsuz olanı sevdiğinizi gösterir size gözleriniz parlaya parlaya. “Aziz Nesin’lik bir hikaye yazılması içten bile değildi” dediğinden akıl önünden koca bir Türk sineması külliyatı geçirir. “Avarelik Görgüsü” denerken size gülenlere gülecek özgüveniniz yine o aynı çocukluğunuzdan çıkıp gelir. Kolonya, hani şu bildiğimiz kolonya, modernleşme ya da modernleşememe hikayemizin tepesine diklemesine bir ünlem gibi dikiliverir. Mushaf içine roman okuyan Hasan, kahramanlarınız arasına girer. Hiç sevmediğiniz bu vaaz dilini daha çok sevmezsiniz Hasan’ların hürmetine.
Orta olanı şah edip şahitlik edenlerin düsturudur bu: Türk dilindeki “h” harfine hırıltı katıp Arapça okunduğu zaman olmayanın, güdük kalanın ne olduğunu bilirler. Bu bilgiden mülhem, ılımlı popüler din dili ve pahalı derviş hırkalarıyla televizyonda süzülenlerde olmayanın da aynı şey olduğunu bilirler. Ne eksiğimizi giderelim dediysek gına getirecek drajede sunan aşırı insanların coğrafyasında bilmenin yükünü bilirler! İşte Ahmet Murat size, bunlara, tek başınıza tahammül etmediğinizin müjdesini verir. Yükünüzü hafifletir. Yüzünüzü gülümsetir.
Gurmelerin yatılılar arasından çıkmasının tesadüf olmayacağı gerçeği ise başlı başına bir yazı sebebidir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
29 Kasım 2018 Perşembe
Dünyada misafir olduğunu bilen kuşları tedirgin etmez
"Cevap soruya göre değil, sorana göre verilir."
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî
Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.
Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.
Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.
Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."
Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.
Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."
Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."
Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."
Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:
"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."
Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...
Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî
Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.
Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.
Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.
Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."
Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.
Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."
Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."
Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."
Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:
"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."
Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...
Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Ocak 2018 Cuma
Üzül çünkü bu hayatın heyecanı meyecanı yok
"Olacaklar hep elzem
Depresyon gettoya kısmet
Ve de kaygıya saplanmış
Herkes mi zorlayan üstelik
Yaşama sevincine el koyan denge."
- Gazapizm, Heyecanı Yok
Akıp geçen zamanı özümseyerek, idrak ederek yaşamak çok önemli bir meziyet. Bunu hakkıyla gerçekleştiren şairler ve yazarlar kendilerini bir şekilde belirgin kılarlar, haklarıdır. Onların metinleri bize ve birbirimize şifa olabilir. Bakış açılarıyla nefsimizi örseleyebilirler, bize var oluşun sahillerinden bahsedebilirler, başka insanların ve coğrafyaların bizimle ortak inançlarından, kaderlerinden ve kederlerinden söz edebilirler. Ahmet Murat, yazılarında daima bu bilinci taşır. Yaşadığımız kötülüklerden dahi bahsederken o kötülükler üzerinde asılı kalmaz. Başka taraflara da çevirir bakışlarını, metinlerini, fikirlerini. Ötekiyi ve ötede kalanı görmemizi sağlar.
Belki de Üzülmeliyiz, Ahmet Murat'ın Gerçek Hayat dergisinde yazdığı son dönem yazılarından oluşuyor. Benim gibi dergiyi 'gerçekten' takip etmeyenler için bu yazıların kitaplaşması önemli. Hatta dergiyi sıkı takip edenler için de önemli. Çünkü Ahmet Murat ismi bende biraz da özümsemeye çağrıştırıyor. Bırakıp geçmeyi değil takılıp düşünmeyi. Dergi arşivlemek çok güçtür, dergi takip etmek kadar. Dolayısıyla oradaki yazıların farkını fark etmek de güçtür. Kitaplaşınca iş biraz daha sadeleşir. Bu basitlik bize sağlıklı bir okuma yapma imkânı sunar. Profil Kitap tarafından neşredilen Belki de Üzülmeliyiz yanlış saymadıysam 43 yazıdan oluşuyor. Bu yazılardan bazılarını özellikle birkaç kez okumuş, notlar almıştım. Başlıkları bir şeyler söyleyecektir: Sıradan Şeylerden Bahsetmenin Sıradışılığı, Arsalarda Çocuklar, Bir Şehri Tanıma Yolu Olarak Sularından İçmek, Şehirlerimize Çöken Kabus, Davetli Listesinde Kaç Meczup Var?, Geleneğin Suyu mu, Çeşmesi mi?, Cumaya Giden Süper Kahraman Kız, Telefon Rehberindeki Hoca Numarası, Hocalar Yüzde Kaçlık Bir Kitleyi Muhatap Alıyor?, Hutbe Meselesi, Deneme ve Şerh, Küresel Ergenlik Çağı, Muhafazakar Siyasetçi İçin Kısa Kültür-Sanat Rehberi, İktidarın Kültürle İmtihanı, İktidar mı İklim mi?, Kültür Şûrası ve Kravat ve Yirmi Yaş Çetesi.
Görüldüğü gibi Ahmet Murat son dönemde şehir meselesiyle de kültür-sanat etkinlikleriyle de (yazının başında ismi geçen rapçimiz "herkes delirmiş, hiç etkinlikler etik değil" der söz konusu şarkıda) bolca ilgilenmiş. Bazen gündemin içinde sürüklenmekten gündemi meşgul etmesi gereken asıl meseleyle ilgilenmeyiz. İşimize gelmez ya da kaçırırız. Yazılarda bazı konulara tekrar dönüp hakikatla irtibat kurma noktasında önemli frekanslar yakalayabiliyoruz. Mesela son dönemde hutbelerin birer siyasi manifesto metinlerine dönüşmesi ve hocaların sadece yüzde elliyi hitap kitlesi olarak görmesi ciddi bir sıkıntı. "Görünen o ki, hocalarımızdan önemli bir kısmı ülkenin sadece yüzde ellisini muhatap kabul ediyor. Bu kitleyle siyasi bir tarafgirlik hizasında buluşarak, siyasetin dilini yankılayan bir din dili kuruyor ve kullanıyorlar." diyor Ahmet Murat. Bu durumun önüne geçmek için "Din, bir ideoloji olmadığı gibi, bir parti programından ibaret de değildir. Bu sebeple inhisarcı bir dil kullanmamalıdır. İnsanların Allah'la ilişkisinin imkanlarını tıkamamak, aksine açmak ama bunu yaparken de tavizkar, modernist, savunmacı olmaya da gerek duymamalıdır." yorumunu yapıyor ve çözümünü sunuyor: "Ve kestirmeden söylemem gerekirse, tasavvufi gelenek, bu imkanı içinde barındıran yegane seçenektir."
Hutbelerdeki sürekli kendini tekrar eden, bayık, sönük, pasif metinler konusunda da değinmiş Ahmet Murat. Ne zamandır hakkında yazmak istediğim bir meselede aynı şeyi düşünmemizin sevincini yaşadım. Hutbeleri daha enerjik, uyutmayan, harekete geçirici, gönle hitap edecek biçimde şekillendirmek için bir sürü reklamcı, stratejist ve hatta senaryo yazarı var. Nasıl ki siyasi partiler 'o gün geldiğinde' bu imkânları kullanıyorlarsa, bu tip durumlar için de yararlanılabilir. Kısa bir sürede önemli bir metni okumak, o metni dinleyenin zihninde canlandırabilmek, bir hikâye sunabilmek (ki buna bizim meslekte storytelling deniyor, bir de art of storytelling var) oldukça kritik şeyler. İnsan hikâyelerle yaşar. Kendi hikâyesini anlamlandırmak, o hikâyeye bir yoldaş bulmak ister. Aksi hâlde yokluk başlar. Yokluk ağırdır. İnsan sesine ses, derdine dertdaş ister. İnsana şifayı faturalar, aidatlar, dekontlar, ekstreler ve diğer otomatik yazılmış metinler-rakamlar veremez. Bunlar olsa olsa zehir verir. Düşünsenize hutbeleri bir psikolog, sosyolog, metin yazarı, şair ve senaristten oluşan ekibin oluşturduğunu? O namaz daha lezzetli olmaz mı? O cemaat, camiden çıkıp da kitapçı bulmak için sokakları tırım tırım etmez mi? Eder. Şairden okuyalım: "Üzerinde düşünmemiz gereken, bir çoğumuz için haftanın yegane dini dersi olan hutbeden, bize bir haftalık zihni, kalbi, manevi malzemenin çıkıp çıkmadığıdır. Bu meselenin sadece Diyanet yetkilileriyle, İlahiyatçılarla değil, edebiyatçılarla, senaristlerle, metin yazarlarıyla, televizyoncularla, psikologlarla, sosyologlarla birlikte ele alınma zorunluluğu var artık. Bir kampüs camiinde okunan hutbenin diliyle, bir dağ köyünde okunan hutbenin dilinin niçin ve nasıl farklı olacağına; eksikliğini gederek daha sık hissettiğimiz dramatik unsurların (kıssaların, menkıbelerin vb) hutbelere nasıl geri çağrılacağına, o tatlı şiveleriyle kalbimizde taht kurmuş mahalli hatiplerin niçin cemaati yakalamakta başarılı olduklarına dair bazı cevaplar bulup, bazı dikkatler de geliştirebiliriz böylece."
Dünyanın bize yakın ya da uzak başka bir şehrinde, bir dükkana girdiğinde, hemen kapının karşısındaki duvarda asılı olan dede-baba fotoğrafları ilgisini çeker Ahmet Murat'ın. Yaşlıların fotoğraflarda neden ellerinin hep dizlerinde olduğunu düşünür. Bir Marvel karakterinin Müslüman süper kahraman oluverme ihtimali heyecanlandırır. Sezai Karakoç'un Mona Roza'yı 19, İsmet Özel'in Evet İsyan şiirini 22 yaşında yazmış olmasına karşın genç şairleri, yazarları hiçe sayan 'yetkililere' şaşırır, şaşırmakla kalmayıp çok kritik telkinlerde bulunur, sorular sorar: "Hal böyleyken, yani kültür ve sanat beğenimizi yirmili yaşlardaki şairler, yazarlar, dergiciler belirlemişken, biz yirmili yaşlara fikirlerini sormayı niçin düşünmeyelim?"
Kitabın ilk yazısında koyduğu başlığı hatırlatırcasına daima düşünmek için yazar Ahmet Murat. Dolayısıyla okuyanı düşündürür. Ama hiç düşürmez. Hep belli bir ortalamada tutar. Canımızı sıkan konularda bizim canımızı 'yeniden' sıkmaz, sadece yeniden yorumlar. Bir nevi, meseleler üzerine deneme yazmak yerine şerh düşer. 'Bakın bir de şu var' der gibi, gösterir, hayal kurdurur. Yorgun, kırgın ama ümitli, umutlu bir üzgünlük düşer okuyucuya. Çünkü bu hayatın heyecanının kalmadığını düşünen okuyucu, aslında bu heyecansızlıkta pay sahibidir. Her eşyasını 'update' eder de kendini etmez. Gerçekten üzülürse, belki yeniden başlayabilir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Depresyon gettoya kısmet
Ve de kaygıya saplanmış
Herkes mi zorlayan üstelik
Yaşama sevincine el koyan denge."
- Gazapizm, Heyecanı Yok
Akıp geçen zamanı özümseyerek, idrak ederek yaşamak çok önemli bir meziyet. Bunu hakkıyla gerçekleştiren şairler ve yazarlar kendilerini bir şekilde belirgin kılarlar, haklarıdır. Onların metinleri bize ve birbirimize şifa olabilir. Bakış açılarıyla nefsimizi örseleyebilirler, bize var oluşun sahillerinden bahsedebilirler, başka insanların ve coğrafyaların bizimle ortak inançlarından, kaderlerinden ve kederlerinden söz edebilirler. Ahmet Murat, yazılarında daima bu bilinci taşır. Yaşadığımız kötülüklerden dahi bahsederken o kötülükler üzerinde asılı kalmaz. Başka taraflara da çevirir bakışlarını, metinlerini, fikirlerini. Ötekiyi ve ötede kalanı görmemizi sağlar.
Belki de Üzülmeliyiz, Ahmet Murat'ın Gerçek Hayat dergisinde yazdığı son dönem yazılarından oluşuyor. Benim gibi dergiyi 'gerçekten' takip etmeyenler için bu yazıların kitaplaşması önemli. Hatta dergiyi sıkı takip edenler için de önemli. Çünkü Ahmet Murat ismi bende biraz da özümsemeye çağrıştırıyor. Bırakıp geçmeyi değil takılıp düşünmeyi. Dergi arşivlemek çok güçtür, dergi takip etmek kadar. Dolayısıyla oradaki yazıların farkını fark etmek de güçtür. Kitaplaşınca iş biraz daha sadeleşir. Bu basitlik bize sağlıklı bir okuma yapma imkânı sunar. Profil Kitap tarafından neşredilen Belki de Üzülmeliyiz yanlış saymadıysam 43 yazıdan oluşuyor. Bu yazılardan bazılarını özellikle birkaç kez okumuş, notlar almıştım. Başlıkları bir şeyler söyleyecektir: Sıradan Şeylerden Bahsetmenin Sıradışılığı, Arsalarda Çocuklar, Bir Şehri Tanıma Yolu Olarak Sularından İçmek, Şehirlerimize Çöken Kabus, Davetli Listesinde Kaç Meczup Var?, Geleneğin Suyu mu, Çeşmesi mi?, Cumaya Giden Süper Kahraman Kız, Telefon Rehberindeki Hoca Numarası, Hocalar Yüzde Kaçlık Bir Kitleyi Muhatap Alıyor?, Hutbe Meselesi, Deneme ve Şerh, Küresel Ergenlik Çağı, Muhafazakar Siyasetçi İçin Kısa Kültür-Sanat Rehberi, İktidarın Kültürle İmtihanı, İktidar mı İklim mi?, Kültür Şûrası ve Kravat ve Yirmi Yaş Çetesi.
Görüldüğü gibi Ahmet Murat son dönemde şehir meselesiyle de kültür-sanat etkinlikleriyle de (yazının başında ismi geçen rapçimiz "herkes delirmiş, hiç etkinlikler etik değil" der söz konusu şarkıda) bolca ilgilenmiş. Bazen gündemin içinde sürüklenmekten gündemi meşgul etmesi gereken asıl meseleyle ilgilenmeyiz. İşimize gelmez ya da kaçırırız. Yazılarda bazı konulara tekrar dönüp hakikatla irtibat kurma noktasında önemli frekanslar yakalayabiliyoruz. Mesela son dönemde hutbelerin birer siyasi manifesto metinlerine dönüşmesi ve hocaların sadece yüzde elliyi hitap kitlesi olarak görmesi ciddi bir sıkıntı. "Görünen o ki, hocalarımızdan önemli bir kısmı ülkenin sadece yüzde ellisini muhatap kabul ediyor. Bu kitleyle siyasi bir tarafgirlik hizasında buluşarak, siyasetin dilini yankılayan bir din dili kuruyor ve kullanıyorlar." diyor Ahmet Murat. Bu durumun önüne geçmek için "Din, bir ideoloji olmadığı gibi, bir parti programından ibaret de değildir. Bu sebeple inhisarcı bir dil kullanmamalıdır. İnsanların Allah'la ilişkisinin imkanlarını tıkamamak, aksine açmak ama bunu yaparken de tavizkar, modernist, savunmacı olmaya da gerek duymamalıdır." yorumunu yapıyor ve çözümünü sunuyor: "Ve kestirmeden söylemem gerekirse, tasavvufi gelenek, bu imkanı içinde barındıran yegane seçenektir."
Hutbelerdeki sürekli kendini tekrar eden, bayık, sönük, pasif metinler konusunda da değinmiş Ahmet Murat. Ne zamandır hakkında yazmak istediğim bir meselede aynı şeyi düşünmemizin sevincini yaşadım. Hutbeleri daha enerjik, uyutmayan, harekete geçirici, gönle hitap edecek biçimde şekillendirmek için bir sürü reklamcı, stratejist ve hatta senaryo yazarı var. Nasıl ki siyasi partiler 'o gün geldiğinde' bu imkânları kullanıyorlarsa, bu tip durumlar için de yararlanılabilir. Kısa bir sürede önemli bir metni okumak, o metni dinleyenin zihninde canlandırabilmek, bir hikâye sunabilmek (ki buna bizim meslekte storytelling deniyor, bir de art of storytelling var) oldukça kritik şeyler. İnsan hikâyelerle yaşar. Kendi hikâyesini anlamlandırmak, o hikâyeye bir yoldaş bulmak ister. Aksi hâlde yokluk başlar. Yokluk ağırdır. İnsan sesine ses, derdine dertdaş ister. İnsana şifayı faturalar, aidatlar, dekontlar, ekstreler ve diğer otomatik yazılmış metinler-rakamlar veremez. Bunlar olsa olsa zehir verir. Düşünsenize hutbeleri bir psikolog, sosyolog, metin yazarı, şair ve senaristten oluşan ekibin oluşturduğunu? O namaz daha lezzetli olmaz mı? O cemaat, camiden çıkıp da kitapçı bulmak için sokakları tırım tırım etmez mi? Eder. Şairden okuyalım: "Üzerinde düşünmemiz gereken, bir çoğumuz için haftanın yegane dini dersi olan hutbeden, bize bir haftalık zihni, kalbi, manevi malzemenin çıkıp çıkmadığıdır. Bu meselenin sadece Diyanet yetkilileriyle, İlahiyatçılarla değil, edebiyatçılarla, senaristlerle, metin yazarlarıyla, televizyoncularla, psikologlarla, sosyologlarla birlikte ele alınma zorunluluğu var artık. Bir kampüs camiinde okunan hutbenin diliyle, bir dağ köyünde okunan hutbenin dilinin niçin ve nasıl farklı olacağına; eksikliğini gederek daha sık hissettiğimiz dramatik unsurların (kıssaların, menkıbelerin vb) hutbelere nasıl geri çağrılacağına, o tatlı şiveleriyle kalbimizde taht kurmuş mahalli hatiplerin niçin cemaati yakalamakta başarılı olduklarına dair bazı cevaplar bulup, bazı dikkatler de geliştirebiliriz böylece."
Dünyanın bize yakın ya da uzak başka bir şehrinde, bir dükkana girdiğinde, hemen kapının karşısındaki duvarda asılı olan dede-baba fotoğrafları ilgisini çeker Ahmet Murat'ın. Yaşlıların fotoğraflarda neden ellerinin hep dizlerinde olduğunu düşünür. Bir Marvel karakterinin Müslüman süper kahraman oluverme ihtimali heyecanlandırır. Sezai Karakoç'un Mona Roza'yı 19, İsmet Özel'in Evet İsyan şiirini 22 yaşında yazmış olmasına karşın genç şairleri, yazarları hiçe sayan 'yetkililere' şaşırır, şaşırmakla kalmayıp çok kritik telkinlerde bulunur, sorular sorar: "Hal böyleyken, yani kültür ve sanat beğenimizi yirmili yaşlardaki şairler, yazarlar, dergiciler belirlemişken, biz yirmili yaşlara fikirlerini sormayı niçin düşünmeyelim?"
Kitabın ilk yazısında koyduğu başlığı hatırlatırcasına daima düşünmek için yazar Ahmet Murat. Dolayısıyla okuyanı düşündürür. Ama hiç düşürmez. Hep belli bir ortalamada tutar. Canımızı sıkan konularda bizim canımızı 'yeniden' sıkmaz, sadece yeniden yorumlar. Bir nevi, meseleler üzerine deneme yazmak yerine şerh düşer. 'Bakın bir de şu var' der gibi, gösterir, hayal kurdurur. Yorgun, kırgın ama ümitli, umutlu bir üzgünlük düşer okuyucuya. Çünkü bu hayatın heyecanının kalmadığını düşünen okuyucu, aslında bu heyecansızlıkta pay sahibidir. Her eşyasını 'update' eder de kendini etmez. Gerçekten üzülürse, belki yeniden başlayabilir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)