Edebiyatımız çok güçlü bir şerh geleneğini içinde barındırıyor, yaşatıyor. Çünkü bu gelenek, bilhassa maneviyat meselelerine çok boyutluluk kazandırıyor. Şerh çalışmaları, yazılmış bir eseri daha geniş kitlelere ulaştırırken; bazen daha kolay anlaşılmasını bazen de o eserin üzerine daha derinlikli çalışmaların yapılmasına imkân sağlıyor. Şuradan başlayalım; şerh kelimesinin pek çok manası var. Bir şeyi açıp yaymak -ki fetih kelimesini çağrıştırıyor-, sözün kapalı taraflarını açmak, bir metni ya da kitabı ayrıntılarına inerek yorumlamak, izah etmek. Velhasıl, bilhassa şiirin penceresinden konuşursak, şerh etmek “şairler kadar cesur” olmayı gerektirir. Orada, şerh edenin hem zahiri hem de batıni ilmi ortaya çıkar. Tabiri caizse bir boy verme işidir. Bu durum akıllara, tasavvuf tarihimizde şiirleriyle de fevkalade bir yeri olan gönül hekimlerinden Lütfi Filiz’in şu dizelerini getirir: “Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım.”
Tasavvufî eserlere dair yapılan şerhler, edebiyatımızda müstesna bir yeri oluşturur. Mesnevî ve Fusûsü’l-Hikem gibi mürşit kitaplara dair yazılmış şerhler dışında, bir dizenin peşinden giden irfan sahipleri de olmuştur. Mesela, Yunus Emre’mizin “Çıktım Erik Dalına” mısrasıyla başlayan şiiri/nefesi/nutku için sayısız şerh yazılmıştır. Niyazî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde gibi nice irfan sahibi, bazen böyle katmanlı şiirleri açmaya çalışmış, bazen de bir hikmetli sözü deşifre etmeye çalışmıştır. Şurası bir gerçek ki bilhassa tasavvufi eserleri şerh etmek için pek çok mecaza ve sembole hâkim olmak gerekir. İlahi sırlar, hiç beklenmedik yerlerden sürpriz yapmaya hazırdır. Öte yandan bizim şairlerimiz de sürpriz yapmaya pek hevesli, bu yönde pek maharetlidir. Tıpkı Ahmet Murat gibi. Ahmet Murat pek çok şapkaya sahip olmakla birlikte bunları gardırobunda saklamaya da meyilli, müstesna bir isimdir. Akl-ı selimin, kalb-i selimin ve zevk-i selimin bir terkibi olarak, okuyucunun sadrında üç saf açmıştır. İlki, akl-ı selimin yani denemenin safı: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Avarelik Görgüsü, Belki de Üzülmeliyiz, Taşı Taşırmak. İkincisi, kalb-i selimin, yani şiirin safı: Bir Şair Bisikletle, Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı, Şarkıyı Kes. Üçüncüsü, zevk-i selimin, yani hikmetin safı: İbn Atâullah El-İskenderî (Hayatı, Eserleri, Görüşleri) Hikayem Ne Tuhaftır – Ebu’l-Hasan Eş-Şüsterî’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı ve Sufilerin El Kitabı (İbn Acîbe).
Şerh geleneğinden hoşaf kaşığı bulaşığı kadar bahsedip şaire yanaştık. O hâlde “Âşinâ‐yı aşk olandan sor ledünniyâtını / âlem-i zevkin ne anlar sırrını ağyâr-ı aşk” deyu sözü köpürtüp cezbeden taşırmadan bir kitaba göz atalım, gözümüzü gönlümüzü açalım. Kalemiyle ve anlatıcılığıyla, geleneğin sorun çözen tüm taraflarını bugüne taşımaya gayret gösteren isimlerden biri de Yasin Taçar. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı kitaplarda arayışlarını, sorgulamalarını şeffaf biçimde dile getirmesi okur tarafında makul bir zemin buldu. Bu zeminde Taçar’ın metafiziğin rasyonalizasyonu olarak ifade edebileceğimiz bir güzellik de var. Nedir o? Bugünün mühim sorunlarına tasavvufla, azizlerin hayatından cevaplar araması. Bu cevapların günümüz şartlarına uyanlarını özenle seçmesi ve yine bugünün diliyle seslenmesi. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tüm Yakarışların Kapısında kitabında da bu meziyetinden vazgeçmeden cesur bir girişimde bulunuyor: Ahmet Murat’ın şiirlerine şerhler düşüyor. Sebeb-i telifi ise şöyle: “Ahmet Murat’ın şiirleri, sadece şiir değildir. Hakikatin, şiir görüntüsünde zuhur etmesidir.”
Bir şair, tıpkı seyr ü süluk gören bir derviş gibidir. Zira Sadreddin Konevî’nin buyurduğu gibi yeryüzünde sülük görmeyen de yoktur. Karıncadan insana, taştan ağaca kadar bu böyle. Hepsinin sınavı farklı, hepsinin ihtiyacı da farklı. Şair, tüm bu cevelan içinde aklın, kalbin, nefsin, ruhun, canın farkında bir kalem savaşı verir. Yegâne yakınlığın kullukta saklı olduğunu bilir. Kulluğun bir acziyet, acziyetin de bir teslimiyet olduğunu bilir. Bu bilişlerin her biri, sanatçı fedakârlığıyla birleşince ortaya benlikten değil gönülden süzülen nağmeler çıkar. Yazılan her dize bir virde dönüşür. Kalbin de kelimelerin de birer yara olduğu düşünüldüğünde, bu nağmelerin her birinde yakarış vardır. Şairin yakarışlarını göğüste yumuşatarak karşılamak, her sadrın hüneri değildir. Bu da bir nasip meselesidir çünkü. Tıpkı iyi amellerin, hayırlı vazifelerin, güzellik peşinde olmanın da bir nasip meselesi olması gibi. Daima karşılıksız veren bir Mevlâ ve daima şükrü unutan bir insan görürüz işte bu cevelanda. Şair, “Kalenderiz, sesimiz çatal, suyumuz karanlık / karanlık ve acı mı? Acı da ne demek?” diye sorarken, şârih de şöyle cevap arar: “Modern hayatta bireycilik altında bencilliğin yeri vardır, kardeşliğin değil. Beşerî akıl merkezdedir, kalbî akıl değil. Dervişler ise beşerî aklı sadece araç olarak kullanır, kalbî akla ulaşmaya çalışır. Modern hayatın kulak verdiği ses, dervişin zikri değildir. Arif yerini aydına bırakmıştır. Günümüz öğretisi insanları narsist yapma odaklı işlemektedir, derviş ise benliğinden kurtulmaya çalışandır… Dervişin acısı, modern dünyanın onu daraltmasından ileri gelir.”
Yasin Taçar, Ahmet Murat’ın şiirlerini şerh ederken insanın kaybettiği tınısına sıkça atıf yapıyor. Gürültü yerine ahengi arıyor. ‘Batanları sevmeme’nin bir fikir, bir nasihat değil yegâne hakikat olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de romantik bir bakış açısından uzak duruyor, şairin hikmetli gölgesinde sakin, ferah bir dil kuruyor: “İnsan, dünyada yolcudur. Yolcu, misafire denir. Misafir, gelip geçiciliği temsil eder. Böyle olunca da o bulunduğu yere ait olamaz. Tek sahip Allah ise, onun aitliği de Allah’a kalmıştır… Kişi Allah’ın inayetine muhtaçtır. Ve kavuşacağı da Allah’tır.”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf