“Harabat ehlini hor görme zâkir,
Defineye malik viraneler var”İnsan kelimeleri kaybettiğinde suskunluğa sığınır, yakınlığı kaybettiğinde uzaklara, sevincini kaybettiğinde gözyaşına, dostluğu kaybettiğinde yalnızlığa. Peki aklını kaybettiğinde…?
Bir sabah uyandığınızda kendinizi akıl hastanesinde bulsanız ve etrafınızdakiler de bugüne kadarki “deli” algınıza uymasa aklınızı kaybetmediğinize kimi, nasıl inandırırdınız?
Gözlerini açıp kendine geldiğinde “evde” ve güvende olduğunu telkin eden bir ses, başında tonlarca yükün altında kalmış gibi bir uyuşuklukla akıl hastanesinde olduğunu idrak eden kahramanımızın sıkıldığını anlatmasıyla başlıyor roman.
“Bazı şeyleri anlayamayacağını anlamak insana iyi geliyor.”
Nasıl geçer akıl hastanesinde bir gün? Dünün kopyası yarınların içinde kaybolmak yalnız akıllılara mahsus bir nitelik değil. Üstelik bu aynılığın içinde sınırlı gökyüzü altındaki avluda atılan voltaların adım sayısı dahi sabit. Aklını hangi hikâyenin köşesinde bıraktığı meçhul bir bölük insan ve onların hikayesine aldırmadan yutturulan pembe mavi haplar.
“Bir delinin deliliğini nesine ya da neresine bakıp anlıyor bu doktorlar? Üzgün olduğu için evinde kendi kendine ağlayan biri normal sayılırken, çok üzgün olduğu için metroda ayaklarını yere vura vura ağlayan biri anormal sayılır mı mesela? Evinde kendi kendine gülen ya da konuşan biri için de aynı kurallar geçerli mi acaba?"
Burası bir akıl hastanesi ama adı “ev”, hastalar “misafir”, hemşireler “abla”, başhekimse “baba” olarak adlandırılmış. Katı kurallar sözde “misafirlerin” iyiliği için dense de işin aslı öyle değil. Ana karakter Esin misafir. Diğer kahramanımız ablalardan Rikkat. Biri neden evde olduğunu hatırlayamadığı bir maziye sahip. Diğeri, yarım kalmışlıklarla dolu bir mazinin atisinde, ölmüş annesinin aniden eve gelmesiyle başlayan yüzleşmeye… İki kadın. Biri yaşlı diğeri genç. Biri geçmişini kaybetmiş, diğeri onda kaybolmuş. Diğer hastaların hikayeleri de bu iki kadının hikayesinin içinde kendilerine bir yol bulmuş. Delilik bir kayboluşsa, kaybolanların yolları zaten hep bir yerde kesişir. Her kaybolan aklını yitirir mi?
Misafir; normalini yitirmiş, çokça incinmiş, bolca incitmiş bir dünyada, kırılmış hayallerin, ertelenmiş sevgilerin, hakkıyla yaşanamamış ömürlerin ortasında, kendine sığınacak yer arayanların romanı, şeklinde tanıtılmış kitap arkasında. Yazar Nermin Yıldırım, kurduğu bu dünyada realiteyi de ustaca eleştirmiş bence. Kurgunun; mizahı, eleştirisi, eksiği ve fazlasıyla, kelimeleri okurun karanlıkta kalan düşüncelerine bir kibrit çakan kullanımıyla, düşündüren, sorgulayan ve hissettiren bir roman olmuş. Birkaç alıntıyla bitirelim. Okuyacaklara tadımlık niyetine;
“O ki ara buyurmuş. Bulmanı istese bul buyururdu.”
“Birine kalbinizi açıp içinizi döktüğünüzde, giderken sadece kendini götürmüyor, sanki size ait bir sırrı da yanına alıyor. O zaman artık yalnız bile değil, eksik kalıyorsunuz. Sırf gideni değil, dökülüp kırılarak ortalığa saçılmamış eski halinizi de özlüyorsunuz. Acıklı bir seçim bu ama ne zaman birini gerçekten sevseniz, yapmak zorunda kalıyorsunuz.”
“Birinde anlam bulmak için önce ona yaklaşmak gerekiyor. Yoksa insan yersiz önyargılara, yontulmamış ezberlere, çok bilmiş klişelere kurban gidiveriyor.”
“İnsanın kendine içeriden attığı kesiği, başka kimse dışardan dikemiyor.”
“Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor.”
“Beklediğini bilerek beklemek, beklediğinden bihaber beklemek, beklediğinden vazgeçerek ama gene de ve ille de hep beklemek.”
Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder