Edebiyata bağlı kalmaksızın sanat eserlerinin tümünde bulunan dört unsur vardır: sanatı ortaya koyan kişi, sanatın muhatabı, sanatın kendisi ve sanatın içinde yer aldığı toplum. Kuramcılardan bir kısmı ortaya çıkan eserin kaynağının izlerini sanatçının hayatında ararken, bir başka grup eleştirmen sanatın okur merkezli olabileceğini savunabiliyor. Antik Yunan'ın Yansıtma Kuramı'ndan itibaren edebiyatın da asıl kaynakları bir muamma halinde günümüze dek gelmeye devam etmiştir. Bu kuramlardan bazıları (yansıtma, Marksizm, sosyolojik) sanatçının mutlak surette içinde bulunduğu toplumdan faydalanıyor olduğunu ileri sürmektedir. Ben de edebiyatın bu dört unsurun hiçbirinden bağımsız olamayacağını düşünmekle birlikte eserin özellikle sanatçının deneyimleri ve kültürel ögeleri olmadan okunamayacağını düşünüyorum.
Bu kapsamda çağımızın en başarılı öykücülerinden biri olan Mustafa Kutlu'nun eserlerinde yaşamının ve içinde bulunduğu toplumun izini tüketim perspektifinden kolaylıkla sürebileceğimizi göreceğiz. Gündelik dilde, konuşmalarımızda sık sık işittiğimiz ya da söylediğimiz durumları Kutlu'nun öykülerinde gözlemleyeceğiz. Yazarın bir tüketim ülkesi olarak gördüğü Türkiye okumalarında; Huzursuz Bacak, Uzun Hikâye, Sıradışı Bir Ödül Töreni ve Rüzgârlı Pazar isimli anlatılarından faydalanacağız.
Yukarıda ismini andığımız bu dört kitabın hepsinde tüketim alışkanlıklarının hayatımızın her yerine imza attığını gösteriyor anlatıcı bize. Geleneklerimiz, vicdanımız, yaşadığımız şehir, globalleşme ekseninde kaybolan hassasiyetlerimiz ve çok daha fazlası. "İnsanlık kapitalizm karşısında teslim bayrağını çekti, tarihin sonu geldi." (Huzursuz Bacak, 162) diyerek noktayı koyuyor yazar bu vahim duruma.
"Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayatı ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerinin, ihtiraslarının peşinden kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey!... Ademoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Etrafına bak. No'luyor. Nedir derdin diye sorar." (Rüzgârlı Pazar, 50)
Günümüz insanı -ki kendisine modern deniliyor- sık sık eleştiriliyor anlatılarda. Her gün bir öncekinin aynını yaşayan, bir robottan farksız canlılardan söz ediliyor. Yaşama amacını, ama öyle hedefinden, hayalinden söz etmiyorum bunu söylerken, esas varacağı yer olan yaratılma gayesini sorgulamadan günleri kovalayanlar. "İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında ademoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor." (Rüzgârlı Pazar, 33)
Bu koşturmacanın içinde yolsul-orta-zengin sınıfların birbirlerine bakış açıları yansıtılıyor kitaplarda. Bu insanların kendi dünyalarından birbirlerine nasıl baktıklarını, ne amaçla yaklaştıklarını, ilişkilerin nasıl tüketildiğini anlatıyor. Ve muhatap tarafından görünce, bu yazılarınları yalanlayamıyoruz ne yazık ki. "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz. Açıkçası havada kaparlar seni. Burada kazandığının on mislini kazanır, bir büyük şirkete kapağı atarak kısa sürede CEO olursun. Dinliyorsun beni değil mi? CEO dedim, CEO!.." (Huzursuz Bacak, 73) diye düşünen ve kimliğini, kazancını, ilişkilerini tamamen kapital üzerinden belirleyen bir akademisyenin sözleri bunlar. Ne varsa parada var. Bu para ile akrabalık ilişkilerinin bile maddiyat üzerinden nasıl konumlandığına şahit oluyoruz başka satırlarda. "Yukarıda ablam var. Ama görüşmeyiz hiç, anca bayramdan bayrama. Yani sokakta görse beni görmezlikten gelir, hani para filan isteriz diye." (Rüzgârlı Pazar, 42) İşte bu zümreler arasındaki farklılık sosyal hayata da hepimizin aşina olduğu bir örnekle yansıtıyor: "Bazen ailece işte mutfakta ne varsa; peynir-ekmek-domates alıp çevre yolu kıyısına gideriz. Bir akasya gölgesi bulursak ne âlâ. Arabalar geçip gidiyor; bakar, oyalanır, güya piknik yaparız. O böyle anlatırken ben de tam bu sırada çevre yolundan arabaları ile geçen işi tıkırında adamların, bunlara baka baka ağızlarında geveledikleri yaveleri hatırlıyorum. 'Yahu yolu gözlemek nasıl bir şey. Yani ne anlıyorlar bundan. Yok arkadaş bu millet pikniğe çıkmayı da bilmiyor. Sığır bunlar sığır.' " (Rüzgârlı Pazar, 81)
"Hâkim sermaye ile hâkim kültürün dümen suyuna girip bir de dışarının acentası oldu mu, hapı yutuyoruz. Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde." (Huzursuz Bacak, 102) Huzursuz Bacak kitabında yer alan bu satırlarda aslında çok net bir kapitalist kültür eleştirisi yer alıyor. Birileri çalışıyor, emek veriyor, alın teri döküyor ancak bu birini çalıştıranın elinde bir tokmak, davul misali çalışana vuruyor da vuruyor. Uzun Hikâye'de cevap veriyor yazar bu duruma, böyle düşünenler nasıl mı karşılık görüyor, buyrun: "Bütün bu işleri yapıp çatan, alın teri döken babam ile hademelere de arada bir 'Buyurun siz de alın' demek gerekmez mi?", "Madem biz bu bahçeyi alın teri dökerek yetiştirdik, ürünü de eşit olarak bölüşmeli değil miyiz", "Eşit bölüşüm de ne demek? Yoksa sen sosyalist misin?" (Uzun Hikaye, 20) Bilindiği gibi toplumuzda adalet ve eşitlik gibi kavramlar çoğu zaman sosyalizm ideali üzerinden eleştirilmiştir ve sosyalist olma etiketinin en azından insanlarımızın çoğunca iyi karşılanmadığını tarih de bize öğretti, günümüz de göstermeye devam ediyor.
Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.
"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)
"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)
"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)
"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)
Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:
"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)
"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)
"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)
Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.
"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)
"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)
"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)
"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)
Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:
"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)
"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)
"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)
Durum tespitleri Rüzgârlı Pazar'dan gelirken bu durumun karşısındaki bir anlatıcının sesi Huzursuz Bacak'tan yükseliyor:
"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)
Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)
İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)
"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)
Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)
"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)
Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)
İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)
"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)
Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)
Mustafa Kutlu'nun eserlerinin her birinde tüketim eleştirisi yer alıyor. Bazen başrolünde oluyor kitabın bazen figüran ama her daim mevcut. Huzursuz Bacak'taki bir paragrafında sosyal hayata indirgiyor tüketimi ancak biz bunu genele vararak da okuyabileceğimizi biliyoruz.
"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)
Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.
Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)
Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.
Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder