22 Ağustos 2021 Pazar

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder