26 Aralık 2020 Cumartesi

İşi başa düşen, düşünmek zorunda

"Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?"
- Dostoyevski, Karamazof Kardeşler

"Omlet yemek istiyoruz, lakin yumurtaların kırılmasına da gönlümüz razı değil. Olacak iş mi bu?"
- İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak

Adamın biri Nasreddin Hoca yolda yürürken, ona takılmak niyetiyle yanına yaklaşır. "Hocam selamun aleyküm, az evvel bir tepsi baklava buradan geçti, gördünüz mü?" diye sorar. Hoca "Bana ne?" der. Adam biraz da kızdırmak istercesine "Ama hocam sizin eve doğru gidiyordu!" der. Hoca bu kez de "Sana ne?" der. Bu nefis fıkra, insanın malayaniye karşı göstermesi gereken tavrı işaret ediyor. Hoca, kendisini ilgilendirmeyen bir konu için 'bana ne tavrı'nı ortaya koyuyor. Kendisini ilgilendiren fakat başkasını ilgilendirmeyen bir konu için ise devreye öğreticilik (irşad) vasfını kullanarak 'sana ne tavrı'nı öğütlüyor: seni ilgilendirmeyen işlerle uğraşma, dedikodu üretme, kendine bak...

Özkan Gözel'in Ketebe Yayınları tarafından Nisan 2018'de neşredilen düşünce kitabı Kendi İçine Düşmek, insanın kendiyle ilgilenmeyi göze almadan düşünmeyi de göze alamayacağını, böylece tatminsiz, meşgalesiz, anlamsız bir hayat yaşayacağını teferruatıyla anlatan bir çalışma. Çalışmanın belki de en esaslı derdi, bizi oyun ve oyalanmaya sürükleyen, hatta bağımlı kılan malayani çağına karşı bir çığlık olması.

"İçinde yaşadığımız işbu Malayani Çağı’nın biz çağdaşlara yaptığı asıl fenalık şu belki de: Biz ilgimizi celbe matuf onca ayartıcı mevzu arasında kendimizle ilgilenmeye, kendimize ihtimam göstermeye bir türlü fırsat bulamıyoruz, sonuç olarak da kendimizi unutma talihsizliğine uğruyoruz. Oysa malayaniye yol açan ortamları terk ederek kendimizle baş başa kalmaya çalışmalı değil miyiz?"

Dört bölümü var kitabın. İlk bölümde gündelik hayatın telaşesinde, bizi kendimizle ilgilenmekten alıkoyan mevzular dile getiriliyor Gözel tarafından. Geniş asırlara uzanan bir sohbet toplumu olmamıza rağmen günümüzde sohbet toplulukları bir yana, gerçekten sohbet edilecek bir kimseyi bulabilmenin neden zorlaştığı analiz ediliyor. İç âlemimizi işgal eden en önemli mesele hiç şüphesiz teknolojinin hayatımıza taarruz etmesi. Cep telefonları günün büyük bir bölümünü yutarken, televizyonlardan üzerimize dertsiz ve düşüncesiz programlar fırlıyor. Bir kelimenin üzerinde özellikle duruyor Gözel: Teemmül. İyice, etraflıca düşünme anlamına gelen teemmül yerine bakıp geçmeyi, bastırmayı ve dolayısıyla hiç anlamamayı tercih ediyoruz. Anlamak istemiyoruz. Dinlemek istemiyoruz. Bu durumda bütün söylediklerimiz egomuzdan birer damla olarak süzülüyor. Hâliyle birbirimizden bir farkımız kalmıyor, sürüleşiyoruz. Dostluklar gittikçe alışveriş ve yalan üzerine kuruluyor. Bu da mecburi yalnızlıklar yaşanmasına sebep oluyor. Oysa şahsiyet inşası için zaman, çok büyük bir nimet.

"Yakaladıkları hemen her fırsatta internete, sosyal medyaya dalanlar ve orada dalgın ve şaşkın dolaşanlar kendileriyle baş başa kalmayı beceremeyen, dahası böyle bir şeyi arzu da etmeyen insanlar sanki. Bu denli kendilerinden kaçtıklarına göre, kendileriyle baş başa kalmak sıkıyor ya da ürkütüyor olmalı onları. Sosyal medya onların kendileriyle kendileri arasında bir ayraç işlevi görüyor yani onları kendilerinden uzaklaştırarak onlara kendilerini unutturuyor mütemadiyen. Malayaninin ve onun bir bileşeni olarak oyunun-oyalanma'nın işlevi ikilidir aslında: Kişiden zamanını çalmak ve ona kendini unutturmak."

İkinci bölümde sanat ve hakikat üzerine düşünüyor Özkan Gözel. Sanatın geçmiş çağlardan itibaren hakikatle olan temasının, günümüze geldikçe nasıl örselendiğini anlatıyor. Din, aşk ve sanat; yeryüzüne tutunmanın yollarıydı bir zamanlar. Nasıl oldu da ilk ikisi iyice perdelendi ve bu üçlü yalan, dolan, sanat olarak güncellendi, bunda insanın oynadığı rol neydi, derinlikli yazılarla irdeleniyor. Üçüncü bölümde, kitabın başından itibaren kurgulanmış hissiyatı veren bir içselleşme var. "İnsan kendi içine düşünce ne olur? Bu, onda içsellik diye, iç âlem diye ya da gönül dünyası diye bir şeyin uç vermesine neden olur." diyor Gözel ve şöyle devam ediyor: "İç âlemimiz asıl evimizdir bizim, biz asıl orada yaşarız. Oradan dünyayla ve diğer insanlarla ilişki kurarız. Orası ruhumuzun üssüdür bir nevi. İnsan demek; bir iç âleme, bir gönül dünyasına, bir içselliğe sahip olan varlık demektir."

Kendi ile ilgilenmek meselesi Özkan Gözel için oldukça hassas, kritik ve önemli. İstiyor ki okur da bunu dert edinsin ve kendiyle ilgilensin. Aksi hâlde malayani onu da tesiri altına alacak, şahsiyetini hırpalayacak, gönlünü örseleyecek, hakikatle arasındaki perdeleri duvara döndürecek, kalp kararacak ve nihayet insan, eşref-i mahlûk olduğunu unutacak. "İnsanların çoğu insan sûretine sahiptirler fakat mânâları itibarıyla insan değildirler. Hiç şüphe etmeyesin ki bu böyledir. Çoğu hakikatte eşek ve öküz ve kurt ve kaplan ve yılan ve akrepdirler. Her şehirde sûreti ve mânâsı insan olan sayılı kimse vardır." der Ahmed Avni Konuk. Özkan Gözel'in şu cümleleri meseleyi daha anlaşılabilir kılacaktır: "Kendimiz kendimize emanetiz. Kendimiz sahip olduğumuz bir şey olmaktan ziyade 'olduğumuz' bir şeydir. Kendimiz bize en yakın şey olmakla birlikte, çoğu zaman bize en uzak şey olabiliyor. Onu unuttuğumuzda ya da ihmal ettiğimizde, o bize en uzak şey oluyor. Kendini unutan insanın kendine gelmesi ve kendi olması gerekir ki u da ancak sahici bir varoluşa kavuşmasıyla mümkündür. Bunun için varoluşunu edinmeli ve bu varoluşu ile uğraşmalıdır insan."

Herkes ve Hiçkes başlığına sahip olan dördüncü bölüm, kitabın en sevdiğim metinlerini barındırıyor. Özkan Gözel burada felsefeyle tasavvufu bir araya getirmiş. Amacı onları yakınlaştırmak ya da uzaklaştırmak değil, insan denen canlının hakikat arayışındaki benzerlikler yahut farklılıklar. İşte buradan çok zengin şeyler çıkıyor. Bir yanda Cüneyd-i BağdâdîBâyezîd-i BistâmîEbû’l-Hasan HarakânîEbû Bekir ŞiblîAbdülkâdir-i Geylânîİmâm-ı Rabbânî. Diğer yanda Rene Descartes, Maurice Blondel, Martin Heidegger, Emmanuel LevinasLudwig WittgensteinMichel Foucault. Özkan Gözel burada mutasavvıfların şathiye geleneğinden vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud farklılıklarına, filozoflarla velîlerin hakikat arayışında tercih ettikleri yollara, kendini ortadan kaldırarak ulaşılabilecek manevi hâllere dek birçok konuda öz yorumlarda bulunuyor. Bu bölümdeki karşılaştırmalı okuma yapma imkânı, okura lezzet verecektir.

"Abdülkâdir-i Geylânî'nin El-Fet-hu'r-Rabbânî'deki şu sözlerinde de rastlarız: "Bir kimse veliliğin en üst derecesine yükselip kutup olunca bütün insanların yükünü taşır." Dostoyevski de Karamazov Kardeşler'de şöyle demektedir: "Her birimiz, herkesin önünde herkese karşı suçluyuz ve ben diğerlerinden daha fazla suçluyum." Öte yandan, Levinas Autrement qu'etre'de "Her şeyden ve herkesten sorumlu olan etik özne tüme evrenin yükünü omuzlarında taşır" demektedir. Ve Saint Exupery'nin Savaş Pilotu'nda: "Herkes herkesten sorumludur. Herkes tek başına sorumludur.. Her insan bütün insanların yükünü omuzlarında taşır." ifadesi geçmektedir. Başkasının-yerinde-olma, kendini başkasının sorumluluğunu üstlenmiş olarak bulma, başkasından dolayı ve başkası için ıstırap ve çile çekme etik (ve tasavvufi) özneliğin temel bir hususiyeti olarak temayüz etmektedir görüldüğü üzere."

Mevcut hâlden memnun olmayan kişi, kendi içine düşer. Kendi içine düşen; kendiyle ve dünyayla olan ilişkisini gözden geçirmek için düşünme yolculuğuna çıkar. Aşkın olanla teması sağladığı ölçüde huzur bulur. İşi başa düşen, düşünmek zorunda. Hayattaki bükülmeler, kırılmalar, yorulmalar ancak böyle aşılıyor. Özkan Gözel, Kendi İçine Düşmek'te huzursuzluktan çıkmak üzerine huzursuzluk çıkarıyor. Mevcut durumu değiştirmeye önce kendinden başla diyor, sonra kendini unut...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 yorum:

  1. Satın almaya azmettirici enfes bir yazıydı, soluksuz bir tatla okudum:)

    YanıtlaSil