27 Ağustos 2020 Perşembe

Dünyanın sonu hakkında can sıkan birtakım gerçekler

Covid-19’lu günleri geride bırakamadan ikinci dalgaya hazırlanıyoruz. Bu salgına dair tartışmalar ve komplo teorilerindeki çokseslilik dikkat çekiyor. Ben, gezegene ettiklerimizi bulmaya başladığımız ve ölü hayvan etiyle beslenmenin sonumuz olacağına dair tartışmalara daha yakınım. Dünyamız ölüyor. Katil biziz. Katili, kimin daha suçlu olduğunu, bu ölümü doğuran sebepleri tartışıp tüm bu olanları bir polisiyeye dönüştürme çabamız, çözüm için bir şeyler yapmaya gönüllü olma halimiz ile korelasyon içerisinde değil. Dünyanın sonunun hızla geliyor olmasının bilimkurgu teması olduğu günler de geriye kaldı. Ancak yine de bu konu hakkında bir şeyler yapmak, alışkanlıklarımızı değiştirmek konusunda bir hayli isteksiziz.

Jonathan Safran Foer’in son kitabı Bu Bizim Havamız, Şahika Tekel’in çevirisiyle Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Foer, kıyametin çoktan başladığı bu gezegende nasıl yaşamamız gerektiği, nasıl yaşarsak cehennem senaryosunu ortadan kaldırabileceğimiz ile ilgili bilgilerini, deneyimlerini aktardığı ve istatistiklere verdiği bu kitabında iklim krizinin boyutlarını görünür kılmaya çalışıyor. Bunları yaparken bir insan, bir baba olarak üzerine düşenlerle ilgili de cesur açıklamalar yapıyor. Bu kitabı yazarak, hep birlikte koştuğumuz mutlak son ile ilgili kaytardığı şeyleri saklamıyor.

Hazırsanız, kitaptaki ilginç bilgilerden birkaçını paylaşmaya başlıyorum. Elektrik, yıllık sera gazı emisyonunun %25’ini oluşturuyor. Dünyadaki katliamlara, sömürüye, devletlerin haksızlıklarına sosyal medya hesaplarımızdan isyan etmediğimiz bir dünya düşünebiliyor musunuz! Elektriğe, olması gerekenden çok daha fazla ve koparılması mümkün olmayan bağlarla bağlıyız. Akıllı telefonlarımızdan, adımsayarlarımızdan ya da playstation’umuzdan vazgeçmemiz mümkün görünmüyor. Bu saydıklarım, zaruri ihtiyaçlar değil farkındaysanız, keyfi olarak bağlandıklarımızdan vazgeçmeyi bile düşünemiyoruz. Ve mümkün bulmadığımız bu değişiklik, gezegenimizin geleceği için büyük bir dönüşüm potansiyeli taşıyor.

Hayvansal ürün ve ölü hayvan eti ağırlıklı beslenme merakımız, gezegenimizin sonunu getiren en büyük sebeplerden bir diğeri. Hayvan endüstrisi, iklim krizinin başrol oyuncularından. Dünyadaki sera gazı üretiminin büyük bir yüzdelik kısmını bu endüstri oluşturuyor. Tarım alanlarının hatırı sayılır bir bölümü bizi beslemek için değil, hayvan yemi yetiştirmek için kullanılıyor. Biz, az zamanda büyük işler başaran ve kanserli bir hücre gibi çoğalan GDO’lu tohumlarla besleniyoruz.

Yakın gelecekte 143 milyon kişinin iklim göçmeni olacağı tahmin ediliyor. Bu denli sakin bir hâl içinde gündelik alışkanlıklarımızı tam gaz sürdürebilmemizin bir diğer sebebi, beden ve zihnimizdeki alarm sisteminin kavramsal tehditler karşısında ötmemesi. Bizi yemek için üzerimize koşan bir kaplan gördüğümüzde sistemimiz, “işte esaslı tehlike diye buna derim!” diyor ve mümkün olan en kısa süre içerisinde bir savaşma yöntemi üretiyor. İklim krizi, alarm sistemimiz için hâlâ “Biz başkasının başına geldiğinde vahlanıp, etik bir sorumluluk hissetmiş gibi davranarak gündelik hayatıma olduğu gibi devam edebilirim” kategorisinde. Kategori değiştirmesi ise hayli yakın görünüyor.

Amitav Ghosh’un iklim kriziyle ilgili yazısından bir alıntı yapıyor Foer: “İklim krizi aynı zamanda kültürün, dolayısıyla hayal gücünün krizidir.” Foer buna, “inancın krizi” diyor: Ardına yeni bir hikâye yazamadığımız, ölüm kadar bilinmez bir sonla taçlanan, mutlak sonun tatsız krizi. Bu krizler çıkmak için neden gönüllü değiliz? Çünkü bunun gerçekleşeceğine inanmıyoruz. Bu kaçış, bizi bir şeyler yapma motivasyonundan uzaklaştırıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız ve yaşlandığımız hayatlarımız, gezegen ve türümüz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız alışkanlıklarla örülü. Et yemeyi bırakamıyoruz, hatta bunu büyük bir fedakarlık olarak görüyoruz ve öfkeyle söyleniyoruz: Kimse için fedakarlık yapmak zorunda değilim. Dünyayı ben mi kurtaracağım? Evet, sevgili okur, bu hikâyede emin olduğumuz bir şey varsa o da senin, dünyayı kurtarabileceğin. Bu sefer seni besleyen, büyüten, kurtaran bir dünya yok. Dünya artık kendi yaralarını sararken bile güçsüz.

Peki, Foer tüm bunları neden anlatıyor? İçimize kasvet ve korku salmayı amaçlamış olabilir mi? Aslında evet, korkmamızı ve gezegeni, hayatımızı kurtarmamız ve kasvetli senaryoların çoğunu iptal etmemiz için bize bir çağrı yapıyor. Bu Bizim Havamız, bir yardım çağrısı. Foer bizi, besleyen, büyüten, koruyan bir yuva bırakabilmek için, tam da şu an bir şeylere yapmaya çağırıyor. Ve şunu hatırlatıyor: Bambu diş fırçası kullanmak ya da ağaçlandırma yapan kurumlara bağış yapmak iyi bir eylem ancak bir şeyleri değiştirmesi mümkün değil. En hızlı çözüm, hayvan endüstrisi ile olan ilişkimizi zayıflatmak, mümkünse tamamen koparmak. Bunu yapmak zor mu? Evet çünkü bizde et yemenin, süt içmenin bizi daha sağlıklı insanlar yapacağı hakkında birtakım yalanlar dinleyerek büyüdük. Çünkü sevgilimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, yarınlar yokmuşçasına et yemeye devam ediyor. Üstelik çoğu, ölü hayvan yemediğimiz ve ineklerin sütünü çalmaktan vazgeçtiğimiz için bizi açıkça suçluyor. Hepsini boşverin. Gezegenin, alıştığınızın dışında bir şey yapmanıza her zamankinden çok ihtiyacı var.

Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
*Bu yazının bir bölümü Milliyet Kitap Eki Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder