17 Ağustos 2020 Pazartesi

Canı çıkarken can veren karakterler

"Yanımızdan vasiyetler geçiyordu: gömülecek yer, anne babaya ödenecek tazminat, başımıza dikilecek ağaç, taşımıza yazılacak yazı."
- Kemal Varol, Haw

İstanbul'un ister Anadolu ister Avrupa yakası olsun, sevdiğimiz bir kuytusunda kaybolurken aniden öfkeleniriz. İnsanlar, teknolojiler ve zaman bizden bir şeyleri götürdü. Hem de geri vermemecesine. Asla kelimesi insanı çok bunaltır ya hani, İstanbul'a bakınca kocaman bir asla görüyoruz uzun yıllardır... İstanbul'da doğdum ve büyüdüm, İstanbul'da ölüyorum, ama çocukluğuma dair hiçbir şey göremiyorum.

Her şey ya çoktan silinip gitti ya da gözlerimizin önünde bize bir elveda demeden gidiyor. Gerçi ben de çocukluğuma böyle veda etmiştim. Bir sabah nakliye kamyonu evimizin önüne yanaştı ve arkadaşlarımla vedalaşmadan çocukluğuma dair her şeyi orada bırakıp geldim. Nereye geldim? Galiba cehennemin dibine. Ve hepimiz biraz öyle.

Bazen kitabın ilk sayfasından ya da ortasından hiç konuşmadan, sonundan başlamak istiyor insan. Çünkü Kesekli Tarla'da okunan öyküler yazarın annesinin bir sorusuna çok şey borçlu: "Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?"

Kesek, bizim gibi köysüz büyümüş şehir çocuklarının pek aşina olduğu bir kelime değil. "Bel, çapa veya sabanın topraktan kaldırdığı iri parça" demiş TDK. Tezek diye okumak da mümkün ancak ben daha çok yük diye okuyorum. Hani bazı yollar vardır sizi hızlı ve güvenli biçimde ulaştırır gideceğiniz yere. Bazı yollar da vardır kumlu taşlı, çok hırpalar, çok yorar, ulaştığınız yere vardığınızda derin bir oh çekersiniz. Şunu da unutmamalı: bir yol yoruyorsa, orada olgun meyveler çoktur. Maalesef koca bir ülke olarak ergenlikten çıkamıyoruz. Ya biz büyümek istemiyoruz ya da geçmişten kalan ve kapanmamış çok hesap var. Figen Şakacı güldürürken ürküten bir kadın. Kesekli Tarla'da özellikle karakterler bu yönden okunduğunda çok ilginç bir hâl alıyor. Çoğunun canı çıkıyor, canını çıkarıyorlar, ama sanki o can çıkarken bir öğüt bırakıyor geriye, bir teselli, bir yaşam amacı. Dolayısıyla can veriyor.

Bazı öykü kitaplarına dair yazarken kitabın çok dışına çıktığımı fark edip duraksıyorum. Sonra, demek ki bu öyküler anıları, hatıraları, kayıpları, yasları tetiklemiş ki bunlardan bahsetmek istiyorum diye düşünüyorum. Aileden başlayan, çocukluğa inen, artık maalesef ki yaşamın merkezinde olan adaletsizlik, şiddet, yoksulluk gibi durumların işlendiği öyküleri bu yüzden çok değerli buluyorum. Sadece bunlardan bahsedersek edebiyattan çok uzaklaşırız ama alıp bunları edebiyatın içine yerleştirirsek işte o çok kuvvetli oluyor. Nasıl bir kuvvet bu? Edebiyatçının tarihçi oluverdiği, zaman zaman terapistliğe büründüğü ama her zaman okuyana kapı komşusu gibi yakın olan bir kuvvet. İşin tuhafı; tarihçiler de terapistler de kapı komşuları da çoğu zaman ürkütücüdür. Ne çok yanaşmak istersin ne çok uzaklaşmak. Hepimiz "çok parçalı biriyim ben; gözlerimin ta içine bak da tamam olayım" demek isteriz çünkü çoğu zaman. Açığımız boldur, kapatılsın isteriz, bilmeyiz ki tamam olmak diye bir şey yoktur.

"Kim konuşursa konuşsun daha ilk cümle ilgimi çekmiyorsa sağır kesilirdim" demez miyiz kendimizi kendimize anlatırken? Çünkü bu başkasına söylenmez. Ukala oluveririz. Dürüstlüğün ukalalık, haysiyetin kibir, varoluşun sancı olduğu zamanlarda bir kanepe rahatlığı arıyoruz hepimiz: "Kanepede uyuyakalanlara has bir yalnızlığın koynunda sabahın olmasını, sonra akşamın inmesini, gecelerin mümkünse fazla uzamamasını, zamanımın dolmasını bekliyorum."

Başımız ağrıyorsa ekrana çok bakmaktan değildir belki de. Bir kaygı yükleniyordur kafatasımıza mesela. Şu omuz ağrısı, acaba geçmişe duyulan öfkeyle ilgili olabilir mi? "Kambur dediğin yaşantı yüküdür; ha deyince sırtında bitmez insanın" çünkü. Banyodan bir türlü çıkmayanlar vardır hani, yaşanmış kirli bir tanıklık suyla olan ilişkiyi şekillendirir. Suyun altına gir ve her şeyi unut, çocukluğa sığın: "Her pazar günü evimize bir evliya geliyor sanıyordum. Adı Hacı Şakir'di. Onun elinin değdiği her şey kutsaldı."

Öykülerin arasındaki bağı kavramak -belki de koparmak- okuyucu için eğlenceli olabilir. Aygül, Fidan, Suat, Ömer gibi bazı karakterler farklı öykülerde görünebiliyor. Düştüğü yerden kalkmak için arkadaşlarıyla ortak bir 'çöküş' romanı yazmak isteyen İrfan, yüzündeki çocukluk ve ellerindeki yorgunlukla karısının duygularını kanırtan Samet, yaşaya yaşaya iyi bir bekleyici olmuş Âdem, kazandığı ödülü "hepinizden daha çok emeği var üzerimde" diyerek Bakkal Hüsnü'ye vermek isteyen beyaz yakalı, hemen hepsi içimizde bir yerlere bağdaş kuruyor. Çünkü biliyoruz ki içimizde bir düzen kuramadıkça dışarıda hep dağınık olacağız, dağınık kalacağız. Karakterlerin yaşamları bu sebeple içimize işliyor. Oradan kendimize bir yol çıkarmaya çalışıyoruz, bir iş, bir gaye, amaç, anlam.

"İçim tıkış tepiş, içim tıknefesti. Kendime dar ettiğim bu dünyayı anca içimi genişletirsem, oraya her şeyi yerli yerine gelecek şekilde yerleştirirsem rahat edecekmişim inancına nasıl ermiştim, vallahi de billahi de bilmiyordum."

Bir kitabı anlatmaya yaşadığımız şehirden ve çocukluğumuzdan başlıyorsak, o kitabı dolduran öyküler içimizdeki bir şeyleri yerinden oynatmıştır. Yol mu sahiden zordu yoksa biz mi yürümeyi beceremedik? Kim bilir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder