18 Ocak 2019 Cuma

Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten

"Yaşamının ilk yıllarında çocuğun babayla çok az ilişkisi vardır. Bu ilk evrede babanın çocuk için taşıdığı önem anneninkiyle kıyaslanamaz. Baba doğal dünyayı temsil etmese de insan varlığının diğer kutbudur: Düşünceler dünyasını, insanlar tarafından yaratılan şeylerin dünyasını, yasayı, düzen ve disiplini, gezi ve macera dünyasını ifade eder. Çocuğa bir şeyler öğreten, ona dünyaya açılan yolu gösteren, babadır."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı

Bazı insanların kapanmamış hesapları vardır. Bu tür hesaplar hayatîdir. Hayatın bütününü kapsadığı gibi hâl ve hareketlerin, davranış ve duyguların hepsine de farklı biçimlerde sirayet eder. Hesap her ne kadar 'kapanmak üzere' gibi bir kelime olarak görünse de öyle olmayabilir. Bazı hesaplar kapanmaz. Çünkü açıldığı yer, açılır açılmaz derinleşmiş bir yerdir. Çevrenizde 'kocakarı imanlı' kimseler varsa görmüşsünüzdür, henüz hayattayken mezarlarına Fatiha gönderirler. İşte onlar kendi hesaplarını kendi görenlerdir aslında, tövbenin yamacında kendi kendine yetişenler, hudayinabit gibi. Ne demek hudayinabit? İnsan eliyle ekilmeden doğada kendi kendine yetişen bitki ve/veya eğitim, öğrenim görmemiş ama kendi kendini yetiştirmiş (kimse). Hesaplar, tıpkı yaralar gibi insanı yetiştirir. Düşe kalka yetiştirir, kah döverek kah severek gösterir boyunun ölçüsünü.

Baba-oğul hesaplaşmaları, bu tür hesaplaşmaların belki de en mühim örneğidir. Ne romanlar, ne şiirler yazılmıştır bu hesaplaşmalar uğruna. İşte Kemal Varol da hem şiirlerinde hem romanlarında bu kadim savaşın vakanüvisi olmuştur. Tarihte bazı vakanüvislerin daima abarttığını, bazılarının da bu esaslı işi öylesine yaptıklarını görmüşüzdür. Kemal Varol sırtlandığı bu yükün her yönüyle hakkını vermiş, hakkını vermeye de devam eden bir isimdir. Türk edebiyatındaki yeri şahsına münhasırdır. Günün birinde kendi hesap defteriyle yüzleşmek isteyen ve kişisel tarihinin peşine düşen her samimi okurun yolu muhakkak onun satırlarından geçmelidir. Şiirle başlamıştır edebiyatına Varol, dolayısıyla yazdığı satırların altı çizilirken bir şiirin dizeleri arasında gezinme lezzeti verir. Bu lezzeti daha yoğun yaşamak isteyenler için kendisinin şiir kitaplarının Bakiye adıyla toplu şiirler olarak sunulduğunu da (Edebi Şeyler, 2017) belirtelim. Sonrasında o güzel roman ve hikâyeleri: Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Sahiden Hikâye (2017). Derken çıkageldi Âşıklar Bayramı. Şimdiye dek yazarın tuttuğu 'hesaplaşma defterleri'nin belki de en ağırı, duygulusu, vicdanlısı.

Diyarbakır'da avukatlık yapan Yusuf, bir gece ansızın kapısının çalmasıyla tansiyonu yüksek dakikalar yaşar. Gelen kimdir? Hırsız mıdır, komşu mudur, polis midir, geçmişte başına aldığı belalardan biri midir? Nefesini tutup kapının gözünden bakar, gelen babasıdır. Yirmi beş yıldır görmediği babası, saz ve söz ustası bir âşık; Heves Ali.

Yusuf'un ansızın hayatına giriveren Heves Ali, ömrünün son demlerine vardığını anlamış olacak ki hesap defterini hiç çaktırmadan, kimseye göstermeden koltuğunun altına alıvermiş, helalleşmek için başlamış yolculuğuna. İlk durak da oğlu Yusuf olmuş. Ali'nin hem yaşı hem hastalıkları onu ezip büzmüş, bunların yanına uzun yıllardır açık kalan hesapları görecek olmasının heyecanı da eklenince ruhu da sessizliği, yılgınlığı ve fevriliği bir hâl olarak kabullenmiş. Tıpkı oğlu kapıyı açtığında ona yönelttiği "Konuk kabul ediyor musun?" sorusu gibi yaşar olmuş. Bir baba tek gecelik konuk olunca, oğlu onu yatırır yatırmaz ceketinin ceplerine bir bakınmak ister elbette. Dönüş bileti alınmış mı, parası var mı, hastalığıyla ilgili bir belge, rapor... Hepsine cevap bulur Yusuf. Babası sahiden de bir gece kalmak için gelmiştir ve ertesi gün dönecektir. Diyarbakır'dan Kars'a doğru gidecektir, Âşıklar Bayramı'na katılmaya. Tüm saz ve söz âşıklarının toplaşıp meşk ettikleri bayrama. Ancak bu hâliyle nasıl gidecektir, oraya gidene kadar bir yerlere uğrayacak mıdır? Yusuf bu soruların cevabını, otogara babasını bıraktıktan sonra vicdanı vasıtasıyla öğrenir. Babasını otobüsten çekip çıkarır, arabasına alır, yollara düşer onunla birlikte. Hem babasının hastalığı hem de onun uğrama isteği nedeniyle durdukları her köyde bir hesap kapanır. Elbette bu hesapları daha önce Yusuf bilmemiştir, görmemiştir. Sonradan da öğrenmemiştir. Öğrenmesine sebep babasının bir gecelik konukluğu olmuştur. Bu bir gecelik konukluk, üç günlük hikâyeye her türlü duyguyu eklemek için işaret taşı görevi görür. Acıların, hasretlerin, aşkların, sevinçlerin ve yorgunlukların her birini yaşar yol boyunca Yusuf. Elbette babası da. Bir daha bir daha...

Yolculuk hikâye bazında maziyi taşırken Kemal Varol romancılığındaki maziyi de getiriyor önümüze. Arkanya, Varol'un daha önceki romanlarından bildiğimiz bir yer. İnsanıyla, havasıyla-suyuyla zihnimizde oluşmuş bir memleket gibi. İşte Arkanya bir kez daha çıkıyor okuyucunun karşısına. Heves Ali'nin de Ucunda Ölüm Var'da tanıştığımız son ağıtçı olduğunu söylersek, tam anlamıyla bir hesap kapatma romanı olduğu söylenebilir Âşıklar Bayramı'nın. Ancak romanın hemen başındaki şu cümleleri de hiç akıldan çıkarmamak lâzım: "Bazen bir toprak yığının altındaki geçmişimi aralayıp orada neler bulacağımı merak ediyor, kazdıkça kazıyor, kazdıkça kazıyor; çok geçmeden de bulduklarımdan hoşnut kalmamış gibi, elimde eski bir kürek, kazdığım çukura yeniden toprak dolduruyordum. Yine de her oğul gibi, ne kadar direnirsem direneyim daha en başından babama karşı yeniktim."

Heves Ali, belki bilerek belki bilmeyerek önce yoldaşını bulur, sonra da yola koyulur. Oğlu Yusuf'u yoldaş olarak seçtiğini elbette düşünmüyorum. O evvela 'yol' diyerek herkesten önce oğluna gitmiş ve oğlu da hem vicdanının sesini dinleyerek hem de kafasında yirmi beş yıl boyunca biriktirdiği sorulara belki bir cevap bulma niyetine girerek babasını bırakmamıştır. Bırakmak istediği de olmuştur. O kendi hâlinde giden, aşk kırıntılarıyla ve iş yorgunluklarıyla akan hayatına geri dönmek ister zaman zaman. Babasının hastalığından ve kapattığı hesaplarda karşılaştığı kimselere dair hiçbir şey bilmemekten bıktığı olur. Burada geçmişten gelen öfkesi devreye girer. Ne zaman ki öfkeden sevgiye geçer duyguları, işte o zaman babasının yanından asla ayrılmaması ve onu muhakkak Âşıklar Bayramı'na 'yetiştirmesi' gerektiğini hisseder. Böyle de yapar zaten. Sık sık duygusal inişler çıkışlar yaşamak da onun sınavıdır. Bilhassa babasının yolculuk esnasında gösterdiği fevri davranışlar büyük sınav olur Yusuf'a: "Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan u ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür."

Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki baba-oğul çatışması hem kişinin varlığını tamamlaması
anlamında çok gerekli hem de kırılıp kırgın bir insana dönüşmemesi için çok hassas. Çünkü anne-oğul ilişkisi gürültülü bir ilişki. Baba-oğul ilişkisi ise sanılanın aksinde oldukça sessiz bir ilişki. Bir oğlan annesine kaç gün küsebilir? En fazla kızdığı zamanda bile belki birkaç gün. Peki bir oğlan babasıyla ne kadar küs kalabilir? Aylarca, yıllarca bile kalabilir. Çevremizde sık gördüğümüz bu kronik hikâye, hepimizin hikâyesi. Roman bunu da kurgusunun dışında hatırlatıyor sürekli. Sessiz bir ilişkide gerilim, dram, hüzün ve hatta neşe bile sessiz yaşanıyor. İçeriye doğru yaşanıyor. İnsan sürekli kendini kırıyor, eziyor, büzüyor. Dolayısıyla varlığı zarar görüyor. Herkese dönük olan yüzündeki incinme, er ya da geç bir yerde geçmişten hikâyeler okuyor. Bundan olsa gerek Kemal Varol o harika şiiri Küfran'da "Fermandır: babayla bozgun her çocuk / hoyrattır elbet aşklarına" diyor. Çünkü babasıyla iletişimi bozuksa bir çocuğun, herkesle bozuktur yahut her an bozulmaya elverişlidir. Merhum bilge psikiyatr Engin Geçtan, "Bir insanın ilişkileri ana-babasıyla başlar" diyor. Murat Menteş de Korkma Ben Varım'da "Bildiğim bir şey varsa, bir erkek, babasıyla nasıl konuşacağını ölünceye kadar öğrenemez. Hangisi ölünceye kadar? İşte onu bilmiyorum henüz." cümlelerini yazmıştı. Dayanamayıp bir alıntı daha aktarmak isterim. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te şöyle der: "Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey..."

İşte Yusuf, babasıyla çıktığı yolculukta soruları tam tersinden sormayı da keşfeder. Yıldız ve Aylın arasında yaşadığı aşk ilişkilerini yeniden sorgular. En çok bunaldığı zamanlarda yaşadığı ilişki (Yıldız) yerine eski, ölmüş ilişkisini (Aylın) diriltmeye yönelir, bir zaman önce e-posta klasörlerinde taslak olarak kaydettiği metinleri gönderir. Cevap bekler, gelmeyen cevaplara anlam yükler, kendine kızar, kendiyle kavga eder. Bu yaşadığı kavga karşılığında babası Heves Ali'nin geçmişte iz bıraktığı tüm gönüllerle helalleşmesine çok şaşırıp zaman zaman tuhaf karşılasa da kendine bundan pay çıkarır. Babası bir sevgi yolu inşa etmiştir kendince. Sevabıyla günahıyla bu yolu yeniden yürümeyi göze almıştır, her istasyonda durup el sallamıştır sevdiklerine, sevildiklerine. Demek ki aşk, şair İsmet Özel'in söylediği gibi "hayatın mazereti" olabilirmiş. Yusuf, yol boyunca babasına olan sevgisini-kırgınlığını "demedim dilimin ucuna gelen her ne ise" tavrıyla içine içine bastırsa da ona, hâline, yolun sonuna gelişine baktıkça "ölümle paslanmış buldum sesimi" dizelerini hatırlatır okuyucuya. Yirmi beş yıl aradan sonra gelen 'konuk' baba, kahvaltı sofrasından iki lokma bir şeyler yiyip kalkmış, çayı bile -ocağı açmaya tenezzül etmemekten- içmemiş, 'ölüyor gibi yaşamak' denen hâli kendine hâl olarak seçmiş. Seçtiği gibi de çok şeyden vazgeçmiş. Adına-şanına yakışır bir vazgeçiş bu: kendinden, ben'den vazgeçiş.

Âşıklardan bahseden bir romanda olmazsa olmaz şey türkülerdir. Kemal Varol, bilenlerin bildiği ama bilmeyenlerin de dinler dinlemez seveceği türküleri ağırlamış romanında. Ansızın çıkıveriyor sesler, sözler. Âşıkların dillerinden, sazlarından dökülüyor okuyanın kalbine. Şöyle bir türkü listesi var kitabın: Tükendi Nakd-i Ömrüm, Bülbül Ne Yatarsın Bahar Erişti, Muhabbet Bağında, Bu Dağlar Kömürdendir, Çıktım Yücesine Seyran EyledimEvleri Uçta Yârim, Gele Gele Geldim Bu Kara Taşa, Esti Seher Yeli, Pirlere Niyaz Ederiz, Ezme ile Süzme İle Yâr Bulunmaz Gezme İle, Sultan Suyu, Ben Gidersem Sazım Sen Kal Dünyada.

Türkü demişken, kitapta Yusuf'un Aylın'a gönderdiği mektuplardan birinde 'çaktırmadan' Kemal Varol'un sevdiği şiir kitaplarını da tanıma fırsatı buluyoruz: Birhan Keskin'den Yeryüzü Halleri, Şükrü Erbaş'tan Üç Nokta Beş Harf, Akif Kurtuluş'tan Tören Provası, Mahmut Temizyürek'ten Yeryüzünü Gezen Atlı... Yine kitabın bir bölümünde yer alan mektupta (belki mektup değil de iç dökmedir, gerçi her mektup bir iç dökmedir) yazarın dinlemeyi sevdiği isimleri toplu olarak görüyoruz: Kâni Karaca, Çekiç Ali, Tenekeci MahmutÂşık Ruhsatî, Feqiye Teyran, Evdale Zeynike, Egide Cımo, Şakiro, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Hafız Kemâl, Neşet Ertaş, Âşık Mahzunî Şerif, Âşık Sümmânî, Pir Sultan Abdal, Karac'oğlan, Kul Nesimî, Yunus Emre...

Ot dergisinin 68. sayısında (Ekim 2018) yayınlanan bir Kemal Varol şiiri vardı: Kanadında Taş Türküsü. Bu şiirle Âşıklar Bayramı'nda yeniden karşılaşmak pek güzel oldu. Şöyle der şair: "Dünya hayli yoruldu dönüp durmaktan / yarım ayda, zemheride, derin uçurumda / bir gün gittiğin bir yolda / göğnün yorulduğunda beni hatırla."

Bir tek sigaranın pakladığı, bazen bir arkadaşa susmak için bile ihtiyaç duyulacağı zamanlara varır Yusuf. İmdadına Kul Yakup yetişir. Babasının hastaneye götürülüşünden oradan Kars'a yola çıkışına dek Yusuf'a ses olur, soluk olur: "Sessizce başımı öne eğip bir sigara da onunla birlikte içtim ama konuşmaya çabalamanın boşuna olduğunu hissettim. Dostlar, arkadaşlar bazen bir suskunluk için bile yeterliydi sanırım."

Bir tahta bavul, bir bağlama. Heves Ali dünyalığı bu kadar. Oğlu Yusuf, onun sekiz köşeli kasketinde taşıdığı bir can. Ama o can, orada kalmış. Söze düşmemiş. Ne Ali oğluna "Oğlum" demiş, ne Yusuf babasına "Baba". Söze varmamış ilgi, alaka. Yürek hep bastırmış içten geleni. Birinin kasketinde taşıdığını öteki yüreğinde taşımış. Her şeyin tükendiği yerde yine Kul Yakup yetişmiş iki kelam etmeye. "Kendini zorlama evlat" demiş Yusuf'a, "baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten".

Romanın bittiği yer, yıllar önce Yusuf'un hemen önünde el ele yürüyen o babayla küçük oğulun olduğu Arkanya çarşıdır. Orayı hatırlar Yusuf. Hatıralar mı birleştirir babalarla oğullarını? Ona da Kemal Varol'un bir cevabı vardır romanda: "Bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir."

Âşıklar Bayramı'yla birlikte, hayatımda okuduğum en güzel romanlar arasına bir yenisi eklendi. Boğazda taş, göğüste ağrı, evin kuytu köşesinde sessiz sessiz okunan içli bir türkü gibi. Gönlüne sağlık Kemal Varol...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder