Kemal Varol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kemal Varol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Yere göğe sığmaz bir dert: hasret

"Gelmiş o bîvefâ sebeb-i hayretim sorar
Bilmezlenir de nâle-i pür-hasretim sorar."

Hasret ile yollara düşmek, hasret ile ağlamak, hasret ile ölümü beklemek, klasik edebiyatın ve Türk edebiyatının pek çok alanının ve türünün, tükenmez yegâne meselelerinden biridir. Klasik edebiyatın âşığı hasret ve aşk acısı ile kûy-ı yârda gözyaşı döker de sevgilinin mahallesini seller alır, iki büklüm olur hasretinden âşık, kanlı gözyaşları dökmekten sararıp solar. Sevgili elifliğini hiç bozmazken, âşık dal olmuştur. Hasret ne yere ne göğe sığmaz bir dert ola ki, bir tek klasik edebiyatın meselesi olmamıştır, türkülerde, atışmalarda da adına ve imâsına rastlanır sürekli.

"Elif kâmetine hayran olduğum
Gece gündüz hayâline döndüğüm
Hep senin içindir boyun eğdiğim
Yoksa zapt etmez bu yerler beni.
"

Öyle bir hal imiş ki, ayrılık, ölümü ayrılığa tercih etmişler, ölümü beklemişler, ölüm Allah’ın emri demişler de ayrılığı ve hasreti kabullenememişler. Ve elbette romanların da konusu olmuş aşk ve hasret. İşte, Ucunda Ölüm Var da bu romanlardan biri.

Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol’un hasret ve ayrılık meselesini oldukça lirik bir şekilde işlediği bir roman. Ağıtçı kadın karakteri üzerinden aşkı, bekleyişi, bekleyişin çökertciliğini ve ölümün nasıl ayrılığa tercih edildiğini tasvir ediyor roman boyunca. Romanın en çarpıcı kısmı ise, bence Ağıtçı kadının öleceğini bildiği halde pür aşk bir halde yine de yollara düşmesi. Herhalde yol gitmek, iz sürmek elli yıl bekleyişin acısını, hasretin yangınını hafifletiyor diye düşündüm okurken.

Ağıtçı kadın, isminden de anlaşıldığı gibi ağıtçılık yapıyor, nerede bir kimse tebdil-i mekân etse, oraya gidiyor, göçmüşün sevdiklerinden hikayesini dinliyor ve bunun üzerine ağıdını yakıyor. Yaktığı ağıt karşılığına göz silimliği adı verilen bir para alan ağıtçı, bu vesileyle nafakasını sağlamış oluyor. Roman, bu vesileyle eskide kalmış kültürel bir unsura da telmihte bulunuyor. Bu şekilde nafakasını sağlıyor. Eski kültürlerde daha yaygın bir gelenek olan ağıtçılık geleneği, gelişmiş toplumlarda da bir gelenek görülüyor. Romanda ağıtçının gittiği her cenaze evinde ölünün hikayesini, uzak ve yakın geçmişini dinlemesi, Prof. Dr. Erman Artun’un Anonim Türk Halk Edebiyatı Nazmı kitabında okuduğum bir anekdota itti beni:

Ağıtçı, ölünün uzak yakın geçmişini, çoğu kez geçmişini bugüne getirerek, ölüyü de konuşmalarına katarak anlatır. Törene katılanların da koro halinde sözlere, seslenişlere, ağlamalara katılmalarıyla aynı zamanda bir anlatı ve dramalaştırmalı bir gösteri niteliği kazanır.

Kitabın okuru oldukça sürükleyen konusunu ise, bir gün ağıtçı kadının işini yapmayı aniden bırakması, elli yıl önceki sevgilisi Heves Ali’nin rüyasında ona öldüğünü haber verip ağıdını yakmaya çağırması üzerine ağıtçı kadının yollara düşmesi, şehir şehir gezmesi oluşturuyor. İşin dikkat çekici yanı ise, yine rüyasında aldığı bilgiye göre karakterin on üç gün sonra ölecek olması. İşte bu nokta, bence ölümün ayrılığa tercih edilmesine bir örnek teşkil edebilir.

Ağıtçı Kadın’ın gördüğü düş üzerine Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Arkanya’da bazen Heves Ali sandığı, bazen de tesadüf ettiği tebdil-i mekân etmiş kimselerin ağıdını yakıyor. Sanki, rüyasında onu çağıran ses, bu şehirlerdeki kimselerin ağıdını yakmadan vefat etmemesi için çağırmış gibi ağıtçı kadını. Ağıtçı kadının hüzünlendiren öyküsünün yanında gittiği şehirlerde ağıtlarını yaktığı kimselerin hikayeleri de birbirinden hazin ve göz dolduruyor. Kitabın sonunda ise, ağıtçı kadının kendi kendini vefat etmiş olarak bulması, romana mistik bir atmosfer de katıyor.

Ucunda Ölüm Var, lirizm ve hoş üslubun bir araya geldiği, okuru içine çeken bir eser. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

23 Ocak 2021 Cumartesi

Haklı suskunlukların romanı

"Bizim kanatlarımız uçmazken de çırpar, âh
Yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."
- Kemal Varol, Bakiye

Taşkale Cezaevi'ndeyiz. C-6 koğuşunda. Hepimiz oradayız. Tüm mahkumların pişmanlıklarına, sessizliklerine, zaaflarına şahidiz. Bu şahitlik kimi zaman yürekte bir acı, kimi zaman ve her şeye rağmen yaşama tutunma inadı. Mesut Hoca anlatıyor, koğuşun hikâyecisi. O aslında mahkumları ve hayat hikâyelerini bize aktarırken, kendi hikâyesini de ancak bir yere kadar gizleyebileceğini biliyor. Elbet koğuşa biri gelecek ve Mesut Hoca'ya sen neden buradasın diye sormadan, hoca tüm yaşamını, neden hüküm giydiğini anlatacak. İçini dökecek. Pişmanlığını bir kez daha, belki de daha güçlü biçimde yaşayacak. Ama hiç değilse anlatacak. Anlatmak, böyle durumlarda bir ekmeği ikiye bölüm paylaşmak gibidir. Dinleyen, duyduğu hikâyeden payına düşen lokmayı yerken belki kendinden bir şeyler bulacak, belki de bulmayacak. Ama neticede ortak olacak. Dostluk ve muhabbet, hayata 'her şeye rağmen' ortak olmayı gerektirir çünkü.

Bir gün Taşkale Cezaevi'ne yeni bir mahkum gelir. Adı, Barana. Müebbet yemiştir. İşlediği suçu kimse bilmiyor. Oysa bir cezaevinde hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç yoksa, duvarlar şahit olur kimin hangi suçu işlediğine. Duvarlar dinleyicisi olur susmuşların, yalnızların. Barana, sanki dudaklarını mühürlemeye yeminli biri gibi giriyor cezaevine. Ta ki rüzgârın egemenliğine kendini bırakıp avluya düşen bir kızıl saç teli ona hayat verene kadar. O, bulduğu umut ve hayatla birlikte suskunluğunu bozmuyor aslında. Susmaya devam ediyor. Elindeki temizlik malzemeleriyle koğuşu kıyı bucak tertemiz ediyor. Yeryüzüne temizlik yapmak için gelmiş gibi yaşıyor, yaşamaya devam ediyor. Tam, acaba vicdanını temizlemek için mi bu kadar temizliğe düşkün diye düşünürken okuyucu, Barana'nın hikâyesi açılmaya başlıyor. Mesut Hoca, sonsuz sabırlı bir psikiyatrist gibi yaklaşıyor ona. Yavaş yavaş çözüyor. Sonra hikâyesine ortak oluyor. Zaman zamana Taşkale Cezaevi'ne çöken meşhur kara sisle birlikte tüm parçalar yerine oturuyor. Mesut Hoca aslında baştan biliyor ne yaşayacağını. Çünkü bir hikâyede mutlaka 'geriye kalanlar' vardır. Onların parçaları tamamlanmaz, koca bir eksiklik olarak kalırlar: "Dünya ve zamandan umudunu çoktan kesmiş kapkara bir nokta gelip adımızın yanına konmuştu. Hatta Barana'da fazladan iki nokta daha vardı. Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti ama bizim cümlemiz hiçbir zaman tamamlanmayacaktı."

Koğuşun elbette başka misafirleri de vardı. İşlediği suça karşılık Kuran-ı Kerim'de ve hadis kitaplarında öbür dünyada alacağı cezayı aramakla zaman geçiren Asım Abi. Suçu sorulduğu zaman en yakın arkadaşını 'Timur adlı şahıs' diye anarak hikâyesini anlatmayı çok seven ve en az herkes kadar haksızlığa uğrayan Sıçan. Çevre köylerdeki bağ sahiplerinden aldığı birbirinden lezzetli boğazkere üzümlerini kasabadaki rakı fabrikasına satarak son derece rahat geçinen, günün birinde geçinemeyişine sebep olarak fabrika müdürünü vuran ve dolayısıyla hiç pişman olmayan Reco Dayı. Allah vergisi uzun parmaklarıyla kendisini çağa uydurmaktan asla geri kalmayan, kendi düğününde bile hırsızlık yapmaktan geri durmamış azılı bir yankesici, Casper. Babasının, en sevdiği türküyü kendisine isim olarak seçmesiyle kaderine bu türkünün şekil verdiğini düşünen Candan İleri. Burada, romanın her bir karakterinin kendisine verilen rolü yerli yerince oynadığını, ne bir eksik ne de fazla bir şey yapmamak için yazarın tüm maharetini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Onlar belki çok sonraları birbirlerine karşı vefasız oldular ama koğuşu paylaştıkları her anda dosttular. Bazı dostlukların nasıl bir yol süreceğine mekan ve zaman karar verir. Mühim olan, ortak mekanda ve zamanda aynı pencereden yeryüzüne bakma zorunluluğunu bir sabra, hatta şükre dönüştürmek belki de. Üstelik bunu yaparken mekanı da zamanı da hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için unutmak, unutmaya çalışmak.
Karşındakinin hırsız mı yoksa Hızır mı olduğuna takılmadan, acının birleştirici gücüyle nefes almaya çalışmak: "Çünkü bazı insanlar birbirlerini acılarından tanırdı ve yara sarmasını ancak canı yananlar bilirdi."

Barana, koğuşta bir tek Sıçan'a yakınlık besliyor, o da Sıçan delirdikten sonra. Sanki anlaşmak için delirmek gerekiyormuş gibi. Mesut Hoca'yla, bazı öteberi alışverişleri dışında hem koğuşu hem de maruz kaldığı işkencelerdeki yaralarını temizlemek için bir yakınlık kurduğu doğru. Ama bu yakınlık konuşkan bir yakınlık değil. Daha çok, müebbet yemiş bir mahkumun dahi kendisine mutlaka bir yaşama gücü bulabileceğine dair başka birini şahit tutma hevesi belki de. Heves demişken, Âşıklar Bayramı'nın saz ustası Heves Ali de, yazarın hayal gücümüze armağan ettiği coğrafya, Arkanya da kendini hatırlatıyor romanda. Barana, kimliği belirsiz ama âşık olduğu çok belli olan birine yazdığı mektuplarda tüm suskunluğunu konuşturuyor. Edebi derinliğine edebiyat öğretmeni olan Mesut Hoca da şaşırıyor. Barana hemen her mektubunda sanki yarın intihar edecekmiş gibi bir duygu hâli sergiliyor. Diğer yandan, intiharın işaret ettiği bazı diğer duyguları da akla getiriyor: kaçma, karşılama, kovulma, kurtulma: "Hayat her seferinde bir ağaç dalından düşmektir. Bir kez de benim için düş dünyadan. Bir kez de benim için kanat dizlerini. Bir kez de benim için sar yaralarını. Duyulmaz yaraları vardır çünkü aşkın ve çocukluğun.

Bir yazara sahiden gönül verdiğinizde, onun içinizdeki ses olduğunu düşündüğünüzde, yazdığı romanın karakterleriyle bir yakınlık kurduğunuzda, o yazarın kitabıyla yürüyüşe çıkarsınız. Kitabı montunuzun cebinde gezdirmek ferahlık verir. Dünyanın saldırısı yavaşlar. Kalp ferahlar...

Kemal Varol
, 21. yüzyıla Türkçenin en güzel romanlarını emanet etmiş bir şair. Kara Sis, susmanın vazgeçmeye değil umuda dönük yüzünü hatırlatan bir roman. Haklı suskunlukların romanı. En esaslı suskunluklar haklılara yakışır çünkü yalnız haklılar pişman olmazlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ocak 2019 Cuma

Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten

"Yaşamının ilk yıllarında çocuğun babayla çok az ilişkisi vardır. Bu ilk evrede babanın çocuk için taşıdığı önem anneninkiyle kıyaslanamaz. Baba doğal dünyayı temsil etmese de insan varlığının diğer kutbudur: Düşünceler dünyasını, insanlar tarafından yaratılan şeylerin dünyasını, yasayı, düzen ve disiplini, gezi ve macera dünyasını ifade eder. Çocuğa bir şeyler öğreten, ona dünyaya açılan yolu gösteren, babadır."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı

Bazı insanların kapanmamış hesapları vardır. Bu tür hesaplar hayatîdir. Hayatın bütününü kapsadığı gibi hâl ve hareketlerin, davranış ve duyguların hepsine de farklı biçimlerde sirayet eder. Hesap her ne kadar 'kapanmak üzere' gibi bir kelime olarak görünse de öyle olmayabilir. Bazı hesaplar kapanmaz. Çünkü açıldığı yer, açılır açılmaz derinleşmiş bir yerdir. Çevrenizde 'kocakarı imanlı' kimseler varsa görmüşsünüzdür, henüz hayattayken mezarlarına Fatiha gönderirler. İşte onlar kendi hesaplarını kendi görenlerdir aslında, tövbenin yamacında kendi kendine yetişenler, hudayinabit gibi. Ne demek hudayinabit? İnsan eliyle ekilmeden doğada kendi kendine yetişen bitki ve/veya eğitim, öğrenim görmemiş ama kendi kendini yetiştirmiş (kimse). Hesaplar, tıpkı yaralar gibi insanı yetiştirir. Düşe kalka yetiştirir, kah döverek kah severek gösterir boyunun ölçüsünü.

Baba-oğul hesaplaşmaları, bu tür hesaplaşmaların belki de en mühim örneğidir. Ne romanlar, ne şiirler yazılmıştır bu hesaplaşmalar uğruna. İşte Kemal Varol da hem şiirlerinde hem romanlarında bu kadim savaşın vakanüvisi olmuştur. Tarihte bazı vakanüvislerin daima abarttığını, bazılarının da bu esaslı işi öylesine yaptıklarını görmüşüzdür. Kemal Varol sırtlandığı bu yükün her yönüyle hakkını vermiş, hakkını vermeye de devam eden bir isimdir. Türk edebiyatındaki yeri şahsına münhasırdır. Günün birinde kendi hesap defteriyle yüzleşmek isteyen ve kişisel tarihinin peşine düşen her samimi okurun yolu muhakkak onun satırlarından geçmelidir. Şiirle başlamıştır edebiyatına Varol, dolayısıyla yazdığı satırların altı çizilirken bir şiirin dizeleri arasında gezinme lezzeti verir. Bu lezzeti daha yoğun yaşamak isteyenler için kendisinin şiir kitaplarının Bakiye adıyla toplu şiirler olarak sunulduğunu da (Edebi Şeyler, 2017) belirtelim. Sonrasında o güzel roman ve hikâyeleri: Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Sahiden Hikâye (2017). Derken çıkageldi Âşıklar Bayramı. Şimdiye dek yazarın tuttuğu 'hesaplaşma defterleri'nin belki de en ağırı, duygulusu, vicdanlısı.

Diyarbakır'da avukatlık yapan Yusuf, bir gece ansızın kapısının çalmasıyla tansiyonu yüksek dakikalar yaşar. Gelen kimdir? Hırsız mıdır, komşu mudur, polis midir, geçmişte başına aldığı belalardan biri midir? Nefesini tutup kapının gözünden bakar, gelen babasıdır. Yirmi beş yıldır görmediği babası, saz ve söz ustası bir âşık; Heves Ali.

Yusuf'un ansızın hayatına giriveren Heves Ali, ömrünün son demlerine vardığını anlamış olacak ki hesap defterini hiç çaktırmadan, kimseye göstermeden koltuğunun altına alıvermiş, helalleşmek için başlamış yolculuğuna. İlk durak da oğlu Yusuf olmuş. Ali'nin hem yaşı hem hastalıkları onu ezip büzmüş, bunların yanına uzun yıllardır açık kalan hesapları görecek olmasının heyecanı da eklenince ruhu da sessizliği, yılgınlığı ve fevriliği bir hâl olarak kabullenmiş. Tıpkı oğlu kapıyı açtığında ona yönelttiği "Konuk kabul ediyor musun?" sorusu gibi yaşar olmuş. Bir baba tek gecelik konuk olunca, oğlu onu yatırır yatırmaz ceketinin ceplerine bir bakınmak ister elbette. Dönüş bileti alınmış mı, parası var mı, hastalığıyla ilgili bir belge, rapor... Hepsine cevap bulur Yusuf. Babası sahiden de bir gece kalmak için gelmiştir ve ertesi gün dönecektir. Diyarbakır'dan Kars'a doğru gidecektir, Âşıklar Bayramı'na katılmaya. Tüm saz ve söz âşıklarının toplaşıp meşk ettikleri bayrama. Ancak bu hâliyle nasıl gidecektir, oraya gidene kadar bir yerlere uğrayacak mıdır? Yusuf bu soruların cevabını, otogara babasını bıraktıktan sonra vicdanı vasıtasıyla öğrenir. Babasını otobüsten çekip çıkarır, arabasına alır, yollara düşer onunla birlikte. Hem babasının hastalığı hem de onun uğrama isteği nedeniyle durdukları her köyde bir hesap kapanır. Elbette bu hesapları daha önce Yusuf bilmemiştir, görmemiştir. Sonradan da öğrenmemiştir. Öğrenmesine sebep babasının bir gecelik konukluğu olmuştur. Bu bir gecelik konukluk, üç günlük hikâyeye her türlü duyguyu eklemek için işaret taşı görevi görür. Acıların, hasretlerin, aşkların, sevinçlerin ve yorgunlukların her birini yaşar yol boyunca Yusuf. Elbette babası da. Bir daha bir daha...

Yolculuk hikâye bazında maziyi taşırken Kemal Varol romancılığındaki maziyi de getiriyor önümüze. Arkanya, Varol'un daha önceki romanlarından bildiğimiz bir yer. İnsanıyla, havasıyla-suyuyla zihnimizde oluşmuş bir memleket gibi. İşte Arkanya bir kez daha çıkıyor okuyucunun karşısına. Heves Ali'nin de Ucunda Ölüm Var'da tanıştığımız son ağıtçı olduğunu söylersek, tam anlamıyla bir hesap kapatma romanı olduğu söylenebilir Âşıklar Bayramı'nın. Ancak romanın hemen başındaki şu cümleleri de hiç akıldan çıkarmamak lâzım: "Bazen bir toprak yığının altındaki geçmişimi aralayıp orada neler bulacağımı merak ediyor, kazdıkça kazıyor, kazdıkça kazıyor; çok geçmeden de bulduklarımdan hoşnut kalmamış gibi, elimde eski bir kürek, kazdığım çukura yeniden toprak dolduruyordum. Yine de her oğul gibi, ne kadar direnirsem direneyim daha en başından babama karşı yeniktim."

Heves Ali, belki bilerek belki bilmeyerek önce yoldaşını bulur, sonra da yola koyulur. Oğlu Yusuf'u yoldaş olarak seçtiğini elbette düşünmüyorum. O evvela 'yol' diyerek herkesten önce oğluna gitmiş ve oğlu da hem vicdanının sesini dinleyerek hem de kafasında yirmi beş yıl boyunca biriktirdiği sorulara belki bir cevap bulma niyetine girerek babasını bırakmamıştır. Bırakmak istediği de olmuştur. O kendi hâlinde giden, aşk kırıntılarıyla ve iş yorgunluklarıyla akan hayatına geri dönmek ister zaman zaman. Babasının hastalığından ve kapattığı hesaplarda karşılaştığı kimselere dair hiçbir şey bilmemekten bıktığı olur. Burada geçmişten gelen öfkesi devreye girer. Ne zaman ki öfkeden sevgiye geçer duyguları, işte o zaman babasının yanından asla ayrılmaması ve onu muhakkak Âşıklar Bayramı'na 'yetiştirmesi' gerektiğini hisseder. Böyle de yapar zaten. Sık sık duygusal inişler çıkışlar yaşamak da onun sınavıdır. Bilhassa babasının yolculuk esnasında gösterdiği fevri davranışlar büyük sınav olur Yusuf'a: "Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan u ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür."

Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki baba-oğul çatışması hem kişinin varlığını tamamlaması
anlamında çok gerekli hem de kırılıp kırgın bir insana dönüşmemesi için çok hassas. Çünkü anne-oğul ilişkisi gürültülü bir ilişki. Baba-oğul ilişkisi ise sanılanın aksinde oldukça sessiz bir ilişki. Bir oğlan annesine kaç gün küsebilir? En fazla kızdığı zamanda bile belki birkaç gün. Peki bir oğlan babasıyla ne kadar küs kalabilir? Aylarca, yıllarca bile kalabilir. Çevremizde sık gördüğümüz bu kronik hikâye, hepimizin hikâyesi. Roman bunu da kurgusunun dışında hatırlatıyor sürekli. Sessiz bir ilişkide gerilim, dram, hüzün ve hatta neşe bile sessiz yaşanıyor. İçeriye doğru yaşanıyor. İnsan sürekli kendini kırıyor, eziyor, büzüyor. Dolayısıyla varlığı zarar görüyor. Herkese dönük olan yüzündeki incinme, er ya da geç bir yerde geçmişten hikâyeler okuyor. Bundan olsa gerek Kemal Varol o harika şiiri Küfran'da "Fermandır: babayla bozgun her çocuk / hoyrattır elbet aşklarına" diyor. Çünkü babasıyla iletişimi bozuksa bir çocuğun, herkesle bozuktur yahut her an bozulmaya elverişlidir. Merhum bilge psikiyatr Engin Geçtan, "Bir insanın ilişkileri ana-babasıyla başlar" diyor. Murat Menteş de Korkma Ben Varım'da "Bildiğim bir şey varsa, bir erkek, babasıyla nasıl konuşacağını ölünceye kadar öğrenemez. Hangisi ölünceye kadar? İşte onu bilmiyorum henüz." cümlelerini yazmıştı. Dayanamayıp bir alıntı daha aktarmak isterim. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te şöyle der: "Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey..."

İşte Yusuf, babasıyla çıktığı yolculukta soruları tam tersinden sormayı da keşfeder. Yıldız ve Aylın arasında yaşadığı aşk ilişkilerini yeniden sorgular. En çok bunaldığı zamanlarda yaşadığı ilişki (Yıldız) yerine eski, ölmüş ilişkisini (Aylın) diriltmeye yönelir, bir zaman önce e-posta klasörlerinde taslak olarak kaydettiği metinleri gönderir. Cevap bekler, gelmeyen cevaplara anlam yükler, kendine kızar, kendiyle kavga eder. Bu yaşadığı kavga karşılığında babası Heves Ali'nin geçmişte iz bıraktığı tüm gönüllerle helalleşmesine çok şaşırıp zaman zaman tuhaf karşılasa da kendine bundan pay çıkarır. Babası bir sevgi yolu inşa etmiştir kendince. Sevabıyla günahıyla bu yolu yeniden yürümeyi göze almıştır, her istasyonda durup el sallamıştır sevdiklerine, sevildiklerine. Demek ki aşk, şair İsmet Özel'in söylediği gibi "hayatın mazereti" olabilirmiş. Yusuf, yol boyunca babasına olan sevgisini-kırgınlığını "demedim dilimin ucuna gelen her ne ise" tavrıyla içine içine bastırsa da ona, hâline, yolun sonuna gelişine baktıkça "ölümle paslanmış buldum sesimi" dizelerini hatırlatır okuyucuya. Yirmi beş yıl aradan sonra gelen 'konuk' baba, kahvaltı sofrasından iki lokma bir şeyler yiyip kalkmış, çayı bile -ocağı açmaya tenezzül etmemekten- içmemiş, 'ölüyor gibi yaşamak' denen hâli kendine hâl olarak seçmiş. Seçtiği gibi de çok şeyden vazgeçmiş. Adına-şanına yakışır bir vazgeçiş bu: kendinden, ben'den vazgeçiş.

Âşıklardan bahseden bir romanda olmazsa olmaz şey türkülerdir. Kemal Varol, bilenlerin bildiği ama bilmeyenlerin de dinler dinlemez seveceği türküleri ağırlamış romanında. Ansızın çıkıveriyor sesler, sözler. Âşıkların dillerinden, sazlarından dökülüyor okuyanın kalbine. Şöyle bir türkü listesi var kitabın: Tükendi Nakd-i Ömrüm, Bülbül Ne Yatarsın Bahar Erişti, Muhabbet Bağında, Bu Dağlar Kömürdendir, Çıktım Yücesine Seyran EyledimEvleri Uçta Yârim, Gele Gele Geldim Bu Kara Taşa, Esti Seher Yeli, Pirlere Niyaz Ederiz, Ezme ile Süzme İle Yâr Bulunmaz Gezme İle, Sultan Suyu, Ben Gidersem Sazım Sen Kal Dünyada.

Türkü demişken, kitapta Yusuf'un Aylın'a gönderdiği mektuplardan birinde 'çaktırmadan' Kemal Varol'un sevdiği şiir kitaplarını da tanıma fırsatı buluyoruz: Birhan Keskin'den Yeryüzü Halleri, Şükrü Erbaş'tan Üç Nokta Beş Harf, Akif Kurtuluş'tan Tören Provası, Mahmut Temizyürek'ten Yeryüzünü Gezen Atlı... Yine kitabın bir bölümünde yer alan mektupta (belki mektup değil de iç dökmedir, gerçi her mektup bir iç dökmedir) yazarın dinlemeyi sevdiği isimleri toplu olarak görüyoruz: Kâni Karaca, Çekiç Ali, Tenekeci MahmutÂşık Ruhsatî, Feqiye Teyran, Evdale Zeynike, Egide Cımo, Şakiro, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Hafız Kemâl, Neşet Ertaş, Âşık Mahzunî Şerif, Âşık Sümmânî, Pir Sultan Abdal, Karac'oğlan, Kul Nesimî, Yunus Emre...

Ot dergisinin 68. sayısında (Ekim 2018) yayınlanan bir Kemal Varol şiiri vardı: Kanadında Taş Türküsü. Bu şiirle Âşıklar Bayramı'nda yeniden karşılaşmak pek güzel oldu. Şöyle der şair: "Dünya hayli yoruldu dönüp durmaktan / yarım ayda, zemheride, derin uçurumda / bir gün gittiğin bir yolda / göğnün yorulduğunda beni hatırla."

Bir tek sigaranın pakladığı, bazen bir arkadaşa susmak için bile ihtiyaç duyulacağı zamanlara varır Yusuf. İmdadına Kul Yakup yetişir. Babasının hastaneye götürülüşünden oradan Kars'a yola çıkışına dek Yusuf'a ses olur, soluk olur: "Sessizce başımı öne eğip bir sigara da onunla birlikte içtim ama konuşmaya çabalamanın boşuna olduğunu hissettim. Dostlar, arkadaşlar bazen bir suskunluk için bile yeterliydi sanırım."

Bir tahta bavul, bir bağlama. Heves Ali dünyalığı bu kadar. Oğlu Yusuf, onun sekiz köşeli kasketinde taşıdığı bir can. Ama o can, orada kalmış. Söze düşmemiş. Ne Ali oğluna "Oğlum" demiş, ne Yusuf babasına "Baba". Söze varmamış ilgi, alaka. Yürek hep bastırmış içten geleni. Birinin kasketinde taşıdığını öteki yüreğinde taşımış. Her şeyin tükendiği yerde yine Kul Yakup yetişmiş iki kelam etmeye. "Kendini zorlama evlat" demiş Yusuf'a, "baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten".

Romanın bittiği yer, yıllar önce Yusuf'un hemen önünde el ele yürüyen o babayla küçük oğulun olduğu Arkanya çarşıdır. Orayı hatırlar Yusuf. Hatıralar mı birleştirir babalarla oğullarını? Ona da Kemal Varol'un bir cevabı vardır romanda: "Bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir."

Âşıklar Bayramı'yla birlikte, hayatımda okuduğum en güzel romanlar arasına bir yenisi eklendi. Boğazda taş, göğüste ağrı, evin kuytu köşesinde sessiz sessiz okunan içli bir türkü gibi. Gönlüne sağlık Kemal Varol...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ekim 2017 Cuma

Acının esmer hikâyeleri

"Yarden ayrı kalmak ölüm
Söyle ne olacak halım
Böyle kader böyle zulüm
Gelir garib başa Leyla'm."

- Neşet Ertaş

Walter Benjamin, insanı özgürleştiren 'araç'lardan biri olarak görür öyküyü. Ancak öykü anlatıcısının ve öykü yazarının modern zamanlarda "geçersiz" bir konuma düştüğünden de yakınır. Benjamin için üç kavram çok önemlidir: bellek, deneyim, hatıra. Bir öykü için bu üç kavramın ne kadar kıymetli olduğu malum. Öykücü, belleğinin derinliklerinden yeni deneyimlerle geçerken hatıra biriktirir. Tekniğini, özgünlüğünü ve dilin imkânlarını kullanarak bize tüm bu birikenleri aktarır. Bu üç kavramı Türkiye'de güçlü biçimde kullanan yazarlardan biri kanaatimce Kemal Varol'dur. Jar, Ucunda Ölüm Var ve Haw kitapları bu gücün bir neticesiydi. Serde şairliği olan Varol'un toplu şiirlerini okuyabileceğimiz Bakiye de yine belleğin, deneyimin ve hatıranın birleşimiyle ortaya çıkan "kin" ve "yas" dizelerini okumak mümkün.

Nisan 2017'de İletişim Yayınları tarafından neşredilen Sahiden Hikâye, 169 sayfa. Kemal Varol'un ilk hikâye kitabı olma özelliğini taşıyor. Kitapta yer alan Rewhat Arslan çizimleri, 'okurken düşleme' imkânını genişletiyor. Beş bölümü var Sahiden Hikâye'nin: Manşet, Çocukluk Bu, Bu Gece Eczanemiz Nöbetçidir, Şecere, Hamdolsun Diyalektik. Romanlarında olduğu Varol okuyucuyu yine 'acılar coğrafyası' Arkanya'da ağırlıyor. 15 hikâye boyunca o evden bu eve götürüyor, OHAL'in iklimini çocuklar üzerinden anlatıyor.

Herakleitos, "İnsanın karakteri kaderidir" demiş. Sonra İbn Haldun gelmiş, o da "Coğrafya kaderdir" demiş. Bu iki cümleyi düşünürken şöyle bir diziliş geliyor gözümün önüne: Coğrafya, karakter, insan. Kemal Varol okuyucusunun alıştığı bu diziliş ilk hikâyesi olan Sahiden Hikâye'de de kendini gösteriyor. Önce mekanı çiziyor Varol, sonra karakterleri ve peşinden olayları. Her şey yerli yerine oturduğunda bizi küçük yüreklerin şu büyük meseleleri bekliyor: varoluş sancıları, 'varoş'un sıkıntıları, varlık mücadelesi. Çünkü yokluk ağır bir gökyüzü gibi dolaşıyor çocukların ayaklarında. Kimi kayıp düşüyor kimiyse dik durmaya çalışıyor. Yazılmış her şey sanki kara, kapkara. Sıra sıra dizilen ölümlerin yaşama bir saygısı yok; acımasız, gaddar ve kinci. Elbette koca bir umutsuzlukla:

"-Günün birinde başımızı bir eve sokup şöyle çoluk çocuğa karışmış, her şey güllük gülistanlıkken, bir gece kan ter içinde uykudan uyanıp pencereye atacakmışız kendimizi.
- Sonra?
- Sonra pencerede sıkıntıyla sigara içerken bizim bu yaşımız böyle yavaşça sokaktan geçip el sallayacakmış bize. Eksik kaldım, gel beni tamamla diyecekmiş.
" [sf. 21]

Kadınların kırk gözlü olduğuna inanan çocukların hayatlarında, 'yirmi yılda bir yeniden başlayacak dertler'in yorgunluğu, henüz o dertler kendini göstermeden dikiliyor simsiyah bir duvar gibi. Her çocuk sanki başka bir duvarı aşmaya çabalıyor. Yetemiyor, yitiyor. Tam kaybolacakken bir umut, doğum sancısı çekiyor.

Aynı aşka düşmek, paylaşamamak da var çocukların öykülerinde. Ne bunu gizleyebiliyorlar hareketlerinde, ne de anlatabiliyorlar sözleriyle. Devasa bir kördüğüm. Sevdanın küçüğü büyüğü olmadığı gösteren bir kördüğüm.

"Eskisi gibi değildik artık. Aramızda bir kıskançlık rüzgarı esmiş, o rüzgarın esintisi kalplerimizdeki ateşi bir zaman alıp götürse de geriye birbirimize anlatamadıklarımız kalmıştı." [sf. 56]

Hikâyelerin masalsı üslubu, hani o çocukları sakin-selim bir hâle büründürmek için söylenen masallar gibi akıcı fakat birçok kalbi acımasızca yıkıp geçen gerçekleri düşündürecek kadar da sarsıcı. Çocukların dünyası tuhaf, çocukların dünyası şaşkınlık verici. Bazen tek başlarına bir dünyayı yüklenmiş gibi ağlarlar, bazen de el ele verip bir tebessümle nice felaketi unuturlar, unuttururlar. Onların dili çoğu zaman futboldaki ters bir top gibidir, süzüle süzüle ağlarla buluşur. Acı bir buluşmadır bu. Kelimelerin cem olup acıyı çığırışı gibi:

"Allah, köyleri yakıldığı için kasabanın yolunu tutmuş, buldukları boş bir arsaya derme çatma toprak damlı evler yapmış, babaları akşama kadar amele pazarında iş bekleyen, anneleri Türkçe bilmeyen, ağabeyleri polisle belalı, hepsi birbirine benzeyen evlerde oturan aynı yaşlarda bir dolu çocuğu arkadaş yapmıştı ve bu başlı başına güven demekti. bir çeteye ihtiyacımız yoktu." [sf. 74]

Elbette bu çocukların abileri var. Kimini kahraman olarak kabul ediyorlar, kimileriyle de silik-sönük görüp samimiyet kurmuyorlar. Abilerin 'sol' tarafı kendi içinde fraksiyonlara bölünmüş. Birbirleriyle anlaşamadıkları konular birer çatışmaya dönüşmüş. Varol, devrim umudunu sarsan bu vaziyete bazı yorumlar da getiriyor hikâyeleri arasında: Dönemin solunu da eleştiriyor Varol: "Sağ-sol çatışması yerine solun kendi çatışmaları yaşanıyordu Arkanya’da. Asıl çatışma, birbirine taban tabana zıt yapılar arasında değil, bin parçaya bölünmüş fraksiyonlar arasındaydı."

Zor meseleleri kolay anlatabilmek büyük beceridir. Kemal Varol her romanında olduğu gibi bu romanında da memleketin tüm zalimliklerini Arkanya üzerinden okuyucuya anlatıyor. Şiir gibi, türkü gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Aralık 2016 Pazartesi

Yas, kin ve sevgi hep diri kalabilir mi?

"Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım."
- Marco Polo

"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev

İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.

1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.

"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."

Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.

"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."

Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.

"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar." 
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."

Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kursağımızda kalan heveslerin romanı

“Ne diyordu ince şeylerin annesi
‘Ötekini oku, derinde dipte duranı.'”
- Şükrü Erbaş

Külliyat okuması yapmanın, bir yazarın yazarlık serüvenine şahitlik etmenin en doğru yolu olduğunu üniversitede Sibel Hoca sayesinde öğrendim. Yazarın kitaplarının kronolojik sırayla okunması, okuyucu olarak bana dildeki değişimi, temalardaki değişimi, hikâyenin içerisinde yer alan patikalardaki çeşitlenmeyi görmek için önemli imkânlar sunuyor. Aslında bu kazanımlar, işin edebi yönüyle ilişkili. Bana kalırsa kronolojik okuma yapmanın en güzel yanı, kitabın yazarıyla aranızda kurulan, sadece size özel olduğunu hissettiğiniz duygu bağıdır. Anlattıkları aracılığıyla yazarı tanıdığınızı düşünür, onunla ahbaplık eder ve yazarlık heyecanlarına ortak olursunuz.

Kemal Varol, benim için tam da bu anlattığım bağı kurabildiğim yazarlardan birisidir. Onu “Toplu Şiirler” kitabıyla tanıyan, “Demiryolu Öyküleri” derlemesiyle takip eden bir okur olarak, ilk romanı Jar’ın yayımlanmasıyla, yazar-okur ilişkimizin lezzeti de artmıştır. Bu kıymetli ilişkinin devamında, bugün, Kemal Varol’un üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var” hakkında bir şeyler yazıyor olmaktan büyük bir heyecan duyduğumu belirtmek isterim.

Ucunda Ölüm Var’ın Ağıtçı Kadını, kendinde ya da bir başkasında iz bırakan her acıyı sırtlanmayı görev bilmiş, en umutsuz dert olan ölümün izlerini bedenine hapsetmiş, mistik bir eski zaman masalcısı… Ucunda Ölüm Var’da anlatıcı Ağıtçı Kadın’ın hikâyesiyle birçok şeyi öğrenmiş oluyoruz: Ağıt kültürünü, Ağıtçı Kadın’ın özüne iz bırakan yarasını, Ağıtçı Kadın’ın ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktığı insanların kısacık hayatlarına sığdırdıklarını… “Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülerle değil hikâyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi bembeyaz, hayretler içinde kalakalmış hikâyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım…”(Sf. 25) Hikâye içinde hikâye, acı içinde acı derken bu romanda dünya dertlerinin bin bir haliyle hemhal oluyoruz. Okur olarak, kitapta anlatılan hiçbir acıdan sıyrılmanın imkânı yok. Ağıtçı Kadın öylesine içten öylesine sarsıcı ki anlatılarıyla acımıza yön veriyor.

Ucunda Ölüm Var”, Kemal Varol’un dilindeki şairliğin iyiden iyiye hissedildiği bir roman olarak karşımızda duruyor. Ağıtçı Kadın’ın acıları ile bizi aynı duyguda birleştiren, aynı sisteme sövdüren, aynı acıya ağlatan ortaklığımız, Varol’un dilindeki samimiyetle belirginleşiyor. Jar ve Haw romanlarında da duygudaşlığımız ve Varol’un samimiyeti bakiydi elbette fakat Ucunda Ölüm Var’da farklı olan bir şeyler var. Okur olarak bu romanda artık farklı acılarla empati yapmanın çok ötesine geçiyoruz: Tüm hasretler bizim hasretimiz, başkasının gözündeki yaş bizim kirpiklerimizi ıslatıyor; tüm ölümlerin ağıtçısı biz oluyoruz, hepimiz tanığız tüm yaşananlara…

Diğer iki romanında hikâyelerin büyük bir kısmını erkek dilinden okuduk, dinledik. Jar’da birbirine düşman iki adamın öyküsünü, erkeklerin dilinden okuduk. Haw’da Melsa’nın aşığı Mikasa’nın dilinden gördük dünyayı, geçmişten kalan acıların kokusunu Mikasa’yla soluduk. Ucunda Ölüm Var’da ise, hüzünler de sevinçler de gülmek de ağlamak da kadının dilinden söze dökülüyor. Yarım kalan her şeyin acısı önce Ağıtçı Kadının diline, sonra da bizlerin içine dökülüyor, derin izler bırakıyor: “Okunur okunmaz silinen bir kelime oldum. Harflerim tastamam da noktalarım eksik kaldı senden sonra.” (Sf. 166)

Ağıtçı Kadın, roman boyunca Arguvan’dan yola çıkıp beş şehir dolaşıyor: Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır. Her şehirde de bir başka acıyla tanışıyor, bir başka insanın ahir ömrünün öyküsünü dinliyor. Her gittiği cenaze evinden, ölen kişinin Heves Ali olmamasının verdiği rahatlık ve Heves Ali’ye kavuşamamanın verdiği hayal kırıklığı ile ayrılıyor. Kemal Varol ölüme, savaşa, acıya, bin bir türlü haksızlığa tanıklık eden küçük Arkanya’yı, bu son romanında da dizinin dibinden ayırmıyor. Ve Ağıtçı Kadın, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, hikâyesinin başladığı topraklara, Arguvan’a dönerek veda ediyor; hem kendi hikâyesine hem de kursağında yer eden, bitiremediği cümlelerine.

Romandaki bu ince “beş şehir” ayrıntısı, bende, Kemal Varol’un okurluk serüveninde Tanpınar’ın iz bıraktığı ve Ağıtçı Kadın’ın beş şehirlik yolculuğunun usta yazara bir selam gönderme vesilesiyle kurgulandığı düşüncesini doğuruyor. Varol’un beş şehri, tek bir şehirle Tanpınar’dan ayrılıyor: Kemal Varol, “başkent” Ankara yerine Diyarbakır’ı koyarak, her romanında olduğu gibi kurmacanın içindeki gerçekliği politik bir zeminle inşa ediyor. Yazarın romanlarını okurken yakaladığımız bu küçük ayrıntılar ve göndermeler, incelikle kurgulanmış metne daha sıkı sarılmamızı sağlıyor.

Romanda dikkatimi çeken bir diğer nokta, bölüm girişlerindeki alıntıların derinliği oluyor. Yunus Emre’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a; Jules Valles’ten Mevlana’ya ve Willian Saroyan’a kadar birçok sevilen isim, Ucunda Ölüm Var’ın çoksesliliğine eşlik ediyor. Heves Ali’nin Ağıtçı Kadın’a çağrısı, Mevlana’nın Şems'e çağrısındaki ürpertiyi hissetmeme neden oluyor. Her iki aşık-maşuk hikâyesinin ortak mekânının Konya olması; alt metinlerin çeşitliliği konusunda beni bir kez daha hayranlığa sürüklüyor. Kemal Varol’un bağırmadan, usulca yaptığı bu göndermelerin izini sürebilmek, yazar-metin-okur arasındaki o özel bağın kuvvetlenmesine omuz veriyor.

Ucunda Ölüm Var, hepimiz için, hayatın çoksesliliğine bir davet: Kemal Varol bizi acıya, kahkahaya, ölüme, doğuma tanıklığa davet ediyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Her şiir bin kefaret

Bir şair için yayımlanmış şiir kitaplarını bir araya getirmek risklidir. Hem geriye dönüş hem de toplu okuma imkânı sunan bu hâl okuyucu için kolaylık olsa da şiirler arasında bütünlük aranmaya başlanınca işler değişebilir. Kemal Varol'un farkı tarihlerde yayımlanmış olan Yas Yüzükleri, Kin Divanı ve Temmuzun On Sekizi adlı kitapları Bakiye'de buluştu. Fikrin kimden çıktığını bilemiyoruz ancak Sel Yayıncılık şiir okuyucusu için önemli bir işe imza atmış. Zira şairin bu üç kitabı birbiriyle bütünlüklü okunabiliyor ve şiirini en ciddi hâlleriyle sunabiliyor.

Zaman zaman dil farklılıkları görülse de Kemal Varol şiirinde belirli temaların işlenmiş olması okuyucuyu rahatsız etmiyor. Ev, aile, yuva, anne, baba, evlat, veda, kavuşmak, gitmek, dönmek gibi eylemleri şiirlerinde buluşturan Varol, açılış şiiri Küfrân'da bütün hünerini konuşturuyor. "Herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu / kendinin öksüzü ıslak bir adam / benzemem diye düşünürken / müsveddem oldum ona" diyerek babasına yaslanıyor. "Ne bir şarkıya nefes kaldı onda / ne rabbin rağlarına heves" diyerek baba yorgunluğunu anlatan şair, şiirini muazzam bitiriyor: "Anneler erken / ölümlerine yakın sevilir babalar."

Evin tek yahut küçük oğullarının kalplerini okumak zordur. Onlar genellikle sessizliklerinden yeni sesler oluştururlar ve kendi kendilerine söylenirler. Şair de "Herkes gider ve düş evlerin küçük oğluna düşer" derken yarım kalan hayallerindeki yalnızlığı su üstüne çıkarıyor. Doğu ve çocukluk büyük yer kaplar şairde. Küçükken dinlediği masallardan dizeler kurar, onlarla yeniden söylenir hayata bir isyan niteliğinde: "Uzaklarda, küçük boylarıyla uykusuz çocuklar / her gece boynuma vebâl bir miras bırakır."

Her şairin zaman zaman yaptığı gibi kendine de şiirler yazan, dizeler inşa eden şairlerden biri de Kemal Varol. Bazen "bilmiyorum hangi kuytumda hangi nefes kaldı" diyor, bazen de "bu kaçıncı düğüm atılan bana, bu nasıl böyle küf" diyerek dertleşiyor ruhuyla. Şairin en önemli başarısı hiç şüphesiz derdine okuyanını da dertdaş edebilmesi. Zira bir şair için bundan daha büyük bir nimet yoktur. Büyük şair İsmet Özel'in Tavşanın Randevusu adlı kitabında söylediği gibi: "İnsanoğluna hayatın anlamı hakikate erdiği zaman değil, sadece derdiyle dertlenecek insanı bulunca ayan olur."

Kendinden başka kimseye eyvallahı olmayan fakat Rabbiyle de latifeleşen, nazlaşan bir derviş gibi yazıyor şiirlerini Kemal Varol. Rabbi ona "Gel!" derken, "Gelmem, gelemem" deyiveriyor. Sonunda muhakkak buluşma gerçekleşiyor. Orada benliğini, benliğinden sıyırıp anlatıyor şair. "Değilim ben" diyor, "olmadım ben" diyor. Tüm bunları yaparken düzyazı şiirlerden de istifade ediyor, bilhassa genç şairler için güzel bir çalışma disiplini olabilir bu metinler. "Dünyaya sığdım da, bir yatağa sığmadım bazen" diye bitiveriyor biri, diğeri konuşur gibi: "Biliyordun: da neden vurdun nefesin nefesime dedim. Bağışla dedin. Parmağını şeyh gâlip'in bir gazeline koyup bittü dedin."

Bakiye isminin birçok anlamı var. TDK şöyle belirtmiş: 1. Artık, artan, kalan, geri kalan şey. 2. Kalıntı: “3. Alacak ve borçlar arasındaki fark. Tüm bunların dışında romanlarıyla büyük beğeni toplayan Kemal Varol acaba şiire veda mı etmiştir Bakiye'yle? Bu sorunun cevabını gelecek dönemlerde görebiliriz. Eğer böyleyse de Bakiye, gayet yerinde bir "son" isim. Tam da böyle düşünürken bazı dizelerinden bir şeyler yakalamak da okuyucuya kalıyor. Örneğin: "Bitti derken, dindi derken, kurudu derken / her gece yeniden avaz avaz çıktı sesim / sen varacağına vardın da / ben neden hâlâ yoldayım dedim."

Kadim şiirimizle muhatabı gayet kuvvetli olan şairlerimizden Kemal Varol'un dizelerinde Bâkî'yi görmek de başka bir isim benzeşmesi oluşturabilir. "Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin / yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni" dizelerini hatırlatan şiirleri bazen Niyâzî-i Mısrî'yi de kulaklara fısıldıyor: "Kırıldı tenimdeki testi / damlada umman arayan hafız oldum."

Kitabın en çok Kin Divanı bölümünü beğendim. Yaşamın kızgınlıkları, öfkeleri, "modern şiir ve modern şair" etiketiyle değil; tamamen geleneksel çizgileri de koruyarak Türkçenin güzide sınırlarıyla aktarılmış dizelere. Güncel kavramlar kullanılırken içine koca bir "ah" da sığdırılmış şair tarafından: "Taşı öğrenen kini de öğrenir dediniz, âh / yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."

Bu yazıya ismini veren dizeler, Kemal Varol'un "Rakip" adlı şiirinden. "Adın geçtiğinde susmasını öğrenirdim nasılsa" diye başlıyor şiirine şair ve bitirdiği yerde ben de yazımı bitirmek isterim: "Onca gittim / bak / senin gibiyim sonunda."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf