Yazar-okur etkileşiminin en çetrefilli konularından birisi yazarın anlattığı ile okurun anladığının ne kadar örtüştüğüdür. Eleştirmenler meseleyi üzerinde kuram oluşturmaya kadar götürmüştür. Metnin gerçek anlamını bulmak için eser yazardan bağımsız/soyut ele alınmalıdır demeye varmıştır işin ucu. Konuya bu kadar kesin bakmıyorum fakat okuduğum her kitapta aynı meseleyi düşünürüm. Bu açıdan “şair/yazar burada ne anlatmak istiyor” ‘mottosu’ yüzeysel bir bakıştan başka bir şey ifade etmiyor. Zira yazarla okur arasındaki anlamsal gerilim sonsuz bir uzamdır. Özellikle kurgusal eserlerde bu makasın daha da açıldığını düşünüyorum. Bana göre meselenin temelinde ontolojik bir gerçeklik boy gösteriyor. Yani, yazar-okur arasındaki örtüşmezlik kitaptan evvel insanın doğası gereğidir. Her insanın düşün dünyası farklı şekillenmiştir ve dolayısıyla her insan farklı anlama, algılama düzeylerine sahiptir. Sözün kısası, bu satırları bana yazdıran aşağıdaki kitabın yazarı muhtemelen benim anladığımı anlatmak istememiştir.
Oryantalist literatürün tarihi Haçlı Seferleri’ne kadar dayandırılır. Öncesinde izleri vardır belki ama asıl gücünü ve misyonunu bu dönemde kazanmıştır diyebiliriz. Avrupalı bu seferler sayesinde muhayyelesindeki egzotik/fantastik dünyayı yakından tanıma imkanı bulmuştur. Sonrasında gördüğü bine bin katarak kurguladığı fantezisini Doğu imgesine izafe etmiştir. Gerçeküstü ve heyecan verici anlatılar (metinler) zamanla içerik değiştirmiştir. Yine bir zenginleştirici olarak egzotik/fantastik ögeler bulunur fakat Batı bunların sahibi konumuna yükseltilmiştir. En azından niyet budur. Bilim ve teknikteki yeniliklerin Batı’ya sağladığı siyasi ve ekonomik güç kültürel ve sosyal açıdan da güçlü olduğu ön kabulünü doğurmuştur. Manipülasyon, propaganda ya da retorik… İsmine ne denirse densin işe yaramıştır. Batı kurguladığı fantastik dünyanın efendisi olmuştur. Bir sonraki aşama oryantalizme maruz kalmış toplumlarda aynı bakış açısını içselleştiren insanların ortaya çıkmasıdır. Süreç içerisinde bu da gerçekleşmiştir. Artık Batı kurtuluşun menzilidir. İlerlemek, güç sahibi olmak, yüksek refah seviyesinde yaşamak için Batı’nın izlediği yolu izlemek zorunluluktur. Batılı gibi düşünmeli, Batılı gibi yaşanmalı, Batılı gibi olunmalıdır.
Oryantalizmin köşe taşları diyebileceğimiz yazarların metinleri Batı’yı cilalayıp yüceltirken Doğu’yu ötekileştirerek hakir gören söylemi güçlü vurgularla öne çıkarır. Amaç bellidir ve zaten onlar da ne kimliklerinde ne de ürettileri metinlerde bunu gizlerler. Bu kulvarda olmayan bazı yazarların insani değerler ve hümanizm bağlamında yazdıkları da ister istemez benzer kalıba girer ve aynı amaca hizmet eder. Zira Batı’nın bağrından neşvünema eden her düşünce aynı paradigma içinde şekillenir, gelişir ve kalır. Lamia Berrada-Berca’nın yazdığı Kant ve Kırmızı Elbise de kulvar dışında bulunup kulvara katkı sunan cinsten. Maya Kitap etiketli yüz kırk dört sayfalık eserin çevirisi Mine Karataş tarafından yapılmış. Hakkında verilen bilgilendirme yazısında Lamia Berrada-Berca’nın sadece genetik olarak değil kültürel olarak da melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın melezliği öyle iki uluslu da değil üstelik. Kendisine Afrikalı, Ortadoğulu ve Avrupalı genlerinin buluştuğu bir havuz denilebilir. Tam tersini beklemek daha makul geliyor ama yazarın melezliği metne Avrupa merkezciliği motifleriyle sirayet etmiş.
Romanın başkarakteri Afrikalı Müslüman bir göçmen kadındır. Kocası ve bir kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaktadır. Fransızca bilmemesi zaten içe kapanık olan kadını iletişim konusunda daha da zora sokmaktadır. Diğer yandan aynı dili konuştuğu kocasıyla da iletişim problemi yaşaması kültürel sorunların bir yansıma olarak okunabilir. Doğduğu toplumda kendisine aktarılan anlayışa göre “Bir kadın, kendi cinsinin en büyük günahının erkekleri baştan çıkarmak olduğunu daima aklında tutmalıydı.”. O, kadının hiç bir etkisinin olmadığı erkek egemen bir kültürde doğmuştur ve bu pasiflik burada da kendini göstermektedir. Kızının annesi hakındaki şu düşünceleri bu durumu özetliyor: “İnsanlar annemin bir birey olmasını görmezden geliyor, ona bir hiçmiş gibi bakıyorlar. Çehresi olmayan olmayan birinin nasıl bir birey olabileceğini anlamıyorlar.”. Burada vurgulanan en önemli şeylerden biri kadının çarşaflı oluşudur. Yazar metin boyunca olumsuzlaştırarak kullandığı çarşafı Aydınlanma’nın önünde bir engel olarak görmektedir. “Kara peçeyi yüzüne geçirdiği andan itibaren, bedenini açığa çıkarılması güç bir sırra” hapseden “genç kadın artık görünür olmak istemektedir.”. Çarşaf onu gizlemekte, pasifleştirmekte, hayata katılmaktan alıkoymaktadır. Kısacası kadının içinde doğduğu kültürde içselleştirdiği toplumsal cinsiyetçi anlayış bu yabancı ülkede de peşini bırakmamıştır. Yazarın kaba ve cahil olarak tanımladığı koca için erkek çocuklarının olmaması büyük bir sorundur. Sorunun tüm yükü de suçu da kadının omuzlarındadır: “Karısına öfkeyle bağırmaya başladı: ‘Bana sadece bir kız çocuğu verdin! Şimdi de gelmiş erkek çocuğu vermeyi reddediyorsun!’”. Kadın bu anlayış yüzünden kızı için de tedirgin olmaktadır. Bu anlamda kendi bahtsızlığını kızına daha sevecen yaklaşarak rehabilite etmeye çalışmakta, kocasından gizlediği şeyleri kızıyla paylaşmaktadır. Örneğin Kant’ın kitabı ve satın aldığı kırmızı elbise kızıyla arasında sırdır.
Romanda kurgulanan tiplerde oryantalist bakış açısının yansımaları mevcut. Otoriter, özgürlüğü kısıtlayan, güven vermeyen, kadını önemsemeyen, cahil, bencil, kaba bir erkek ve görmezden gelinen, haksızlığa uğrayan, sessiz kalan, cinsel obje olarak görülen bir kadın. Diğer taraftan kadının karşılaştığı Fransızlar olumlu özelliklere sahiptir. Güler yüzlü, iyi niyetli, nazik, hümanist, aklı kullanmaya önem veren insanlardır. Kadının toplum içinde yaşadığı tedirginlik/rahatsızlık kendinden kaynaklanmaktadır. Başta giyim şekli olmak üzere bir çok açıdan farklılığı bunun başlıca nedenidir.
Kocasının gölgesinde silik hâlde yaşayan kadının hayatı karşı komşularının kapısı önünde bulduğu bir kitapla değişmeye başlar. Kitap, Immanuel Kant’ın (1724-1804) "Aydınlanma Nedir?" adlı eseridir. Okuma bilmeyen kadın kocasından korkuyla sakladığı kitabı kızının öğretmenine götürerek merakını gidermeye çalışır. Aynı dili bilmemeleri iletişim kurmalarına engel olmuştur. Yetersiz de olsa kızının öğrendiği Fransızca sayesinde kitabı okumaya başlamışlardır: “‘Separe aude.’ Aklını kullanma cesaretini göster! Bu söz şimdi Aydanlanma’nın parolası olmaktadır.”. Akla yapılan vurgu kadının bakış açısını değiştirmiştir. Bir birey olarak var olmayı, kabul edilmeyi, önemsenmeyi arzulamaktadır. Aydınlanma düşüncesi ekseninde gelişen hikâyeye kadının bir mağazada görüp hayran kaldığı kırmızı bir elbise eşlik ediyor. Kadın elbiseyi çok beğenmiştir fakat almış olsa bile giyebilme ihtimali bulunmamaktadır. Sadece evde, kapalı kapılar ardında giyebilecektir. Ona da kocası izin verirse. Yazar analoji yaparak dekolteli kırmızı elbiseyi özgürleşmenin simgesi olarak kullanıyor. Özgürlüğe ulaşmak içinse aklın harekete geçirilmesi gerektiği mesajını Immanuel Kant üzerinden veriyor. Kendi kültürüyle büyük bir çatışma yaşayan kadının giderek değiştiği (yazara göre aydınlandığı) görülüyor. O eski ürken, korkan, çekinen kadının yerine cesur, aklını kullanan, kararlı birisi geliyor. İçinde yaşamaya başladığı kültürün özelliklerini benimsemeye başlayan kadına hediye olarak gelen ‘Kutsal Kitap’ ve yanında gelen mektuptaki Hıristiyanlık güzellemesi meselenin özeti oluyor. Oysa Aydınlanma, Hıristiyanlık’a karşı aklı temel alarak başlatılan bir harekettir. Sanırım yazar hümanizm adına burayı atlıyor.
Romanda gözlemci ve tanrısal konumlandırılmış ‘o’ anlatım tekniği bir arada kullanılmış. Yazar, bir gözlemci gibi aktarıyor lakin olaylardan düşüncelere kadar her şeyi biliyor ve yönlendiriyor. Bunun dışında leitmotive ya da iç monolog gibi yöntemlere bolca yer verilmiş. Kant, Aydınlanma, çarşaf, kırmızı gibi kelimeler leitmotive’e örnek olarak verilebilir. Ayrıca sembolizmden de oldukça fazla yararlanıldığı görülüyor. Özellikle kırmızı rengiyle özel bir anlam dünyası oluşturulmuş. İç monoloğun kullanılması az da olsa romana psikolojik düzey katmış.
Olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesi şeklinde kurgulanan romandaki akış kısa kısa kesitlerden oluşuyor. Modern dönemde geçmiş olsa da kesin bir zamansal düzlemden bahsedilemez. Mekan olarak ise yazarın yaşadığı Fransa seçilmiş. Roman karakterleri özenle kurgulanmış. İnsani değerlerden uzak Müslüman bir koca, birey olmaya çalışan Müslüman bir kadın, kadına yardımcı olmaya çalışan öğretmen, kırmızı elbisenin satıldığı mağaza çalışanı ve kadının dönüşümündeki en önemli faktör kocasının zıttı özelliklere sahip erkek komşu…
Kitabın sonunda bazı Aydınlanma dönemi düşünürlerinin eserlerinden alıntılar bulunuyor. Din, akıl, insan, kadın konuları hakkındaki yazılar dönemin konulara bakışını yansıtıyor diyebiliriz.
Her ne kadar kapaktaki tanıtım yazısında “Paris’te yaşayan göçmen bir kadının özgürlük mücadelesi” denilse de Kant ve Kırmızı Elbise kitabı günümüz oryantalist bakış açısının tüm özelliklerini taşıyor. Bir yandan kültür ve din konularında Batı’nın bilinçaltını açığa çıkıyor. Diğer yandan da insani değerleri önemsemeyen kültürlerde ıslah edilmesi gereken yanların olduğu görülüyor. Bu bağlamda din anlayışı, kadın-erkek ilişkileri ve kültür eleştirisi konularında yazarın haklı olduğu konuların olduğu su götürmez bir gerçek. Fakat diğer taraftan metne göre özgürlüğün yolu asimilasyondan geçiyor. Ötekileştirilen birey kendine yabancılaştırılarak uyumlu hâle getirilerek sisteme entegre ediliyor. Özgürleşme ile başlayan süreç başka bir bağımlılık ile son buluyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder