"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız."
- Âli İmrân Suresi, 103. Ayet.
"Ve Arapların Sesi radyosundan Ahmed Said bana Ramallah'ın artık bana ait olmadığını ve bundan sonra oraya dönemeyeceğimi söylüyor. Sınavlar haftalarca askıya alınıyor. Sınavlar kaldıkları yerden devam ediyor. Mezun oluyorum. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden lisansımı alıyorum, ama diplomamı asacak bir duvar bulamıyorum."
- Mourid Barghouti, Şairin Filistin'i
Zaruriyet; insanın okumak zorunluluğu. İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar aldığı yolda tecrübe etmek ve öğrenmekle meşgul. Kadın ya da erkek; gerek birey olarak gerekse toplum içindeki varlığı, onu isteyerek veya istemeyerek yüklendiği vasıflarla sürdürülebilir kılıyor. Müzisyenin nota bilmesi, mimarın T cetveli kullanabilmesi, yönetmenin kamerayı hareket ettirmesi, matematikçinin kafasındaki sayıları işleme dökebilmesi, mühendisin problemi çözebilme yetkinliği; öğrendiklerini tecrübe etmesiyle mümkün. Bunları gerçekleştirmek için, okumayı bilmek gerekir. Okumak bir aktivitedir çünkü dikkat verip odaklanmayı gerektirir, bir amacı vardır ve bunu yapmak için insan yazı dilinin kurallarını bilmelidir.
Okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerir. Eleştirmeyi ve değerlendirmeyi bilmek, yalnızca yazılan harfleri bilmekle gerçekleşebilecek bir durum değildir. Müzisyenin sanat eserini dinlerken aynı zamanda notaları ve vuruşları kavrayabilmesi, mimarın bir yapıya bakarken taşın dilini anlayabilmesi, yönetmenin film çekerken kurguyu gerçekleştirebilmesi, matematikçinin teorisini ispat edebilmesi, mühendisin makineye baktığında onun geçmişini görebilmesi de bir okumadır aslında. Dolayısıyla okumak, insanın muhayyilesini genişleten ve şuur sahibi olmasını sağlayan yegâne eylemdir. Araç ve amaç iç içedir. Her ilahiyat okuyan alim olacak diye bir kaide yoktur. Anlam, arayana kendini açar.
Tam burada, okuyanın değil de okunanın niteliğine dair bir sorgulama çıkıyor. Nasıl ki, mânâ aleminin kat kat dereceleri varsa, okumanın da dereceleri var. Bilinçli okur dediğimiz, neye ihtiyacı olduğunu bilerek kitabı eline alan insandır. Nasıl ki doktor kalp ağrısına mide ilacı yazmıyorsa, kol kasına beyin ameliyatı yapmıyorsa; okur da kendi reçetesinde ne yazıyorsa onunla dimağını genişletmeye meyillidir, hatta mecburdur. Yani hem ağrısını bilen hem ilacını veren bizzat kendisidir. Okumak insana ayna tutup ne olduğunu ve ne olmadığı gösterir, bizzat kendini bildirir.
Okumak güzellemesi yaptığım bu kadar uzun bir girizgahtan sonra neden bu kitabı okuma ihtiyacı duyduğumu anlatmaya çalışayım. 6 Aralık 2017 tarihinde Amerikan Başkanı D. Trump'ın resmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını bildiren protokole imza attığı bildirildi ve bunu protesto amacıyla 8 Aralık cuma günü camilerde "Kapanmayan Yaramız: Kudüs!" (1) başlıklı bir hutbe okundu. Namazın ardından da ilçe meydanında, kararı protesto amacıyla bir yürüyüş düzenleneceği belirtildi.(2)(3) Hatta haberlere göz atarken, bir gazetenin internet sitesinde, muhtarların D. Trump’ı protesto etmek amacıyla üzerine Trump yazdıkları mor turpları yerken çekildiği fotoğraflara rast geldim.(4) Elbette bunlar işin mübalağa boyutu. Ancak derinde yatan sebep, yakın tarihte Yahudiler ve Müslümanlar arasında neler yaşandığının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Kağıt üzerinde herkes İsrail’e düşman ancak bunun deliline dair argümanlar bilinmiyor. Ben de bilmediğim için, bu konuda şuur sahibi olmadığımı hissettim ve konuyla ilgili okuma yapmaya karar verdim.
Tarihi, ansiklopedilerin kronoloji sayfalarındaki başlıklara ve izahatlere bakarak öğrenmek mümkündür.(5)(6) Daha somut verilere dayandığı için, gerçekliğine dair sorgulama yapmaya da daha az ihtiyaç duyulur. Ancak bir trajediyi anlamak için, muhakkak edebiyata ihtiyaç vardır. Çünkü korkunun, açıkça beyan edilmesiyle satır aralarında hissedilmesi arasındaki anlam çok büyüktür. Anlamak çözmeye yetmez; ancak insan bir kez hissettiğini ömrünce unutmaz. Bu yüzden, Kudüs üzerine yazılmış kronolojik verilerden ya da makalelerden ziyade, edebi bir anlatıma ihtiyacım olduğunu düşündüm.
Kudüs hakkında yazılan kitapları araştırdığımda, maalesef eli yüzü düzgün bir Türkçe kaynağa rastlayamadım. Aslında bu yalnızca Kudüs’e özgü bir durum değil. Müslümanlık tarihine dair bir film sorgulaması yapılacak olsa, Çağrı filminden başka elle tutulur bir film akla gelmiyor. Kudüs özelinde bakıldığında ise, Türkçe başvuru kaynakları çok az. Aslında, konuya dair şuurun neden genişlemediğinin bir sebebi olarak da bu gösterilebilir. Yapılan çalışmaların pek çoğu başka dillerde. Kudüs… Ey Kudüs romanı özelinde konuşacak olursam; Amerikalı Larry Collins ve Fransız arkadaşı Dominique Lapierre’in, yaklaşık beş yıl süren araştırmaları ve 250’den fazla referans kaynağıyla derlenen “O Jerusalem” kitabı, Türkçeye 1973 yılında Aydın Emeç tarafından kazandırılmış. 4 bölümden oluşan kitap, esas itibariyle 29 Kasım 1947 yılında BM Genel Kurulu’nda oy birliğine varılan Kutsal Toprakların Paylaştırılması kararından, 17 Temmuz 1948’de anlaşılan ateşkese kadar süren iç savaşı ele alıyor. Bu süreç içerisinde meydana gelen olayların sebeplerine de, tarihsel süreçteki önemlerine atıf yapılarak vurgu yapılıyor.
Bugüne dek pek çok dile çevrilmiş olan kitabın akıcı bir anlatıma sahip olması, okuyucuyu sürükleyen en önemli etken. Yaşananlara bu kadar parlak bir projeksiyon tutabilmesini sağlayan en önemli unsur ise, 1948 yılında savaşı bizzat yaşayanlarla yapılan mülakatlarla beslenmesi, yer yer onların ağzından çıkan sözlerle desteklenmesi ve dönemin sosyal hayatını an be an yansıtarak okuyucuya ulaştırabilmesi. Bir yanda askerî savaşlar sürerken, diğer yanda uzun zamandır Kudüs’te birlikte yaşayan Arap ve Yahudi halklarının yaşamlarına etki eden tesirleri, korkuları, yıkıntıları çok açık şekilde okuyucuya sunuyor. Dönemin aktörlerinin ve mühim olaylarının fotoğraflarının da yer aldığı kitaba dair tek eleştirim, içerisinde coğrafi konum olarak pek çok yer geçmesine rağmen açıklayıcı bir harita görseli içermiyor. Bu yüzden kendi bulduğum ilgili haritaları yazının sonunda paylaşacağım. Objektif bir bakış açısıyla yazılan kitapta, aslında ne bir destan anlatılıyor ne de bir hezeyan. Kitabın altyazısında bir dram, arka planında ise hüsran yatıyor. Çünkü savaşın kaybedilmesinin esas nedeni; Arap uluslarının, çıkarları yüzünden kendi içinde asla bütünlük sağlayamamaları ve Filistin topraklarını Osmanlı’dan alıp kendilerine vereceklerini vaat eden İngiliz mandasının buyruğundan çıkmamaları. İngiliz birlikleri 15 Mayıs 1948’de manda yönetimini sonlandırırken, stratejik noktalarda bulunan karakolları, cephaneleriyle birlikte Yahudi devletine bırakarak, savaşın seyrini değiştiriyor.
Kitabın “Kudüs Topraklarının Paylaştırılması, 29 Kasım 1947” başlıklı birinci bölümüne, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in paylaştırılması kararının oylanacağı toplantıdan önce, salonda dönen entrikalar anlatılıyor. Amerika’nın aba altından sopa göstermesi yüzünden, gelişmekte olan ülkelerin oyları değişiyor ve Kutsal Toprakların bölünmesine karar veriliyor. Kararı sevinçle karşılayıp sokaklara dökülen Yahudi halkının üzerine hücum eden Arapların saldırısı sonucu 3 Yahudi katlediliyor. Yahudi Devleti’nin kurulma mücadelesi böyle başlıyor.
Tarihsel süreçte Siyonizm projesinin hangi dönemeçlerden döndüğü ve bir Yahudi Devleti kurmak adına yapılan faaliyetler bu bölümde anlatılıyor. Neden bu bölgede kurulacağına dair sebeplere, yine bu bölümde değinilmiş. İngilizler 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, Arapların da desteğini arkalarına alarak bölgeyi işgal ediyor. 1920’de ise BM tarafından İngilizlere manda yönetimi yetkisi veriliyor. Ancak bu tarihe gelene kadar bölge üzerinde değişiklik yapılması için 3 önemli konu dile getiriliyor. 1916’da, İngilizlerin Mısır’daki idarecisi Sir Henry MacMahon, Osmanlı’nın Arap illerindeki halka bağımsızlık sözü veriyor. Ancak savaşın galibi olan Fransız ve İngiliz devletleri arasında Sykes-Picot Anlaşması imzalanıyor ve bu bölge, Filistin’den uluslararası bir idare olması öngörülerek ikiye bölünüyor. 1917’de ise İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour’un, Siyonizm hareketinin öncülerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta vaat ettiği üzere, Yahudi halkları için bölgede bir devlet kurulması dikte ediliyor.
Altını çizdiğim bir yerde, bir Yahudi aydını olan ve 1922’de Filistin’e göç eden Reuven Shari’nin şöyle dediği aktarılıyor: “Karım Mozart ve Brahms’ın eserlerini çalan parmaklarından inek sağmakta yararlandı, çünkü toprağımızı ancak böyle geliştirebilirdik.” (sf.52) Bugün İsrail Devleti’nin elinde bulundurduğu patentler ve bilime verdiği öneme bakıldığında, aslında o sürgün yıllarından bugüne hâlâ aynı gelişim hedefinin sürdürüldüğü görülebiliyor. Öte yandan Ortadoğu’daki Müslümanların durumuna bakıldığında, yine birlikteliğin kurulmadığı ve çok başlılığın yarattığı kaos nedeniyle refah seviyesinin artmadığı görülebiliyor. İbn Haldun’un dediği gibi; coğrafya kaderdir. Belki de kederdir, değişmiyor.
Paylaştırma kararının ardından Araplar, Kutsal Şehir’deki Yahudilere yönelik ambargo başlatıyor ve bu sayede Yahudi milislerine karşı psikolojik üstünlüğü de ele geçirmeyi hedefliyor. 1948 yılında geçen savaş, aslında Yahudilerin bu ambargoyu kırmak adına verdiği mücadeleyi kapsıyor. Ateşkesten hemen önce yapımına başlanan ve Bâb El Vâd’den Kudüs’e kadar uzanan Birmanya yolu sayesinde hem Yahudiler açlıktan kurtuluyor hem de Arapların Yahudileri Kutsal Şehir’den atma ümitleri suya düşmüş oluyor. Savaşın başında, Arapların stratejik konumlardaki üstünlüklerini kırmak isteyen Yahudi güçleri, otobüs durakları ve otellere yönelik bombalı saldırılar düzenliyor. Yahudiler açlıktan, Araplar ise patlayan bombalardan ötürü bir korku duvarının ardına tecrit ediliyor. BM’deki oylamadan iki ay sonra Filistinli bir anne, Beyrut’ta öğrenci olan oğluna şu satırları yazıyor:
“Her uyuyuşumuzda bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok. Birtakım insanlar kendilerini evlerinin yıkıntıları altında buluyorlar. Kapımızın vurulduğunu işittiğimizde, evi dinamitlemeye geldiklerini düşünüp dehşete düşürüyoruz. Her akşam, saat altı oldu mu kendimizi eve kilitliyoruz.” (sf.141)
“Para ve Silah, 1948 Kışı” adlı bölümde, Yahudilerin, yaklaşmakta olan bağımsızlık savaşı için ellerindeki cephaneyi genişletmek ve düzenli bir ordu kurmak üzere yaptıkları mücadeleyi anlatıyor. Amerika’da ve Avrupa’da bulunan Yahudilerden para toplayarak silahlar alınıp, İngilizlere ait limanlardan ve karayollarından, gizlice Filistin’e sokuluyor. Bu noktada, İngilizlerin kapalı kapılar ardında üstlendiği siyasi roller, Yahudi devletinin kurulması için gösterdiği çabalara açık bir örnek olarak gösterilebilir. Hâlihazırda dünyanın vicdanını sızlatan Nazi Katliamı da, Yahudilerin bağımsızlık mücadelelerini destekleyen bir olguydu. Ayrıca İsrail’in ilk kadın başbakanı olan Golda Meir’in para bulmak için Amerika’da gösterdiği etkileyici faaliyetler, tahmin edilenden çok daha fazla para toplanmasına katkıda bulunuyor. 5 milyon dolar toplama hedefiyle çıkılan geziden 50 milyon dolardan fazla parayla dönülüyordu. Bu rakam ise, 1947 yılında Suudi Arabistan’ın Filistin’deki Araplar için yaptığı cephane yardımından da fazlaydı.
“Kudüs Kuşatması, 1948 İlkbaharı” başlıklı üçüncü bölümde ise toplanan paralarla alınan silahların ve cephanesi genişleyen Yahudilerin askeri kanadı Haganah’ın çarpışmalarından söz ediliyor. Asıl amacı Kudüs’te abluka altında tutulan Yahudilere, insani yardım ihtiyaçlarını karşılamak için koridor sağlamak olan Haganah güçleri, pek çok Arap köyüne saldırı düzenleyip, elde edilen ganimetleri Kudüs’e ulaştırmak için çaba sarf ediyor. Karşı harekete girişen “Arap Lejyonu” altındaki Arap birlikleri ise Yahudilerin saldıracağı köyleri önceden donatıp, pusu kurma yolunu seçiyorlar ve kısmen başarılı da oluyorlar. Ancak, her ne kadar birlik adı altında toplanmış da olsalar, çoğu eğitimsiz olan başıbozuk Arap askerleri cephanelerini hesapsızca tükettiği için köyler ve tepeler sürekli el değiştiriyor.
Bu bölümün, hatta bu kitabın, belki de Filistin tarihinin en mühim olayı ise 9-11 Nisan 1948 tarihinde, Deir Yasin adlı bir Arap köyünde yaşanan katliamla gerçekleşiyor. Haganah ordusundan bağımsız hareket eden İrgun ve Stern örgütlerinin militanları, köyü kan gölüne çeviriyor. Köyü üç cephesinden kuşatan militanlar, tecrübesiz oluşlarından ötürü köy merkezine ancak iki saat sonra ulaşabiliyor. Cephanelerinin de azalmasıyla korkunç bir katliama girişmeye başlıyorlar. Olayın o günkü tanıklarından olan Fehmi Zeydan şöyle anlatıyor: "Yahudiler bütün aileme duvara dönük durmamı emrettiler ve üzerimize ateş etmeye başladılar. Yandan bir kurşun aldım ama, biz çocuklar annemizin ve babamızın ardına sığınabildiğimiz için aşağı yukarı hepimiz kurtulduk. Kurşunlar dört yaşındaki kardeşim Kadriye’nin başını, sekiz yaşındaki öbür kız kardeşim Samih’in ayağını, erkek kardeşim Muhammed’in göğsünü sıyırdı. ama bizimle birlikte yüzleri duvara dönük olanların hepsi öldü; Babamla annem, büyükbabam ve büyükannem, amcalarım, yengelerim ve çocuklarının çoğu.” (sf.280) Diğer militanlar ise çocuklarının gözleri önünde annelerinin ırzlarına geçip daha sonra kurşuna diziyorlar. Hamile olanların karınlarını yarıp boyunlarına ateş ediyorlar. Keşke bu haberler safsata olsa ancak belgeler, İngilizlerin katliamdan hemen sonra köye gelip aldığı ifadelerden oluşan tutanaklara dayanıyor. Bir gün içerisinde köy halkından iki yüz elli dört kişi, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden vahşice katlediliyor. Bu olay, Araplar arasında hızla yayılıp dehşet yaratıyor ve yüz binlerce insan Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçıyor. Yahudiler ise akın akın göç etmeye devam ediyorlar. Öyle ki, birkaç köye saldırıda bulunan Haganah kuvvetleri, karşılarında savaşacak Arap bulamıyor.
Nazi soykırımının yaraları hâlâ çok tazeyken, Yahudilerin ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları bu zulüm, dünya kamuoyunda kendi bağımsızlıkları lehine esen rüzgarı bir anda tersine çeviriyor. Ancak bu fırsatı kullanmak şöyle dursun, katliamdan bir gün sonra toplanan Arap yöneticileri, aynı aralık ayında olduğu gibi savaş kararı almaktan imtina ediyorlar. Çünkü savaşı seçmek gibi bir zorunluluk hissetmiyorlar. Batı’nın gözünde tersine esen rüzgarı kendi lehlerine kullanabilecekken, diplomasi yoluyla bölünme kararını gözden geçirtebilecekken, bunu yapmıyorlar. Çünkü Arap yöneticiler tutucu, sakin yapılı insanlardı. "Descartes ve Voltaire Lübnanlı Riyad Sulh'un en sevdiği yazarlardı. Iraklı Nuri Sait, Buckingham sarayı salonlarında, Bağdat’ın Gülistan Sarayı salonlarından çok daha rahat hareket edebiliyordu. Montpellier Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin eski öğrencilerinden Suriyeli Cemil Mardanı da, kayısı yetiştirmeye çok meraklıydı. Dürüst ve ağırbaşlı bir centilmen olan Azzam Paşa’nın başarıları arasında bir de tıp diploması ve Mısır Parlamentosu’nun en genç̧ milletvekili olma şerefi bulunuyordu.” (sf.299)
Görünüşte bu kadar eğitimli ve ılımlı olan devletler yöneticileri, kafa kafaya verdiklerinde halklarını felakete sürüklüyorlardı. Yahudilerin Filistin’de verdikleri mücadeleyi küçük görüp, aşırı bir özgüvenle hareket ediyorlardı. Öyle ki, Yahudilere mağlup olma düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bu otorite boşluğunun sebep olduğu dağınıklık yüzünden, Arap Lejyonu, kontrolsüzce insan ve cephane zayiatı vermekten kurtulamıyordu. "Özel hayatlarında laf anlayan, hatta ılımlı olan bu adamlar, halkın karşısına çıktıklarında kendilerini bir tehdit ve farfara dalgasına kaptırıyorlardı. Kendi siyasal amaçları uğruna halkı her an coşturmaya hazır olan bu kişiler, artık uyandırdıkları ihtirasların tutsağı olduklarını biliyorlardı. Hayatın her davranışında sözüne hakim olduğu bir toplumun sorumlularıydılar, geri kalmış̧ ve kolayca heyecanlanan halk yığınları üzerindeki etkilerini hiç düşünmeden ateşli söylevlerle ortaya çıkıyorlardı. Giriştikleri sözlü aşırılıkların düşmanın davranışı üzerindeki sonuçlarını da ölçemiyorlardı. Herhalde hiçbiri ciddi olarak, Yahudilerin «denize dökülebileceği» varsayımını dikkate almıyordu. Ama Nazi kıyımından kurtulanlar bu tehditleri hafife alabilirler miydi hiç̧? Bu hayati 1948 ilkbaharı süresince, Arap devletleri yöneticilerinin neden böyle şaşırtıcı bir politika izlediklerini tarih hiçbir zaman gerektiği gibi açıklayamadı. Kendi aralarındaki düşmanlıklarda, Yahudilere karşı kurdukları birlikten çok daha amansızdılar. İnatla hayallerinin ve kişisel çıkarlarının okyanusunda ilerlemeye devam ettiler.” (sf.300)
“Kutsal Şehir Uğruna Yapılan Savaş, 14 Mayıs-16 Temmuz 1948” başlıklı son bölüm, Yahudi Devleti’nin kurulduğu günün anlatımıyla başlıyor. İngilizlerin Filistin topraklarını terk edişinin ertesi günü olan 14 Mayıs 1948’de, İsrail Devleti’nin ilk başbakanı olan David Ben Gurion tarafından, 2000 yıl sonra ilk defa bir Yahudi devletinin bağımsızlığı ilan ediliyordu. Okunan bildiride İsrail Devleti’nin, dünya üzerindeki tüm Yahudilerin göçüne açık olduğu ve ülkenin İsrail peygamberlerince tasarlandığı gibi barış, özgürlük ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağı duyuruluyordu. Tüm vatandaşlara toplumsal ve siyasi eşitliklerine göre saygı gösterileceği, din, vicdan, eğitim ve kültür özgürlüğünün teminatının korunacağı bildiriliyordu. Daha sonra İsrail sınırları içerisinde bulunan Araplara da barışın korunması yönünde çağrıda bulunuluyor, ülkenin gelişimi adına yapılması gereken faaliyetlerin yürütülmesine dair beklentilerinin olduğu ifade ediliyordu. Saat 4:37’de oturum kapanmıştı; İsrail Devleti doğmuştu.
15 Mayıs günü Araplar arasında El Nakba, yani Felaket Günü olarak anılır.(7)
Bu sırada Arap siyasetçilerinin kendi aralarındaki ihtilafları devam ediyor, bu durum da Yahudi ordularının cephanelerini genişletmek için gerekli zamanın kazanılmasına neden oluyordu. Özellikle, Kral Abdullah’ın bu meselede etkin bir rol oynamasını istemeyen Arap siyasetçileri, savaşın kazanılması halinde Kral Abdullah’ın bölgedeki kıdeminin yükselmesinden endişe duyuyorlardı. Nitekim, Arap devletleri kendi aralarında anlaşmaya varıp Kral Abdullah’ı saf dışı bırakıyor ve bir Arap Lejyonu kuruyorlardı. Ancak Kral Abdullah, Arap birliğinden ümidi olmadığını, Amman’daki sarayında kabul ettiği bir gazeteciye şu sözlerle dile getiriyordu: “Anlaşmaya varıldı, Arap devletleri savaşa girmeye karar verdiler. Tabii bizim de onların safında yer almamız gerekiyor. Ama bedelini pahalıya ödeyeceğimiz bir hata yapıyoruz. Bir gün isteklerine uygun bir devleti kendiliğimizden Yahudilere vermediğimiz için büyük pişmanlık duyacağız. Kötü bir yola saptık, bunu izlemeye devam ediyoruz.” (sf.410)
Yine de Abdullah Tell önderliğindeki Arap Lejyonu mühim zaferler elde ediyor ve Yahudi güçlerini bozguna uğratıyordu. Sayıca üstün olanlar onlardı, ayrıca donanımlıydılar. Ancak ordu içerisindeki eğitimsiz gerilla askerleri, ordunun ilerleyişine ayak bağı oluyor ve kontrolün elden gitmesine sebep oluyorlardı. Yağmacılık peşine düşmeleri, ordu düzenini bozan bir etkendi. Yine de Arap Lejyonu, İsrail ordusu üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuş, düşman ordularını yok etmeye çok yaklaşmıştı. Pek çok Yahudi köyü boşaltılmıştı. Yahudilerin bozguna uğratılmasından ötürü, Birleşmiş Milletler’in de bastırması sonucu İngilizler Arap Lejyonu’nun Filistin’den çekilmesi yönünde baskı uyguladı. Bu yüzden 12 Haziran 1948’de, otuz gün sürecek ateşkes ilan edildi. Bu süre İsraillilerin Avrupa’dan gelecek olan cephane gemilerini karşılamak için gereken süreden fazlasıydı.
9 Temmuz 1948 günü ateşkesin sona ermesiyle Yahudiler karşı saldırıya geçtiler. Bu kez cephaneleri ve eğitimli askerleri vardı ve zafere dair inançları daha gür filizlenmişti. Arapların ise yeni bir ateşkesi kabul ettirmek için daha çok nedeni vardı. Otuz günlük ateşkes esnasında stabil kalması gereken savaş alanındaki denge, İsrail Devleti’nden yana değişmişti. Çarpışmaların yeniden başlamasıyla Arap güçleri ağır kayıplar veriyor, geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Bu sebeple BM genel sekreteriyle iletişime geçip Filistin’i işgalden geçici süreliğine vazgeçtiklerini ve ateşkesi sürdürmeye devam etmek istediklerini bildiriyorlardı. Bu durum Yahudiler için hayal kırıklığıydı çünkü önlerinde Kudüs’ü işgal etmek için 48 saatten az bir süre kalmış olacaktı. Son bir manevra yaptıysalar da bunda başarılı olamadılar. Kutsal Şehir Arapların elinde kaldı. Ve böylece 19 yıl sürecek bir ateşkes yürürlüğe girmiş oldu. Ancak ateşkes imzalamadan hemen önce gerçekleşen bir mucize, Kudüs’teki Yahudilerin kurtuluşuna sebep olmuştu. Yahuda Tepeleri’ni aşmayı başaran bir askeri araç sayesinde, Arapların denetimindeki karayollarından bağımsız bir koridor oluşturulmuş ve Birmanya Yolu adı verilen bu altmış sekiz kilometrelik yol sayesinde de Kutsal Şehir açlıktan kurtulmuş olacaktı.
“Son Söz"e gelince.
Filistin’den sürgün edilen Arapların sayısı bilinemedi. Arap devletleri bu sayısının bir milyondan fazla olduğunu söylediler, BM kayıtlarına göre göçmen sayısı beş yüz ile yedi yüz bin arasındaydı. Yahudiler işgal ettikleri yerlere derhal Yahudi aileler iskan edilmesini emretti. Daha sonra yüz bin Yahudi göçmenin dönüşünün kabul edileceğini duyurdu.
Arap Devletleri ise sürgündeki kardeşlerinin yardımına koşmakta, yine, cefakâr bir tavır sergilemediler. Nüfus yoğunluğu fazla olmamasına rağmen Suriye ve Irak, onlara kapılarını kapatmıştı. Ülke içindeki cemaatlerin arasındaki dengeyi bozmamak için Lübnan da sınırlı sayıda göçmen alacağını bildirdi. Mısır ise göçmenleri Gazze şeridine yerleştirdi. Yalnızca Ürdün, göçmenleri kabul etmek için, gerçekten elini taşın altına koydu.
"Hem Arap propagandasının yemi, hem de İsrail devletinin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş̧ Milletler'in ianesiyle yaşadılar. Ama bütün dünya kendilerini unutulmaya mahkum ettiği halde onlar unutmamışlardı ve başlarına gelen felaketten bütün dünyayı sorumlu tuttular. Bu kampların sefaletinde koca bir kuşak doğdu ve büyüdü, hiç̧ tanımadığı yitirilmiş̧ topraklara dönme ve intikam düşleriyle beslendi. Altı Gün Savaşları’nın ertesinde, bu Filistinliler Fedai adıyla Orta Doğu sahnesine çıktılar, bu bölgede hüküm süren dram konusunda söyleyecek sözleri bulunduğunu dünya kamuoyuna açıkladılar.” (sf.568)
Kitap böylece bitiyor. Ve onu okuyan bir Müslüman olarak, ince bir sızı bırakıyor yüreğimde. Yahudiler avuç içine alınmışken, üstünlük bu kadar bariz bir şekilde kurulmuşken, zafere ulaşmak bu kadar kolayken; yürütülen yanlış politikalar, lüzumsuz inatlaşmalar ve manda yönetimine bel bağlamalar yüzünden tarih boyunca asla solmayacak bir fitne tohumu ekiliyor Filistin’in yüreğine. Ve yıllardır o tohumun meyvelerinden zehirlenen nesiller büyüyor, Allah’ın İsra suresinde bereketli kıldığı topraklarda. Bugünden bakınca, hepimizin ferah bulmak için dostuna sarılmak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
"Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin Mescid-i Hаrаm’dаn alıp, kendisine birtakım аyetler gösterelim diye etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksа’yа götürdü. Çünkü, işiten ve bilen odur.” (İsra Suresi, 1. Ayet.)
(*) Şuarâ, 113
Haritalar:
• http://www.mapsofantiquity.com/store/Palestine_or_Holy_Land/images/MID160.JPG
• http://www.emersonkent.com/map_archive/ancient_palestine.htm
• http://cdn2.vox-cdn.com/assets/4768864/arab-israeli-war_1948__1_.jpg
• http://www.emersonkent.com/images/arab_israeli_wars.jpg
• http://www.passia.org/media/filer_public/f0/24/f02425f0-a1d1-4b17-a184-cb8bedba30c6/pdfresizercom-pdf-crop_67-page-001.jpg
Dipnotlar:
(1) http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Kapanmayan%20Yaram%C4%B1z%20Kud%C3%BCs.pdf
(2) http://www.hurriyet.com.tr/abd-baskani-trumpin-kudus-karari-bagcilarda-p-40672374
(3) https://www.haberler.com/trump-in-kudus-karari-yurdun-dort-bir-yaninda-10320970-haberi/
(4) http://t24.com.tr/haber/muhtarlar-trumpin-kudus-kararini-turp-isirarak-protesto-etti,510295
(5) http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin
(6) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi
(7) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44128837
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder