Hayat, ileriye aktığını düşünürken aslında hep geriye doğru işler. Bunu en iyi âşıklar ve savaşanlar bilir. Hafıza denilen kuyuda birikenler çoğu zaman geri teper. Geleceğimizin yolları geçmişin hatalarıyla yeniden biçimlenir. Aşkta da böyledir, savaşta da. İkisinde de hiçbir zaman ders alınmaz. Aşk ve savaş, kazanmak için değil, yaralanmak için vardır sanki.
1968 yılında Vietnam Savaşı’na çağrılan ve pek çok arkadaşının aksine savaştan sağ olarak dönen Tim O’Brien’ın yazdığı Taşıdıkları Şeyler adlı romanı, savaşlar çağının nelere sebep olduğunu, belleğin, anımsamanın o ağır yükünün insana neler ettiğini, eninde sonunda bir hikâyeye dönüşen o zalim zamanların geride nasıl bir tortu bıraktığını anlamak için bulunmaz bir roman.
Sayfalar boyunca yalnızca bir bölük askerin yanlarında taşıdıkları eşyalardan söz eden o şahane kurgusu mu, yirmi yaşlarda savaşa çağrılan gencecik bir çocuğun gidip gitmemekteki o tereddüdü mü, dinmeyen yağmurlar ve helikopter sesleri mi, Tim O’Brien’ın bir savaş hikâyesini aynı zamanda büyük bir edebiyat metni olarak gün yüzüne çıkarmasındaki başarısı mı, Avi Pardo’nun o etkileyici çevirisi mi bu kitabı başucu kitabım yapan, bilemiyorum. Ama Taşıdıkları Şeyler’in son büyük savaş romanı olduğuna kuşku yok.
Yalnızca Vietnam Savaşı’nın o kirli yüzünü göstermekle kalmıyor roman. Savaştan geriye çoğu zaman bu kirli görüntüler kalmaz çünkü. Daha doğrusu muktedirler her zaman bu görüntülerin izlerini silmekte mahirdirler. Ama bellek en küçük ayrıntıları bile bir yere gizler. Ne olursa olsun, silinen görüntülerin yerine hafıza denilen başka bir görüntü dikilir. Günün belli saatleri veya gecenin herhangi bir vaktinde ya da yıllar sonra yeniden gün yüzüne çıkıp bizim geleceğimizden de hesap sorar geçmişimiz.
Tim O’Brien, bölükteki askerlerin ruh hallerini benzersiz bir ustalıkla çizerken savaşın kendisinden çok bu bellek parçalarını bırakıyor geride. Vietnam’a sevgilisini görmeye gelen genç bir liseli kızın geri dönmeyip bu korkunç savaşın bir parçası olmasını da, yakılan köyleri de, askerlerin sadece can sıkıntısından öldürdükleri hayvanları da, arkadaşları birer ikişer öldürülürken geride kalanların hayatlarına nasıl devam ettiklerini de okuruz romanda. Ama sayfalar boyunca savaştan söz etmesine rağmen Taşıdıkları Şeyler bir savaş romanı değildir bana kalırsa. Unutmanın ve çok sonra şiddetli bir şekilde yeniden hatırlamanın romanıdır bu kitap.
Tıpkı aşkta olduğu gibi. Bazı anları unutamazsınız. Geçmişteki herhangi bir an, başka bir şekle bürünüp yeniden karşınıza çıkar. Yaşarken anlamını düşünmediğiniz tüm o olaylar bir gece omzunuza dokunup sizi uykunuzdan eder: “Gerçek bir savaş hikâyesinde genellikle anlam bile yoktur ya da anlamını ancak yirmi yıl sonra, uykunda çıkarırsın. Uyanıp karını sarsar ve ona hikâyeyi anlatmaya başlarsın, fakat sonuna geldiğinde anlamını unutmuşsundur yine. Uzunca bir süre öylece yatıp hikâyenin zihninde tekrar gerçekleşmesini seyredersin. Karının soluğunu dinlersin. Savaş bitmiştir. Gözlerini kapatırsın. Gülümser ve içinden, Tanrım, neydi bu hikâyenin anlamı, diye geçirirsin.”
Dünyada savaş ve şiddetin bunca yüceltildiği günümüzde, geride nasıl bir tahribatın kaldığını hatırlamak ve bugünümüze yapışan o anlamın izini bulmak için haber bültenleri yerine, kulağımızı savaştan sağ çıkanların ve edebiyatın kendisine çevirmek gerekiyor belki de. Tıpkı Taşıdıkları Şeyler adlı bu benzersiz romanda olduğu gibi.
Kemal Varol
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 15. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder