Osmanlıca, Osmanlı Türkçesi, Osmanlı alfabesi, Osmanlı harfleri gibi bir takım şeylerin sıkça konuşulduğu günlerdeyiz. Bu incelemede bahse konu edilecek kitapla; Osmanlıca diye bir dilin olmadığını, bu topraklarda bilinmiş, söylenmiş ve yazılmış yegane dilin adının Lisān-ı Türkī yani Türkçe olduğunu yeniden göstermiş olmak, umarım ki gündemle paralel gitmemek açısından dikkate değer olur. Çünkü kitabın asıl mühim olma vasfı, dilimize ve yazımıza yapılan taarruzları o dönemde tek başına defetme çabası gütmesidir.
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı "Türkçe'den İslâm'a Giriş" serisinin ikinci kitabı, Yazımız. Türkçemizin ve dolayısıyla yazımızın imha edileceği zamanların tam içinde, 1927'de Yusuf Samih Asmâi'nin kaleme aldığı kitap, Kasım 2014'te Tiyo Yayınları tarafından neşrolunmuştu. Birçok manada önem arz ediyor. Okuyucu hem Latin harfleri hem de eski(mez) yazıyla neşrolunan bu kitap sayesinde Yusuf Samih Asmaî'yi tanıyabilecek, yazının tarihi konusunda malumat sahibi olabilecek, Latin harflerinin hangi maksatlarla ortaya atıldığını öğrenebilecek. Topyekun bakıldığında hem yazı-din-millet konusunda oldukça zihin açıcı meselelere dikkat çekiyor, hem de modernleşme lafzının en sık kullanıldığı devrin temel gayelerini izah ediyor. Mezar taşı okuma romantizmiyle yan yana konamayacak kadar önemli noktalara temas etmiş olan Asmâi, eğer bir Türkiye ve Türk milleti kalacaksa bunun yazımız vesilesiyle olacağını; fakat bir Türkiye ve Türk milleti yok olacaksa da bunun yine yazımız yoluyla olacağını çok açık ifadelerle belirtmiş.
Kitabın "Mısır'daki Bir Türk milliyetçisi Asmaî" başlığını kaleme alan Enes Aksu'nun yaptığı araştırmalardan anlaşılan bir şey var ki o da Asmaî'nin çok zor bir zamanda bu kitabı yazmış olduğu. Çünkü Türk yazısıyla birlikte doğal olarak Türk hayatına da yapılmış hücumların, taarruzların ve tasallutların yoğunlaştığı dönemlerde Türkçe muallimliği yapan Asmaî lisan meseleleriyle ciddi biçimde alâkadar olmuş ve yazımıza dair yapılan tenkidlerin üzerinde yoğun mesai yapmıştır. Asmaî'nin hayatını yazımıza adadığını söylemek abartı olmaz. Öyle ki 1880'lerde Mısır'da nüfus itibariyle Türklerden çok daha az olan Fransızların, İtalyanların, İngilizlerin, Rumların ve Ermenilerin envai çeşit neşriyatı söz konusuyken, dönemin tek Türkçe mecmuası "Ruznâme-i Vekâyi-i Mısriyye" Hidiv hükumetince ilga edilmiş. 1889 yılında ise Yusuf Samih Asmaî, Türkçe neşriyata olan ihtiyacın farkında olduğundan mütevellit "Mısır" adında haftalık bir mecmua neşrine başlamış. Bu mecmua Mısır'da Türklerin neşrettiği ilk gayr-i resmî gazetedir. Yine Enes Aksu'nun tespitleri doğrultusunda Asmaî'nin Avrupa coğrafyasına ve insanına İslâm'ı esas alarak atf-ı nazar etmesi, gerek bu gibi hususiyetleriyle gerekse fikrî istikameti gereğiyle Kalın Türk vasfını haiz bir Türk milliyetçisi olması da son derece dikkate değer.
Kitabın takrizinde Lütfi Özaydın'ın belirttiği gibi İslâm harfleri esas itibariyle sanatının zirvesini Türk İstanbul'da bulmuştur. Dünyanın en önemli hatları da hattatları da İstanbul'da yaşamıştır, yaşamaktadır. Türk hattatlar el'an yazılarının hatalı olup olmadığını tespit etmek için Mehmed Şevki Efendi'nin meşklerini ölçü olarak kabul ederler. Şevki Efendi yazımıza sülüs, nesih ve hat meşklerini, sanatımıza da "Şevki Mektebi"ni kazandırmış bir mühim zattır. "Yazımız" kitabının önemi hakkında Lütfi Özaydın'ın takrizinden bir bölüm: "Bu kitap, bizi millî varlığımızın neye tekabül ettiğini farketmiş olan düşmanlarımızın niyetlerini bize ihsas ve izah ediyor. Bizim içimizde yaşayıp bizden imiş gibi görünenlerin vesveselerini ve tuzaklarını açığa çıkarıyor. Bu kitabın gösterdiği bir başka şey şu ki, sadece bizim ülkemizde değil, Japonya'da ve sair yerlerde de, doğulu milletlerin iyiliği(!) için çalışan, onların terakki etmelerinden başka bir emelleri olmayan(!) batılı dostlarımız(!) hararetle Latin harflerini kullanmayı tavsiye ve teşvik etmişler. Başarılı olamayanları ortalıktan kaybolurken, netice alanları hâlâ engin fikirlerinden(!) geri kalmış dostlarını istifade ettirmeye devam etmekteler."
Mukaddime'sinde Asmaî, Latin harflerinin kabulünün diğer milletler nezrindeki vaziyetini sorgulamış. Mısırlıların Latin harflerine katiyyen razı gelmedikleri, bunun sebeplerinden birinin de Arap kavimlerinden ayrılmakla zarar göreceklerini düşünmeleri anlaşılıyor. Japonlar ise yazılarıyla cinsî ve iktisadî bir kâr içinde bulunduklarından ve bunun ciddi manada farkında olduklarından mütevellit Latin hurufuna hiç itibar göstermemişler ve hatta "bir fincan çay yerine dahi" koymamışlar. Diğer yandan Amerikalılar ve İngilizler ise mazilerine, sanatlarına, fennî ve dinî kitaplarına, ananelerine dikkat çekerek başka lehçelerle yazmayı tarih boyunca reddeylemişler. Bu hususta Asmaî şöyle diyor: "Kavmin tevhid-i lisanı yalnız kağıt üzerinde kabil olur. Lisan bir güldür. Koklayınız."
Yazıların Aslı, Yazımızın Tarihi, Yazımızın Coğrafyası, Lisanın Felsefesiyle Hurufumuzun İmlası, Dilimizi Latin Hurufuyla Yazmak, kitabın beş bölümünü teşkil ediyor. İlk bölümde yazıların kökenini irdeleyen Asmaî'nin sunduğu Türk ve Latin hurufunun silsile cetveli son derece önemli. Buradaki maksadını "Ayrık otu gibi her tarafa kol süren iki yazının asıl kökünü göstermek" olduğunu söylüyor müellif. İkinci bölümde yazımızın tarihini kısa ve öz biçimde ifade eden Yusuf Samih Asmaî, can alıcı bir sual ortaya atıyor: "Rika yazısı, büsbütün bizim hattatların icadıdır. Sülüs, nesih ve divanî yazıların envaı hep biz Türklerin kalem-i maharetleri eseridir... Umum hakkında cari olan bu kaide neden hakkımızda cari olmayacak ve atalarımızın ihdas ve bize miras bırakıp gittikleri bu güzel yazılarımıza ne için Türk yazısı denmeyecektir?"
Üçüncü bölüm olan Yazımızın Coğrafyası; coğrafyanın siyasî, idarî, ticarî aksamlarla birlikte dinî, lisanî ve hattî kısımlara da sahip olmasını izah ediyor. Yazımızın İslâm'ın damgası olduğunu, gerekçeleriyle ve vazgeçilmesi mümkün olmayan noktalarıyla Müslümanların hayatiyetinin temelini teşkil ettiğini bu bölümle iyice anlamak mümkün. Bir kavmin dininin diliyle, dilinin de diniyle birlikte yaşadığını, dolayısıyla dilin kaldırılmasının dinin de mahvına yol açacağını Asmâi dilin seslerinden örnekler vererek de açıklamış. Rusların Büyük Asya Türklerini cebren Hristiyanlaştırmaya olan gayretinin en önce dil üzerinden yürüdüğü herkesin malumu. 1930'larda Rusların bu gayretleri tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, şimdi baktığımızda Türkçe'nin Orta Asya'da yok olduğunu söylemek mümkün. Bundan yola çıkarak da Orta Asya'da dininin ve dolayısıyla dilinin farkında olan bir Türk bulmanın çok güç olduğunu söylemek herhalde abartılı bir yorum olmayacaktır.
Kitabın dördüncü bölümünde Asmaî, lisanın felsefesiyle birlikte hurufumuzun imlasına dair tespitlerini yazmış. Bu bölümde müellif "Türkün bugünkü yazısı Türkün dilidir" diyor ve yazımızın elimizden alınma ihtimalinin dahi dilimizi kötürüm, kanatları kırık bir güvercin haline getireceğini, bunun da yuvada pineklemekten öteye gidemeyeceğini dile getiriyor. Buradan çok önemli şeyler çıkarmak ve anlamak lâzım. Özgür bir insan, dilini kaybederek özgürlüğünü kaybediyor ve "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" kalıyor. Lisan, insanın yaşaması, sahih kalması ve salim olması için ne kadar mühimse, hürriyetin varlığı da şüphe yok ki lisanın varlığıyla söz konusu edilebilir. Burada Asmaî, aileyi örnek gösteriyor. En küçük cemiyeti aile olarak dile getiriyor ve ailenin bir kavmin esasını teşkil ettiğini söylüyor. Dolayısıyla bir ailenin ana diliyle meramını ifade edememesinin ayıp olduğunu, ifadesini doğru imlayla yazamamasının naks olduğunu, dilimizin bir izzet-i nefsi ve şerefi olduğunu belirtiyor. Tüm bunların altını çizmek içinse soruyor: "Yoksa haram süt emmiş insanlar gibi aslımızı mı inkar edeceğiz?"
Son bölümde dilimizi Latin hurufuyla yazmanın başımıza ne büyük belalar açacağını henüz o yıllarda tespit etmiş Asmaî. Kendi dilimize ancak kendi harflerimizle, zevk ve kabiliyetimize göre ses verebileceğimizi, bir Arapla bir Acem'in telaffuzuyla benzerlik taşıyamayacağımız bunlardan biri. Misal olarak bir Türk, Acem veya Arapın "Vav" harfinin başka başka telaffuz edeceğini gösteriyor. Türklerin Fatıma ismini nidada "Fatımaa" diyerek, yani ikinci maktaını temdid ederek yaptığını, Arapların ise Fatıma diyerek ilk maktaını temdid etmesi buna bir örnek. Yazımızı sağdan sola doğru yazmamızın nedenleri arasında da ulviyet olduğunu önemle izah eden Asmaî; ressam ve nakkaşların daima sağdan sola başlayıp işlediğini, yürürken evvela sağ ayağımızı attığımızı, sağ eliyle iş görenlerin sol eliyle iş görenlere nazaran kıyaslanamayacak kadar fazla olduğunu, tabiatın hükmünce de insanın evvela ve daima sağ taraftan başladığını misal veriyor. Bugün Latin harfleriyle işlerini yürüten pazarlamacıların, mağaza ve konumlandırma stratejileri arasında müşterinin en önce sağ tarafa doğru yönelmesi ve sağ elini ürüne uzatması hususlarında üniversitelerde dersler vermesine karşın "Asmaî iyi ki bu zamanları görmemiş" demekten gayrısına dil varmıyor.
Kitabın hatimesinde Asmaî'nin son cümleleri hem yazımızın önemi hem de yazımıza kast edenlerin Türk düşmanlığı hususunda oldukça yalın, temiz ve acımasız: "Kendi icadımız, kendi malımız olan Türk yazılarını kaldıracak ve Türk dilimizi Latin harfleriyle yazdıracak bir zatın dildaşlarımız içinde mevcud olacağını ben ümid edemem. Tarih nazarında, İmparator Teodos'a ikinci olmaya razı ve Karabaş Teofil'e sani kalmayı kabul eyleyecek bir Türk oğlu Türk bulunacağını ben asla zan eylemem. Zan u imid eylediğim bir şey varsa o da tedbir ve avakıb-ı umurda nazarımızı şecaat-ı askeriyyemiz derecesine ila ile "Leyse fil-imkani ebdeu mimma kân" diyerek işi durumuna bükmek ve oluruna bağlamaktır."
Yağız Gönüler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder