“Hayır! Burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki… Hâlbuki ben bir masalı olan adamdım.” (Evin Sahibi)(1)
Ne bir zamana, ne bir mekâna ne de bir kimseye aitti oldukça uzun bir süredir. Zaman akıyor, mekânlar değişiyor, insanlar içinden geçiyordu ama o aynı olduğu yerdeydi; hep geriye bakar vaziyette.
“Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı”(1) diye aktarmış ya Mümtaz’ın bilincinden Tanpınar; o da “içinde yaşanılmayan bir zaman arayışındaydı; geçmişe iniş, köklere yönelme, eski değerlere eğilme”. Tasavvuf ehlinin zamanı, “kendisi zamana uyan değil, zamanı kendisi kullanan, zamanı idare eden manasında ebu’l vakt; anının ve halinin, vakti hâkimi manasında ibn-ül vakt” (5)olarak değerlendirmesi gibi kendi zamanının hâkimi olma eğilimindeydi. Bu eğilimin yarattığı aidiyetsizlik hissi… “Vücudum düşüncemin eviydi”. (1) Bir hayal ve umut olarak var olsa da bütünlüğe ulaşma çabası…
Bu kalabalık insan gölgelerinin arasında yapayalnızdı fakat o gölgelerden biri de olmak istemiyordu. İhsan, Mümtaz ve Suat’ın aralarında yaptıkları gibi sürekli “insanlık” kavramını sorguluyordu; “insan olmayı”. “İnsan nedir, insan olmak neyi gerektirir?” gibi sorularla bulandırıyordu durmadan kafasını.
“Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümit etmiyor musunuz ?”(1) diye sormuştu Suat, İhsan’a.
İhsan’ın:
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır” (1) cevabı onun bir nevi iç sesi gibiydi. Oysa Mümtaz ne kadar da naifti bu hususta.
Peki ya aşk??? “Aşkın çekiciliğine doğru koşmayan biri hiçbir şeyin yaşamadığı yoldan yürür”(2) der Mevlana. O da hep o yolda yürümeyi diledi; hakikate giden yolda yürür gibi gerçek aşka doğru gitmeyi. “Dizlerime kadar çamura batsam da aşka dönmeyi, aşka secde etmeyi”. (2)
“Her bakımdan ateş kesilendir âşık; hararetle koşup giden, yanıp yakılan ve alev gibi yücelip başı çekendir. Bir an bile işin sonunu düşünesi değildir âşık, hiçbir şeyi umursamaz sevgiliden başka ne şüphe tanır, ne gerçek” (5). Tıpkı Mümtaz’la Nuran gibi. Onların aşkları da böyle başlamamış mıydı?! Gerçi bu hissiyat Mümtaz’da çok daha yoğundu. Yalnızca aşkın huzurunda olmak istiyordu; o derinliği asla bilinmeyecek olan okyanusta. İşte onun da içinde boğulmayı umut ettiği okyanus buydu. Mümtaz’la beraber umarsızca kulaç atıyor gibiydi o okyanusta. Bir keresinde Nuran, Mümtaz’a: “Vücutlarımız birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”(1) demişti. Bu söz üzerine silkindi Mümtaz, beraberinde o da. Bir aynanın içinden tek bir ruh olarak çıkamayacak olma düşüncesinin derin hüznüyle; musiki, şiir, sanat, tasavvufta arar oldu yolumu. Fuzuli, Nedim, Mevlana, Yunus Emre, Baki… Aziz Dede, Zekai Dede, Hafız Post, Itri…Ney, mahur, taksim…
“Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur. Niçin ruhi hayatımızın büyük kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz? Herhalde musiki yaptığını bir anda bozan, hal dediğimiz o zaman platformunu, asgari bir gözle dokunup geçme anına indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bunun en belagatli aletidir”.(1)
“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”
Dünyaya gelişimiz ne mevki ve makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için
Biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar…(4)
(Yenişehirli Avni-19.yy)
İşte bu ebedi aşkı, huzuru arayışındaki huzursuzluk, sıkışmışlık, bunalmışlık, melankoli, çatışma… denizinde boğuşurken kendi kendisiyle, Tanpınar’ın “Huzur”unu aldı eline.
O’nun rüya, musiki, masal, şiir ve zaman kavramlarının içinde eriyip gitti. Kimi zaman Mümtaz, kimi zaman Nuran, kimi zaman da İhsan oldu. Kendi ruhunun derinliklerine indi, romanla arasında hiç kopmayacak bir bağ kurdu.
“Gerçekleşmeyen hayallerin gerçek mutluluğu oluşturduğunu anladım. Yine de olmayacak hayallerin peşinden koşmak, gözlerimi kapadığımda bunlar gerçekmiş gibi sevinmek, insana bağışlanan yeteneklerle farklılıkların tadını çıkarmak güzeldi benim için” (3) diye geçirirken içinden “Huzur Palas”ın önünde bir aynaya bakar vaziyette buldu kendini birden.
“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”
Ah!
Ah!
Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur
Mevlana- Mesnevi
Coleman Barks-Mevlana Aşkın Kitabı
Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde
www.divan.name.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder