24 Mart 2024 Pazar

Savaş ve İlyada üzerinden özgürleşmiş bilinç

Savaş ve İlyada kolektif bir eser. Simone Weil, Rachel Bespaloff ve Hermann Broch, İlyada üzerine düşüncelerini serdediyor. Üç usta yazarın, kült bir eseri ele alışı elbette eserden bağımsız olarak da okuyuculara ufuk kazandırıyor.

Caroline Alexander, İlyada üzerinden şu soruyu yöneltmişti: “Felaketler getirecek bir savaşın başlamasına nasıl izin verilir ve bütün taraflar onun bitmesini istiyorsa, niçin bitirilemez?” İlyada için bazı yorumcular savaşı yücelttiğini söyler oysa gerçekte olan Alexander’ın sorusunda zuhura gelmiştir. İlyada savaşın korkunçluğunu, kazananın olmadığını, savaşın getirdiği yıkımı, felaketi anlatır. Hem de bütün çıplaklığıyla!

Simone Weil bu hakikati şu şekilde dile getirir: “Şiddetin iliştiği herkes mahvolur. Şiddeti icra eden de şiddete maruz kalan da ondan nasibini alır. Ve nihayetinde şöyle bir kader fikri doğar: İcracı da kurban da eşit biçimde masumdur, fetheden de fethedilen de aynı sefalet kardeşliğini tadar. Fetheden fethedilenin, fethedilen fethedenin felaketi olur.

Çünkü İlyada’da baskın unsur Tanrı fikridir. Ve aslolan güçtür. Tanrı, gücü kulları arasında paylaştırır, paylaşımdan da kullar payına düşeni alır. Bu pay bazen felaketi tatmaktır bazen de felaketi var etmektir. O yüzden İlyada’da başından sonuna bir savaş görmediğimiz için mutlak bir kazanan görmeyiz. Savaşın belli bir dilimi ele alınır, orada da galipler yer değiştirir.

Yine Simone Weil’in tespitiyle tarihin bize sadece kale surlarını ve hudutları gösterdiği yerde şiir başka bir şey keşfeder: karşılaşmaları amansız olan iki rakibi birbirine layık kılan gizemli bir yazgı. İlyada gücünü şiirden alır, o şiirin gücüne yaslanır. Şiir, kelimelerin dahi örtülü olan anlamlarını ifşa eden bir iksir iken; doğrudan tarihi bir savaşın tarihin gözünden kaçan (kaçmak da zorunda olan) örtülü kısımlarını aleni etmemesi düşünülemezdi zaten. Aynı zamanda metnin etkisi yazgıyı öne çıkarmasındadır. Tanrı ve yazgı, savaşan askerlerin ve köle olan kadınların üzerinde hep aynı devinim ve etken ile salınmaktadır.

Homeros şiirin onarıcılığını kaleminden damlatır. Tarih bir adalet anlatısı elbette sunar, ama adaletin gizemli tarafını ancak şiir dile getirebilir. Simone Weil’in muazzam tespitiyle “Galiplerin kibri, mağlupların sessizliğinin gölgesi altında kalmış, kararmış dünyaya onurunu geri veren yalnızca şiirdir”.

Bu yüzden Rachel Bespaloff, İlyada’yı ele alırken Şairler ve Peygamberler adında bir alt başlık açma ihtiyacı hisseder. Çünkü Bespaloff’un deyişiyle peygamberler ve tragedya şairlerinde hakikatin dinsel sezgisi, güçsüzlüğün bir kabulüne dayanır; bu kabule, sadece, bizzat düşünce en güçlü ve en tutkulu hale geldiğinde ulaşılır.

Güçsüzlüğün kabulü, tek gücün esasında Tanrı’ya ait olmasından dolayı bu denli mühimdir. Tanrısal güç, kişinin güçsüzlüğünü kabul etmesi ve kendini yazgıya teslim etmesiyle kendisini aşikar hale getirir. Düşünce en güçlü haline de dünyevilikten sıyrılarak ulaşır. Ulaştığı nokta Tanrısal dairenin sınırlarıdır. O sınırlara girildiğinde, hakikat açığa çıkar ve tarih boyunca hakikati en güçlü şekilde şairler dile getirmiştir. Onların sözleri, dilin tüm imkanlarına elverişlidir ve tüm imkanlardan faydalanılmış haldedir.

Şiirsel ve dini değerlerin birbirine geçmesinin bireysel bilincin özgürleşmesine ne kadar katkı verdiğinin görülmesi, birbirlerinden koparıldıklarında düştükleri durum tahlil edilerek anlaşılabilecektir. Din, bireyin özgürleşebildiği tek alandır; şiir ise özgürlüğe ulaşıldığında dilin sığındığı tek liman. İkisinden mahrum kalan, özgürlükten mahrum kalacağı için hakikatten de mahrum kalacak ve suni bir gücün esiri olacaktır. Özgürlük, suni gücün esiri olmaktan çıkmakla gerçekleşecek; gerçekleştiğinde de kişi özgürleşmiş bilinciyle esiri olduğu gücün suni olduğunu fark edecektir. Böylece yazgının önündeki engelin vehim olduğu anlaşılacaktır. Savaşların dahi başlaması ve bitirilememesi vehimle doğrudan alakalıdır.

İlyada bize vehmi, gücü, mutlak gücün sahibini ve yazgıyı şiirin tılsımlı kudretiyle sunmakta.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Mart 2024 Perşembe

İnalcık’ın kaleminden imparatorluğun öyküsü

Sadece ülkemizde değil, dünyada da Osmanlı tarihi denince akla gelen en önemli isimlerinden biri Halil İnalcık’tır. Bugün dahi akademisyeninden öğrencisine, araştırmacısından kendi hâlinde bir meraklıya kadar Osmanlı tarihiyle ilgilenen herkes, İnalcık eserlerine başvurmakta, kendine yeni yollar bulup yeni eşikler aşındırmaktadır. İnalcık hoca 25 Temmuz 2016’da 100 yaşında vefat etmişti. Vefatının ardından pek çok çalışması Kronik Kitap tarafından tarih severlere sunulmaya devam ediyor. Böylece, tıpkı hayattayken olduğu gibi vefatının ardından da hocanın çalışmaları ışık saçmayı, yeni çalışmalar için cesaret ve ilham vermeyi sürdürüyor.

Kronik Kitap, 2018 yılının nisan ayında Osmanlı İmparatorluğu adıyla İnalcık’ın iki önemli eserini şık bir kutu içinde yayınlamıştı. Bu ciltlerin ilkinde “Toplum ve Ekonomi” üzerine makaleler yer almıştı: Sipahiler ve köylüler, İslâm arazi ve vergi sistemi, Fatih devrinden önceki tımar sistemi, Osmanlı’nın kuruluş ve inkişaf devrinden 15. yüzyıla kadar Türk topraklarındaki iktisadî vaziyet… “Sultan ve Siyaset” ise ikinci cildin başlığı olarak seçilmişti. Bu ciltte Osmanlı tarihini dönemlendirme meselesi, Âşıkpaşazâde tarihinin nasıl okunması gerektiği, Osman Gazi’nin İznik Kuşatması ve Bafeus Savaşı, Fatih Sultan Mehmed devri, Osmanlıların karar alma mekanizmaları, kadılık kurumu, Osmanlı hukukunun İslâmlaşması, vergi toplama gibi oldukça kritik konular yer almıştı.

Kronik Kitap, Şubat 2024 itibariyle Halil İnalcık’ın Osmanlı İmparatorluğu serisine yeni iki cilt daha kazandırdı. Bu ciltlerden ilki, “Fetih ve Teşkilat” adını taşıyor. Osmanlı fetih yöntemleri, Bizans ve Osmanlı vergilendirme sistemleri arasındaki ilişki, Edirne’nin Fethi (1361), Türk tarihinde toprak meseleleri, Modern Avrupa’nın gelişmesinde Türk etkisi, II. Mehmed’in İstanbul’un Rum nüfusuna ve şehrin Bizans yapılarına yönelik politikası, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hukuku, Kıbrıs’ta Osmanlı siyaseti ve yönetimi, Osmanlı belgelerinde İnebahtı, Osmanlı iktisadî zihniyeti ile sermaye oluşumu, Osmanlı gerilemesinin reaya üzerindeki etkisi, Osmanlı toplum yapısının evrimi, Tanzimat’ın uygulanması ve sosyal tepkileri, bu cildin başlıklarını oluşturuyor. Halil İnalcık özellikle bu ciltteki makalelerinde on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Doğu Akdeniz’de genişleyen Avrupa’ya karşı İslam’ın tepkisinden doğan bir Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi çizerek, bu çerçeveyi Batı-dışı herhangi bir kültürün Avrupa’ya karşı nasıl böylesine başarılı ve kuvvetli bir mücadele verdiğini gözler önüne seriyor. Elbette bu mücadelenin ana damarı fetih yöntemleri. İnalcık, sistematik olarak uygulanan iki fetih yöntemine dikkatleri çekiyor. İlki, komşu devletler üzerinde bir çeşit himayeyle birlikte yerel hanedanların tasfiyesi ve böylece doğrudan egemenlik kurma. İkincisi ve Osmanlı tarihi boyunca batının da doğunun da en çok ilgisini çeken sistem: fethedilen ülkenin nüfusun ve ekonomik kaynaklarının defterlere kaydedilmesi üzerine kurulu olan tımar sistemi. Osmanlı tarihinin henüz başından itibaren bu iki fetih yönteminin başarıyla uygulandığını hatırlatan İnalcık, kitap boyunca küçük bir uç beyliğinin yeniçağın en güçlü imparatorluğu hâline nasıl dönüştüğünü kademe kademe izah ediyor.

İkinci ciltteki makaleler “Devlet ve İdare” başlığı altında toplanıyor. Okuyucular bu ciltte Osmanlı Devleti’nin doğuşu meselesinden yayılma stratejilerine, han ve kabile aristokrasisinden Annales Okulu’nın Osmanlı araştırmalarına etkisine, Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri ve mali dönüşümden çeltikçilik ve köle emeğine, büyük çiftliklerin ortaya çıkışından İstanbul’un incisi olan bedestenlere kadar uzanan geniş bir alanda imparatorluk tarihini gözlemleme imkânı yakalıyor. Cildin son konusu, bilhassa Osmanlı sosyo-ekonomik tarihi araştırmalarında güvenilir sonuçlara ulaşmak için mutlaka bilinmesi gereken Osmanlı metrolojisini içeriyor.

Halil İnalcık, modern tarih yazıcılığında hâlâ büyük bir mesele olarak ortada duran kuruluş dönemini Herbert Adam Gibbons, M. Fuad Köprülü, Paul Wittek, Freidrich Giese gibi alanında uzmanlaşmış diğer isimlerin yorumlarını da süzerek okuyucuya açıyor. Bunun bir okuma ve anlama kolaylığı getirdiğine şüphe yok. Osman Gazi’nin ortaya çıkış süreci bir tarih meraklısı için hem heyecan verici hem de yeni kaynaklara yönelme noktasında ufuk açıcı. Diğer yandan İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun kökeni meselesini de masaya yatırıyor. Bu anlamda Selçuklu Devleti’nin batıdaki uç bölgelerinde yer alan Türkmenlerin gazi beyliklerine dikkat çekerken, uçlardaki ahlakî hayatın eski Türk geleneklerine bağlı oluşuna da işaret ediyor. İmparatorluğun gerçek kurucusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu da belirten Halil İnalcık, bunu bilhassa ekonomik ve kültürel gelişmeler nezdinde açıklıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nu dünya tarihine taşıyan nasıl ki fetih ve yayılma stratejileriyse, Osmanlı tarihini dünyaya tanıtan da Halil İnalcık’ın kalemidir. Bu yüzden hocanın her çalışması, daimî bir rehber niteliğindedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kur’an’ın dünyasında muhteşem bir yolculuk

Son yıllarda çocuk edebiyatında atlas projeleri revaçta. Çevirilerle başlayan atlas furyasında şimdiye kadar birçok eser çocuklarla buluştu. Farklı yayınevlerinin bambaşka konularda öne çıkardığı atlaslar minik okurlar kadar ebeveyn ve eğitimcilerin de dikkatini çekiyor. Bol resimli ve özetlenerek kaleme alınmış bu eserlerin günümüz çocuklarının okumaya ve kitaba ilgisini artırdığı da yadsınamaz bir gerçek. Hâl böyle olunca birbirinden çok farklı projeler ortaya çıkmaya devam ediyor. Atlasların dünyasını takip eden birisi olarak son yıllarda çıkmış en iddialı projelerden birinin Gülce Kitap’tan çıktığını söyleyebiliriz. Mart ayında raflarda gördüğümüz çiçeği burnunda bu eserin adı Kur’an Atlası.

Değer içerikli kitaplar konusunda Timaş Çocuk uzun zamandır bilinen ve tercih edilen bir yayınevi. Yaklaşık bir buçuk yıldır bu tür kitaplarını yeni markası Gülce Kitap markası altına topladı. Eskiden bu yana yüzbinlerce basılan ve alanında kültleşmiş eserler hâlihazırda bir yayınevi kitaplığı oluşturmak için yeterliydi. Fakat bununla yetinmeyen Gülce Kitap, kitaplığındaki eserlere yenilerini eklemeye devam ediyor. Kısa bir süredir yayın hayatında olmasına rağmen şimdiye kadarki süreçte hatırı sayılır işler çıkardıklarını konunun meraklıları için söylemeye gerek yok. Bu eserlerden biri olan Kur’an Atlası uzun bir çalışmanın sonucu olarak mart ayının dikkat çekenlerinden biri olmayı başarmış görünüyor. Öncelikle Kur’an’ın içindeki kavramlara dair böyle bir atlas ihtiyacı uzun zamandır hissediliyordu. Kur’an Atlası resimlemesiyle, cildiyle, metinlerinin akıcılığıyla sadece değer alanında değil, bütün atlas projeleri içinde de hatırı sayılır bir yere oturacak gibi görünüyor.

Kur’an Atlası, yukarıda da bahsettiğimiz gibi sadece değerler eğitimi alanında bilgilendirici eser olsun diye yazılmamış. Özenli baskısı ve resimleriyle bütün atlas projelerinin içinde kalitesiyle konuşulacak bir eser hâline gelmiş. Belli bir tecrübenin ürünü olarak vücut bulmuş atlasta Kur’ân’daki önemli kavramlar, olaylar ve kişiler anlatılıyor. Yusuf Gündüz tarafından kaleme alınan eserde Arife Şeyma Gök’ün çizimleri atlası tamamlayan en önemli unsur. Genç çizerin soyut konulardaki başarısı takdire şayan.

Kur’an Atlası diğer Gülce projelerinde olduğu gibi güvenilir kaynaklardan yararlanarak kaleme alınmış ve çocukların dünyasına inmeyi başardığı gözlemlenen bir eser. Elbette ki yazarın Kur’an’daki bütün kavramları kitaba alması ne pedagojik olarak ne de teknik olarak mümkün değil. Kitaptaki asıl maksat bana göre küçük okurları Kur’an’da bir yolculuğa çıkarmak. O zamanları hayal etmelerini sağlayarak soyut konular ve olayları kafalarında somutlaştırmalarına yardımcı olmak. Bu eserin bir diğer önemi de bence küçük okurların Kur’ân’la ünsiyet kurmasını sağlamak. Kitabın girişindeki Kur’an’a ait öze bilgiler de bunu destekler nitelikte. Giriş bölümünde çocuklar Kur’an Nedir, Ne zaman ve nasıl inmiştir, Neden önemlidir gibi soruların cevaplarını bulacaklar. Eser her ne kadar 6 yaş üstü olarak piyasaya çıkmış olsa da aile boyu okunacak başucu kitapları sınıfından sayılabilir. Atlas projeleri çocukların birçok konuda okumaya karşı ön yargılarını kırmakta önemli eserler. Kur’an Atlası ise Kutsal Kitabımıza karşı çocukların ilgisini çekmeyi amaçlıyor. Göründüğü kadarıyla bunu da başarmış. Dini ve teknik konularda çocukların ilgisini çekmenin zorluklarını eğitimciler ve anne babalar iyi bilir. Kur’an Atlası’ndaki metinlerin akıcılığı, bilgilendirme kutularındaki özet bilgiler, resimlerin konuları somutlaştırmadaki başarısı göz ardı edilemeyecek kadar iyi. Bir çocuğun ebeveyniyle saatlerce elinden bırakmayacağı böyle bir eserin ortaya çıkması da yazarından editörüne, çizerinden mizanpajına kadar tüm süreçlerin titizlikle ele alındığı sonucunu ortaya koyuyor.

Atlas meraklıları bu eserlerin yanında hediye edilen posterlere alışık. Kur’an Atlası’nın içinde de Peygamberlerin kronolojisinin yer aldığı dev bir poster okurları bekliyor. Cildiyle, metni ve resimlemeleriyle uzun süre konuşulacak ve kült hâle gelecek Kur’an Atlası’nı rafımızın başköşesine koyarken böylesi kaliteli projelerin devamının gelmesini de temenni ediyoruz.

Özge Yalın

17 Mart 2024 Pazar

Ahmet Hâşim’in Frankfurt Seyahatnâmesi

Sakallı Celal olarak bildiğimiz Celal Yalınız (imla doğru) "Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar" demiş. Ahmet Haşim’i ise Frankfurt Seyahatnâmesi kitabında batıya doğru giden bir trende buluruz. Yıl 1932’dir. Ahmet Haşim’in sağlığı üç yıldan beri sağlığı bozuktur. Tedavi amacıyla yola çıkan Haşim, oradaki intibalarını önce devrin gazete ve dergilerinde yayınlar daha sonra da kitaplaştırır. 1933 yılında kitaplaşan bu kitabın Ahmet Haşim’in biyografisi açısından iki önemi vardır. İlki Ahmet Haşim’in sağlığında yeni alfabe ile yayınlanan ilk kitabı olan Frankfurt Seyahatnamesi’nin aynı zamanda da yaşarken yayınlandığını gördüğü son kitabı olmasıdır.

Neyse biz o tren vagonuna geri dönelim. Seyahate çıkmayı bir “hârikuladelikler avı” olarak tanımlayan Ahmet Haşim, kendini iddialı bir avcı olarak görmez. Beş yıl önceki Paris gezisini anlattığı satırlarında “Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa’ya değil, arzın daha bâkir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım” diyen Haşim’in yolu bu sefer de sağlık sorunları sebebiyle Frankfurt’a düşer. Ahmet Haşim’in yolunun arzın gitmeyi tercih edebileceği yörelerine hiç düşmediğini ise bu paragrafa sıkıştırmakta fayda var.

Şair ve seyyahı “akraba”, şiir kitabı ile seyahatnameyi “kardeş” gören Ahmet Haşim’in Frankfurt seyahati biraz tatsız başlar. Gece vakti yola çıkmak, en meşhur mısralarından biri “akşam, yine akşam, yine akşam” olan şairin hoşuna gitmemiştir.

Ahmet Haşim, bindiği tren, Bulgaristan’ı geçerken kısa bir süre önce bir yazısında bu ülkeyi öven Ali Naci Karacan’la ilgili olarak “Ali Naci’nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.” diyerek iğnesini batırır. Ali Naci Aracan’ın kumar borcunu ödemek için Lozan Antlaşması ile ilgili kitap yazmasını başka bir yazıya erteleyip konumuza devam edelim. (Ahmet Haşim, Youtuber olsaydı diss attı derdik şimdi.) Yol boyu kitap okuyup içi sıkılan Ahmet Haşim, bir yandan da kendisine musallat olan sinekle boğuşur ve bir ara mağlubiyetini kabul ederek kompartımanını sineğe terk eder. Ahmet Haşim, Macaristan’da sembolist şairlerin titrek hayallerini süsleyen derelerin etrafındaki zümrüt çayırlarda otlayan sıhhatli öküzlere şahit olur ve bindiği tren nihayet önce Almanya sınırını geçer sonra da gece ikiye yirmi kala Frankfurt Garı’na varır.

İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık.” der Ahmet Haşim. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan sonra bir türlü belini doğrultamayan, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarıyla mustarip Almanya’yı çok daha sıkıntılı günler beklemekte Naziler hızla yükselmektedir. 1932 yılında Almanya’da iki seçim yapılır Naziler ilkinden yüzde 37, ikincisinden yüzde 33 oy alır. Diğer koalisyon alternatifleri tüketilince Adolf Hitler, Ocak 1933’te Şansölye olur. Almanya’nın çalkantılar içinden geçtiği bu dönemi, Ahmet Haşim “Caddeler” başlıklı yazısında anlatır. “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.

Ahmet Haşim, Frankfurt’taki ilk saatlerini anlatırken “Hayatında büyük bir Avrupa şehrini gören bir adam kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” der ve pekala Paris, Londra veya Viyana’da aynı hisleri yaşayacağını vurgulayarak “hayret” edememekten şikâyet eder ve Frankfurt’un kusursuz geometrisi Ahmet Haşim’de nefes darlığına yol açar. Yine de bir müzeye dönüştürülmüş olan Goethe’nin evinde Faust’u yazdığı masada gördüğü mürekkep lekeleriyle adeta kendinden geçer Ahmet Haşim ve söz konusu lekeleri “ebedî lacivert semada nâmütenahi yıldız serpintileri”ne benzetir.

Ahmet Haşim’in Almanya izlenimleri tamamen negatif değil elbette. Nitekim sınırı geçtiği andan itibaren Haşim’in dünyaya bakışı bile değişir. Bindiği trenin yeniliğin içinde deliler gibi koşmaya başladığını söyleyen Haşim; mimariyi, ulaşımı, ilanları över. Bu övgü o raddeye varır ki sayıları gün geçtikçe artan dilencileri bile temiz giyimli ve düzenli diye övmekten geri kalmaz. Hiçbir sırrı ihtiva etmeyen yeknesak Frankfurt şehriyle beraber Almanya “başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âlem”dir. Caddeler, vitrinler, mimari Haşim’i etkiler.

Kendini bir İstanbul hastası olarak tanımlayan Ahmet Haşim, orada bir hemşireyi nezaketen Türkiye’ye davet eder ama hemşire bunu ciddiye alıp ailesinden izin alır. Bu yanlış anlaşılmayı doğu ve batı arasındaki zihniyet farkı olarak yorumlayan Haşim, doğu ve batının dilencilerini karşılaştırırken bir batılı gibi yorum yapar. Doğunun dilencilerinin korkutucu batının dilencilerinin alelade olmasının önemli olduğunu söylese de daha sonra kendisi bile bu cevabı “uydurma” olarak nitelendirmekten geri durmaz.

Ahmet Haşim, bütün alaycılığına rağmen Almanya’yı övmek için de fırsat kollar. Bir Alman bahçesinde gördüğü üç beş yaşlı insan için “Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamınız yok mu?” diye sorsa kendi sorusunu “Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Almandır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için mukaddes bir vazifedir.” sözleriyle cevaplar. “Ticaret” başlıklı yazıda kendisine tedavi için kullanılan tuzu övdüğü için bir ticari özelliği olmamasına rağmen üretici firmanın onu el üstünde tutmasını benzer bir açıdan över.

Ahmet Haşim’in eleştiri ve övgü oklarını yönelttiği bir başka kurum da akademidir. “Profesörler Aristokrasisi” başlıklı yazıda uzmanlaşmanın sebep olduğu körleşmeyi hicveder. Bir de uzmanlaşmaya duyulan saygı ile “İki kapı olsa, birisinin üzerinde “Cennet”, diğerinin üzerinde “Cennet hakkında konferans” diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinciye hücum eder.” Sözleriyle dalga geçen Haşim yine de Almanya’ya arka çıkar ve bu sınıfın el üzerinde tutulması sayesinde içlerine karışmış muhtemel zekâların yok olmadığını ve böylece Almanya’nın dünyanın en yüksek ilmine malik olduğunu vurgular.

Şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi böylece neticelenir. Ahmet Haşim’in kısa ve keskin gözlemlerinin yer aldığı bütün nesirleri gibi bu kitabı da tekrar tekrar okunabilecek metinlere sahiptir.

Kendi adıma Ahmet Haşim’in kaleminden Timbuktu’yu, Casablanca’yı, Osaka’yı yahut onun yaşadığı dönemdeki adıyla Bombay’ı okumak isterdim.

Ne çare ki bulduğumla yetinmek zorundayım.

Suavi Kemal Yazgıç

Dikkat süremiz neden bu kadar kısaldı?

Artık ortalama dikkat süresi beş dakika. Bunun sebebi bizi kalabalıklar içinde yalnızlaştıran, tatminsizliğimizi körükleyen sosyal medya algoritmaları ve sorumsuz reklam içerik sağlayıcıları. Peki ne yapabiliriz?

Önce interneti icat ettik, dedik ki bak, bu sayede bütün dünya daha da birbirine bağlanacak mesafeler ortadan kalkacak. Yetmedi cep telefonu da olsun, sevdiklerimiz bize her an ulaşabilsinler daha da yakın olalım dedik. Peki öyle mi oldu sahi? Daha mı yakınlaştık?

Modern yaşam, teknolojinin hızla gelişimi ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, insanların birbirleriyle daha fazla bağlantı kurabilecekleri bir döneme işaret etse de, paradoksal bir şekilde, birçok insan şimdi kendini daha da yalnız hissediyor. Bu durum, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için daha da belirgindir. İnsan bağ kurmak üzere yaratılmış bir varlıktır. Zaten bütün bu Instagram, sosyal medya vesaire de bu istekten nemalanmak isteyenlerin, en masum ve temel ihtiyacımızı evirip çevirerek ürün haline getirmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Şu elimizdeki akıllı telefonlar da bunun son seviyesidir. Ancak bizi birbirimize bağlamak yerine, şu andan ve hayattan kopartan, tüm kontrolcü eğilimlerin rüyası bir oyuncak haline gelmiştir ve bence insanlığa son yüzyılda atılan en büyük kazıktır. Dikkatimizi öylesine çalar ki artık insanlar kitap okuyamaz ve hiçbir şeye beş dakikadan fazla konsantre olamaz hale gelmişlerdir. Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında “Bir sihirbazın görevi insanların odak noktalarıyla oynamayı öğrenmektir, insanların odak noktasını kontrol edebilen bir sihirbaz, istediği her şeyi yapabilir.” diye bir cümle dikkatimi çekmişti. İşte o sihirbaz tüm sosyal medya ve bundan ekmek yiyen Google gibi büyük reklam sağlayıcı platformlardır. Sihirbazın değneği de cep telefonudur.

İnsan bağ kurmak ister dedik. Yani bir ünsiyet varlığıdır. Ünsiyet bir insanın Yaradan’la, evrenle ve kendi iç dünyasıyla derin bir bağ kurması ve bu bağlantıyı içsel bir yakınlık, samimiyet ve anlayışla yaşaması anlamına gelir. Hayatımızdaki insanlar da bu bağı kurmamız gerekenler arasında başı çekmektedir. Bu ünsiyet hali bize derin bir manevi huzur, aşk ve halinden memnun olma duygusu yaşatır. Bu sebepten dolayı da kapitalist mantalite tarafından hiç sevilmez. Halinden, kendinden memnun, iç huzuru yaşayan bir insan, ne internetten yirminci çift ayakkabı almayı umursar, ne de kredi çekip ev eşyalarını yenilemeyi. İç huzur kârlı değildir, onlara huzursuz, tatminsiz ve erişilemeyecek bir mutluluk hayali peşinde koşan, sürekli tüketen insan gereklidir. Bunun için insanların kendini kalabalıklar içinde yalnız ve güvensiz hissetmesi, aradıkları tatmin ve güven hissini eşyada araması kapitalizm için elzemdir. Yine Çalınan Dikkat kitabında sihirbaz Tristan şöyle der: “Sihirbazların işlerini yapabilmeleri için senin güçlü yanlarını bilmeleri gerekmiyor, zaaflarını bilmeleri yeterli. İnsanlar zaaflarını biliyor olsalardı sihirbazlık diye bir şey olmazdı.” Artık çok iyi biliyoruz ki onlar bizim zaaflarımızı bizden çok daha iyi biliyorlar.

Peki nedir çözüm? Çözüm bir an önce şu cep telefonlarını bir kenara bırakmak mı? Bunu yapabileceğimiz eşiği geçtik bence. Arada bir yapılan dijital detoksların da yeterli olmadığı kanıtlanmış durumda. Aklıma gelen tek çözüm, kendi küçük kabilemizi oluşturmaya başlamaktır. Yani başa dönmektir. Yalnızlığımızı, karşılanamamış bağ kurma isteğimizi karşılayan insanlara yatırım yapmaya başlamak ve onları bir araya toplamaktır.

Bu kazanılması çok zor bir savaş. Tüm yükün bize yani bireylere yüklenmesi de haksızlık, global bir farkındalıkla buna karşı eyleme geçmek gerekiyor. Ama biz hiç olmazsa bir nebze farkındalık kazanmaya çalışabiliriz, belki bir uygulamayı telefondan silip kendimize biraz alan açarız. Belki de, Kuzey Kore ile ilgili bir haber okumaya başlayıp da kendinizi kedi videoları seyrederken bulduğumuzda, kabilemizde olmasını istediğimiz bir arkadaşımıza telefon açıp onunla buluşmayı deneyebiliriz. Biraz gayret, bolca ünsiyet.

Alper Tanca
alper@tanca.net

13 Mart 2024 Çarşamba

İslam dünyasında bir kitabın telif süreci

Klasik dönem İslam dünyasında bir kitap nasıl telif ediliyordu? Yazmak fiili bugünkü manada ve de fiiliyatta yazarın tek başına üstlendiği bir eylem/vazife miydi? Muhammed Enes Topgül, Âlimler, Meclisler, Râviler adlı eserinde yukarıdaki soruların cevabını İbn Hacer el-Askalâni’nin Lisânü’l-Mîzân eserinin telif süreci üzerinden ayrıntılı ve görsel kaynaklarla destekli bir şekilde veriyor.

Okurluk da yazarlık da bir emekten ziyade tutkudur. Tutkunun süreğenliği elbette ciddi emek gerektirir fakat esasında tutku sonucu olması süreci ve sürecin getirilerini değiştirir. Okurluk da yazarlık da (her ne kadar her okur, aynı zamanda yazar olmasa da) birbirleriyle ayrılamayacak derecede bir bütünlük teşkil etmektedir. İyi bir okur karnı açken ve cebinde son parası kalmışken, lokantaya girmektense rafta gördüğü kitabı almayı tercih eder çünkü o tutkusunun esiridir ve iflah olması mümkün değildir. Bir ömre nefesi kadar kitap sığdırır. Bazılarını okur, bazılarına sadece bakar, bazılarına dokunur, bazılarını hırpalar ve bazılarıyla hırpalanır. O kitaplarla bir serüvene çıkmıştır, onun yaşamı bir serüvenin kendisidir. Ve bu serüvende yaveri de aşması gereken engel de hedefi de düşmanı da kitaptır. Bir mefhum olarak, bir varlık olarak kitap.

Muhammed Enes Topgül’ün çalışması bu yüzden belli bir alana ait gibi görülse de belli bir alana has okurların ilgisine değil, gerçek bir okur olan herkesin ilgisine sunulmuş durumdadır. Topgül’ün yaptığı (alt başlığa zaten eklemiş olsa da) bir kitabın serüvenine, kitaplarla serüvene çıkmış her okuru şahit kılma çabasıdır. Bizler bu kitabı okuyarak, kendi kitap serüvenimizi, bir kitabın serüvenine tanıklık etmemiz yoluyla biraz daha zenginleştirmiş oluyoruz.

İslam eğitim tarihinde bir kitabın ortaya çıkışı/yazılışı sürecini şu şekilde görüyoruz: Önce hoca/alim eserini kaleme alır. Ardından bir talebe bizzat hocanın nüshasını ya da o nüshayla karşılaştırılmış bir nüshayı temin eder, kopyalar veya bir varraka ücreti mukabilinde kopya ettirir, sonra hocasının huzurunda eseri baştan sona okur. Bu okuma esnasında hocanın elinde kendi metni bulunur. Talebenin okuduğu metindeki hataları tespit eder, tashih eder, ihtiyaç duyduğu kısımlarda birtakım ilavelerde bulunur, muhtevayla ilgili düzeltmeler yapar. Oturum bittiğinde, haşiye kısmına veya ayrı bir yere, varılan yer ve okumaya iştirak edenler tarihle birlikte not edilir. Eserin tamamı hocaya okunduğunda ise okumanın bittiği tarih not edilir. Hocanın icazeti de kayıt altına alınır. Talebe ancak bu şekilde okuması yapılmış bir metni, gelecek nesillere aktarabilir. İbn Hacer’in Mizân adlı eseri de işte bu yöntemle farklı talebe grupları tarafından okunmuş, hocanın yönlendirmeleriyle tashih edilip çeşitli ilaveler eklenmiş son hali yine talebeler tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır.

Muhammed Enes Topgül çalışmasında İbn Hacer’in eserinin müstensihlerini vefat tarihlerini baz alarak erken dönem ve geç dönem müstensihleri olarak ikiye ayırmış, onların listesini çıkarmış, tek tek hayatlarını anlatmış, eserin okunma süreçlerini kaynaklarıyla açıklamıştır.

Örneğin erken dönem müstensihlerinden İbnü’t-Türkmânî hakkında fakruzaruret içerisinde vebadan vefat ettiğini, hızlı yazması sebebiyle nüshaların nokta ve hareke barındırmadığı yönünde hatalara mündemiç olduğu gibi bilgileri öğreniyoruz. Kendisinin İbn Hacer hakkında “Hafız ez-Zehebî’nin kendisine yolculuk yapıp Mizân’ını onun önünde gözden geçireceği” biri olduğuna ve “Lisânü’l-Mizân’daki emeğin İbn Hacer’in ilmine şahitlik edeceği”ne dair övgülerine rastlıyoruz.

Eserde yer alan görseller, bu kitabın yolculuğunu renklendirmekte, serüveni daha da anlamlı hale getirmektedir. Kitap kavramının üzerinden bahsedilip de geçilecek bir kavram olmadığını anlıyor, alimlerin yazdığı kitapların onlara yüklediği sorumlulukları hatırlayarak derin bir tefekkür süzgecinden geçiyoruz.

Muhammed Enes Topgül’ün eseri, tüm kitap tutkunları için bir başyapıt niteliğinde. Kütüphanelerde bulunması, kütüphanelere özgül ağırlık yükleyecektir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

12 Mart 2024 Salı

Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izleri

Sema Bayar’ı tanır mısınız? Ben, Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam isimli öykü kitabını okumasaydım o yazarın Sema Bayar olduğunu bilmeyecektim. Şayet siz Sema Bayar ismini tanımıyor ve kollarınızı iki yana açarak kafanızı anlamlı anlamlı sallıyorsanız okumadığınız bir kitabın karanlığını yaşadığınızdan dolayıdır. Rüya, kurgu ve gerçeküstü ile harmanlanmış olan bu ilk öykü kitabında kuklaya hayat bahşeden kuklacının ipi etrafında zihnim dönüp durmuştu. Bir yazarın isminin yazdığı satırlarda aydınlanması diye bir şey varmış, bunu anladım.

Sema Bayar, okur tasavvurunun yerleşik düzeninde kendine uygun olan mevkiyi tam bulmuştu ki bu kez Vakitsiz Ölüler Yurdu isimli kitabı raflardaki yerini aldı. Okurun zihinsel kütüphanesinin de bir rafı olduğunu unutanlara bir kez daha hatırlatmak isterim. Kuklalar için ip ne ise yaşayanlar için vakit o olsa gerektir. Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izlerini ustalıkla öykülerine taşıyor Sema Bayar. İkinci kitabı okurken yazarın ismi aşina bir surete bürünüp yarım kalan cümleyi tamamlamak gibi bir misyonu yerine getiriyor.

Vakitsiz Ölüler Yurdu kitabında 10 öykü mevcut. Okuyucunun bu öykülerde ilk dikkatini çeken dili kullanma gücü ve derin duyuş sahibi bir öykücünün kaleminden çıkmış olduğuna dair nitelikleri haiz olması. Kitaba ismini veren ilk öyküyü giriş kapısı bilip her bir öykünün izini sürmeye çalışalım:

Sana, suskunluğumu getirdim, sana hüznümü getirdim. Sana ölü kuşlar, müstehzi gülüşler, sana uğursuzluk, sana kemgöz, incinmiş kelimeler getirdim. Sana buram buram tüten bir yoksunluk, bitimsiz bir açlık getirdim. Görüyorum ki burada şefkate muhtaç ruhlardan başka bir şey yok. Görüyorum ki burası vakitsiz ölüler yurdu. İçimdeki baba sevgisi kadar ölü.

Bu hikâyenin sonunda bir hesaplaşma var. Hangisinde yok ki? Fakat bu hikâye içerisine girdikçe hayatiyeti genişleyip uzayan bir hikâye. Bir yerden sonra bir hikâye çeşidi olarak hayat, bir hayat çeşidi olan hikâyeye galebe çalıyor. Bir tarafta alacaklısı olan hikâyeden çekilenler, diğer taraftan alacaklısı olan yaşamın peşine düşenler.

Sahnenin arkasından konuşan yazarın kendisi besbelli. Peş peşe sorulan sorular öyküyü hayatın dışına doğru iteklemeye çalışıyor: “Tanrım neden birine yeni bir yaşam vermek bir ölüye, can vermekten daha zor?” Allah’la ilişkisinde işgüzarların ördüğü tel örgülerini aklıyla ve yüreğiyle aşmasını bilen bir yazarı “cesur” kelimesi nitelemeye yetmiyor. Ben buna hasbi ve harbi iletişim demeyi daha uygun görüyorum.

Zahide ve Hüseyin’in öyküsüne ortak olan “Bez Bebek”, Sema Bayar’ın kukla ve vakitsiz ölüleri ile müşterek bir hayatı yaşıyor. Bir bez bebeğin kendi ağzından hikâyesi şöyle başlıyor: “Biz sekiz bez bebektik. Dünyayı, sarı benizli yüzümüze elem ipleriyle iliştirilmiş bir çift kırık düğme ile seyrederdik. Sabahları günün ilk ışıkları büfenin camından süzülüp önce üst raftaki fincanları şöyle bir parlatır, ardından sırayla her birimizin saçlarından, gözlerinden öper; yanaklarımızı eşit miktarda ısıtırdı. Zahide, zümrüt yeşili gözlerini kocaman açarak beni alıp göğüslerine bastırırdı. Onun hızlı hızlı çarpan küçük kalbini geceler boyu dinledim. … Sandıktan çıktığımda Hüseyin, sararmış benzimi, tiftik tiftik olmuş saçlarımı pek bir yadırgadı. Yetmedi, birkaç kez kolumu bacağımı çekiştirip divan altına, tel dolaba yahut öfkesinin şiddetine göre kömürlüğe kapattı.

Hayata sığmayan sekiz kardeşli bir bez bebeği öyküye sığdırabilmek ve bez bebeğin nazarlarıyla insanı ve çevreyi değerlendirebilmek ustalık kadar özgünlük gerektiren bir başarıdır. Kitabın arka kapağında yer aldığı şekliyle “Bayar, öykülerinde küçük insanların kederli yürüyüşünü takip eder.” Bu tespitin burada bitmesi yazarına haksızlık olurdu. Bitmemiş de zaten: “Tutuşan dalların, için için yanan taşların, ateşe atılan bez bebeklerin, yas tutan ardıçların, arasında rüya ile gerçek iç içe girer; masalsı bir dünyanın kapısı aralanır.

Şu öykü başlıkları da yukarıdaki yargıyı destekler niteliktedir: “Mezar Artığı”, “Allah Bilir Asaf Efendi”, "Hüseyin’in Boynundaki İp", "Acuze’nin Rüyası", "Adam Asmaca", "Doğum Lekesi”, “Bütün Günahlar Hayata Karışırken İşlenir”, “Huş Ağacının Gözleri”… Bu öykü başlıkları baştan beri süregelen öykülerin dışarıya taşan parçaları gibi. Bir öyküdeki bir isim veya söz bir başka öykünün başlığı haline gelmiş. Birbiriyle geçişlilik arz eden öyküler de diyebiliriz buna.

Zihnime düştüğüm notları şöyle sıralayabilirim: Kelime seçimi, dil titizliği, zengin çağrışım, sembolik anlatım, gerçeküstü tasvir, öykü karakterlerinin dayanışması, derin kurgu, masal tadı, şiirsellik, cesur anlatı vb...

Ben okudum, çok düşündüm. Ben düşündüm, tekrar tekrar okudum. Sevgili okur, sen de düşün, sen de oku!

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_