4 Mart 2024 Pazartesi

Her şey eskir, sadece anılar ve hatıralar taze kalır

Sakine Akça, o üç evlat sahibi bir diş hekimi. 2005 yılında Elveda Ankara adıyla bir anı kitabı yayımlanmış. Anı deyip geçmemek lazım, her anıda yazan kadar o yazıya konu olanların da anıları vardır. Sakine Hanım’ın ömür yürüyüşüne işaret taşları bırakmak için yazdığı o kadar belli ki… Ne kadar kitabında yer vermemiş olsa da başka kitapları da var. Yakın zamanda fırından yeni çıkmış gibi dumanı üstünde bir kitabı daha çıktı Sakine Hanım’ın. Sağ olsun, zahmet etmiş, çıkan yeni kitabını bana da göndermiş. Bu seferki kitap Delioba isimli bir Nehir Söyleşi. Aslında nehir yerine dağ deseniz de yanlış olmaz. Kitap, geçtiğimiz pandemi sürecinde yazarımızın Beybes Mahallesi’ndeki bahçelerinde akşamları eşi Süleyman Bey (Op. Dr. Süleyman Akça) ile yaptığı uzun sohbetlerden oluşuyor. Nehir söyleşinin soru ve cevapları dünden bugüne akarak hatıra denizine dökülüyor. Boşuna söylememiş şair “Hatırada kalan şey değişmez ki zamanla” diye. Her şey değişir ve eskir, sadece anılar ve hatıralar ilk günkü gibi taze kalır. Hatta hatıraların anlatıldıkça demlenen ve tazelenen bir tarafı bile vardır. Delioba söyleşilerinde dikkatli bir okur, bu tazelenme ve yenilenmeyi görmekte zorlanmayacaktır.

Söyleşinin ilk bölümü Süleyman Bey’in doğmadan evvelki köydeki yaşamla ilgili. Köy insanları hayvanları doyurmak için saman yetmediğinden eldivensiz diken toplarlar ya da civar köylerde patates karşılığında saman alırlarmış. Ot samanı diye bir şey varmış. Sonra geven diye, efek diye, dürme diye, çiçekli yonca diye, pür diye bir şeyler varmış. Çöp biriktirme sistemi ile birlikte gelen hak hukuk gözetme ve helalleşme kültürü de önemli bir bahis. Anadolu yayla kültürünü bilmeden ne böyle incelikli sorular sorulabilir ne de böylesine esaslı ve detaylı cevaplar. Altı yedi tane yayladan bahsediyor Süleyman Bey. Çocukluk böyle bir şey, yaylada iken köy özlenir, köyde iken yayla. Yayladan benim gibi uzaklara düşenlere kala kala Çiğdem balta, şipleme, tirki, okka tas ve dilmence kalıyor. Oba günlerini okurken en çok şiplemenin lezzetini merak ediyorum. Muhtemelen bu kelime, damağımda denenmemiş gizli bir tat olarak öyle kalacaktır.

Hazır yayladan söz açmışken şu belenlere de uğramadan geçmeyelim. İki tane belen varmış yaylada. Biri “Yelli Belen”, bu sivri bir tepenin başıdır. Yüksek ve rüzgârlı olduğu için bu adı almıştır. İkincisi ise “Köy Beleni” denilen dik yamaçlı küçük tepelerdir. Davar sağma zamanı sabahleyin genç kızlar evin yanında toplanıp tentene örerlerken bir yandan da türkü mırıldanırmış. Belli ki tentene bir nakış türü, üçbüllü dedikleri ise şu bizim uğur böceğimiz. Konya’nın köylü kızları hangi türküleri mırıldanır diye aklımdan geçmedi değil. Onu da öğrenmiş olduk: “Çaya iner ağlarım / Gülü deste bağlarım / Birini kendim için / Birini yâre yolladım”.

Süleyman Bey’in çocuklukta yitme hadiselerini okurken öyle üç kez değil, ama bir kez daha dört-beş yaşında iken bir düğünde uyuya kalıp uyandığımda hiç kimseyi karşımda göremeyince duyduğum korku ve yalnızlık duygusunun ardından uzun uzun ağlayıp gözyaşı döktüğüm an geldi aklıma. Şimdi yaşadığım hayata bakıyorum da her günümün kayıp olduğu ne kadar belli.

Bazı şeylerin sorulunca söylenen sınıfına dâhil olduğuna artık iyice inanmaya başladım. Çığır kelimesinin anlamını yoksa ben başka türlü nasıl öğrenecektim? Çığır kelimesi meğerse keçilerin beslenmesi için ağıldan lâdin ağaçlarının olduğu yere kadar açılan yola verilen isimmiş. Bunu öğrendiğimde gerçek anlamda hiç çığır açmadığımı anlamış oldum.

Delioba kitabında en merak ettiğim bölümlerden biri de “Hadim’de çocuk olmak” başlığıyla verilen yöresel ve geleneksel çocuk oyunlarıydı. Bu oyunlar eminim benim gibi birçoğunuzun içindeki çocuğu uyandıracağı gibi çocuk oyunlarını da harekete geçirecektir. İşte bu oyunlar: Kazık oyunu, çivileme, kayma, oba kapısı ile kayma, sopacı-davacı oyunu, çelik çomak oyunu, bez top, söğütten düdük-borazan yapma, çamur araba, tel çember çevirme, don simit, kale oyunu, kâğıttan uçurtma ve kuş imalatı, mazı oyunu (misket), fırlangaç, mınık, gıncırlak, mendil kapmaca… Bu oyunların büyük kısmı benim çocukluğumun oyunu. Eksiği var, fazlası yok. “Reis, topuz, davacı” oyunu “sopacı-davacı” diye değişmiş sadece.

Delioba kitabını bir dağı tırmanır gibi değil, daha çok bir yaylayı dolaşır gibi bazen de bir dağdan aşağıya iner gibi okudum. Yoksa ben nereden bilecektim Tıkır Hüseyin’i, geleneksel ihtiyaçlardan gazı, tuzu ve bezi, Yörük Ebe’yi, Habip Amca’yı, Musluk mevkiini, Alanya’nın Gevne Yaylası’nı, Osman ve Ezel öğretmeni, altmış ihtilalini ajanstan dinlemeyi, Şakir Amca’yı ve kızı Hülya’yı, Hâdimî Hazretleri’ni, Abdül Ezel Paşa’yı, İhsan Toprak Hoca’yı ve Sarayönü Çeşmelisebil’den Sami Ceran’ı...

Bir ömrü gezmek diye bir şey var ve bir ömre tanıklık diye bir şey… Her ikisini de Delioba kitabında buluyoruz. Nehir söyleşisi, 220. sayfada sona eriyor ama şükür ki nehir akışını sürdürüyor...

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

29 Şubat 2024 Perşembe

Yazarak önce kendimize dost oluruz

Neden yazıyorum sorusuna, herhalde insan nefesleri adedince cevap verebiliriz. Daha iyi anlaşılacağını düşünmek, etraftan ilgi ve sevgi görmek, anneyle babayla arayı iyi etmek ya da onlarla hesaplaşmak için güçlenmek, dünyayı ve hayatı yazarak daha iyi anladığına inanmak, hayal dünyasının ya da gözlem yeteneğinin gücünden yararlanmak, duygusal yüklerini hafifletmek. Yazmayı bir tutku olarak görenlerin cevabı ise aşağı yukarı aynıdır: varlığın yazarak daha anlamlı olduğuna inanmak, yazdıkça yaşadığının farkında olmak.

Peki bu nasıl olur? Birçok şey gibi adım adım. Çok uzun ve meşakkatli bir yol, orası kesin. Ama bu yolda insanın en büyük yol arkadaşı, yine kendisi. Çünkü insan her yeni yazısında, her başka bir alanı didikleyişinde kendini yeniden tanıyor. Daha önce görmek istemediği bir özelliğini keşfediyor. Olumsuz taraflarını törpülüyor, olumlu taraflarında daha iradeli olmaya çalışıyor. Giderek kendiyle olan dostluğu belirginleşiyor. Okumak ve yazmak, en etkili terapilerden ikisi. Başlıca sebebi de hiç şüphesiz kişinin kendi kendine gerçekleştirdiği eylemler olmaları. Tek başımıza okuruz, tek başımıza yazarız. Bu bir tercihtir. Yalnız bırakıldığımız ya da yalnız kaldığımız için okuyup yazmak da vardır elbette. Bunlarsa trajiktir.

Natalie Goldberg’in 1986 yılında yayınlanan kitabı İliklerine Kadar Yazmak (Writing Down the Bones) nihayet dilimize kazandırıldı. Damla Göl’ün çevirdiği, Hep Kitap etiketiyle okurlara sunulan İliklerine Kadar Yazmak, hem içinde bir yazar olduğunu hissedip bir türlü işe koyulamayanlara hem de halihazırda yazar olsa bile içindeki yazarı beslemekte zaman zaman zorlananlara hitap ediyor. Bir atölye kitabı olma özelliği taşıyan bu çalışma özellikle iki konunun üzerinde duruyor. Birincisi, yazma rutinine kavuşmak, yani disiplin. İkincisi, yazmanın önündeki engelleri yıkmak, yani giderek tutkuya dönüştürmek. Okurlar son derece basit bir üslupla, oldukça akıcı biçimde yazılmış bu kitapla birlikte, yazarın dile getirdiği şu gerçeği yoğun biçimde hissedeceklerdir: “Yazmaya başlamak için bir yol belirlemek önemlidir; aksi takdirde, bulaşık yıkamak dünyadaki en önemli şey haline gelir, sizi yazmaktan alıkoyacak diğer her şey gibi. En nihayetinde insan sadece susmalı, oturmalı ve yazmalıdır.

Özellikle yazma heveslileri hemen “İyi de nasıl?” diye soracaklardır. İşe kolayından başlamak gerekiyor. Bu yüzden gayet kolay bir sıralama üretiyor Goldberg: 1. Elleriniz sürekli çalışsın, yazdıklarınızı kontrol bile etmeyin. 2. Hiçbir şeyin üzerini karalamayın, yazarken bir şeyleri düzeltmeye çalışmayın. 3. İmla, noktalama, dilbilgisi gibi konularda hemen endişelenmeyin. 4. Giderek kontrolü kaybedin ve bunu yoğun bir konsantrasyon gibi düşünün, belki de meditasyon.5. Yazdıklarım ne kadar mantıklı oldu diye düşünmeyin, hatta hiçbir şey düşünmeyin. 6. Kimseden çekinecek bir şeyiniz yok, bodoslama dalın, yazın, yazın, yazın.

Natalie Goldberg, 1974 yılında oturma meditasyonu yapmaya başlamış. 1978’ten 1984’e kadar da Minneapolis’teki Minnesota Zen Merkezi’nde Dainin Katagiri Roshi ile Zen çalışmış. Bu çalışmalarından elde ettiği tüm neticeleri yazma eylemine de işlemiş. Kitapta ara sıra hocasıyla buluştuklarında gerçekleşen konuşmalardan da örnekler veriyor. Ne zaman Katagiri Roshi’ye gidip Budizmle ilgili bir soru sorsa, Roshi cevaplamaya “Yani tıpkı yazı yazarken...” diye başlıyormuş. Hocasının yazmaya atıflarda bulunmasıyla birlikte Goldberg de Budizm’i daha iyi anlamaya başlamış. Yazmak da tıpkı Zen pratikleri gibi kişinin kendi hayatına bütünüyle nüfuz edebilmesini ve aklı başında kalmasına yardımcı olacak yollar keşfetmesini sağlıyor. Bunun için Roshi ona bir gün “Neden oturma meditasyonuna devam ediyorsun? Artık iyice yazma pratiğine yönelmelisin. Eğer yazarken yeterince derine inersen, bu seni her yere götürebilir.” demiş.

Zihnimize bir şey yaptırmak zorunda olmadığımızı söylüyor Goldberg. Zihnimizin yolundan çekilmemiz gerekiyor yazarken. Burada en önemli olan şey, düşünceler zihnimize nasıl akıyorsa oldukları gibi onları kâğıda dökmek. Düzeltmeler, filtrelemeler, yeniden yorumlamalar daha sonra gelecek. Bunu sık sık uygulayan biri hem yazma pratiğini daha kolay kazanabilir hem de kalbini, zihnini yumuşatır, esnekleşir, iyi-kötü, güzel-çirkin arasında bir fark görmeden tabiatı, kâinatı kucaklar. O büyük akışa katılır. Pek çok manevi pratiğin de insanlara bunu öğrettiği açıktır. Burada en mühim mesele iradedir. Yeterince iyi kullanılan ve disiplinli biçimde faaliyete geçirilen irade, insanı kararlılıkla mühürleyecektir. Nitekim Katagiri Roshi bir gün Goldberg’e şöyle demiş: “Senin küçük iraden tek başına hiçbir şey yapamaz. Bunun için Büyük Kararlık gerekir. Büyük Kararlılık sadece sizin çaba göstermeniz anlamına gelmez. Tüm evren arkanızda ve sizinle birlikte demektir – kuşlar, ağaçlar, gökyüzü, ay ve on yön.

Yazmak; hayat yolculuğumuzda bize eşlik ederken kimi zaman arkadaşımız olur, kimi zaman terapistimiz, kimi zaman ailemizden biri. Dolayısıyla bizimle pek çok sır paylaştığı gibi en zor zamanlarımızda saplandığımız bataklıktan, düştüğümüz kuyudan, kapıldığımız karanlıktan da bizi çekip çıkarır. Goldberg eşinden ayrıldığında Roshi ona “Yalnız yaşamayı öğrenmelisin. Nihai mesken orasıdır.” demiş. Yalnızlığa alışmanın zorlukları içinde Goldberg’i ayakta tutan hep yazmak olmuş. Nihayet yalnızlık, kullanışlı bir enstrümana dönüşmüş yazma yolunda. Yazarın bu konudaki tavsiyesi şöyle: “Sanat iletişimdir. Bir başına kalmanın acısını tadın ve oradan yola çıkarak tüm yalnız insanlara yönelik bir bağ ve şefkat geliştirin. Sonra yazdıklarınızda, birini düşünerek ve hayatınızı ona ifade etmek isteyerek kendinizi bu yalnızlıktan kurtarın. Yazdıklarınızla başka bir yalnız ruha ulaşın… Yalnızlığı kullanın. Onun sızısı dünyayla yeniden bağlantı kurmak için aciliyet yaratır. Bu sızıyı alın ve konuşmak, kim olduğunuzu ve ışığı, odaları ve ninnileri nasıl önemsediğinizi söylemek için duyduğunuz ifade ihtiyacınızı daha derine ilerletmek için kullanın.

Bazen bir restoranda yazmak durumunda kalabiliriz. Tam konuya yoğunlaşmışken evimizi arkadaşlarımız istila(!) edebilir. Aklımıza hiçbir konunun gelmediği sabahlar olabilir. Bugün tam da yazı yazılacak bir gece diye düşünürüz ama o gece geldiğinde bütün yazma hevesimiz uçup gidebilir. Hayatta her şaşırılacak hadise kâğıda geçmeyebilir. Neticede her şey yazılacak diye bir kaide yok. Ama yazmak zorunda oluşla birlikte yazılması gereken oldukça zor konular da var. Din öyle, siyaset öyle, cinsellik öyle. Tüm bunlar için oldukça faydalı yollar sunuyor Goldberg. Durumlara bu kadar sade ve çözüm dolu bakışlar atmasında, hep bahsettiği ve başvurduğu Zen pratiklerinin de mutlaka faydası var, bu açıkça görülüyor. Çünkü çok dingin ve çok sakin. Kendini bilen de ne yapacağını mutlaka biliyor. Yazmanın başında da sonunda da kendine samimi olmak var. Ne gerekiyorsa onu yapmak var. Tıpkı bir Zen deyişindeki gibi: “Konuştuğunuz zaman konuşun, yürüdüğünüz zaman yürüyün ve öldüğünüz zaman ölün.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Şubat 2024 Salı

Deliliğin eşiğindeki kadın: Ophelia

William Shakespeare 1600 yılında yazdığı Hamlet oyunuyla on yedinci yüzyıla görkemli bir giriş yapar. Orijinal adı Danimarka Prensi Hamlet’in Trajik Hikâyesi olan bu oyun, Shakespeare trajedileri içinde en çok bilineni, okunanı ve sahneye konulanıdır. Shakespeare’in otuz sekiz oyunu içinde en uzun olanıdır, sahnelenmesi tam dört saat sürer. Prens Hamlet’in, babasını öldürdükten sonra annesi Kraliçe Gertrude’la evlenen amcası Claudius’tan nasıl intikamını aldığını anlatır. Olay örgüsü, duyguların monologlarla verilmesi ve oyun içinde oyun tekniği metni katmanlaştırır, derinleştirir. Okur, Hamlet’in nasıl intikam alacağına, Claudius’un kötülüğüne, Horatio’nun dostluğuna ve ölmüş kral Hamlet’in hayaletinin söylediklerine odaklanır, heyecanlanır, hayıflanır. Tüm bu olaylar silsilesi içerisinde göz ardı edilmemesi gereken bir kadın karakter vardır, Ophelia. Güzeller güzeli genç kız Ophelia, yirmi sahnenin sadece beşinde görülmesine rağmen sanatçıların, yazarların, tiyatrocuların daha çok dikkatini çeker, neredeyse Prens Hamlet’ten daha önemli hale gelir. Ressamlar Ophelia’nın onlarca tablosunu resmeder, sanatçılar heykellerini ve çizimlerini yapar, yazarlar onu yeniden kurgular, Freud ve Lacan gibi ünlü psikanalistler onun üzerine teori ve kuram geliştirir, feministler ise onun oyunda çıkmayan sesini yeniden var eder. Hatta öyle ki Hamlet’in son dönem uyarlamalarında Ophelia başroldedir, oyun onun etrafına kurgulanır. Kısacası Ophelia dört yüz yıllık edebiyat tarihinde herkesin gözünün üzerinde olduğu en önemli kadın karakterlerden biridir.

Eleştirmen Lee Edwards, “Ophelia’sız bir Hamlet hikâyesi vardır ama Hamlet olmadan Ophelia yoktur.” der. İşte bu hikâyesiz kadını var etmek için seferber olmuş okurlar ve yazarlar, Shakespeare’in Ophelia karakterini bu oyuna koyma amacını araştırır, teoriler geliştirir. Acaba Shakespeare Elizabeth Dönemi’nin patriarkal düzenine bir eleştiri mi getiriyor yoksa Ophelia’yı öldürerek “Fazla tutkulu kadının sonu ölümdür.” mü diyor? Geniş bir kitle birinci seçenekten yana. Shakespeare o dönemin kadını bastıran, ezen, boyun eğdiren eril düzenine bir eleştiri getiriyor. Elizabeth Dönemi tiyatrosunda kadınların sahneye bile çıkamadığı, ancak erkeklerin kadın kostümüyle onları canlandırabileceğini biliyoruz. İşte kadının toplum içerisindeki bu bastırılmışlığından yola çıkan Shakespeare, Ophelia’yı yaratır.

Kolay olmamalı seninle görüşmek;
Haydi deyince elde edilecek bir şey;
Hamlet efendimize gelince, şunu unutma;
Bir delikanlıdır o ve daha serbesttir senden
Dilediği gibi at oynatmakta.
Kısacası Ophelia, inanma yeminlerine.(sf:24)


Ophelia, oyun boyunca üç farklı erk tarafından susturulur ve üç farklı ruh durumuyla karşımıza çıkar. Oyunun en başında abisi Laertes ona namusunu koruması ve kendisini kirletmemesi gerektiğini söyleyerek hem cinselliğini bastırır hem de kimsenin bağlılığına inanmaması gerektiğini çünkü kendisinin bir çocuk olduğunu vurgulayarak ona psikolojik şiddet uygular. Babası Polonius’un da desteğiyle Hamlet’le buluşmaması gerektiğini ekler. Ophelia ise Laertes’in söylediklerini kastederek “Hepsi kilitli aklımda, anahtarı da sende!” diyerek tüm bu düzene boyun eğer. Eğmesine eğer ama Hamlet, ona mektuplar yazmaya devam eder ve aklını çelerek kendine aşık eder.

İnanma istersen yıldızların yandığına,
Güneşin döndüğüne inanma,
Doğrunun ta kendisini yalan bil,
Ama seni sevdiğime inan Ophelia (sf:48)


İkinci görünümünde Hamlet’e tertemiz aşkını sunan, tutkulu bir kadınla karşılaşırız fakat ne yazık ki bu aşk karşılıksızdır. Ona mektuplar yazıp, görüşmek için yanıp tutuşan Hamlet, birden Ophelia’yı geri çevirir, aslında onu hiç sevmediğini söyler, onunla dalga geçer, hakaret eder ve sonunda da “Kendini bir manastıra kapat!” diyerek onu aşağılar, dışlar ve yok eder. Bir ara tüm erkekleri kastederek, “Aşağılık herifleriz hepimiz; inanma hiçbirimize, manastıra gir…” der ve onu korumak istediği için bunları söylediğini ima etse de daha sonra “erkekleri canavara çevirdiğini” dile getirerek kadınsılığını suçlar, onu bayağı bir kadın gibi gösterir ve sonunda Ophelia’nın yıkımına sebep olur.

Üçüncü görünümünde Ophelia delirmiştir. Karasevda ve melankoli, onu deliliğe sürüklemiştir. Eski halk türküleri mırıldanır ve evlenmeden önce cinselliği yaşadığı için erkeği tarafından terk edilen bir kızla ilgili bir mesel anlatmaya başlar. Bu mırıldandığı şarkı, okurlara, oyunun başında Ophelia’ya aşk mektupları yazan Hamlet’in daha sonra ona kötü davranmaya başlamasıyla ilgili bir ipucu olduğunu düşündürür. Bu sahnenin hemen akabinde Kraliçe Gertrude, Ophelia’nın elinde çiçeklerle suda boğulduğunu haber verecektir. Ophelia’nın aşkı ve tutkusu, onu deliliğe ve ardından da ölüme sürüklemiştir.

On dokuzuncu yüzyıl romantikleri ve psikanalistleri onun deliliğine ve cinselliğine sahip çıkar, onu araştırmalarında ve tezlerinde kullanırlar. Feministler onun eril toplum tarafından kötüye kullanıldığını ve deliliğinin sebebini patriarkal düzenin gücü olarak yorumlar. Foucault, onu tutkulu bir kadın olarak tanımlar ve “Melankoli ve histeri, tutkulu insanları bulur.” der. Oyun boyunca sesini çıkarmaya bile imkân bulamayan güzeller güzeli Ophelia, melankolik aşkın kurbanı olur. Lacan’a göre bu karakteristik zayıflıktır ve onun deliliğine sebep olan da budur. Feministlere göre ise sesini bulamadığı ve bastırıldığı için delirmiştir. Ophelia’yı hangi kurama oturtursak oturtalım, şu gerçekle karşılaşıyoruz, oyun eril düzenin üzerine kurulmuştur. Babası Ophelia’yı ve onun aşkını anlamaz, onun duygusal ihtiyaçları olabileceğini fark etmez çünkü o bir kadındır, namusunu korumak için maskülen bir dille onu uyarır. Ağabey Leartes onun sahibiymişçesine konuşmalar yapar, Hamlet ise sözel saldırıyla kendisinin duygularını bastırır. Eğer Ophelia, Hamlet’le görüşürse babanın ve ağabeyin saygınlığı zedelenecektir. Hamlet ise ona aşkını pervasızca sunan bir kadını istememektedir. Böylece çapraz baskı altında kalan zavallı Ophelia çareyi ölümde arar. İlerleyen yüzyıllarda Tess, Madam Bovary, Anna Karenina toplumun ahlak kurallarının dışına çıkacakları için öleceklerdir. Ölmek namusunu temizlemek mi yoksa baskıdan kurtulmak mıdır?

Oyundaki sembollere bakacak olursak, Ophelia’nın taşıdığı çiçekler onun aşkını ve aklını sembolize eder. Delirme sahnesinde çiçekleri dağıtmaya başlar ve oyunun sonunda boğulduğunda tüm çiçekler etrafa saçılmıştır ki bu da bozulmuş masumiyetini işaret eder. Ophelia’nın öldüğünü gören Kraliçe Gertrude’un onu bir deniz kızı gibi betimlemesi ise Ophelia’yı yüceltir ve aşkı uğruna ölmesi ona masumiyetini geri kazandırır.

Ve Ophelia düşmüş bütün çiçekleriyle
Gözyaşları içine ırmağın.
Etekleri açılıp yayılmış da sulara
Bir süre kalmış ırmağın üzerinde deniz kızı gibi. (sf:134)


Ophelia, babasının sözünü dinleyen küçük ve masum kızdan, tutkulu bir aşığa, oradan da delirmiş bir kadına dönüşür. Bu dönüşümü onun patriarkal düzene başkaldırısı ve bir türlü anlaşılamamasına verdiği bir tepkidir.

Shakespeare’in Ophelia’yı neden daha derin ve detaylandırarak anlatmadığını bilmiyoruz. Hikâyenin ismi “Ophelia” değil ve biz aslında Danimarka Prensi’nin trajedisini okuyoruz. Freud’a göre Hamlet, Shakespeare’in ta kendisi. Oğlu Hamnet’in ölümünden sonra bu oyunu yazdığını, bu yas sürecinin ödipal kompleksiyle birleşince ortaya bunun çıktığını, Ophelia’nın ise sadece zayıflığından dolayı delirip öldüğünü anlatıyor. Oyunun üzerinden dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen kadının sesinin bastırılıp susturulması hâlâ güncelliğini koruyan bir mevzu olduğundan olsa gerek, Ophelia hâlâ konuşuluyor. Toplumda sesini bulamadığı için yok olup giden onlarca kadının sesi oluyor belki de…

Ne diyelim, çok yaşa Ophelia!

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Karnavalesk bir İstanbul sözlüğü

Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi sadece Türk ansiklopedi tarihinde değil tüm Dünya’da da kolay kolay emsaline rastlanmayan özel bir bütün. Her ne kadar tamamlanmamış olsa da Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe'de anlattığı ülke arazisine denk boyutlara ulaşan mükemmel haritası gibi asla tam olarak gerçekleşmeyecek bir proje idi İstanbul Ansiklopedisi. 1944 ile 1973 arasında yayınlanan bu ansiklopedinin 11. ciltte G harfine ulaşabildiğini düşünürsek Z harfine ulaşmak için ne kadar cilt yayını gerekeceğini tahmin bile edemeyeceğimizi kabul edersiniz. Nitekim ansiklopedinin maddeleri arasında standart ansiklopedilerde yer almayan bilgiler olduğu gibi (1944 yılında Abdullah Ağa Çeşmesi susuzdu gibi…) başka ansiklopedilerde rastlanamayan madde başlıklarına rastlarız. Mesela Berber Abdi Çelebi gibi. Ansiklopediyi karnavalesk kılan da tam olarak budur. Nitekim Orhan Pamuk da külliyatı gerçek bir ansiklopediden ziyade İstanbul’un kendisine benzetirken pek de haksız sayılmaz. Öte yandan bizde hatıra yazma geleneği zayıf olduğundan Koçu olmasa kayda geçmeyecek bir çok detay, kişi, anlatı ve anekdot adeta unutuluştan kurtarılmıştır. Bu yönü ile Koçu ile karşılaştırılabilecek tek metin Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’dir.

Gelelim Sermet Muhtar Alus’a. Onun hakkında en isabetli isimlendirmeyi Refik Halit Karay yapmış. “İstanbulist” demiş Alus için. Bütün yazı mesaisine İstanbul’a vakfeden velut bir yazar Alus. İstanbul Sözlüğü ise onun İstanbul Ansiklopedisi için kaleme aldığı maddelerden oluşuyor. 1952’de vefat eden Alus’un ilk cildi 1958’de yayınlanan ansiklopedi için kaleme aldığı maddeleri iki kapak arasında hiç görememiş olması hikâyenin bir başka dramatik yönü. Kitap bir yönüyle tadımlık bir İstanbul Ansiklopedisi hüviyetinde bir yönüyle de Alus’un o büyük külliyatına emsalsiz bir katkı sunuyor.

Arap Abdullah maddesi ile başlıyor sözlük. Bir dönem paşalığa kadar yükselen kabadayılardan olan Arap Abdullah Paşa’yı; Alus yarı-kurgu diyebileceğimiz Onikiler romanının önemli karakterlerinden biri olarak anlatmıştı. Sermet Muhtar, Arap Abdullah’ı bir sözlük maddesi olarak işlerken üslup ve dil olarak en az romanındaki kadar renkli ve canlı bir anlatım kullanıyor.

İstanbul, sözlükte farklı yönleriyle ete kemiğe bürünüyor. İstanbul’da yaşanan bazı olaylar, tarihi açıdan olmasa da bir dönemin karakteristiğini yansıttığı için not edilmesi gereken kişi ve karakterler, dönemin mekânları ve zamanın yiyecekleri sözlüğün maddelerini oluşturuyor. Bu sözlük maddeleri dönemin gündelik hayatını çalışmak isteyen tarihçilere, sosyologlara ve antropologlara ilham verici cümleler sunuyor. Edebiyatçılara ise ufuk açıcı sayfalar içeriyor İstanbul Sözlüğü. Üslubu, dili ve anlatımıyla da dilimizin lezzetini hissetmek isteyenler bir ziyafet sofrasıyla ile karşı karşıya kalıyorlar bu kitapta. Mustafa Kirenci ve Eren Yavuz’un titiz bir çalışma ile okurla buluşturduğu “İstanbul Sözlüğü” kolektif hafızasızlığımıza şifa niyetine sayfalar içeriyor.

Alus olmasaydı “Âfitab Kırtasiye Mağazası” unutulup gidecekti besbelli. Tıpkı Domates Ahmed Bey gibi veya bilardo şampiyonu Aleko gibi. Evet, bu isimler “standart” bir ansiklopedide eksikliğini hissedebileceğimiz madde başlıkları değil. Kitabı farklı ve özel kılan da tam olarak bu yönü zaten. Japon Mağazası Sahibi Avni Bey’i tanımak İstanbul’u tanımanın şartlarından biri. Çünkü II. Meşrutiyet’te ticaret hayatından çekilen Avni Bey’in mağaza açmanın hor görüldüğü bir dönemde ticarete başlayıp vitrin düzenlemesi yapması, iki dirhem bir çekirdek işinin başında olması bu topraklardaki “batılılaşma” kodlarına dair de fikir vermekte bize. Konak ve yalılarda haremlik ve selamlık arasında yemek tepsisi, içecek gibi eşyaların naklinde kullanılan dönme dolapların aynı zaman da dedikoduların iletilmesinde de yararlanıldığını bilen bir yazar, dönem romanı yazarken bu özellikten de yararlanır tabii ki. Döşek bozgunluğu deyimi, doğum esnasında lohusa kadının hayatını kaybetmesinin gündelik hayattaki yerini anlatırken dönemin zihin haritasını da okuruna takdim etmiyor mu? İdmancılar Şeyhi Faik Bey’in lakabı bile ilham verici değil mi sizce?

Bir de büsbütün unutulmuş meslekleri veya var olan mesleklerin “unutulmuş” hallerini öğreniyoruz sözlükten. Devrinde mahalle aralarının vazgeçilmezleri aralarında sayılan bu meslek erbabını tanımak gündelik hayata dair de ipuçları sunuyor bize. Hangi meslekler mi var sözlükte? Selatin camilerin avlularında mesleğini icra eden seyyar ayak berberlerini, boğçacı kadınlar, at canbazlar bunlar arasında yer alıyor.

Doç. Dr. Yakup Öztürk’ün Sermet Muhtar Alus’un yazı mesaisi hakkındaki tespitlerini önemsiyorum: “Elbette 1930’larda birden yoğun bir biçimde yazması tesadüfe bırakılamaz. Öncelikle, bütün yazı mesaisini İstanbul’a harcaması, bu şehrin o yıllarda gözden düşürülmüş, reddedilmiş, bakımsızlığa muhtaç bırakılmış olmasına bir tepkidir. Cumhuriyet, mamur edilecek şehir tercihini Ankara’dan yana kullanmış, Osmanlı Devletine yüz yıllarca payitaht olmuş bir şehir, eskinin toptan reddi politikaları içerisinde kasten ihmal edilmiştir. Bu ihmal, fizikî yapının bozulmasından öte asırlarca örülen kültürün yok olmasını getirmiştir. Sermet Muhtar Alus, devletçi ve milliyetçi politikalarla içe kapalı idari sistemin çok kültürlü, çok sesli İstanbul hayatını tüketmeye başladığının farkındadır.” Bu noktada Walter Benjamin’in “Büyük şehir insanını büyüleyen ilk bakışta değil son bakışta aşktır” sözünü Alus’un yazdıkları çerçevesinde hatırlamadan edemiyorum. Alus’un yazdıklarını o son bakışın hatırına kaleme alınmış birer aşk mektubu olarak görüyorum kendi hesabıma.

İstanbul Sözlüğü’nün bir güzelliği de yer verdiği çizimler. En az metinlerdeki tasvirler kadar güzel ve ilham verici bu çizimlerle birlikte İstanbul Sözlüğü; diliyle, üslubuyla ve içerdiği malumat detaylarıyla kurgu bir metni okuma keyfi verecek, İstanbul’la ilgili tarihi ve fantastik nice metne de ilham kaynağı olabilecek özel bir kitap.

Bu açıdan İstanbul Sözlüğü’nü kütüphanenizin sözlük ve ansiklopediler rafına terk edip lazım olunca müracaat etmeyeceğiniz tam tersine tekrar tekrar keyifle okuyabileceğiniz bir kitap olacağını düşünüyorum.

Reşat Ekrem Koçu, Alus’tan bahsederken “İstanbul’un en büyük evladı” der. Bence bir şans verin Sermet Muhtar Alus’un İstanbul Sözlüğü’ne… Sonra mı? Emin olun Alus’un diğer kitapları da birer-ikişer okuma listenize dâhil olacaktır.

Suavi Kemal Yazgıç
medium.com/@suaviy

21 Şubat 2024 Çarşamba

Akıl korkarken kalp üstüne yürür bütün gölgelerin

“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün içilmezse 3 saat.”

Başlangıçta kimse yoktu, hiçbir şey soğuk da değildi, güneş öyle yakıcıydı ki hayat suyun içine saklandı. Ne zaman ki ilk nefes güneşe üfledi, yaşam suyun içinden çıkıp bir şezlonga uzandı. Âdem’le Havva dişledikleri elmanın tadı damağında, yıllarca birbirini aradı durdu peki sonunda ne mi oldu; olacakların, olmuşların, olması muhtemel olanların rüyasını görecek insanlar dünyaya dağıldı. Hırs gökyüzünde kara bir bulut, akıl yeryüzünde kibirli bir dev olarak peyda oldu. İnsanların gölgesi düştü üzerlerine, gölge boyu uzun olan sakladı hırsını da kibrini de, saflığını da, zekâsını da. Ne zaman ki hırs döşeğinde uykuya daldı insanlar, işte o zaman ateşin rüyasında olan canavar uykusunu delip pençesini geçirdi etrafındaki herkese. Kimse kurtulamadı kendine palavradan destan yazan iki kişi dışında!

İhsan Okay Anar’ın çarpıcı üslubuyla kurguladığı Abdülhamit dönemindeki tahtelbahirden geriye iki kişi kaldı gerçekten de; âleme ibret olsun diye mi, yoksa olanların gün yüzüne çıkma isteğine araç olmaları için mi bilinmez. Olanların tellallığını yapacak birileri hep bulunur dünya denen yuvarlağın üzerinde.

Yazar sekiz yıl evvel yayımladığı son romanı Galiz Kahraman’dan sonra bir daha roman yazmayacağını şu sözlerle açıklamıştı: “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim. Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir. Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Burada yazı yazarın peşini bırakır mı sorusu aklıma gelse de bu başka bir yazının konusu olarak kalacak çünkü Anar’ın söylediklerinde benim asıl odaklandığım nokta “Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim.” sözleri oldu. Sekizinci kitabı Tiamat Şubat 2022’de raflardaki yerini aldı. Anar her ne kadar bir daha yazmama sözünü tutamasa da başka bir türde yazma kehanetini gerçekleştirmiş görünüyor.

Tiamat kimileri için bir zombi romanı, kimilerine göre bir denizaltı bana göre ise kesinlikle korku-gerilim-aksiyon türünde bir roman. Anar Türk edebiyatının kör noktalarına bu romanıyla atış yapmış. Yazarın tek mekân kullanımı, tamamen kapalı bir alanın tercihi okurlarını klostrofobileriyle karşı karşıya getiriyor. Okurken bulunduğunuz yerin camlarını açmak suretiyle yer yer hava almak istiyorsunuz.

İhsan Oktay Anar’ın felsefeci olduğunu okurları çok iyi bilir, öyle ki kaleme aldığı tüm eserlerinde felsefenin ayak izlerini görmek mümkündür. Anar’ın büyülü imgelem dünyası bu eserinde okurunu birçok şeyin peşine düşürüyor. Kendini okuturken okurunu sürekli öğreneceği bir şeylerin ardında koşturan bir kitap Tiamat. Bazen mitolojik bir tanrıçanın peşine düşüyor, kimi zaman bilim tarihine uzanıyor, bazen de inanç bağlamında kurgulanan paragrafların peşinde geziniyorsunuz. Mors alfabesinin, demirin, tahtanın, eserin anlatıldığı dönemdeki teknolojinin bilgileri Tiamat’ta yazarın ne yapmaya çalıştığı ile ilgili ipuçları veriyor.

Denizin altında zengin olma hayaliyle, ellerinde bir sandıkla sıkışıp kalan mürettebatın ahvali ast üst ilişkileri noktasında incelikle anlatılıyor. Buradan yukarıda olanların aslında sürekli zıpladıkları için arada başlarının göründüğüne ikna ediyor yazar bizi. Günümüz görünürlük çağı için de bu zıplamak meselesi aynı değil mi sahi? Ha tahtelbahirde sürekli zıplayan kumandan, ha sosyal medyada birkaç beğeni ve takipçi adına hoplayıp zıplayan insanlar.

Anar’ın denizcilik terminolojisi noktasında çok iyi çalıştığı ya da profesyonel bir yardım aldığı muhakkak. Kitabül Hiyel ve Amat kitabı için de bu durum geçerli olsa da kitaplar arasında pek bir benzerlik yok, mürettebatın başına gelen garip olaylar dışında. İlk seksen sayfa terminoloji nedeniyle yokuş yukarı tırmanış gerektiriyor, ancak sonrası gerçek bir roman okumanın verdiği hazla yorgunluğu unutturuyor.

Türk okurları klasik olarak sevdiği yazarların son çıkan kitaplarını hep en sevdikleri kitapla karşılaştırır. Tiamat hemen Puslu Kıtalar Atlası’nın önüne atılıveriyor. Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünmeden edemiyorum, okur elbette tadı damağında kalan lezzeti arıyor ancak araya giren yıllar, yazarın değişimi, hesaba katılmadan yapılan değerlendirmeler yavan ekmek gibi okuru susatıp duruyor sadece. Belki de ikisi arasındaki tek bağlantı Puslu Kıtalar Atlası‘nın meşhur Uzun İhsan Efendi'sinin bu kitapta olmaması. Uzun İhsan Efendi yazarla da özdeşleşen bir karakter olarak Anar’ın Tiamat dışında yazdığı bütün eserlerinde görülmüştü.

Tiamat bilim kurgu, korku, aksiyon-gerilim, fantastik gibi birçok tür üzerinden okunmaya müsait bir roman. Bu yazarın koşulsuz bir başarısı bence, birçok türü yüz elli altı sayfalık kısacık bir romanda toplamak kolay bir iş değil. Özellikle roman boyunca şunu düşünmeden edemedim; şayet hakikaten 1915 yılında olsaydık, Osmanlı yazınında bilim kurgu örneği olarak okunacak ve hiç de garipsenmeyecek bir kitap olabilirdi Tiamat.

Kitap alt metin açısından da göndermeler cenneti olarak karşımızda. Evvela isminden başlarsak Tiamat tahtelbahirin çağrı kodu, T1AMAT şeklinde yer alıyor kitapta. Kelime anlamı açısından mitolojide deniz tanrıçası olarak geçiyor ve ne tesadüf ki bu tanrıça ilk kaostan sorumlu. Söz konusu tahtelbahirin mürettebatı da batırdıkları şilepten buldukları sandukayla birlikte büyük bir kaosa sürükleniyor. Burada insanın aklına dünyadaki ilk kaos geliyor, Habil ve Kabil arasında olanlar yani. Anar’ın yaradılış ve varlık noktasındaki mesajları kitabın bütününde yer yer karşımıza çıkıyor. İnsanın yaradılışı ve en çok da yeryüzüne inişi bir kaosun sonucudur, tahtelbahir de romanda kuvvetle ihtimal dünyanın kendisini temsil ediyor, mürettebat ise bütün insanlığı.

Bu sonuca kitabı hiç okumadan Ali Yaycıoğlu’nun Osmanlı tuğrası içine yerleştirdiği gemi ve mürettabından mülhem kapak resminden varmak mümkündür. İnsan dünyada sıkışıp kalmıştır ve gerçek hayatta birden fazla sanduka ve canavar vardır. Bugün günlük hayatımızda üzerimize salyalarını akıtarak kafamıza çiviler fırlatan canavarları saysak listeye hangileri girerdi; ırkçılık, kapitalizm, mobingler, aile baskıları, el âlem canavarı, başarı putları, kariyer planları… Liste böyle uzayıp gider muhtemelen.

Anar’ın tahtelbahirin içine sıkıştırdığı mürettebattaki tipler toplumu aynalar. Osmanlı’nın erkek egemen dünyası da romanda çıplak bir kadın gibi karşımızdadır. Mesela aşçı olan Karagümrük neden sıskadır, yemediğini yedirerek o büyük günaha teşne bir tip midir? Kumandanın sağ kolu Mülazım, üst ast hiyerarşisine fazlası ile maruz kalırken mış gibi yapması kaçınılmaz mıdır? Sonra Parlakçı’nın ya da Baltanur’un kusurları neydi? Gemiyi günahkâr bir mürettebatın doldurduğunu düşünürken karakterlerin hepsi için ayrı ayrı sorular sormak mümkün elbet.

Metinlerarasılık anlamında zengin bir roman denilebilir Tiamat için yine. Her ne kadar Babil Yaratılış Destanı ile birebir ilgili olmasa da romanda mürettebatın sonunu getiren yedi çivi ile destandaki yedi tablet benzerliği dikkat çekicidir. Bu kısa romanda Anar, diğer eserlerinde olduğu gibi dini sorgulamaları, aklın sınırlarını, korkuyu, ölümü aralara yerleştirmek suretiyle irdeler sürekli.

Son olarak bu zengin ama kısa metinin sinematografik açıdan zenginliği eminim dikkatli okurun gözünden kaçmaz.

Anar ile daha önce tanışmamış olanların bu kitapla başlaması muhtemelen pek doğru bir seçim olmayacaktır; ancak dikkatli okur nezdinde postmodern romanın en iyi örneklerini veren Anar’ın zengin hayal dünyası ve birikimini aktaracağı nice romanlar yazacağını umarak şöyle bitirmek istiyorum:

İnsan kendi karanlığının gölgesinde yürürken kendini kör sanıyor. Gün gelip karanlık bittiğinde bizi birilerine anlatacak birkaç mürettebatı sağ bırakmamız lazım. Anar, “Akıl bize korkmayı öğretir.” diyordu Tiamat’ta. Doğru ama eksik sanki. Akıl korkarken kalp üstüne üstüne yürür bütün gölgelerin. Bu yüzden başlangıçta her şey sıcak, dolu ve anlamlıydı çünkü insan bir mana üzere yaratıldı. Sona yaklaştıkça kendimiz hakkında öyle çok bilgi verir olduk ki etrafa mana denizinde buharlaştık ve kara deliklerin sahibi olduk. Kör zekâların ışıldayan gözleri beyaz kuğuların tüylerini yolarken siyah kuğulara kadeh kaldırdı. Akıl tutuldu, göz kapandı, gemi battı.

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

20 Şubat 2024 Salı

Kant'ın düşünce sisteminde adalet

Tarih boyunca büyük düşünürler, ilim insanları hep daha iyi bir toplumun daha doğrusu ideal toplumun nasıl olacağı fikrinin peşine düşmüşlerdir. Bu düşünce mesaisi de onları ister istemez adalet kavramına yönlendirmiştir. Ancak adaletin tesis edilebildiği bir toplum, ideal toplum hüviyetine kavuşacaktır.

Filozoflara baktığımızda Sokrates’in çabası ilk olarak karşımıza çıkar. Sokrates, adaletsizliğin çözümü için tek tek bireyleri dönüştürme, kemale erdirme çabasına girmiştir. Ancak çabası başarısızlıkla sonuçlanmış, neticede de kendisi idam edilmiştir. Platon üstadının başarısızlığından gerekli dersi çıkarmış ve çözümün tek tek bireyleri dönüştürerek değil de doğrudan devleti dönüştürerek gerçekleşeceğine karar vermiştir. Kararı doğrultusunda da bir filozof tipi ortaya atmıştır: İdeaların bilgisine vakıf ve devlet yöneticisi bir filozof.

Platon, Sokrates gibi idam edilmemiştir ama sunduğu filozof tipi de hiçbir zaman yönetici olmamıştır. Ancak bu başarıya nereden baktığımıza bağlı bir konudur. Neticede Sokrates böyle bir çaba ve düşünceye girişmeseydi, Platon da kendi düşüncesini ortaya çıkaramayacaktı. Daha sonra Aristoteles de olmayacaktı belki. Aynı şekilde Kant’ın adalet düşüncesi de yine onların çabalarının sonucunda düşüncenin birbirine değer katarak ilerlemesiyle gelişecek ve zuhur edecekti.

Kant’a göre insanın duygulanımları nefsi ve bedenine bağlıdır ve o nedenle göreceli anlayışlara zemin hazırlamaktadır. Kant bilgi problemini çözüp mantığı temellendirerek ahlakı formel bir şekilde belirlemeyi amaçlamıştır. Böylece de mantık nasıl duygulara aşkın ise, bilgi ve ahlak da duygulara aşkın olacaktır.

Mantık, eylemin belirleyicisidir. Ahlak da doğru bir şekilde temellendirildiğinde, insan göreceli olmayan doğru davranışlar sergileyecektir. Saygı ve sevgi koşulsuz bir şekilde insan yaşamında yerini edinecektir. Kant, yetmişli yıllarının başındayken Kral Wilhelm’e yazdığı bir mektupta “kendi içimdeki yargıcı eserlerimi yazarken hep yanımda hayal ettim” şeklinde yazacaktır. Dahası “alemlerin yargıcı önünde hesap vereceğim” diyerek de adaletin sonsuzlukta mutlaka tesis edileceğini ve vicdanının bunu örtbas edemediğini itiraf edecektir. Bu iki itirafı dahi Kant’ın adalet üzerine ne denli titizlikle çalıştığını ve konuyu ne kadar hassasiyetle ele aldığını göstermektedir.

Kant yazdığı bütün eleştirel eserleri “kritik” kelimesiyle adlandırmıştır. Kelime Yunanca “krinein” kelimesinden türetilmiştir ve temelde “ayırt etmek” pratikte ise “yargılamak” anlamına gelmektedir. Kant böylece eserlerinde adalet arayışını saf aklı, pratik aklı ve yargı gücünü yargılayarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.Yani Kant’ın “kritikleri” aynı zamanda bir yargıçtır.

Kant’ın en temele aldığı soru “Quid juris” sorusudur. Anlamı “Ne hakla?” demektir. Ne hakla sorusu Kant’ın düşüncelerinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla Kant kavramları ele alır ve eleştirirken dahi onların ne hakla o şekilde değerlendirildiğini incelemiş ve yine adalet düşüncesini tesis etmede yargıçlık yapmıştır.

Kant’a göre siyaset ve ahlak birbirinden ayrılamaz. İyilik ve kötülük gibi ahlaki kavramlar, siyasetin içinde bizatihi yer almaktadır. Kant’ın siyaset anlayışında yasallık, biçimselcilik, zorunluluk ve evrensellik gibi kavramlar ön plandadır. Kant’ın adalet ilkesinde, evrensellik bir kanıt olarak merkezdedir. “Her bir iradenin özgürlüğünü, başka herkesin özgürlüğü ile birleştiren her eylem adildir” sözü Kant’ın adalet çerçevesini netleştirmekte ve çizmektedir.

Oğuz Düzgün’ün çalışması olan Kant’ta Adaletin İmkanı biz okurlara adalet kavramının felsefe dünyasında ele alınışını ve Kant’ın düşüncesini ayrıntılarıyla irdeleyerek sunmaktadır. Yaşadığımız çağda dünyada adaletsizliğin kol sürdüğüne şahitlik eden biz modern zaman insanlarının her sayfasından ayrı istifade edeceği bu eser hak ettiği değeri görmelidir. Modern insan, çağıyla o kadar iç içe girmiştir ki ona geçmişe dönmekten ve kavramları tekrar en baştan ele almaktan başka çare kalmamıştır belki de.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

16 Şubat 2024 Cuma

Mostari’de babanın evinde gibi yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık. 2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

"Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!"

Galip Çağ
twitter.com/caggalip