14 Kasım 2023 Salı

Tasavvufta çiçek sembolizmi ve Gülşen-Âbâd mesnevîsi

Tasavvuf tarihimizde üç muhteşem güneş nice gönülleri ısıtmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhi Şems-i Tebrizî, Fatih Sultan Mehmed'in hocası, ordu şeyhi, âlim, tabip ve şair Akşemseddin, Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun pîri, âlim ve şair Şemseddin Sivâsî. Hakikat pınarını temaşa etmiş gözleriyle Anadolu topraklarına ışıklar saçmış bu üç erden Şemseddin Sivâsî'yi biraz daha yakından tanıyalım.

Horasan’dan Zile’ye göç eden bir aileye mensuptur. Adı Ahmed'dir fakat esmerliğinden dolayı Kara Şems olarak tanınır. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Anadolu'da ilk önemli irşad faaliyetlerini gerçekleştirmiş Halveti büyüklerinden Habib Karamânî’nin halifelerinden Amasyalı Hacı Hızır’ın halifesidir. Yani Şemseddin Sivâsî, tasavvufi bir ortamın içine doğmuştur. Medrese tahsilini İstanbul'da tamamlamış, müderrislerin ilim davasından çok başka davalarından peşinde koşmalarına çok üzülmüş ve hacca gitmeye karar vermiş. Dönüşte de Zile'de vaizlik yapmaya başlamış. Kaynaklara göre ilk mürşidi, babasının şeyhi Hacı Hızır’ın halifesi Muslihuddin Efendi. İlk mürşidinin vefatından sonra ise Tokat'ta Abdülmecid Şirvânî'ye intisap ediyor ve on yıl hizmetinde bulunuyor. Otuz beş yaşına geldiğinde hilafet alıyor ve Zile'ye dönüyor. Daha sonra Sivas valisi Hasan Paşa, Sivas'ta inşa ettirdiği Meydan Camii’nde vaizlik yapması için kendisini davet ediyor. Şemseddin Sivâsî burada hem vaizlik yapıyor hem de tekke açarak irşad faaliyetine başlıyor. Ömrünün son demlerinde olmasına rağmen III. Mehmed’in daveti üzerine Eğri seferine katılmış bir sufi kendisi. Hatta bir menkıbeye göre Aziz Mahmud Hüdâyî kendisine bu yaşta neden sefere katıldığını sorduğunda şöyle cevap verdiği söylenir: "Şimdiye kadar cihâd-ı ekber yaparak Hz. Peygamber’in sünnetine uyduk. Ancak cihâd-ı asgara hiç katılmadık. Bu yolda da onun sünnetine uymak lazımdır."

1597 yılında Sivas'ta vefat eden Şemseddin Sivâsî'nin cenaze namazına altmış binden fazla insan geldiği söylenir. Türbesi, Sivas'ın hâlâ en önemli ziyaret mekanlarından biridir. Kendisine dair menakıbname yazan Receb Efendi, onu bizlere şöyle tanıtıyor: Muhammedî-meşrep, Hanefî-mezhep, Halvet-tarik. "Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan" dizesiyle başlayan nutk-i şerifi, günümüzde tekkelerde bilhassa kaside formunda sıkça okunur. Bu nutk-i şerifin "Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk / pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan" dizeleri tasavvuf yolunda seyr u süluk eden taliplere büyük nasihattir. Defter-i Uşşâk'ın himmetleriyle bu dizelerin yorumunu şöyle özetleyebiliriz: "Hakk'ın bir kalbe tecellî etmesi için o kalbden kibir, riyâ, hased, kîn, gadab, hubb-i dünyâ gibi kötü sıfatları çıkarmak gerekir. Nasıl ki yüksek makâm sâhibi kişiler kirli, yıkık-dökük yerlere gitmezlerse Cenâb-ı Hakk da mezmûm sıfatlarla dolu bir kalbe tecellî etmez."

Şemseddin Sivâsî'nin eserlerinden biri, meşhur mesnevîsi Gülşen-Âbâd'dır. 557 beyitten oluşan eserde Sivâsî, çiçekleri konuşturarak dervişlere tasavvufu en kritik meseleleriyle birlikte anlatır. Bu anlamda Gülşen-Âbâd, tasavvufta sembolizmi incelemek için de çok özel bir eserdir. Sözü getireceğim kitap da işte bu incelemeyi yapıyor. Meryem Merve Özdemir, Anadolu'muzu mayalamış bir başka er olan Yunus'umuzun Sordum Sarı Çiçeğe kelamını kitabına isim seçerek ne güzel bir vurguda bulunmuş. Gülşen-Âbâd'da neler var, Özdemir'in kendi kaleminden okuyalım: "Şemseddin Sivâsî bizleri davet ettiği gül bahçesinde, sufiler tarafından mürşid-i kamil eşliğinde yapılan nefisteki dönüşüm yolculuğunu betimler. Seçilen her bir çiçek ve tabiat unsuru sufilerin seyr ü süluktaki hallerine işaret eder. Bir manevi rehber ile çıkılan nefis terbiyesi yolculuğunda yolun adabını, bu yolun talibi ve yolcusu olanların yolda tecrübe ettiği çeşitli halleri açıklar. Mürşid-mürşid ilişkisi, ledün ilmi, teslimiyet, tevazu, riyazet, uzlet, müşahede, edep, sabır, çile, hizmet, yiğitlik, muhabbet, ibret, aşk yolunda perişanlık, ilahi aşk sarhoşluğu, zikir, sema, dergah, keramet, âşık, mecnun gibi kavramları tasavvufi ıstılahlar ile açıklayarak, sufilerin hallerini ve tasavvuf yolunun tecrübelerini anlatır."

A. Süheyl Ünver, Haziran 1977 tarihli bir makalesinde biz Türklerin çiçeklere olan yakınlığından bahseder. "Bir kere, Türk çiçeği çok sever. Çiçekler Tanrı'nın en incelikle, zevkle belirginleşmesine mazhar olmuş kabul edilir. İnsanların yüksek bir kaderleri ve o kaderden gelen iyi huyları vardır. Çiçekler bu ince hislere tercüman olurlar." diyerek aslında mutasavvıfların ve şairlerin çiçeklerden neden beslendiğine de işaret etmiş olur. Meryem Merve Özdemir, ilk bölümünde Şemseddin Sivâsî'nin hayatını, eserlerini ve tasavvufi şahsiyetini anlattığı çalışmasının ikinci bölümünde işte bu çiçek hakikatinin üzerindeki perdeyi kaldırıyor. Türk edebiyatında tabiattan ve çiçeklerden nasıl istifade edildiğini son derece lezzetli bir üslupla dile getiriyor. "Kadim inançların özünde tabiat, ilahi olanın tecessümüdür. Doğa içerisinde canlı/cansız tüm yaratılmış mahlukat yaratılışı gereği birbiriyle uyumlu ve bilinçli bir ilişki sağlayarak bağlantılı, sınırları ve sorumlulukları olan bütüncül bir beraberlik çerçevesinde hizmet etmektedir. Bunun sonucunda tüm kozmos ilahi sistemde birliğin ayrılmaz bütünüdür. Bu birliğin içerisinde, her kadim kültürün tanımladığı ya da pratikte uyguladığı hikmet anlayışının bütüncül (holistik) bir bakış açısına sahip olması, doğaya karşı tüm yaklaşımların mihenk taşıdır." dedikten sonra İbn Arabî'nin Fütuhat'ından çok güzel bir alıntıyı karşımıza çıkarıyor. Bu alıntı Allah'ın el-mümin ve el-hayy sıfatlarını idrak etme noktasında da bizlere yol gösterecektir: "Her şey ya hay-ı natık (hayat sahibi düşünen) veya hayvan-ı natıktır (düşünen canlı). Cemad (donuk) veya bitki veya ölü diye isimlendirilen her şey böyledir. Çünkü gerek kendi kendine ayakta duran ve gerekse varlığı başkasına bağlı her şey, Allah'ın övgüsünü tesbih eder. Tesbit etmek dirilik özelliğiyle nitelenmiş kimseye ait olabilir. (...) Allah şöyle buyurmuştur: 'Her şey onun övgüsünü tesbih eder'. Şey kelimesi belirsizdir ve sadece canlı ve düşünen tesbih edebilir. Bir rivayette müezzinin sesinin ulaştığı her yerde bulunan kuru yaş eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Şeriatlar ve rivayetler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise rivayetlere inanmakla birlikte keşfi elde ettik. Biz, taşların Allah'ı zikrettiğini duyduk. Kulaklarımız onu duydu. Her insanın idrak edemediği şeyleri arifler algılamıştır."

Meryem Merve Özdemir, çalışmasının üçüncü bölümünde Gülşen-Âbâd mesnevisindeki çiçek sembolizmine tasavvufi terminoloji ekseninde bakıyor. Çiçeklerin sultanı gül, baharın gelişini müjdeleyen çiğdem, rengi ve kokusuyla gözleri hep üzerine toplayan sümbül, kırlara ve bahçelere renk katan zerrin-kadeh, divan şairlerinin gözde çiçekleri menekşe ve lale, dışı sert içi yumuşak süsen, ince ve zarif yapılı zambak, suyla arası iyi ve ruhsal temizliğin simgesi olan nilüfer, kendini seven ve önceleyen yapısıyla psikoloji terminolojisinde kritik bir yer tutmuş narsisizmin kaynağı nergis... Yalnızca gönül hanesini mamur edenlerin girebileceği bir hakikat bahçesi. Veliler ise bu bahçenin birer bahçıvanı... Edebiyatta da büyük hüner sahibi olduğunu Gülşen-Âbâd ile göstermiş olan Şemseddin Sivâsî, bu eserini okuyanlara nasıl bir mesaj veriyor? Özdemir, bu soruyu şöyle cevaplıyor: "Hakikat yolcusuna verilmek istenen bu mesaj, kainat denilen makrokozmostaki tüm yaradılışa ibret nazarıyla bakılarak tabiattaki doğum ve ölüm döngüsü üzerinden varlık hiyerarşisinin ve hakikatinin idrak edilmesi, bu hakikatin idrakine tevhid eksenli yaşayış ile varılması gerektiğidir. O'na göre insan tabiatında ne var ise dış dünyada da o tabiat ile uyumlu bir beraberlik ve düzen vardır. Tabiat insanın varlığına ve yaratılış sırrına ayna tutmaktadır. Her şey Allah'tan gelmektedir ve aslına rücu etmek üzere varlık tabiatında dönüşüm yolculuğu yaparak O'na geri dönmektedir. Yaşamın bu döngüsel yolculuğunda varlığın nihai kemalatı, asıl kaynağı olan Kadir-i Mutlak'a varmak üzere çeşitli zorluklar ve aşamalardan geçerek istidadı ölçüsünde hakikate vasıl olmaktır."

Görmek isteyene, talip olana, hakikat muhakkak sırrını açar. Ancak bunun için geçilmesi gereken pek çok eşik vardır. Marifet, güle yakın olabilmektir. Ola ki gül bir nazar eder yahut kokusunu ulaştırırsa talibe, feyz-i ilahi muhabbet bağını kuruverir. Ondan sonrasında bir gönle girmeyi başarmış olan insanın, esas insanlık yolculuğu başlar. Sivâsî Hazretin dörtlüğü ile yazıyı sırlayalım.

"Derdi-i aşka düşmeyen dermana olmaz aşina
Cevre mahrem olmayan ihsana olmaz aşina
Arif olmak ister isen gel nedanem dersin al
Bildiğinden geçmeyen irfana olmaz aşina.
"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Kasım 2023 Pazartesi

Gazzâlî'de düşünmenin ölçüsü

İmam Gazzali’yi yüzyıllardan beri kalıcı kılan en önemli husus zannımca onun ilminin çok yönlü bir çerçeve içinde olması ve neredeyse her alanda Kitaba ve Sünnete dayalı bir düşünce üretebilmiş olmasıdır. O her alana derinlemesine nüfuz etmiş, böylece alanı kusursuz derecede tahlil ederek eksiğini ortaya koymuş ve inananları itidalli olan yola davet etmiştir.

Düşünmenin Doğru Ölçüsü de Talimiyye mezhebine bir eleştiridir esasında fakat Gazzali bu eleştiri bağlamında ortaya bir düşünme ölçüsü koyar. Merkeze Kuran’ı alarak bir meseleye yaklaşım ve doğruyu bulma hususunda belli başlıklar altında ölçüler geliştirerek bir formül üretir. Eserin başında Talimiye mezhebinden bir kişi ile karşılaşmasını anlatır ve eser o kişinin sorularına verdiği yanıtlardan oluşur. Gerçekten böyle bir karşılaşma oldu mu yoksa Gazzali’nin kendince faydalandığı bir kurgu/form mu, orası meşhuldür. Önemi de yoktur. Önemli olan eserin okunması bittiğinde, okuyucunun elinde artık belli bir düzen içinde formüle edilmiş bir çıkarımın bulunacak olmasıdır.

Gazzali kendisini Ehli Sünnet grubuna koyar ve her zaman da bu hassasiyetini vurgular. Öyle ki elimizdeki eserde bütün mevzu mantık çerçevesinde dönerken Gazzali mantığını her zaman Kuran’dan ayetlerle delillendirir. Gazzali’ye göre şaşmaz tek ölçü ayetlerdir. Eğer bir düşüncenin ayetlerden yana bir dayanağı yoksa o düşünce riskli sahadadır, yanılma ihtimali yüksektir ve uzak durulması gerekmektedir. Eğer düşüncenin dayanağı bir ayet ise o zaman o düşünceye sarılmakta bir tehlike yoktur. Gazzali düşünceyi beş ölçüde değerlendirir: Büyük Ölçü, Orta Ölçü, Küçük Ölçü, Telâzüm Ölçüsü ve Teânüd Ölçüsü. Daha sonra şeytanın ölçüsünü ortaya koyarak resimde eksik parça bırakmaz. İmamet ve mucize bahsini açar. İnsanların ayrılıkların karanlığından kurtulmasının yoluna dair bir reçete dunar ve son olarak re’y, kıyas tanımı yapar ve geçersiz olduklarını ispat eder. Böylece o eksiksiz bir şekilde Kuran’dan delille mantık yoluyla düşünce sahası belirlemiş olur. Gazzali aklı kemalat yolu için vazgeçilmez görür. Kişiyi doğruya da yanlışa da aklı sürüklemektedir. O halde akla doğru bir harita çizmek ve sunmak gerekir. İşte Gazzali’nin eserde yaptığı doğru haritayı sunarak bir nevi rehberliktir.

Tek tek bütün ölçülerini anlatmak yazıyı uzatacak ve maksadı da aşacaktır. Fakat esere ve Gazzali’nin düşüncesine örnek teşkil etmesi amacıyla bir ölçüsünden bahsetmekte fayda olacaktır.

Eserin yetkin çevirmeni Muhammed Yazıcı hocanın dipnotta da belirttiği üzere Gazzali’nin teânüd ölçüsü, “klasik mantıktaki ayrık şartlı önermelerin merkeze alındığı seçmeli kıyas” yoludur. Bu ölçüde bileşenler arasında bir karşıtlık söz konusudur. Karşıtlık kişiyi tek bir doğruya, çözüme, sonuca ister istemez ulaştıracaktır. Önermede boşluk yoktur. Denklik bir kez kurulduğunda akıl sahibi herkes aynı sonuca varmak zorundadır.

Gazzali bu ölçüye Kuran’dan şu ayetlerle varır: “De ki: ‘Size göklerden ve yerden kim rızık verir?’ De ki: ‘Allah. O halde ya biz hidayet veya apaçık bir sapkınlık üzereyiz ya da siz!’” Ayette biz veya siz denilerek iki karşıt tarafın bulunduğunun dile getirilmesi iki taraftan birinin eşit derece haklı çıkma ihtimali bulunduğunu göstermek için değildir. Önermede şüphe yoktur çünkü.

Allah vasfı gereği hem hakim hem de şahit konumundadır. Ayette de soruyu sorup doğru cevabı da vererek şüpheye ve ikinci bir seçeneğe yer bırakmamıştır. Bir mümin için ilmin sahibi Allah’tır, mutlak doğru Allah’tadır, O’nun buyruğu üzerine yeni bir söz veya ihtimal söz konusu dahi edilemez. Allah ayetinde göklerden veya yerden rızkı kimin verdiğini sormuş cevap olarak da Allah demiştir. Böylece soru mutlak manada sahih bir şekilde yanıtını bulmuştur. Daha sonra ya biz ya da siz diyerek doğru cevabı vermeyenlerin apaçık bir sapkınlık içinde olduğunu söylemiştir. Doğru cevap Allah ise, Allah diyenler hidayet üzere, Allah demeyenler sapkınlık üzere yaşamaktadır. Örnekte de gördüğümüz gibi Gazzali önermesini sunarken delil olarak Allah’ın sözlerini sunar ve kurduğu form ile aklın şaşmasına veya kurnazlık yapmasına müsaade etmez. Akla, şeytanın müdahale edeceği bir alan bırakmaz. Aklı, sunduğu formül ile tek bir şık etrafında çaresiz bırakır.

Allah’a götürmeyen her düşünce batıldır. Modern zamanlar, batıl fikirlerin eseridir. Batıl fikirlerin bizi çepeçevre kuşattığı çağımızda Gazzali’nin eserlerine muhtacız. İnsanlık belki de hiç olmadığı kadar muhtaç. Ketebe Yayınları bizi çaresizlikten kurtararak Gazzali’nin eserlerini okurlarla buluşturuyor. Muhammed Yazıcı Hoca’nın muvaffakiyeti ise şüphe götürmez bir şekilde ortada. Girişte okurları esere hazırlaması, ilminden cömertçe sunması ve titizlikle çeviri yaparak bizleri Gazzali’nin talebesi kılması teşekkürü ve duayı fazlasıyla hak ediyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

7 Kasım 2023 Salı

Herkesin bir vazifesi var, onu bulup kuşanmalı

Mah-ı Muharrem’in 10. gününde, doğup büyüdüğüm ve hayatıma kattığı değerler vesilesiyle çok şeyler borçlu olduğumu düşündüğüm Kocamustafapaşa’dayım. XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın bu şehre ve semte emanet ettiği Ramazan Efendi Camii’nde hüzünle muhabbetin iç içe geçtiği bir cuma vakti. Etraf kalabalık, hava epeyce sıcak. Caminin dışında, sağ tarafta kalan bir ağacın önündeki safta hocayı dinliyorum. İstiyorum ki Mah-ı Muharrem’den bahsetsin, eskilerin bugünlerde neler yaptığını anlatsın, Şühedâ-yı Kerbelâ’yı hatırlatsın, Hasaneyn Efendilerimizi yâd etsin. Peki hoca nelerden bahsediyor? Erkeklerin ve kadınların nasıl giyinmesi gerektiğinden, çağların ardından her iki cinste görülen değişimden, bu değişimin hepimizi helak edeceğinden, kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğinden, neye bakıp neye bakmayacağımızdan, cayır cayır yanmaktan nasıl kurtulacağımızdan, kabir azabından. Bunlardan bahsedilmesin mi? Ya hu bahsedilsin, bahsedilmesin demiyorum ama Mah-ı Muharrem’in 10. günündeyiz. Üstelik bugünün hassasiyetini bilen bir semtte, vaktiyle Halvetiyye-Ahmediyye yolunun Ramazâniyye kolunun kurucusu Mahfî Ramazan Efendi’nin tekkesine ev sahipliği yapmış bir camideyiz. Biraz gönüllere hitap edilse, biraz günün anlam ve öneminden bahsedilse ne kaybedilirdi? Hiçbir şey kaybedilmez, çok şey kazanılırdı. Ama hakikat treni, bir kere daha geçti istasyonu. Ne hazin.

Eve dönerken, Sâmiha Ayverdi’nin yeni bir kitabının neşredildiği aklıma gelmişti. Sen Onu Kaybettin adı verilen kitap, Ayverdi’nin 1975-1982 tarihli sohbetlerinin deşifresinden oluşuyor. İlk sayfalarından itibaren İstanbul’un merkezde olduğu fakat coğrafyamızın tüm köşelerine ulaşan bir sohbetler silsilesi kucaklıyor okuru. İnsan ilişkileri, mahalle hayatı, çocukların nasıl yetiştirildiği, mürşid-mürid ilişkisi ve yaşanan tasavvuf, öte yandan sanat, felsefe, psikoloji derken birçok alanda anılar, hatıralar, ibretlik vesikalar… Ne kadar doğru bir isim seçilmiş kitaba dedim okumaya başlar başlamaz. Kaybettiğimiz ne varsa, işte burada. Misal: Yukarıda anlattığım hadisenin 2023 yılında gerçekleştiğini bilelim ve Sâmiha Ayverdi’nin 4 Ocak 1975 tarihli sohbetinden şu hatırasını hemen nakledelim ki hem hiçbir şeyin değişmediği hem de nelerin kaybedildiği bir kere daha meydana seriliversin:

Merkez Efendi Hazretleri Câmii’nde Cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim, dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Ondan sonra olsa da olur, olmasa da. Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın. Yâni bizim Diyânet kadromuzun maalesef büyük bir ağırlığı bu kadar mânâsız şeylerle meşgul oluyor. Mesela Kâzım Beyefendi’nin [1904-1993, eczâcı, mevlithan, Ken’an Rifâî Büyükaksoy’un oğlu] sesi çok güzel. Hangi câmiye gitse cemâat olarak müezzinler, imamlar, kayyumlar tanıyor kendisini. Hemen ricâ, minnet mihraba geçiriyor, imâmet ettiriyor. Teberrüken imamlığı veriyor. Gâlip Paşa Câmii’ne gitmiş geçen seneler. Şu Erenköyü’ndeki. Oradaki imam efendi: ‘Kâzım Bey, Kâzım Bey, senin arkanda namaz kılınmaz.’ demiş. O da derviş adam. ‘Pekiyi, eyvallah, neden kılınmıyor, söyleyebilir misin bana?’. ‘Ağzında altın diş var.’ demiş. Böyle. Sonra Vâlide Câmii’ne gitmiş. Gene âlây-ı vâlâ ile, mihrâba geçirmişler. Namazdan sonra birisi yakalamış: ‘İmam efendi’ demiş, ‘Senin arkanda namaz kılanların birinin namazı olmadı.’ Gene sormuş gayet yumuşak. ‘Neden?’ demiş. ‘E, çünkü başına giydiğin sarık çok büyüktü. Alnın secdeye vardığı zaman iyice yere temas etmemiştir de.’ demiş, onun için. Buradan söküp çıkarmak lâzım. Fikret Gündüz, ‘On bir senedir, imam hatip mekteplerinde edebiyat okutuyorum, illallah dedim katılıklarından,’ diyor. Onun için bizim bugün elimizde hiçbir imkân yok. Fakat ileride sizin elinizde imkân olabilir. Bizim, yabancılara değil, kendi kendimize yâni müslümanı müslüman edecek bir misyon teşkîlâtı kurmamız lâzım. Hristiyan misyonerler, hristiyan olmayan din sâhiplerini hristiyan etmeye uğraşıyorlar. Biz müslümanı müslüman etmek için bir misyon teşkîlâtı kurmalıyız. Ona göre bir din adamı yetiştirmeye mecburuz.

Ayverdi’nin sohbetlerine baktığımızda çok kritik, bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi öne taşıdığını görüyoruz. O, bir dert sahibi olarak bu derdini sohbet halkasında olan herkese aktarmak, onların da bu derdi taşımalarını sağlamak istiyor. İşte bu dert, toplumun her yanında görmek, beslenmek istediğimiz, münevver kimseler. Sadece din adamı olarak değil; öğretmen de münevver olsun, sporcu da münevver olsun, mimarı da mühendisi de münevver olsun. Böylece onların irtibat kuracağı her kimse mutlaka bu münevverlikten nasibini alacak, kendini geliştirme iştiyakını harekete geçirecek, olduğu gibi durmayacak, hem kendini hem çevrisini yetiştirecek.

Bu derdin önünde dün olduğu gibi bugün de ciddi bir bariyer var: birbirimizle olan bağımızın yıpranması ve giderek birbirimizden uzaklaşmamız. İki bekarı bir edip evlendiren mahalleli de yok mahalle de yok artık. Bundan bahsedilmesi bir ‘nostalji edebiyatı’ değil, tam aksine bir realiteyi dile getirmek aslında. Teknolojiyi hunharca kullanmanın, şehirlerdeki yığılmanın, konforla kafayı bozmanın bir neticesi olacaktı hepimiz için. İnsani değerler giderek zedelendi, dijital duygularla plastik ilişkiler bize yeni bir ‘neşe’ verdi. Yaşam neşesi diyemiyoruz buna, günü geçirme neşesi diyebiliyoruz belki. Ne hikmetse, sonu da hep hüsranla bitiyor. Çünkü gerçek ayan beyan ortada. Hepimizin bir başkasına ihtiyacı var. Yeni şeyler öğrenmek için, paylaşmak için, derdi hafifletip dermanı yayabilmek için. Allah’ın insana insandan tecelli ettiği gerçeği var burada. Bu tecelliyi derinden hissedip yaşayabilmek ve hatta yaşatabilmek için sevgiyle ünsiyetimizi kitaplardan, yani satırlardan sadırlara indirmek gerekiyor. Bu minvalde, sohbetlerin birinde manevî evlatlarından Ergun Balcı, “Efendim, sevgi öğretilebilir mi, tâlimle, eğitimle, maârifle, yoksa kendinde olan bir şey mi?” diye soruyor. Sâmiha Ayverdi ise şöyle cevap veriyor: “Aslında kendinde olan bir şeydir ama şu var: İstidatlar da inkişaf ettirilir oğlum. Meselâ, elinde bir pırlanta var. Çamura yâhut da kirli bir yere düşürmüşsün. Çeşmenin altına götürüyorsun, yıkıyorsun, pırlantalığı meydana çıkıyor. Ama çakıl taşını istediğin kadar yıka, hattâ suyun içinde yıllarca bırak, pırlanta olmaz, çakıl taşıdır. Onun için ezeli istidâdı da dürtüp, meydana çıkarmak, mühim, çok lâzım.

Sâmiha Ayverdi, romanlarında ve düzyazılarında yaptığı gibi insanın nefsiyle olan kavgasının devamlılığını da hatırlatıyor bu kitabında. Kendini bilme ilmine bir türlü merak duyamayan insanın, orayı burayı görmekle yahut dünya zevklerinden yeni zevkler devşirmekle hiçbir şey elde edemeyeceğini o eşsiz ve nazik üslubuyla dile getiriyor. Kimine ikaz, kimine öğüt, başkasına nasihat. Herkes kendi ihtiyacınca ve hayatına bir ahenk katma gayretiyle dikkat kesilirse sohbetlere, sohbetin canı nasıl ayaklandırdığını da görüp hissedecektir muhakkak. Kitaptan şu satırlarla yazıyı bitirmek isterim: “Aya gidiyorlar. Mükevvenat aydan mı ibâret? Artık iftihârından, gurürundan fezâya çıktık, aya gittik diye yere göğe sığmıyorlar. Mükevvenâtın azameti karşısında aya gitmek nedir? Hiç. Bir arpa boyu yol demek. Ne aylar var, güneşler var, ne kıyâmetler var! Bunu insan bilebilecek mi? Hayır bilemeyecek. Bilmesi de lâzım değil. Bizim evvelâ bilmemiz lâzım olan kendimiz. Kendi benliğimiz. Neresi tasfiye edilecek, neresi temizlenecek, neresi ayıklanacak. O gidenlerin yerine ne gibi iyilikler gelecek, getirilecek. Bilmemiz lâzım olan bu.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2023 Pazartesi

Birbirinin kimliğinde saklanan kadınlar

Bizlere yüzyıllar öncesinden seslenen yazarların eserlerini hayranlıkla okuyor, yapıtlarındaki farklı söylem biçimlerini, bazen “deneysel” diye nitelediğimiz anlatılarını kuramlarla açıklıyoruz. İçinde bulunduğumuz kendi yüzyılımıza gelince ise duraksıyoruz, bizden sonraki yüzyıla kimin kalacağının keşfi biraz meşakkatli zira edebiyatın nasıl tanımlandığı, hangi türlerin makbul olduğu gibi birçok bileşen var. Tıpkı pandemi günlerinde distopya türünün birden daha makbul olması gibi. Oysa iyi bir edebiyat metni ve usta bir kalem tüm bu güncel bariyerleri yıkabiliyor. Güney Afrika doğumlu, İngiliz yazar Deborah Levy de bu yüzyılın iyi kalemlerinden biri. Yazma hayatına tiyatro eserleriyle başlayan, oyunları defalarca Royal Shakespeare Company’de sergilenen Levy, yazarlık yaşamına kısa öykü ve romanlarıyla devam ediyor. Pek azı dilimize çevrilmiş olmakla birlikte onlarca oyunu, öyküsü ve romanı var. Bunların içinde en çok dikkati çeken romanlarından Swimming Home (Eve Yüzerken, Everest Yayınları) 2012 senesinde; Hot Milk (Sıcak Süt, Everest Yayınları) ise 2016 senesinde Man Booker ödülünün kısa listesine kalmayı başarıyor. Sıcak Süt romanı korona virüsle geçen günlerimize inat, okura bir tutam edebiyat sunmak, hoş bir okuma süreci geçirtmek üzere Everest Yayınevi etiketi ve Eda İşler çevirisiyle yayımlandı.

Deborah Levy’in 2019 senesinde yine aynı yayınevinden yayımlanan “Bilmek İstemediğim Şeyler” isimli romanı, anlatıcı kadının Mallorca’da Çinli bir bakkalla karşılaşması ve bakkalın “nerelisin” sorusuna cevap veremediği için çocukluğunun Afrika’sına dönmesiyle başlıyordu. Bu etkileyici sahne neredeyse hiç aklımda gitmemişti ki Sıcak Süt romanı yine benzer sıradanlıkta bir sahnenin insanın hafızasında heyula gibi dikilen aidiyet sorununu tetiklemesiyle başlıyor. Annesinin ayaklarındaki kısmi felci iyileştirmek üzere İngiltere Yorkshire’daki doktorasını yarıda bırakan, bir kahvecideki garsonluk işinden ayrılan, evini ipotek ettirip Güney İspanya’daki Gomez kliniğine gelen Sofia, bir plajda denize girer fakat o bölge “medusa” ismini verdikleri zehirli ve ısırgan deniz analarıyla doludur. Sofia, bir medusa tarafından ısırılır, plajın revirine koşar, revirde bir form doldurması gerekmektedir. İsim: Sofia Papastergiadis , Ülke: İngiltere, Meslek: ? İşin aslı şu ki Sofia’nın babası Yunan’dır ve onu dört yaşında terk ettiği için babasının dilini bilmez ve fakat soyadını bir damga gibi taşır. Bundan sonrasında Sofia nereye ait olduğunu düşünür, esasen evinin ve dilinin neresi olduğunu bulmaya çalışır ve sırf bunun için Yunanistan’daki babasını ziyarete gider. Bir hesaplaşma yaşanır. Fakat burada da dil bir bariyer olur zira dilini bilmediği bir baba memleketi ona köksüzlüğünü ve aidiyet sorununu hatırlatmaktan başka bir işe yaramaz.

Romanın merkezindeki en önemli izleklerden biri de anne-kız arasındaki o kuvvetli ve hastalıklı bağdır. “Anneme olan aşkım bir balta gibiydi, derinden kesiyordu” cümlesi aralarındaki marazi ilişkinin bir kanıtıdır. Romanın neredeyse tümüne hakim olan medusa isimli denizanaları da bu dişil savaşı temsil eder. Sofia bakışlarıyla taşa çeviren medusalar tarafından ısırılıp durur, ilkin can yakan ısırıklara sonrasında alışır ve hatta tedavisini başka bir dişide bulur (Plajda tanıştığı Ingrid’te). Sofia annesinin tahakkümü altında olan, bilinçaltında ondan özgürleşmeye çalışan bir kız olsa da en nihayetinde annesine dönüşmesi kaçınılmazdır. Annesi hasta bacaklarından dolayı topallayarak yürür, onun koluna her girdiğinde Sofia da topallamaya başlar. Bu da er ya da geç anneye dönüşeceğinin kaçınılmazlığına işaret eder. Anne, roman boyunca kızına bağımlı, kızından devamlı su getirmesini isteyen aciz bir rolde resmedilse de gerçekte şu yatar; Sofia doktorasını, işini, yaşamını annesinin tedavisi için bırakmıştır. Yani aciz olan Sofia, otorite olan annedir. Bu otoritenin el değiştirmesi için uğraşan Sofia, romanın en sonunda okuru ürkütücü şekilde alaşağı edecek bir hamle yapar.

Sıcak Süt romanı dikkatli okurun gözünden kaçmayacak kadar önemli metaforlarla bezenmiştir. Örneğin “taklit” bir Yunan vazosu kırılıp paramparça olur. Bu Yunan vazosu Sofia’nın yaşamıdır, babasına ait Yunan kökleridir ve anlaşılacağı üzere toparlanamayacak kadar paramparçadır. Dahası Yunan vazosu görünümüne rağmen ucuz bir replikadır, orijinal ya da organik değildir. Bilgisayarının ekran koruyucusundaki “Lactea” isimli samanyolu, babasının doğduğu Selanik’in otuz dört mil doğusundaki Halkidiki’de doğan Aristo’nun baktığı takımyıldızıdır. Sofia bir antropologdur ama eski insanlardan çok kendini incelediğini, tanıdığını söyler. Roman boyunca rahatsız edici bir şekilde devamlı havlayan bir köpek vardır, Pablo’nun köpeği. Sofia romanın en başından beri onun tasmasını açıp özgür bırakma hayalini kurar. Azad etmekte yaşadığı ikilemse şudur, köpeğin özgür olmayan ama iyi bir hayatı vardır ama özgür olduğunda rahat bir şekilde yemeğe ulaşamayacak ve yolunu yurdunu bulamayacaktır. Bu durumda esaret mi iyidir özgürlük mü?

Bölüm aralarında italikle yazılmış kısa geçişlerde Sofia’yı uzaktan gözlemleyen tuhaf bir anlatıcı vardır. Bu anlatıcı geceleri uykusunda bile Sofia’nın çıplak bedenini gözetleyen ve bizi ürküten biridir. Kim olduğunu romanın ilerleyen sayfalarında öğreniriz. Roman ilerledikçe her şey daha da tekinsiz bir hal almaya başlar. Sofia’nın plajda tanıştığı, terzilik yapan Alman kız Ingrid de bu tuhaf karakterlerden biridir. Ayağında erkek ayakkabıları vardır, Sofia bunu tuvalette kapı altından ilk gördüğünde ürker. Eril dünyaya ait bir şeyin dişil bir dünya tecavüzü gibidir erkek ayakkabıların kadın tuvaletinde görülmesi. Daha sonra Ingrid o ayakkabılardan da özgürleşir, bir daha onları hiç giymez. Sofia ile geliştirdikleri arkadaşlık ilişkisi gittikçe sevgililik ilişkisine dönüşür, Sofia onun deniz anası yaralarını sıkıp zehri akıttığına inanır. Ingrid ona bir bluz hediye alır ve üzerine nakışla “Sevilen” kelimesini işler, fakat Yunanistan ziyaretinde “beloved” beheaded” a dönüşür, yani sevilen değil, başı kesilen. Bunun gibi onlarca metaforla doludur roman.

Sofia’nın annesini tedavi için getirdiği Gomez Kliniği de tüm bu tekinsiz havadan payını alır. Doktor Gomez ona tuhaf bir tedavi biçimi önerir, heyecanla iyileşecek mi yoksa daha da mı kötüleşecek diye bekleriz. Kliniğin başka müşterisi yoktur, klinik duvarlarına mavi boyayla yazılar yazılır. Gomez’in bir şarlatan olup olmadığı şüphesi Sofia’yı bir türlü terk etmez. Romanın başından sonuna kadar okur şunu görür, Sofia tüm gerçeğini, geçmişini ardında bırakmış, her şeyi silmiş ve o an, orada, o sahil kasabasında kendi gerçekliğini yazıyor ve kendini onun içine hapsediyordur. Sofia’nın sadece telaffuzu zor soyadında var olan Yunanistan da tıpkı o sahte Yunan vazosu gibi kırık döküktür, ülke ekonomik çöküş içindedir, duvarlarında muhalif yazılar vardır, üstüne üstlük ait olmadığı babası kendine başka bir kadın ve yeni bir bebekle bir yaşam kurmuştur. Evlerinde kaldığı sürece yattığı kamp yatağı rahatsızdır, tuhaf rüyalar görür. Önüne Yunan alfabesini koyup çalışmasını isterler. Sofia her şeye yabancılaşır.

Deborah Levy, takıntılar, anne-kız bağı, baba-kız hesaplaşması, kimlik bunalımı, aidiyet sorunsalı ve kadim dişil gelenek üzerine kurduğu Sıcak Süt romanında hem güç dengesini, iktidar olmayı, rekabeti irdeliyor hem de hastalıklı bağımlılığı gösteriyor. Her romanında kadın kalemlere selam vermeyi ihmal etmeyen Levy’nin romanlarında, Virginia Woolf’un, Simone de Beauvoir’ın, Julia Kristeva’nın kadınlık, annelik, evlilik ve ilişkiler üzerine yazdıkları yazıları alt zemini oluşturur. Sofia bir yerde şöyle bir iç hesaplaşma yaşar:

Babamı değiştirmek için bir B planım yok; çünkü her ne kadar akrabalık ilişkilerinde böyle şeylerin olduğunu görsem de baba gibi bir koca istediğime emin değilim. Bir kadın kocasına anne olabilir; bir oğul annesine koca ya da anne olabilir; bir kız annesine kız kardeş ya da anne olabilir; anne kızına hem anne hem baba olabilir; belki bu yüzden hepimiz birbirimizin kimliğinde saklanıyoruz.

Sizler de Sıcak Süt’ü okuduğunuzda hayata Sofia’nın gerçekliğinden bakacak ve yer yer tekinsizleşen bu anlatıdaki kimlik karmaşasını derinden hissedeceksiniz. Ve çok şeyiniz olacak Deborah Levy’nin kalemi üzerine konuşacağınız…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

3 Kasım 2023 Cuma

Kahramanlıkla hainlik arasındaki o ince çizgi

"Neye yemin ettiysen, onun için yaşarsın. Ne yaşarsan sen osundur. Devlet benim elime neşteri verirken sadece cerrah olmaya değil, gerekirse vatan için cellat olmaya da yemin ettim. Bunun için de yaşarım inatla..."

Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ettiğimiz 2023 yılı, sadece ülkemiz için değil dünya için de zor geçti, geçiyor. Hastalıkların ve ekonomik krizlerin üzerine savaşlar da eklenince, insan bağımsızlığın önemini bir kere daha kavrıyor. Bizler, Milli Mücadele dönemini okullarda okuyup, sonra Türk edebiyatının güzel romanları arasında biraz volta attıktan sonra bir kenara bırakıyoruz. Giderek bayramdan bayrama hatırlanan bir nostaljiye dönüşme tehlikesi var o şanlı Milli Mücadele dönemimizin. Oysa İstiklâl Harbi, Türk milletinin her an hatırlaması gereken, bu topraklardaki beraberliğin ve bağımsızlık mührünün en önemli kaynağı.

Edebiyatımızda o dönemi ve sonrasını hatırlamak, satır aralarındaki hakikatleri çözebilmek, tarih ilminin hüneri olan geçmişten ibret alma meselesini yaşamak için neler okuyoruz? Öncesi ve sonrasıyla Milli Mücadele döneminin hem şehirdeki hem köydeki reaksiyonları için Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yine dönemin tansiyonunu ölçmek için Halide Edip Adıvar, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerinin hayatını bir roman üslubu sürerek öğrenmek için Şevket Süreyya Aydemir, örselenmiş bir medeniyetin izini tarihin ve sanatın her yönüyle kavrayabilmek için Yahya Kemal, bilhassa cumhuriyet sonrası dönemde yaşadığımız anlam kırılmaları için Ahmet Hamdi Tanpınar, insanımızın yaşadığı psikolojik çözülme için Peyami Safa, kaybolan anahtarlarımız için Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un ve özellikle Boğaziçi’nin değişimi üzerine Abdülhak Şinasi Hisar ve elbette Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Mithat Cemal Kuntay, Tarık Buğra, Falih Rıfkı Atay, Kemal Tahir...

Özellikle Milli Mücadele dönemi ve İstiklal Savaşı'na dair yaptığı çalışmalarla, hâlâ aydınlatılamamış ya da raflarda tozlanmaya terk edilmiş meseleleri yeniden gündeme taşıyan bir isim Selim Erdoğan. Savaş tarihini anlatırken saha çalışmalarından da nasıl yararlanılması gerektiğini ders niteliğinde gösterdiği üç eserle kendisini tanıdı tarih okurları: Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez, Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu, İstiklal: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın. Tarihçi hassasiyetiyle fakat roman üslubuyla kaleme aldığı kitapları, Türk’ün istiklal yürüyüşünün hiç bitmemesi gerektiğine dair de birer uyarı gibiydi aslında. Çünkü mücadeleye, hele ki bu 'çok çiğ çağ'da daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Bağımsızlığın ve bir arada oluşun kıymetini dünyada süregelen her felakette yeniden anlıyoruz. Selim Erdoğan'ın yakın zaman önce Kronik Kitap'tan yayınlanan kitapları arasına bir yenisi eklendi. Hain, başından sonuna kadar soluk soluğa okunan bir milli mücadele romanı. Alt başlığı "Mezarıma Tükürecekler!" romandaki hiç azalmayan heyecana gayet iyi bir atıf. Yeri gelmişken, Kutan Ural'ın şahane kitap kapaklarına bir yenisini eklediğini de söylemek lâzım.  

Hain'de 1919-1920 yıllarına dönüyoruz. Yani Türklerin gözbebeği, dünyanın da her zaman nazarlarını çeken İstanbul'un işgal altında olduğu zamanlara. Balkan Harbi'nin ve Cihan Harbi’nin yaraları henüz kapanmamışken, insanlardaki endişe ve kaygı en üst noktadayken şimdi bir de İstanbul'a itilaf devletleri dadanmıştır. Amaç, Türk coğrafyasını dört bir yandan bölmek. Başlangıç noktasının İstanbul olması bile bu işaret değil miydi zaten? Bir ülkeyi kalbinden vurmak, onun geri kalan uzuvlarını da işlevsiz hale getirmek demek. İşte bu dönemde, bir Türk zabiti olan Ahmet Muhtar da diğer insanlar gibi yorgunluğunu sırtlamış, geleceğin neler getireceğini düşünmekten harap olmuş vaziyette ayakta kalmaya çalışmaktadır. İstanbul'un karanlık ruh hali, onun da üzerini sarmıştır. Oysa Anadolu'da durum bambaşkadır. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde pek çok vatansever bir araya gelmiş, memleketin bağımsızlığı için canla başla çalışmaktadır. Onlar, Anadolu'da başlayacak hareketin vatanı düşmandan temizleyeceğine iman edercesine iş başındadır. Yeri gelmişken, Selim Erdoğan, romanın kurgusu içinde sık sık tarihi sor(u)nları da okurun önüne getirir ve onunla birlikte cevaplar arar. Mesela:

"Şimdi diyorsun ki 'Cihan Harbi'ne memleketi İttihatçılar durduk yere soktu, koskoca imparatorluğu batırdı.'. Öyle mi Ahmet Muhtar? O zaman şuna ne dersin? Ben de diyorum ki, Cihan Harbi'nin geleceği daha Balkan Harbi'nde belliydi. Saflar aşağı yukarı belli olmuştu. Hatta 1330'un Kanun-i Sâni'sinde Londra'da harekât planlarını yaptıklarını bile biliyoruz. Orada Rusların tüm gücüyle üzerimize çullanmasına karar verildiğini de. Yani Binbaşı, Almanlarla ittifak yapmaktan başka çaremiz kalmayacağını da hesaba katarak yapmışlardı planlarını."

Ahmet Muhtar, kahramanlıkla hainlik arasında derin bir sınav verecektir. Burası romanın sırrı ve aynı zamanda yazarın hüneri. Zaten Selim Erdoğan tarih kitaplarında aslında romana ne kadar yatkın olduğunu da göstermişti. İçindeki milli duyguların hırpalanmasıyla boşluğa düşen Ahmet Muhtar'ın İngilizlerden gelen bir iş birliği teklifiyle ne zamandır ölü olan ruhu kıpırdamaya başlar. Tam bu esnada okurun önünde de bir bomba patlıyor: Enver Paşa hayranı olan, memleketi için pek çok cephede savaşmış, ne kadar yorgun olsa da mutlaka canını siper edip vatanı için savaşacağından emin olduğu Ahmet Muhtar, yoksa ihanetin eşiğine mi yürüyecek? Hatta o kapıdan içeriye mi geçecek? Güm.

"Birbirine eklenmiş cevapsız sorular yürümeyi yeni öğrenmiş çocuklar gibi kafasının içinde oradan oraya koşturmakta, başı çatlarcasına ağrımaktadır. Hesapta Cuma’yı Gül Camii’nde kılacak, anasını babasını görecektir ama zihni bu kadar doluyken hangi soruya ne cevap vereceğini, kime ne yalan söyleyeceğini bilmemektedir. ‘Açık, mavi gökyüzü iyi gelir’ diyerek kendini Karaköy yoluna vurmuştur ama ayakları tedirgin, yüreği ise kasvet yüklüdür. Köprüden geçerken her zamanki gibi dünyasının değiştiğini hisseder. Bir anda şapkalı, saten kısa etekli kadınların yerini çarşaflı olanlar alır. Fötr şapkalı, takım elbiseli mösyöler ise âdeta buharlaşıp yok olmuşlardır. Ne yana baksa gördüğü yamalı ütüsüz pantolonları ve kalıpsız fesleriyle kendi gerçekliğidir."

Zaman zaman şarkıların, İstanbul türkülerinin eşlik ettiği romanda oldukça zengin bir şehir panoraması da var. Her milletten esnaf, birbirinden çakal tüccarlar, 'milli inadı'nı sürdüren Türk savaş gazileri, İttihatçılar, İngilizler, mandacılar, Kuvâ-yı Millîye'ciler, kaosun hüküm sürdüğü ortamda Pera'da gecesini gündüzüne katan Levantenler, şöhret sahipleri, paranın uşakları... Burada karakterler arasındaki diyaloglar ve dönemin krizleri, yazarın hüneriyle romanı renklendiriyor.

"- Peki Haim Efendi, madem bu Galata’da, Pera’da kim var kim yok tanırsın, Veronese’yi de bilir misin? Cadde-i Kebir’deki.
- Bilmez miyim kuzum? Dimitri’nin lüks mobilya dükkanidir. Topraği bol olsun, sevimsiz herifin teki idi. Ama mallari İstambol’un bir nümerosu idi her daim. Duydum, öldürmüşler yazıhanesinde. Çok paran olduğunu yüz kişi bilse, o yüzün bir tanesinin aklı parana kaysa yeter kuzum. Aliverir canini. Ortalikta fiyakayla gezersen, o fiyakanin atlari kadar yasarsin. Sonra da dört kolluya bindirirler kuzum.
"

Bazen Nâmık Kemal'in "Ecdâdımızın heybeti ma'rûf-ı cihândır / Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır" dizelerini hatırlatıp duygulandıran, bazen Emin Bülent Serdaroğlu'nun "Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni / Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!" dizelerini hatırlatıp coşturan, zaman zaman hüzünlendiren, öfkelendiren, dopdolu, sürükleyici bir roman Hain. Mücadelenin en milli olanına bir armağan, geleceğe gürbüz bir hatıra...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ekim 2023 Pazartesi

Rüyalarımızda saklı olan mesajlar

Kişiliğin Gelişimi kitabını okuduğumda Jung'un bilhassa rüyalara dair söyledikleri çok çarpıcı gelmişti. Zaten sonrasında da onun Rüyalar kitabına yönelmiştim. Peki ne diyordu Jung rüyalara dair? Rüyalar, doğal fenomenlerdir. Kasti ya da keyfi olarak ortaya çıkmazlar. Doğal oldukları için de kandırmazlar, yalan söylemezler, bir şeyleri saklamazlar. İnsanların bazı rüyalardan rahatsız olmalarının, bazı rüyalar sebebiyle de yanılmalarının tek sebebi, rüyaların çoğu zaman anlaşılamaz oluşundadır. Biz her ne kadar rüyalardan anlamlar üstüne anlamlar çıkarmaya çalışsak da aslında onlar tek bir şeyi anlatırlar. Bunu yaparken de lafı eğip bükmezler. Bu basit bilgilendirme hâli rüyayı daha da anlaşılmaz ve zor kılar. "Deneyimlerden öğrendiğimiz kadarıyla ben'in bilmediği ve anlamadığı şeyleri sürekli açıklamaya çalışırlar" sözü önemli.

Peki 'her gece kendi çapında felsefe yapan' rüyalarımız bize başka neler söylüyor? Rüyalar kitabında ilk dikkatimi çeken "Her rüya, bastırılmış bir arzunun giderilmesini temsil eder" ifadesiydi. Tamam, belki birkaçı böyledir ama hepsi mi diye sormuştum kendi kendime. Nihayet, bir başka sayfada daha açıklayıcı bir anlatım bulmuştum. "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diye yazmıştı Jung. Giderek, insanın kendi ruhunu daha çözebilmesi için bir araç olduğunu düşündüm rüyaların. Sessiz gibi görünen ama çok fazla ses içerebiliyor bu enstrüman. Haliyle, sesleri çözebilmek için de bazı yöntemleri keşfetmek gerekiyor.

2022'de Gölgeyle Buluşma kitabıyla fevkalade bir çeviriye imza atan Özgür Ertana, bu kez de psikiyatrist, Jungiyen analist James A. Hall imzalı bir kitabı kazandırdı dilimize. James. A. Hall 1991 yılında geçirdiği bir felç nedeniyle emekli olmak zorunda kalmış. Vefat ettiği 2013 yılına kadar da Jungiyen psikoloji, rüyalar, aktarım/karşı aktarım, parapsikolojiye Jungiyen bakış açısı ve hipnoz gibi konularda önemli araştırmalar yapmış, makaleler yayımlamış. Jungiyen Rüya Analizi: Teori ve Pratik El Kitabı, en popüler çalışması ve Timaş Yayınları etiketiyle artık ülkemizde.

Kitabın Jungiyen psikolojinin temel kavramlarıyla başlaması oldukça iyi düşünülmüş. Özellikle Jung okumalarına yeni başlayanlar için buradaki psişe, kompleks, arketip, ego, gölge, anima, animus, persona, bireyleşme gibi kavramların açıklanması bir nevi hazırlık aşaması olarak düşünülebilir. Sonrasında ise rüyanın tabiatı bölümüyle okuyucu, rüyaların nasıl bir gözle değerlendirmesi gerektiğini görüyor. Üçüncü bölümle birlikte rüyalara jungiyen yaklaşım başlıyor. James A. Hall, rüyanın telafi edici olduğunu söyleyebileceğimiz üç duruma işaret ediyor. İlki; rüya, ego yapısındaki geçici bozulmaları telafi ederek kişiyi tutum ve eylemleri hususunda daha kapsamlı bir anlayışa yönlendirir. İkincisi ve daha derin bir telafi biçimi; psişeyi temsil edem rüyanın, faal egoyu bireyleşme sürecine daha iyi adaptasyon sağlama ihtiyacıyla yüz yüze getirmesi. Üçüncüsü ise rüyalar, arketipsel egonun daha bilinçli bir düzeyindeki kimlik ihtiyacını karşılayan komplekslerin yapısını değiştirme teşebbüsü olarak da değerlendirilebiliyor. James A. Hall, genel bir yorum olarak şöyle söylüyor:

"Rüya yorumunda, rüyanın tamamen anlaşıldığını hiçbir zaman düşünmemek gerekir. Olsa olsa rüyanın faydalı ve güncel bir anlamını keşfedebiliriz fakat bu bile sonraki rüyaların ışığında değişebilir. Zira rüya yorumunda ego ile bilinçdışı arasında sürekli bir diyalog söz konusudur ve bu, hem içeriğinin odak noktası hem referans seviyesi değişebilen ve sonsuza dek uzayan bir diyalogdur. Rüyalar yorumlanmadıkları zaman bile uyanıklık bilinci üzerinde derin bir etki yaratabilirler. Analiz edilmemiş rüyaların etkisi gözlemlendiğinde, hatırlanmayan rüyaların dahi psişenin toplam yaşamının hayati bir parçası olduğunu çıkarsamak mümkündür."

Kitabın yaygın rüya motifleri bölümü oldukça çarpıcı bir bölüm. Burada ensest, yas, evler, otomobiller, alkol ve uyuşturucular, ölüm ve bazı hayvanların rüyalardaki anlamı üzerine yorumlar yapılıyor. Elbette Jung'un yaşamında önemli bir yer kaplayan simya sembolizmi üzerine de değerlendirmeler var. Rüyalarda simyevi motifler ve birlik imgeleri, doğu inanışlarına meraklı okuyucular için de çok zevkli. James A. Hall, rüya yorumunda iki tür gerilim olduğundan bahsediyor. İlki, rüya motiflerinin nesnel ve öznel yorumları arasındaki gerilim. İkincisi ise yalnızca rüya yorumunu değil, tüm analitik süreci karakterize eden kişisel ve arketipsel anlamlar arasındaki gerilim. Şurası dikkate değer: "Psikolojik bireyleşmeye özgü gerilim, kişisel ve arketipsel olan arasındaki karşıtlık şeklinde de ifade edilebilir. Gündelik hayatın kolektif, dış gerçekliğine fazlasıyla gölümü olanlar için kendi rüyalarında psişenin nesnel derinliklerinden gelen evrensel, arketipsel imgeleri keşfetmek özgürleştirici bir deneyim olabilir.

Rüyaların anlattıkları iyi okunduğunda, onların bireyleşme sürecine hizmet ettiği de kitap boyunca gözler önüne seriliyor aslında. Tıpkı tasavvufta olduğu gibi rüyaları yorumlamaya çalışırken egonun ekleme ve tahriflerinden sakınmak gerekiyor. Her şey olduğu gibi, en doğal haliyle anlatılmalı. Ayrıca rüyalar, sahibinin mevcut yaşamının bağlamında değerlendirilmeli. Diğer yandan rüya, "kaynağı kişisel ama müphem, manaya gebe ama belirsiz olan ve uyanın egonun dünyasındaki kaderi bizim elimizde bulunan bir hakikat parçasıdır. Ona saygı ve ilgiyle yaklaştığımızda bize pek çok şekilde hizmet eder. Onu göz ardı ettiğimizde dahi psişenin derinliklerinde simyevi dönüşümler yaratarak bilinçli yardımımız olsun olmasın, bireyleşme yönünde bizi harekete geçirir."

Kitabın sonunda James A. Hall tarafından derlenmiş bir Jungiyen Terimler Sözlüğü var. Burada okuyucu anima, animus, arketipler, kompleks, ego, bireyleşme, persona, yansıtma, puer aeternus, benlik, senex, gölge, aşkın işlev, aktarım ve karşı aktarım, uroboros gibi pek çok terimin açıklamalarını bulabilir. Yine kitabın ekler bölümünde uzman klinik psikolog Berin Orhan'ın yazdığı İnsan Ruhunun Bir Haritası başlıklı bir makale var. Psişeye jungiyen yaklaşım noktasında başka okumalar yapmak ve alanda biraz daha derinleşmek isteyenler için önemli öneriler, çizimler ve kaynaklar var bu makalede. Yine Bazı İyileşme Sembolleri de bu bölümün ileri düzey makalelerinden biri. Kitabın oldukça zor bir çeviri mesaisinden geçtiği çok belli. Özgür Ertana, ömrünün büyük bölümünü vakfettiği Jung okumalarının ve merak duygusunun hakkını fazlasıyla vermiş, ne mutlu. Onun da belirttiği gibi, "Doğmak isteyen bir şey kendi uygun koşullarını yaratıyor" demek ki...

Son söz kitabın yazarından olsun: "Rüyalar gizemli varlıklardır. Şefkatli fakat objektif bir arkadaşın gönderdiği mesajlara benzerler. Yazma biçimleri ve kullandıkları dil kimi zaman zor anlaşılır fakat hiç kuşkusuz esas itibariyle nihai refahımızla ilgilenirler ki bu, bizim hedeflediğimizden çok farklı bir esenlik hali olabilir. Alçakgönüllülük elzemdir. Hiçbir rüya tam olarak anlaşılamaz. Gelecekteki olay ve rüyalar, mükemmel bir şekilde anlaşılmış gibi görünen bir rüyanın yorumunu değiştirebilir. Bilinç ile bilinç dışı; bireysel ile ben-ötesine dair kavrayaşımızın sınırında var olan rüyaların gizemli tabiatını her daim göz önünde bulundurmak gerekir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2023 Cuma

İlk kadın avukat ve daha fazlası: Süreyya Ağaoğlu

Uzun yollar yolculuklar arasında Yapı Kredi Yayınları’nın Şubat ayında (2023) yeniden bastığı Bir Ömür Böyle Geçti’yi, Süreyya Ağaoğlu’nun hatıralarını okudum. Kesik kesik ara ara, uyuya uyuya ama hep aynı zevk ve heyecanla okudum ve de.

Ağaoğlu ailesinin bütün fertlerinde olduğu gibi bir ciddiyet, vakar, dil zevki, ülkesine adanmışlık ve hayata bağlılık süzülüp geliyordu satır aralarından. Kitabı yazma amacını kitabın sonunda şöyle yazıyordu: “Yegâne temennim, memleketin nereden gelip nereye vardığını benim gibi uzun seneler tecrübeler geçirerek gören insanların gençlere bunları anlatarak memleketi demokrasi ve hürriyet içinde mesut bir ülke yapmanın yollarını aramalarına yardımcı olmalarıdır.” (s.150).

Açıkçası, kitabı daha çok Samet Ağaoğlu’na duyduğum güçlü saygıdan almıştım, bu değerli ablayı tanımıyordum ama okudukça bu duygumdan utandım. Süreyya Ağaoğlu’nun kimseye ihtiyacı yoktu zira. Tam aksine, hayatı boyunca kendi yolunu kendisi çizmiş, hep bunun için yaşamış, kadınların hukuk fakültesinde okuyabilmesini sağlamak için cesurca kendini ortaya atmış, ilk kadın avukat, ilk çocuk çalışmaları aktivisti, denebilir ki ilk uluslararası hukukçumuz bir kadındı o. Bu ülkede düşünce özgürlüğünün tam bir serbestlikle hakim olması için var gücüyle uğraşmıştı. New York mahkemelerinde duruşmalara katılmış, Delhi’de kongre başkanlıkları yapmış, Londra’da iş ortaklıkları kurmuştu.

Büyük acılarla büyük başarıları aynı olgunlukla karşılamayı başarabilmiş, ülkesini gerçek anlamda özgür ve demokratik bir dünya devleti yapabilmek için menfaatlerini bir tarafa bırakabilmiş, idealist bir insandı. Çocuk Dostları Derneği'ni, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuş, en zor zamanlarda hukuku savunabilmiş, karşısındaki kim olursa olsun lafını esirgemeden söyleme cesaretini gösterebilmiş biriydi. Yassıada’da savunmalar yapmış, hukukun ve adaletin yerlerde süründüğü dönemlerde hakka ve hukuka olan inancını yitirmeyebilmişti! Her satırda, bastıramadığı heyecanını üzerimde hissettim. Acılara iniş çıkışlara, yok oluşlara rağmen sürdürülebilen bu heyecanın kaynağını iyi anlamak ve onu arayıp bulmak lazım dedim kendi kendime. Çin’de olsa arayıp bulmak!

Henüz doğru dürüst uçak yolculuğunun, konaklama imkânlarının olmadığı, ekonomik şartların yerinden oynamaya pek de izin vermediği bir zamanda ülke ülke dolaşırken her defasında yanında Türkiye’yi de götürmesine hayran kaldım. Biyografisi yazılmalı bu insanın dedim bu kez. Neden bugüne kadar yazılamamış ki!

Ve tabii, çok şaşırdım; 30’lu 40, 50’li yıllara ve sonrasına dair yazdıklarıyla bugün olan biten arasında neredeyse hiçbir farkın olmamasına, Şark’ın bitmeyen kendi kendiyle uğraşmalarına, iki ileri bir geri durumlarına ve verdiği bilgiler arasında daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım utan verici detaylara…mesela şunun gibi: “Türkiye’ye dönünce üzücü bir işle uğraşmak zorunda kaldım. Kardeşim Samet’in Yassıada’da tutuklu olduğu sürede yazmış olduğu hatıraları, Ada Kumandanı Tarık Güryay alıkoymuş ve birkaç yıl sonra bu anıları Hürriyet gazetesine satmıştı…Bu olay Ada Kumandanlığı yapmış bu zatın ne karakterde olduğunu göstermeye yeterlidir.” (s.172).

Onun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.

Uluslararası hukukçuların bugün bile hayli doğru ve yerinde başlıklarda düzenledikleri saygın toplantılara gidip gelirken tesadüf ettiği bir Hintli’nin, öğlen yemeğinde tam bir “Lord” gibiyken akşam yemeğinde tam bir “Hintli” olarak karşısına çıkmasına şaşırınca, “Siz bizim İstiklal Savaşı sonrasındaki halimize benziyorsunuz: Kendini beğenmişlik ve emniyetsizlik hisleriyle dolusunuz.” (s.98) sözünü hiç eskimemiş buldum. Belki de bitmeyen bir İstiklal Savaşı sonrası halinde yaşadığımız içindir, kim bilir!

Hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin demokratik gelişme açısından taşıdığı önemin daha o yıllardan farkındadır Ağaoğlu, bu ikisinin birbirinin güvencesi iken, olabilecekken aynı zamanda çürütücüsü de olabileceğini görmüştür: “Esasen Türkiye’de demokrasi mücadelelerinin insanlara çektirdiği azabın büyük sebebinin Adalet kavramının tam manasıyla anlaşılamamış olması kanısındayım.” (106). Serbest Fırka tecrübesi ona çok şey öğretmiş -tıpkı bütün ülkeye olduğu gibi!-, biraz da bu yüzden kendisine atılan sayısız iftiraya hiç şaşırmadan yoluna devam edebilmiştir: “Serbest Fırka tecrübesine dayanarak Türkiye’de iftiralarla neler yapılabileceğini biliyordum.” (s.113).

Ve tabii, Yassıada mahkemeleri…ne çok insanlık dersi görmüş, insanın ne çok alçalmalarına, küçülmelerine şahit olmuş, ne çok acı çekmiştir. Hukukun ve adaletin görülmemiş derecede çukura düşmesi karşısındaki isyanı içten içe duyduğu acının içine gömülerek kendini sonraki kuşaklar için var etmiştir. Duruşmalar tam bir rezilliktir: “Bu duruşmalarda dinlenen şahitlerin bir kısmı beni hayretler içinde bıraktı. İnsanların ne kadar alçalabileceklerini bu mahkemede gördüm.” (s.123). Sadece şahitler mi, mahkemeye dinleyici olarak gelenler peki? “Mahkemeye gelen dinleyiciler iki gruptu. Bir grup eğlenmeye geliyordu. Adeta kokteyle gidermiş gibi süslenmiş hanımlar, kahkahalar, işaretler ve hakaretlerle vakit geçiriyorlardı. Diğer grup ise Demokrat Partililerin mustarip aileleri idi. Zaten vapurda da bu iki grup ayrı yerlere oturtulurdu.” (s.129).

Yanlış zamanda yaşamamış olsa eğlenceli ve muzip biri olarak tanıyacaktık belki de. Bir keresinde yine uluslararası bir hukukçular toplantısında sürekli somurtan Koreli delegeye takılmaktan kendini alamaz, şöyle yazar: “Vietnamlı ilginç bir delege işçi kökenliydi, Fransızca da biliyordu. Koreli delege ise tebessüm dahi etmiyordu. Lisan da bilmiyordu. Bir kere nasılsa gülünce, ‘Ay, gülünce ne güzel oluyorsunuz’ dedim. Bu sözümden de hoşlanmadı.” (s.178). Ya da şu anlattığı hikâye onu ne çok anlatıyor: “Bir gün Londra’da Oxford Street’te iki İrlandalı yürürken biri diğerine, ‘Bak şu karşıdaki adamı hiç sevmiyorum’ demiş. Öteki, ‘Tanıyor musun?’ deyince, “Tanımıyorum, onun için sevmiyorum’ cevabını vermiş.” (s.186).

Ondan bize kalan kubbede hoş bir sedadan ibaret olmamalıydı. Belki de değildir de ben bilmiyorumdur. Ama öyle olsaydı, çocuklarımız bu halde, adalet yerlerde, hukuk siyaset karşısında çaresiz, oportünistler hiç olmadığı kadar neşeli, iftira hiç olmadığı kadar geçer akçe olmamalıydı herhalde! Hiçbir şey olmasa onun şu sözü bir yerlere asılabilmeliydi: “Adalet olmayan yerde hiçbir rejim başarılı olamaz!” (s.206). Kim bilir belki hâlâ vakit vardır.

Her şeye rağmen onun hayatı, çok sevdiği, Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirebilmek sözündeki sırra ulaşabilmiş gözüküyor. Darısı yeni başlayanlara!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca