16 Şubat 2023 Perşembe

Yeni muhafazakâr kültür ve zamanın nimetleri

Sosyo/ekonomik, sosyo/kültürel hızlı değişen, hızla değişen bir coğrafyada yaşıyoruz. Ve yaşadığımız toplumda değişime, dönüşüme direnmesi gereken ya da değişimi kuşkuyla karşılaması gereken toplumsal gruplar değişim ve dönüşüme öncülük ediyor. Dünyanın başka coğrafyalarında muhafazakârlar varolanın değişmesini çok da istemezler. Ekonomik, kültürel, sınai değişimlere ayak direrler. İçine doğdukları geleneksel yapının parçalanmasını endişe ile karşılarlar… İçinde bulundukları dünyanın değişmesi güvenlik alanlarının değişmesi demektir aynı zamanda. Geleneğin, kültürün geçmişten gelen sağlam bağlarının güç kaybına uğraması demek. Ülkemizde ise son yıllardaki hızlı değişimin dinamosu olarak muhafazakâr/dindar kesimler görünüyor. Bu aynı zamanda küresel sisteme, liberal piyasaya, kapitalist değerlere angaje olma anlamına da geliyor. Aslında burada zihnimize takılan bir soru var. Bu değişimler toplumsal bir talep sonucu mu oluyor, yoksa gerçekleşmesinde başka iradelerin bir etkisi var mı? Sürekli değişmek, dönüşmek, ilerlemek diyoruz da bu değişim ve dönüşüm bizatihi değişen ve dönüşenlerin inisiyatifinde mi? Gidilecek yer belli mi?

Türkiye’de ortalama bir zekânın fark edebileceği gibi ister legal olsun ister illegal olsun bütün siyasi, ekonomik, kültürel, sanatsal muhalefet ya da varolanı eleştirenler gerçek muhaliflerden oluşmaz. Eleştirilen her ne ise onu ele geçirememenin, ona sahip olamamanın sancısıyla muhalefet yapılır. Sahicilik yoktur. Her şey gücü, inisiyatifi ele geçirene kadardır. Diyelim ki bugün ekonomik ve kültürel iktidar muhafazakâr/dindar gruplarda. Buna muhalefet eden, eleştiren sol yada başka gruplar gidişatı düzeltmek, varolanı değiştirmek için hareket etmezler. Niçin dümende biz değiliz, niçin gidişata biz yön vermiyoruz yada iktidarın nimetlerinden biz niye faydalanamıyoruz diye bağırıp çağırırlar. Bu açıdan baktığımızda aslında değişen paradigma değil, paradigmanın etrafındakiler. Ayrıca ülkemizin küresel sistem içinde işgal ettiği yer konusunda fikirler berrak değil. Dünyayı adeta bir ağ gibi çeviren sistem kendinden habersiz kuş uçurtmaz. Hepimiz bilmediğimiz, görmediğimiz bir sistemle çevrilmiş durumdayız. Burada bütün hareketlerimiz kontrol altında. Yönlendirilmeye açık. İktidar her yerde yani… Buradan baktığımızda akademik alanda yapılan çalışmaların özellikle toplumsal değişme, dönüşme ve sosyolojik bağlamdakilerin iyice sorgulanması gerekir. Türkiye’de merkez tarafından bir dönem ötekileştirilen, kategorize edilen gruplar (dindarlar, Kürtler, aleviler, solcular…) başka bir dönemde baş tacı edilebiliyor. İşte burada bu durum acaba bu grupların kendi gayretleriyle ve çabalarıyla mı gerçekleşiyor yoksa sistem her dönem bir gruba ihtiyaç duyuyor da işine yarayan grubu mu yanına çekiyor?

Evet, bu kadar kelamdan sonra gelelim asıl mevzumuza. Geçtiğimiz yıllarda Aksu Akçaoğlu’na ait Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu adlı kitap yayınlandı. Kitap hepimizin gördüğü gibi siyaseten, iktisaden… daha görünür hale gelen muhafazakârların orta ve üst sınıfının Ankara Çukurambar’daki hayat tarzlarını, hal, hareket, düşünce, zevk ve beklentilerini inceliyor, irdeliyor. Dünün çekingen, sistem tarafından ezilmiş(!), öteki ilan edilmiş, merkez tarafından dışlanmış dindar çevrenin yükselişini, ekonomik güç haline gelişini ve bunun şehre yansımış yüzünü sosyolojik disiplinler açısından ele alıyor. Yukarıda değindiğim gibi bizi sosyolojik disiplinlerle anlamlandırmak çok zor bir iş. Bizim muhafazakârlarımız şimdilerin neoliberal beyleri. Osmanlı’nın yıkılıp cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte merkezde yer alanlar ya da Batıcılar bugün her türlü değişime, dönüşüme kuşkuyla yaklaşıyor. Muhafazakârlarımız ise zamanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanma arzusunda. Muhafazakâr demokrasi zaman zaman zikzaklar çizmesine rağmen AB’ye katılma, neoliberal sürece eklenme hususunda çok hevesli.

Yıllar önce muhafazakârlar Batı hayranı, Batıcı düzen partilerinin İslam ahlakını, gelenekleri yıktıklarını, Batı taklitçiliğiyle faizi, Siyonist politikaları başımıza bela ettiklerini iddia ediyorlardı. Neredeyse bütün paradigma Batı düşmanlığı ve Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığı üzerine bina edilmişti. Milli Görüş dindarları seküler cendereye sokan bu vasattan Müslümanları kurtarma imkânı olarak görülüyordu. Adil Düzen programı tek kurtuluştu. Bugün baktığımızda ise bunlar nostaljik birer öğe gibi görünüyor. Rasyonelleşen Müslümanlar bu tip durumları ütopya olarak değerlendiriyor. Zarif ve Dinen Makbul kitabının 31. sayfasındaki şu cümleler: “Türkiye’de inşa edilen sadece binalar değil, aynı zamanda muhafazakâr iktidarın yeni Türkiye idealidir: Ekonomik kalkınmacılık, teknik modernleşme ve kültürel muhafazakârlık. Çukurambar bu muhafazakâr yeni Türkiye idealinin somutlaştığı küçük bir laboratuvarı andırıyor. Bu nedenle de, Türkiye’de mekânın ve toplumsal hayatın yukarda belirttiğim idealler doğrultusunda dönüşümü “Çukurambarlaşma” olarak tartışılıyor.

Aksu Akçaoğlu’nun kitabı aynı zamanda bir saha araştırması da. Pierre Bourdieu’nun geliştirdiği analitik yöntemi temel alan bir anlayışa sahip. Kitabın ilk bölümleri sosyolojik disiplinlerin ele alındığı teorik bir yöne sahip. Muhafazakârlık tanımları tartışılmış. “Muhafazakâr düşünce tarzı toplumsal dünyayla kurulan özgün bir zamansal ilişkinin neticesinde, sosyalizmin gelecek zaman merkeziliğine ve liberalizmin şimdiki zaman odaklılığına karşı geçmiş zaman demir atarak doğdu.” Akçaoğlu’nun bu cümleleri önemli.

Akçaoğlu Çukurambar mevzusunu kitabın 44. sayfasında. “Beğenideki bu dönüşüm ilk olarak, muhafazakâr orta sınıfların şehrin gözde muhitlerinde lüks sitelere yerleşmelerine ve fiziksel uzamın büründüğü yeni forma yansıdı. Muhafazakâr orta sınıf beğenisinin dönüşümünde sınırları belirleyen, Kur’an, sünnet ve hadisle uyumlu yaşamaya gösterilen hassasiyet oldu. Yine de bu sınırlar dâhilindeki yeniden inşa sürecinde, muhafazakâr orta sınıflar, mobilyalarına, kıyafetlerine ve bedenlerine alışık olmadıkları bir tarz verdiler. Bu yeni hayat tarzını toplumsal hayatta sunma konusunda eskiye nazaran daha rahat hissettiler ve böylelikle muhafazakâr çekimserlik ya da içe kapanıklık buharlaştı.” Evet, siyaseten ve madden rahatlamanın sonucunda Ankara’nın gecekondu olan, yolu, elektriği olmayan Çukurambar Semti bugün Muhafazakâr bir sosyete mekânı haline geldi. Milletvekili lojmanlarının boşaltılması bu semte siyasetçi akınını başlattı. Siyasetçiler yakın olmak isteyen ticaret adamları, girişimciler, inşaatçılar da buraya gelerek bir gecekondu semtini, erik, elma bahçeleriyle dolu bir yeri cazibe merkezi haline getirdiler.

Aksu Bey’in işaret ettiği gibi geçen zamanlarda Müslümanlar dinlerini iyi yaşayamadıklarını düşünerek toplumdan ayrılmaya, kendi sitelerini inşa etmeye, kendi içine kapanmaya dayanan bir sistem kurmuşlardı. Bundan önceki birçok kooperatif projeleri (Akevler Kooperatifi) daha İslami bir hayatı bir arada yaşamak amacı taşıyordu. Bugünse bunun yerini daha iyi yaşamak ve dünya nimetlerinden azami faydalanmak düşüncesi aldı. Dün kendilerine toplumun üstten baktığını söyleyenler bugün giyim kuşam, yaşam ve harcamalarıyla farklılıklarını gözlerimize sokuyor.

Çukurambar’ı besleyen sadece inşaat ya da evler değil. Yeni muhafazakâr kültürü yayan dergiler, gazeteler, televizyon dizileri var. Müslüman moda… Zarif ve Dinen Makbûl bir dünyada asansörlü seccadeler, kimsenin giyemediği kıyafetler, yurtiçi yurtdışı tatiller, özel okullar, sıkı güvenlikli, her dakika silinen konutlar var. Kısaca Müslümanları tüketim dünyasına sokan, onların cebindekini sonuna kadar boşaltmaya yemin etmiş abdestli bir piyasa var. Bu piyasanın sunduklarını kullanarak ayrıcalık kazanan bir de zengin dindarlar var.

Zarif ve Dinen Makbûl kitabı muhafazakâr yenidünyayı anlama açısından okunması gereken bir çalışma. Hem teori var hem de pratik… Saha çalışmasıyla daha bir önem arzediyor.

Muaz Ergü

1 Şubat 2023 Çarşamba

Marifet kaygısı ile geçen bir ömür: Aziz

Bir romanda olaylar değil düşünceler öne çıktığında ve üslup da kendisine özgü ruh halini dayattığında o kitapla ilgili yazmak riskli olmaya başlıyor ve zaten iyi bir edebiyat metni her türlü özetleme gayretinin elinden kayıp gidiyor. Bu tür tehlikeleri göze alıyorsak en azından kitabın yarattığı ruh haline yaklaşmalıyız. Yazarın aklına girmeyi kastetmiyoruz kuşkusuz. Bu mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. Öbür yandan yazarların kahramanlarını neredeyse laboratuvar ortamında test ettiklerini, onların içine itildikleri koşullardaki hallerine yoğunlaşmaya çalıştıklarını da ekleyebilir, hatta belki biraz ileri giderek bu laboratuvarda kendilerini seyrettiklerini de söyleyebiliriz.

İradesizlik

Kıyamet Emeklisi’nin bende neden başka tasavvufi anlatıları değil de Terrence Malick’in A Hidden Life isimli filmini hatırlattığı üzerine düşündüm. Filmde orduya katıldığında kilisenin nasihatleri hilafına Hitler’e yemin etmemekte ısrar eden Franz Jägerstätter isimli, Avusturyalı, koyu Katolik bir köylünün hikâyesi anlatılıyor. Film Jägerstätter’in idam edilene dek cezaevinden eve gönderdiği mektupları eşliğinde yürüyor. Kişinin inancının ona hâkim olması da diyebiliriz buna. Belki filmle roman arasındaki benzerlik doğanın ve içselliğin birbirine karışmasında, Ayçukuru’ndaki yaşantıda yatıyordur. Buna karşın Kıyamet Emeklisi’nin kahramanı Aziz, Jägerstätter’in aksine hiçbir şekilde iradesiyle tutum alan, kendisini öne atan birisi değil. Nereye çekiştiriliyorsa oraya gidiyor, kimseyle doğrudan çekişmiyor, farklı olduğuna dair sezişle kendini gizlemeye çalışıyor.

Aziz kimse hakkında çok da iyi düşünceleri olmamasına ama menfi düşündüğünden de çok kolay vazgeçecek yapıda olmasına rağmen hep geçimli olmaya ve kendini de orta yolda göstermeye çalışırdı. İnsanların dikkatini çekmek en korktuğu şeydi. Her insandan ayrı ayrı dedektiflermiş gibi çekiniyor, en suya sabuna dokunmaz kimsenin bile suyuna gitmeye çalışıyordu. Bu yüzden takındığı bir ifadesi, konuşma şekli, hatta kelimeleri ve davranış kalıpları vardı. (...) Kendini belli etmek, en haklı ve ince olduğun konuda bile çekişme demekti.” (Cilt 1, s. 328)

Aziz’in farkında olduğu tek şey farklı olduğu bilgisi ve farklılığın gizlenmesi gerektiği, toplumun içinde kaybolmak gerektiği, göze batmamak gerektiği. Ama bu farklılık tanımlanmış bir şey de değil doğal olarak. Bir ruh durumu diyebiliriz belki. Tıpkı evliyaların iç dünyalarına dair bir şeyler yazmanın güçlüğü gibi, bu tür yaşantıların dile getirilemeyişi gibi burada da aynı duvarla karşılaşıyoruz. Hatta daha beteriyle; bir menakıb yazarı şeyhini anlatmak onun seyri sülukunu serdetmek istiyordur ama burada imkânsızlığın kendine özgü hikâyesi serdediliyor. Örtülü olan dillendiriliyor.

Kimsesizlik

Bu tamamen özel türdeki kişiliği anlatmak ancak neredeyse laboratuvar koşullarında büyümüş bir kişiyle mümkün. Şule Gürbüz aile, sosyal çevre gibi bağlantılardan arınmış bir kahraman yaratmayı tercih etmiş. Yani kimsesiz bir kişilik. Evden kaçmasıyla çocukluğundan itibaren başlayan ailesizlik, anne ve babasının ani ölümleriyle perçinleniyor. Önce Hilmi Baba’nın, ardından da gençlik yıllarında Kemaleddin Efendi’nin hamisi haline gelişleriyle Aziz’in ailesiyle bağları ortadan kalkıyor. Ailesizliğe, okulu bırakmaya, Hilmi Baba tekkesinde yaşamaya başlamasıyla birlikte toplumsal dışlanmışlık da ekleniyor ve giderek zamanın dışında bir kahramanla karşı karşıya kalıyoruz.

Kişiyi toplumla bağlayan her bir bağlantı özenle birer birer kopartıldığında dünya ve ülkede olan bitenler görüş ufkunun tamamen dışında kalıyor. Bu durumda da okulu yarıda bırakmasının ardından devletle gerçek tek karşılaşması gecikmiş de olsa askere gitmek ve orada da kendini saklamak, duruma uyuma sağlamaya çalışmak oluyor. Aziz ile aynı yıllarda doğduğunuzu fark ettiğinizde bu bağlardan arınmışlığın ne kadar şiddetli olduğunu idrak edebiliyorsunuz. Ülkede olanların bu derece dışında kalabilmek ancak böylesine özel bir durum sayesinde mümkün olabilirdi. Zaten yazar böyle birisinin içselliği ile ilgileniyor; toplumsal ilişkiler, toplumun veya ülkenin gidişatı metnin dışında kalıyor.

Aziz’in istençten yoksunluğu düşünüldüğünde kendisinden beklenmeyecek ölçüde becerikli, dayanıklı oluşunu da eklemeliyiz. Çekiştirildiği her yere gidiyor, “istemiyorum” veya “bunu istiyorum” diyemiyor ama ayı bakıcılığı dahil başına sarılan her işin üstesinden mükemmelen geliyor ve insanların kötülüğünden adeta başının üzerindeki bir hale sayesinde uzak kalmayı başarıyor. Hiçbir kötülük ona ulaşamıyor. Bu anlamda doğa ile, onun zorluklarıyla baş edebilen Aziz’in insanlardan çok doğaya yakın olduğunu söyleyebiliriz. Yakınmıyor, sızlanmıyor, insanlarla olanlar dışındaki her zorluğu aşabiliyor.

Aziz ağaçları ve taşları bile tedirgin ve müteyakkız görüyordu, yerin örtüsü bile tedirgin ve kaygandı, kedi bile kulağı ve kuyruğu ile tetikteydi, suların akışı bir gitme rahatlığıydı, nasıl olsa işte akıyor gidiyor, handiyse bitiyorum, varacağım yerin yolundayım, artık kimi neyi sularsam hükmünde iken insan, işte şu insan bütün bunların sahibi olduğu zannı ve muhkemliği ile dağa baksa dağa söylüyor, birbiri üstüne yığılı taş duvarların yanından onu ilk oraya koyan olarak geçiyor, hiçbir şeyin yapışmadığı kadar dünyaya zamklanıyordu. Dünya bu zamktan kurtulmak için her sabah, her akşam rüzgârlarla silkiniyor, yağmurlarla yıkanıyor, karla ovunuyor, titriyor, ilk hali ile yalnız, mağrur, sessiz olacağı zamanı bekliyordu.” (Cilt 1 s. 334)

Doğa ile ilgili ne yapabileceği daha çocukken iliklerine işlemiş ama insanlarla ilişkilerinde ise öyle değil. Orada daima bir rahatsızlık, bir sakillik, bir beceriksizlik mevcut. Aziz’deki yaşama becerisi ile istençsizlik bir arada bulunabiliyor. Neredeyse istençsizliği ile güçlüklerin arasından sızıp geçiyor. Duyarlılığı kendi içselliğine gömülme ve doğaya yaklaşma dışında bir şeye el vermiyor. Fakat metinde “doğal insan” da “dünyanın yerlisi” de hakikate uzak olup olmamanın terazisine vuruluyor.

İşte dünyanın yerlisi, oynanmamışı, oynanamayanı da geçiyor, işte o peygamberlerin sözünü geçiremediği adam kös kös evine gidiyor ama kös de değil, aslında doğal hali bu, kimse ona kızmasın, o da kimseye kızmıyor aslında bazen sadece düşündüğünden az bir kazanca yüzü asılıyor, o da uzun sürmüyor yüzü genelde öyle, sevindiğinde de sevinç ürküp yanına yanaşamıyor, kazancı bile ona uzaktan atıyor, o da tutup cebine koyuyor, yüzü daha az asık ama yine de ikna olmamış, hiçbir şeye ikna olmamış. Cuma namazında da aynı cenaze töreninde de, hastanede kollarını bacaklarını kestiklerinde de sesi değişmiyor. Dağ dedikleri bu mu yoksa? Öldüğünde de umursamayan belki kırışmış yüzü ile şöyle bir yukarı bakan ve olmuşu olacağı ne beğenen ne beğenmeyen, işte gerçek insan... Suçu bilmese de idamları en önde izleyen, dikkatini de asılana değil, cellada veren insan, doğal insan.” (Cilt 2, s. 253)

Örnekler çoğaltılabilir ama Aziz’in “dünyanın yerlisi” ile mesafesi de tıpkı diğer mesafeler gibi asli görünüyor. Yani başka arayış romanlarında “Anadolu insanı”na yakıştırılan sahihlik, hakikilik, vb. özellikler Aziz’in ufkunun dışında kalıyor. Buradan bakıldığında Anadolulu ya da büyük kentli olsun, herkes Aziz’in ruh dünyasının aynı kutbunda, “onlar” kutbunda toplanıyor.

Parantez

Dünyanın parantez içine alındığı böyle bir metinde herkes Aziz’in aşamalarının bir göstergesinden ve ona cevaplardan ibaret. Karısı ve çocukları da masivanın bir parçası. Her birinin kişilikleri Aziz’de olanın geçirimliliği nispetinde anlatılmaya değer. Dünyanın parantez içine alınışı, olanların da başka bir zamana ait oluşu gibi bir yanılsamaya yol açıyor. Bu durumda olanların hiçbiri belirleyiciliğin damgasını taşıyamıyor. Paranteze alınmış dünyada herhangi bir insanın kişiliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan cinsellik de parantez içinde. Bir çocuğun adım adım büyüdüğünü, ergenliğini, gençliğini, orta yaşlarını görüyoruz ama cinsellikle ilgili hiçbir unsurla, bedenin hiçbir ayartısı ile karşılaşmıyoruz. Böylece kitap tamamen Aziz’in marifet arayışına odaklı hale geliyor; öyle ki, evlilik gibi bir karar bile hayatın mecburi bir aşamasıymışçasına gerçekleşiyor. Kiminle evlenileceği de çok önemli değil, en nihayetinde Amiş Efendi’nin ünlü sözleriyle “olan olmuştur, olacak olan da olmuştur”.

Aziz’in çocukları da neredeyse onun gibi dünya tarafından ayartılmaktan uzaklar, arkadaşlarından ve çevrelerinden etkilenmiyorlar, büyük sorunlar çıkartmıyorlar, mevcut modaların hiçbirine kapılmıyorlar, önemli bir sapma göstermiyorlar. Aziz’in çevresinde dünya ile bir ilişkisi, dünya tarafından ayartılmaya, en azından komşularla ilişkilere açık olan tek kişi karısı Tevhide. O da elbette böyle bir kocayla yaşamaktan şikâyetçi ise de bu şikâyetler ve rahatsızlıklar Aziz için yok mesabesinde.

Tahmin ediyordu ki hikâye sahibi olmak acımasız olmak demektir. Vicdan, hikâyeye hemen bir son verir çünkü. Yolu parmağı ile gösterir ve hikâye biter. Zihinde başlayıp biter, yola bile çıkamaz, ayakkabısını bile giyemez.” (cilt 2, s. 199)

Dışarıda

Böylece dünyadan arındırılmış kişiliğin salt iç dünyasıyla karşı karşıyayız. Zamanımızın bir azizinin nasıl biri olacağı ile yani. Kişisel çıkardan da kendini gösterme telaşından da arınmış azizin istenç yoksunluğu neredeyse mutlak; Aziz’in tek istenci marifetin gerçekliğini açığa çıkartmak ve kendi marifet yatkınlığını gizlemek.

Toplumsallığın dışında, dışarıda kalış tasavvuf çevrelerine mesafede de kendisini gösteriyor. Sığındığı Hilmi Baba’nın tekkesinde de, oradan kopartıldığında yerleştirildiği Kemaleddin Efendi’nin tekkesinde de gerçek anlamda bir mürit olduğunu söylemek zor. Gerçekten bağlandığı, mürşit bellediği Hilmi Baba’nın manevi ağırlığı haricinde herhangi bir yapı ya da tarikatla, benzer bir organizmayla da gerçek bir ilişki kurmuyor Aziz.

Erzurum cildi”ne bakıldığında Hilmi Baba tekkesinde de, Kemaleddin Efendi çevresinde de onun tarikat organizması dışında kaldığını söylemek mümkün. Hilmi Baba ile ilişkisi tarikat organizması üzerinden değil, bireysel bir bağlantı ile yürüyorken, Kemaleddin Efendi’nin onu gönderdiği buhran tecrübesinde dahi tarikat içi tabiiyet diye bir şey gerçek anlamda söz konusu değil. Aziz her yerde kendi ruh haliyle, kendi ruhsal aşamalarıyla bir hayalet gibi yaşıyor. “İstanbul cildi”nde de tasavvuf çevrelerinin bütünüyle dışında olduğu gibi müesses dinî kurumlar dahi manzaranın dışında kalıyor.

... alim ve sofu el birliği ile tanrıyı görünmez bulunmaz dahası kendini sezdirmez yere koymuş ya da tümden kaldırmış ve bu heyulalar yüzünden ya yok sayılıyor ya varlığı artık varlık denemeyecek temas edilemez halde duruyordu. Aziz bu heyulaları kendine anlatılanlar, müesses dinin devletleşmiş binalarının arkasında görünmez olmuş yeşillik, sanki her şeyi söyleyip atlanan bir özne, sanatın ve şiirin arkasındaki mana kadar heyula buluyordu.” (cilt 2, s.317)

Yazar böyle bir kişiliğin herhangi bir tasavvufi çevrenin dışında içselliğini ve arayışını nasıl sürdürdüğünü aramak isterken, asıl olan doğuştan gelen, kişinin daha dünyaya geldiğinde kendisiyle birlikte bulduğu içselliğin hikâyesi oluyor. Ama tabii ki cevher işlenmek ve derinleştirilmek zorunda. Aksi halde farkına varılan cevherin bir başına bir anlamı yok.

Herkes aydınlığı ve cevheri kendi bulmak, bulmak da değil, bizzat oluşturmak zorunda, mürşit ya da her ne ise dışarıdan geleceğini umduğun her yardım aslında bunun böyle olamayacağını başına vura vura sana anlatıyor. Kendin oluşturursan kendin de, tevhit de, vahdet de her ne ise o olabiliyor, yoksa hiçbir şey.” (cilt 2, s.347)

Bir mürşide bağlı olmaksızın “marifet” gayretinin ne gibi ruhsal, hatta dinsel tehlikeler içerdiğini, böyle bir gayretin hiç de tavsiye edilmediğini hatırladığımızda Aziz’in bir başınalığını daha açık idrak edebiliyoruz. Yani olan biten ne kadar zaman dışı görünüyorsa arayışın biçimi de o kadar çağdaş. Nihayetinde Aziz’in arayışı ya da derdi tamamen tekil ve bireysel gelişiyor; hiçbir kanalla birleşmiyor, birleşip dönüşmüyor. Bu anlamda da geleneksel olmadığı gibi tam da modern bir zemine, hatta “zamanın ruhu”nun üzerine oturuyor.

Gayrisahih

Hilmi Baba ile ilgili hatıraların dışında Aziz’in akıl danıştığı hiç kimse yok. Tabii İstanbul’daki başlıca dayanağı Nuhu Bey hariç. İstanbul’da Aziz’e kol kanat geren, onu işe yerleştiren, hatta bir gelin adayı bulup evlendiren kitabın merkezî karakterlerinden Nuhu Bey’in konumu ise daha çok gayrisahih oluşun işareti gibi duruyor. Kitapta Aziz’den sonra geçmişi gayet ayrıntılı biçimde anlatılan tek kişi de Nuhu Bey zaten. Taşralı Nuhu’nun olmamışlığı ve zorlamalığı Aziz’in başkalığını öne çıkartmanın bir başka vesilesi gibi de görülebilir. Tabii Aziz de taşralı ama kitabın hatırı sayılır bir bölümüne yayılan Nuhu’nun asılsızlığı, hevesleri, İstanbul’daki kültür ortamlarında, hatta Bodrum’daki çevrelerde kendisine bir yer bulamayışı, oradan oraya atlayan ilgileri ve nihayet kendini bir mürşit kıvamında görmeye başlamasına taşralılığı reddi ama yine de ondan kurtulamayışı damga vuruyor. Buna karşın haliyle Aziz’in taşralı olmakla, İstanbul’da kendisini göstermekle ilgili meseleleri yok. Hilmi Baba sahihliğin, Nuhu gayrisahihliğin kutupları gibi görünürken gayrisahihliğin bu kadar “tipik” ve bu anlamda öngörülebilir oluşu asılsızlığın derinliğini gölgeliyor olabilir mi? Ya da başka bir deyişle gayrisahihlik bu kadar sahih olmak zorunda mıdır?

Nuhu birden değişmedi, yavaş yavaş da değişmedi, belki hiç değişmedi. Muhtemelen pek çok kimse gibi o da bir kılıf arıyordu kendine ve bunun güzel bir yılan derisi olduğunu düşünüyordu ama bir salyangoz kabuğu buldu ona girdi. Salyangoz mu değil mi bilemeden, sığdı mı sığmadı mı bilemeden hem de. Ama kabuğunu ömür boyu savundu, hem salyangozluğu övdü.” (cilt 2, s. 87)

Marifet

Marifetin ne olup olmadığı üzerine kalem oynatmak doğal olarak bu yazının haddi de değil, işi de değil ama kitabın merkezî kavramlarından birisine dair bir iki satır yazmadan olmayacak. Kuşeyrî’den, Serrâc’a kadar tasavvuf külliyatı bu kavramın niteliği ile ilgili tartışmalarla dolu. Kalp gözüyle, ilahi gerçekleri görmek, Allah’ı sıfatlarıyla tanıyabilmek, Tanrı’nın kalbe doğması, gönlün Tanrı ile geçirdiği zaman, hatta Tanrı’yı, Hakk’ı bilmek gibi pek çok tanımlama ve haliyle bu tanımlamalar çerçevesinde büyük bir tartışma mevcut. Sünni tasavvuf çevrelerinde tartışmadan çıkış genellikle marifetin Allah’ın bilinemeyeceği bilgisine ulaşmak demek olduğu vargısıyla nihayetleniyor. Romanda Kemaleddin Efendi’nin Aziz’in gayretlerine yanıtı meselenin diğer kutbunu gösteriyor: “Oğlum, arıyorsan bile bulup da n’apacaksın ha bulup da n’apacaksın?

Kemaleddin Efendi’den duyduğu insanın cüz’iliği ve önemsizliği, püf dense uçacaklığı ile Baba’nın insanı merkeze koyuşundaki, “O her şeydir” deyişindeki her’i kavrayamıyordu.” (cilt 1, s. 324)

Böylece Hilmi Baba’nın ve Kemaleddin Efendi’nin olmak üzere iki farklı tutumla, daha doğrusu birbirine tamamen zıt iki tasavvuf geleneği ile karşı karşıyayız. Kemaleddin Efendi’nin kapalı, soğuk, marifete de, cezbeye de alan açmayan Sünni çizgisi düşünüldüğünde bu iki tarzdan hangisinin daha çekici olabileceği gayet açık. Kemaleddin Efendi’nin tarzı Aziz’in zihin dünyasında epey gerilerde ve oldukça solgun kalıyor. Tabii Kemaleddin Efendi’nin tutumu gayrisahih falan değil, o tamamen başka ve aslında çoğunluk olan bakış açısını temsil ediyor. İnsan her ikisi de aynı tasavvufi gelenekten gelen ama meşrepleri farklı iki kişi arasında kalmanın nasıl olabileceğini veya ilham alınan kişinin Kemaleddin Efendi olması durumunda insanın önemsizliği bağlamında iç dünyanın veya kitaptaki tartışmanın nasıl şekilleneceğini düşünmeden edemiyor. Her neyse, sonuçta marifet Hilmi Baba’nın hatırası ile bağlantılı.

Hiçbir şeye tutkun değildi gerçi. İçinde bir tutkuya ait şey Baba’ya ve oradaki tüm yaşamına ait süre ve o sürenin yaşamına dahil ettiği marifet kokusuydu sadece.” (cilt 2, s. 466)

Nihayetinde marifet kaygısı ile geçen bir ömrün değeri tartılamaz, hesaba vurulamaz kalacaktır. Metin bu tartılamazlığın etrafında geziniyor. Aziz kendisine böyle bir görünün bahşedildiğine inancını sonunda kadar koruyor. “Marifet kokusu” kişisel çabadan çok zaten bahşedilmiş bir tohum.

Şimdi bunu o bilmese de Aziz onu içine almış, onunla devamdaydı. İçinde tutuşup duran bir marifet özlemi, marifet kokusunun özlemi vardı. Hayatını o kokuyu arayarak bazen bularak bazen kaybederek ama o koku ile onun etrafında geçirmek istiyordu.” (cilt 2, s. 171)

Bu gayrete eşlik eden iç söyleşinin sürdürdüğü aldatıcı benliklerle tartışma ta en sona kadar bitmiyor. Zaten marifet birbiri ardına sıralanan benlikleri aşarak onları susturarak mümkün oluyor. Mürşidin yokluğunda bütün iç muhasebe, tartışma ve hatta sohbet bu aldatıcı benliklerle yürüyor. Hatta belki de Aziz’in muhatapları sadece bu benlikler oluyor. Bu benliklerden en güçlüsü, en ayartıcısı “Kemal”, kişiyi hep yücelten ona mazeretler bulan, kişiyi pohpohlayan “Kemal”.

Kemal sık sık onun asılı tasvirini ona göstererek kendini beğenmesini sağlamaya çalışıyor, Aziz’in resmi bir tasvir olduysam bir yere asılmayı hak eden, ben neyimi nerede nasıl kaybettim de buna layık görüldüm, diye içi içini yiyor, Kemal şiddetle dünyada da hak ettiğini bulanların örnekleri ile kafasını şişiriyor, anlamadığı isimleri sayıp duruyordu. (...) İnsansın, kendinden daha ne umuyorsun, ihtiyar kadını yemedin doyurdun, bildiğin bütün azizler bundan fazlası asla değildir.” (cilt 1, s. 344)

Ayçukuru

Erzurum civarındaki Ayçukuru köyündeki halvet deneyimi bana kalırsa kitabın en önemli bölümlerinden birisi. Neredeyse terk edilmiş köyde kışı bir başına geçirmek, her ne kadar Kemaleddin Efendi’nin buyruğu ile gerçekleşiyorsa da yine bireysel bir doğa tecrübesi haline geliyor. Genelde halvete çekilme gibi uygulamalarda talibin sık sık denetlenmesi, neyi nasıl yaptığının takibe alınması geçerli olsa da Aziz’de bunların hiçbiri söz konusu değil. Bu durumda halvet zikirden, namazdan uzakta neredeyse hayatta kalmakla bağlantılı hale gelen bir doğa deneyimine dönüşüyor. Aziz çocukluğunda da çobanlık yapmış, yaylaya çıkmış birisi olarak buna yabancı değil, hatta doğada insanlar arasında olduğundan çok daha rahat hareket edebiliyor.

Aziz kışı kendine bir kavuk, bir destar gibi görüyordu. Havanın sertliği ve kıpırdatmazlığı ona teselli idi. Sakatmış da yürüyemiyormuş, dilsiz de konuşamıyormuş gibi bedeninde taşıdığı, başkasının merhamet ettiği bir alilliği o gizli bir lütuf gibi taşıyor ama merhamet eden gördü mü hemen merhamet görmeyi hak edenin çehre ve bedenine hatta sözlerine dökülüveriyordu. (...) Kıvamı cıvık olmayan, ağlayıp sızlamayan, derdin ve başkalığın aşırı sertleştirdiği ve kendi üstüne yazılanı başkasına ihale etmeye çalışmayan kabullenilmiş, yumuşak acının tahammüllü ve olgun bir nişanesi olmak daha doğrusu öyle görünmekti.” (cilt 1, s. 332)

Yine de bu deneyim romanın merkezi dönüştürücü ânı gibi görünmüyor. Hatta dönüşüm ânı fikri kitaba son derece uzak. Her şeyin damla damla birikmesi gerekiyor. Nasıl “İstanbul cildi”nin zirvesini kesin kararla halvete çekilmek oluşturuyorsa “Erzurum Cildi”nin zirvesini de Ayçukuru köyü oluşturuyor. Ayçukuru’ndaki buhran Aziz’in kendi kararı ve istemiyle gerçekleşmiyorken İstanbul’daki tamamen kendi kararı ve artık burada derin biçimde suskunlaşılıyor, marifete ulaşma gayretinin zorunlu eşlikçisi suskunluk oluyor.

O dünyaya, tabiat kanunlarına, mezarlıklara, servilere, her olana, olmuşa ve olacak olana başka bakanların bakışına karışmak istiyorum. Dünyaya küsenlerden ayrılmak istiyorum, her ezilene, ölene, yitene, düşene vah diyenlerden uzakta durmak, bunlara hatta tebessüm etmek istiyorum, anlar olmak istiyorum kısaca, sezerek de olsa, bilerek değil, işte anlayarak, aşina olarak, anlama içime doğsun aksın ve ben onunla bir olayım istiyorum.” (cilt 2, s. 247)

Doku

Açıkçası Şule Gürbüz’ün iki ciltlik yeni bir roman yazdığını öğrendiğimde önceki romanlarından bildiğimiz, hükmü okuyucuya bırakmayan, biraz üstten ve sıkı dokulu üslubuyla, bir okur olarak bu 925 sayfanın üstesinden nasıl geleceğimize dair endişelerim olmuştu. Tabiidir ki her gerçek edebiyat metni gibi Kıyamet Emeklisi’ni okumak da aceleye gelmiyor, arada bir soluklanmak gerekiyor, hatta bazen metinden uzaklaşmak, sonra yine dönmek gerekiyor. Hatta kitap nihayet bittiğinde düşünmeye devam etmek gerekiyor.

Yazı boyunca fazlasıyla alıntı yapmak zorunda kaldık, bu tür metinlerin kokusunu vermek ancak kendilerinden parçalarla mümkün. Her alıntı bağlam dışında kullanıldığında metne dair algımızın bozulması gibi bir tehlikeyi barındırıyorsa da iyi bir kitap gerçekte sıkı dokunmuştur; yani kitabın herhangi bir parçası bizi kitabın tamamının yarattığı ruh haline götürebildiği gibi herhangi bir parçasının ya da hatta hatırı sayılır bir bölümünün silinmesi de kitabın yaratacağı etkiyi değiştirmez, kitaptan bir şey eksiltmez. O zaman kitaptan son bir alıntıyla bitireyim.

Acaba sadece bulan değil de bulamayanın da yola çıkışından bir şey çıkmaz mı? Yokluğu seyrede seyrede bir varlığı seziş olamaz mı?” (cilt 2, s. 333)

Ömer F. Oyal
twitter.com/omerfoyal
* Bu yazı daha önce K24'te yayınlanmıştır.

Hayatımızdan eksilen insani hasletler

Sadık Yalsızuaçanlar’ın İki Semazen Bir Palyaço kitabı Sezai Karakoç’un bir dörtlüğü ile başlıyor: “Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere / Anne gitti ve sular buruştu testilerde / Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir / Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir."

Taha’nın Kitabı’nda yer alan bu şiir, İki Semazen ve Bir Palyoço'nun esbab-ı mucibesi gibi karşımıza çıkıyor. Söz konusu dört mısrada Karakoç; yitirilen sahiciliğe, sahihliğe duyulan özlemi anlatıyor ve bir anlamda da “neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.

Bir Şeylerin Acısıyla Anısıyla”, “Tekil Çığlık”, “Dil Yâresi”, “Kötülüğün Özü Üzerine”, “Acı Eşiği”, “Aldatmanın Özü Üzerine”... Rastgele seçilmemiş öykü isimleri bunlar. Kötülük, acı, yalnızlık gibi bu dünyaya ait travmatik kelimeler yüklü, çağrışımları hep varoluşun eğretiliği üstüne kurulmuş isimler. Eğretiliğin güzelliği “kritik” bir dönüm noktasını yakalamış olmasından kaynaklanıyor.

Otobiyografik diyebileceğimiz, kimi zaman da adı konmamış, tarihi yazılmamış bir günlükten pasajlar içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak pekala bu bölümleri de “anlattığım senin hikâyendir” ihtarı çerçevesinde okuyabiliriz. Zira anlatılanlar bir insanın kendi içinde yakaladığı derinliği her insanda yankısı hissedebilecek bir karşılığı bulunabilir ve hatta bulunabilirin ötesinde bulunmalı.

Kitabın temel temalarından biri de sokak hayvanları. Zulme uğrayan, aç biilaç köpeklerin hikayelerini anlatırken en hakiki hayat sahneleri, beşeri durumlara ilişkin sahiciliği yüksek ve etkileyici öyküler kaleme alıyor. Bir insanın ne denli zalim ve ne denli merhametli olabileceğini, merhametin melekliğin değil insan olduğunun da işareti olduğunu okuyoruz bu öykülerde. Geçmişten duyulan pişmanlıkla kendini sokak hayvanlarına hizmete adayan öykü karakterimiz, ne yaparsa yapsın kendini bir türlü affedemiyor. Duyduğu vicdan azabıyla adeta bir vakıf insana dönüşmüş olması bile onu ancak kısmen teselli edebiliyor. İsmini Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı nefis kitabının ilk cümlesinden alan “Ne Çok Acı Var”, tam da bu öykülerden biri. Konunun ve anlatımın dehşetengizliğini ifade edebilmek için bir bölüm alıntılamak isterim:

Sahil yolundan Arkum ilerlerken soldaki çöplükte bir köpek gördüm. Kulakları kesikti. Dayanılmaz, pis bir koku genzime çarptı. Köpek Haski’den daha zayıftı. Bir deri bir kemikti. Boynunda tasma vardı. Belki bugün veya dün kesilmiş bir koyunun derisini dişliyordu. Yiyemiyordu. Beni görünce ürktü. Deriyi alıp kaçmak istedi, taşıyamadı. Diğer salam geldi aklıma. Ürkmemesi için, “yavrum, kuzum, bak mama getirdim…” diyerek yavaş yavaş yaklaştım. Korkuyordu ama salamı fark ettiğinden kaçmıyordu. Birkaç metre uzağında durdu, salamı yere bölerek bıraktım. Geri çekildim. Hareketlendi. Arka bacakları kırık gibiydi, güçlükle yürüyordu. Beli makatına doğru düşüktü. Yaklaştı, deli gibi yemeğe başladı. Dikkatle bakınca fark ettim, makatı parçalanmıştı, kanıyordu. Memeleri büyükçeydi. Belli ki yavrularını hâlâ emziriyordu. Belli ki taciz edilmişti. Geçen ay kalp krizi geçirmiş, iki damarım stentle açılmıştı. Göğsüme ağrı çöktü, kolum uyuşmağa başladı. Asordili tanımda taşıyordum. Çıkarıp bir tane dilimin altına koydum. Göğe baktım. Gökte değildi, biliyordum. Her yerdeydi. Ama göğe baktım. Nolur dedim, bütün bunları anlamayabilmem için bana yardım et.

Kısa dinamik cümlelerle yazıyor Yalsızuçanlar. Kimi zaman bir liste gibi ilerlese de kurduğu atmosferle, kimi zaman da nükte veya kıssa tadında anlatıyla bir öykü dünyası inşa ediyor. Ne çok düş, rüya atıfı var İki Semazen Bir Palyaço'da. Uyanıkken geçen hikâyeler bile bir rüya atmosferine sahip. Büyük bir hikâyenin pasajlarını bir kaleydoskop gibi renkten renge şekilden şekilde, ahvalden ahvale dönüştürüyor İki Semazen Bir Palyaço.

Sadık Yalsızuçanlar’ın bazıları bir iki paragraf, bazıları bir kaç sayfadan ibaret olan kısa öykülerinde hayatımızdan eksilen insani hasletlere duyulan hasreti okuyoruz. Yalsızuçanlar, dokunduğu her şeyi bir öyküye dönüştürüyor adeta. Farklı okumalara açık bu öyküler, başka insanların gönüllerinde bambaşka boyutlara dönüşüyor, bambaşka hikâyelere kapılar açıyor.

İki Semazen Bir Palyaço ilham verici bir kitap.

Suavi Kemal Yazgıç
suaviy@gmail.com

30 Ocak 2023 Pazartesi

Boston'dan Karagümrük'e bir sufinin hayatı

“Hz. Ebu Bekir neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum.”
- Shems Friedlander

Şüphesiz insan halifetullahtır. Bununla beraber “insan”ın ne olduğunu ya da kim olduğunu doğru tarif etmek gerekir. Büyükler “Hz. İnsan” buyurmuşlar. Şeyh Galip, “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen” diyerek bu “Hz. İnsan”a işaret eder. Cenab-ı Hakk, Hz. Adem’in yaratılışıyla ilgili olarak ona kendi ruhundan üflediğini buyuruyor. Bu ifade insanın halifetullah oluşunun da kanıtıdır. Hilafet, makamın aslı değildir; sadece temsilidir. Hilafet yetkisini veren makam, temsil şartlarını ve şekillerini de belirler. Hilafete layık görmediği kişiden de hilafet yetkisini alır. İnsanın hangi şartlarda ve şekillerde Allah’ın halifesi olacağı da İlahî nizamla belirlenmiştir. Allah’ın esması yarattıkları içinde en çok insanda tecelli eder. Hilafet de bu tecellilerle gerçekleşir. İnsan, kendisine emanet olarak verilen bu salahiyeti kendinden bildiği müddetçe ziyandadır ve kendisine zulmetmektedir. “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. Böyle yaptı ki Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.” ayetleri de bu emanetin şartlarını ifade eder.

Bir kutsi hadiste, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliği sevdim ve mahlukatı yarattım.” buyruluyor. Bu hadis bize insanın varoluş gayesinin “Allah’ı bilmek” olduğunu söylüyor. Allah’ı beş duyu organımız vasıtasıyla bilmek mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı iman etmenin bir önemi kalmazdı. Allah’ın varlığı akıl yoluyla bilinmekle birlikte Allah’ı yakinen bilmek aşkla mümkün olur. Bundan sebep Cenab-ı Hakk, “Müminler Allah’ı şiddetle severler” buyuruyor. Merhum Ömer Tuğrul İnançer hocamız buradaki “şiddetle sevmek”ten kastın “aşk” olduğunu ifade etmiştir. Allah’ı beden gözümüzle görmek, kulağımızla duymak mümkün olamayacağına göre ona duyulacak aşkın başka bir biçimde ifade edilmesi gerekir.

Memleketten, sevdiklerimizden bize haber getiren kişiyi baş tacı ederiz. Baş köşeye oturtur, muhabbetle muamele ederiz. Memleketimizi, sevdiklerimizi ne kadar sevdiğimizi ve özlediğimizi bu kişiye göstereceğimiz hürmetten anlayabiliriz. Memleketten gelen kişi, eli boş gelmemiştir elbette. Selam kelamdan başka memleketten geldiğine kanıt olarak memleketin yiyeceğinden, giyeceğinden de getirir. Büyük şehire geldikten sonra memleketini unutmayan adam, memleketten kendisine selam getiren kişiye sırt çevirmez. Cenab-ı Hakk, aslî yurdumuzdan peygamberleri vasıtasıyla gurbet yurdu olan dünyaya selam göndermiş ve mucizelerini de birer azık torbası niyetiyle yanlarına vermiştir. Sadece peygamberlerini göndermekle de kalmamış bazı seçkin kullarına bu gurbet yurdunda kendi varlığını bildirmiş ve onlara katından rahmet vermiştir. Kulun Allah’ı bilmesi yani Allah’ı sevmesi Allah dostları aracılığıyla Hz. Muhammed’i (sav) sevmesine bağlıdır. Bezmiâlem Valide Sultan’ın mührüne kazınmış olan “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl / Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl” dizeleri Muhammedî muhabbetin ehemmiyetini vurguluyor.

Shems Friedlander ya da dostlarının tabiriyle Şems Baba, otobiyografi özelliği gösteren Kış Hasadı kitabında arayışlarla dolu bir ömrün sonunda İlahi huzuru bulmuş bir insanın manevi kazanımlarını paylaşıyor okuyucuyla. Zen üstadları, Swamiler, Gurdjieffçiler, Gurular, Yoga üstadları ve pek çok ruhsal yolculuğun ardından İslam’la ve tasavvufla kesişiyor yolu. Muzaffer Ozak Efendi, Şems Baba’nın ruhsal yolculuğunu kemale erdiriyor. Muzaffer Efendi, Şems Baba’yı tarif ederken “…yüzü güzel, sözü güzel, mütebessim, latif, vakur bir insan.” ifadelerini kullanırken Şems Baba, hayatını ve manevi yolculuğunu şu sözlerle özetliyor: “Başkalarının halinden ibret almayanlar başkalarına ibret olurlar.” Müslüman oluşunun nedenini ise “Hz. Ebu Bekir neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum.” sözleriyle açıklıyor. Bu sözlerden onun ne denli bir hakikat arayıcısı ve Hz. Muhammed’e (sav) ne büyük bir aşkla bağlı olduğunu anlayabiliyoruz.

Şems Baba, Muzaffer Efendi’yle tanışmalarını şu sözlerle anlatıyor: “Hazret’i selamlıyorum, o da beni selamlıyor ve işte ne oluyorsa orada olup bitiyor.” Bu sözler ilk başta çok makul görünmese de İlahi sırrın taşınması ve aktarılmasında nazarın ne denli önemli olduğu düşünülürse bu iki nazarda karşılıklı bir tanışıklık oluştuğu anlaşılıyor. Şems Baba, henüz 12 yaşındayken Hafız’ın “Ayakkabılarım yok diye üzülüyordum. Ayakları olmayan bir adamla karşılaşana dek.” dizelerini okuyor ve tasavvuf fikriyle ilk olarak bu dizeler aracılığıyla tanıştığını belirtiyor. Hayat yolculuğundan bahsettiği bir bölümde şunları söylüyor: “Hayatım boyunca kontrolümün dışında bir istikamete doğru yönlendirildim. Bir şeyler arıyordum, dahası aradıklarımın bana sunulandan farklı şeyler olduğunu biliyordum, ama hâlâ dünyaya raptolmuş bir haldeydim.” Bu yolda kim ki “Oldum!” derse o kişi hamdır.

Kitapta Muzaffer Efendi ve Safer Dal Efendi ile anılarına ve bu zâtların sohbetlerine de sıkça yer veriyor Şems Baba. Muzaffer Efendi, bir sohbetlerinde yol arkadaşlığına işaret ediyor. Muzaffer Efendi bir sohbetinde, “İnsan asla yalnız seyahat etmemeli ne maddi ne manevi âlemde… Yol refikini seçerken de dikkatli olmalısın. Rastgele insanlar seyahat ederken imtihan kolaydır… Daha yüksek seviyelerde imtihan ağırlaşır. Refikin güldüğünde gülmeli, ağladığında ağlamalısın. Bir acı varsa o acı paylaşılmalıdır.” buyuruyor. Bu ifadeleri okurken Hz. Muhammed’in (sav) hicret arkadaşı Hz. Ebu Bekir’i ve Miraç esnasında kendisine bir süre eşlik eden Cebrail Aleyhisselam’ı ve Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın yolculuğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Bir başka sohbetinde Muzaffer Efendi, ayının arı sokmasına aldırmadan bala olan aşkından elini kovana daldırmaya devam ettiğini belirterek aşkın her türlü cefaya rağmen rıza makamında yaşanabileceğini belirtmiş oluyor.

Tasavvufa dair şöyle bir ifade kullanıyor Şems Baba: “Kibri saflık ve samimiyetle, zulmü adaletle, dünya sevgisini muhabbetullahla değiştirebilir miyiz? İşte tasavvuf bu dönüşümler için vardır. Kolay iş değildir.” Bir başka yerde Peygamber Efendimiz’in (sav) tasavvufun özü mahiyetindeki şu hadisine yer veriyor: “Namaz için kıyam ettiğinde onu son namazınmış gibi kıl. Yarın özür dilemek zorunda kalacağın hiçbir söz söyleme, insanların ellerinde bulunanları elde etme ümitlerinden vazgeç ve bir de dört şeye riayet et; emanetleri muhafaza et, konuştuğunda doğru konuş, güzel ahlak üzere ol ve yerken içerken ve hayatını sürdürürken itidal üzere olup orta yolu tut.” Yine Safer Efendi’den naklen şunları söylüyor: “Yatsıdan sonra sessizce oturur ve günümüzü gözden geçiririz. Hâlimiz, ahvalimiz nasıldı, insanlara iyi ya da kötü nasıl muamelede bulunduk? Bunları insaf ile tefekkür ederiz ki bu bize ertesi günümüzde yardımcı olsun.” Bu ifadeler Şems Baba’nın da tasavvuf anlayışını belirtmesi bakımından önemlidir.

Ömür birazda ölümlere tanıklık etmektir. Özellikle ömrümüzün sonuna doğru sevdiklerimizin bu dünyadan göç etmelerine alışmamız gerekir. Ölmeden evvel ölmeyi başarabilenler ya da ölümü öldürebilenler elbette bu süreci de çok daha kolay atlatırlar. Şems Baba, Tosun Baba’nın (Tosun Bekir Bayraktaroğlu) vefatını anlattığı bölümde ölümle barışık bir ruh hali sunuyor gözlerimizin önüne: “Bizleri gözü yaşlı bırakıp üzüntüye gark ederek sevgili Muzaffer Efendisi, Safer Efendisi ve Kemal Babasıyla yeniden zikir halkalarına oturacağı, Allah’ın vaat buyurduğu daha hayırlı âleme giden ince yola revan oldu. Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) sarılacağı ve nurdan bir evde yaşayacağı âlem… Onu çok sevmiş olan bizler, yaşlarla nemli yüzlerimiz ve onu tanımış olmakla daha büyük bir taharete mazhar olmuş kalplerimizle kendi sıramızı bekliyor olacağız.

Kitabın sonunda Safer Efendi’den naklen bir kıssaya yer veriyor Şems Baba ve adeta kitabın adının neden Kış Hasadı olduğunu da böylece göstermiş oluyor. Ömrümüzün sonunda dahi olsa hakikati idrak etmişsek hasadımız başarılıdır. Kıssa şu şekilde, varın hissenizi siz çıkarın: “Safer Baba bana maymun nasıl yakalanır, öğretiyor: Küçük bir delik açıyorsun, içine ince boyunlu bir şişe koyup onu yemişlerle dolduruyorsun. Maymun elini sokup bir avuç yemiş alacak ama yumruğu şişeden çıkaramayacaktır. Maymun avcısı yaklaşır ve avını yakalar. Akıllı maymun elini açıp yemişleri bırakırsa kurtulacağını anlar. Özgürlük arzuları bıraktığında gelir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliği

Berat Demirci Türk deneme yazarlığının usta ismi. Onun denemelerinde tabiat, insan ve eşya hayatın akışına birlikte tempo tutuyor gibidir. 2022’nin sonlarında Muhit Yayınlar'ından yayımlanan Serçe Saati kitabı bu kanaatimizi pekiştirecek niteliktedir. 2013 yılında başka bir yayınevi tarafından yayımlanan bu denemelerin hak ettiği dolaşıma sahip olmadığını ve bu yüzden okuyucusuyla tam bir buluşma sağlayamadığını söylemeden geçmeyelim. Denememizin birkaç özgün isminden biri olan Berat Demirci’nin eserlerinin çok daha geniş okuyucu kitlelerine ulaştırılması yazarının olduğu kadar okuyucusunun da hakkı olsa gerektir.

Asaf Halet ÇelebiHe’nin iki gözü iki çeşme” demişti. Berat Demirci ise Asaf Halet’e Çelebi’ce bir selam çakarak “Şe’nin iki gözü iki çeşme” başlığı altında çeşmeleri dolaşıyor. Kurumuş çeşmeleri suya kavuşturur gibi türkü pınarlarından onlara arklar açıp yollar gösteriyor. Akmakla akışmak arasındaki senfoni farkını “Kütahya’nın pınarları akışır” türküsünün peşine takılıp aynı akışkanlıkla anlatır. Ben kitabı okurken şurada durdum ve uzun uzun kulağımı o akışan çeşmelere verdim: “Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsunuz. 'Kütahya’nın Pınarları' bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.” Hacı Mehmet Çeşmesi’ni, dağ başlarındaki yalnız çeşmeleri ve derinde kaynayan pınarları Berat Demirci’nin anlatımı ile dinleyip okurken ıssız çeşmeler gibi tabiata dair ne çok şeyi kaybettiğimizi fark edip kederleniyoruz. Yazarından ödünç alarak söyleyecek olursak: Çeşmelerle akışmayı da unuttuk, çeşmelerin akıştığını da sadece çeşmelerin değil, dağın taşın kurdun kuşun; her şeyin…

Serçe Saati kitabında yer alan denemeler söz sözü açar kabilinden uzun denemeler. Oktay Akbal’ın “Önce ekmekler bozuldu” deyişiyle değişimin başı olarak kabul edilen ekmek üzerinde de aynı hassasiyetle durulmuş. Ekmek kokusundan hızla uzaklaşmış şehirlerin soğuyan yüzü, mis gibi ekmek kokusuyla beraber yok olan içtenlik ve kanaat ahlakı şehirleri bir mevtaya dönüştürerek kentleştirmiştir. Keşikli Fırınlardan bahis açsak şu kent hayatında söylediklerimizden kim ne anlayacak? Anlamaz elbet. Ekmeğin hamuru ve mayası değişir de nesillerin mayası ve hamuru hiç değişmez mi? Zeron buğdayından söz etsek kim bizi nereden anlayacak? Yazarımıza göre Zeron buğdayı günlük hayatımızdan çekildiği günden beri kadınlarımızın yüzü gülmüyor. Ekmek Aşı nedir bilmeyenler ne demek istediğimizi nasıl bilsinler? Elektrikli fırınlar ve mikrodalga ile birlikte taze ile bayatın tanımı ve anlamı bile değişti.

Serçe Saati’nde türkü izini takip ederek ulaşılan konulardan biri de mendil. Mendil deyip geçmemek lazım. Onun da uzun bir serüveni olduğunu Berat Demirci’nin satırlarından anlıyoruz. Mendil efendiliğin, nezaketin ve nezahetin bir simgesiyken, tarak, ayna, çakı ve çakmak da bu yerli yerindeliği tamamlayan unsurlardır. Mahrama ve peşkiri de hafızamızın kaybolan yerine iliştiriyoruz. Sepetli ve de fileli dönemlerden habersiz poşet döneminin çocukları elbette bu incelikten nasipsiz olacak, mendili tek kullanımlık bir burun silme aracı zannedeceklerdir. Bir de halayda mendil vardır ki yazarın da teslim ettiği gibi o bir dekor değil asli unsurdur.

Hayatımızdan çekilen şeyler sadece hayatla aramıza bir boşluk oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bir geleneği geldiği yere geri postalayıp yaşanmış zamanların demirbaş kelimelerini de ardiyeye kaldırıyor. Ölümün dünya hali bunlardan biri. Gusülle gasil arası insanın ruhu bile duymazken gelip geçen hayatın başlangıç ve bitiş seremonileri. Şu cümle karşısında bir kere daha kalakalıyorum: “Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle…Ölüm, 'Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!' gibi sözlerle karşılandı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makineye bağlı geçirmekteyiz.” Modern hayatla beraber ölülerimizi nasıl kaldıracağımızı da unuttuk. Geleneğimizde “Ev Açma” diye bir şey vardı, ölen kişinin elbiselerini yıkamak için “Çamaşır Günü” diye bir gün tayin edilirdi, ölüyü defnettikten sonra “Can Yemeği” diye bir yemek adeti vardı, şimdilerde bütün bunların yerini kalıplaşmış törenler, kır pideleri, taziye halkaları almış. Alkışlı cenaze merasimleriyle ölüleri yakmak diye bir şey evvel yok idi iş bu âdet yeni çıktı.

Her deneme birbirinden güzel olsa da ben kitapta en çok “Valide Çiçeği” denemesini daha çok sevdim. Güzelliği ile dokunaklı oluşu arasında bir ilgi var mıydı, bilmiyorum. “Son üç gününde tam anlamıyla bebekti…” cümlesini okuduğumda rahmetli annemin bu dünyadaki son günleri geldi aklıma. Ölümün ve dirimin kodlarını çözmemizi sağlayan birçok şeyi Serçe Saati'nde bulabiliyor okuyucu. Bugünlerin dünyasında yastık kelimesi de mendil gibi çeşme gibi kendine dayatılan anlamın üzerine çıkamıyor ne yazık ki.

Yine Zevrak-ı Derunum Kırılıp Kenâre Düştü” diyen şairin işaret ettiği “kenar”dan derkenara doğru oradan da dağ kenarına yürüyerek ateşin kenarına, oradan da kenarın dilberine doğru uzanan denemeyi kitabın en alımlı kenar süsü kabul edebiliriz. Dikiş, iğne ve düğümle kalemin ve silginin ifade edeceğinden çok daha büyük hayat dersleri alınabileceğini öğrenmek nasip olarak her okura fazlasıyla yeter. Kitabın son bölümlerinde yazar odasına giren kanatlıgiller üzerine hafızasına konup havalanan duyguları yazmış. Karasinekten bal arılarına, eşek arılarından kelebeklere kadar kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliğini dile getiriyor. Son iki yazı mutlu sonla bitiyor, yazar yazı yazmıyor da sanki kiraz kuşunun gagasından muhabbetle öpüyor. Güneş tutulmasına maruz kalan serçe parmak kadar bedeniyle yükün bir kısmını omuzlarına alarak sanki insanların yaşadığı kadere eşlik ediyor.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

24 Ocak 2023 Salı

Tüm zamanları elinde tutmak

“Ömürlük arkadaşlar, dedi adam. Onları bazen bir ömür bekleriz.”

Çağımızın deha kadın romancılarından olan Ali Smith, aynı zamanda öykücü, oyun yazarı, gazeteci ve akademisyen olarak da anılıyor. Aslen İskoçyalı olsa da eserleri yaşadığı sınırları çoktan aşmış ve dünya edebiyatına dahil olmayı başarmış. Ona “deha” denmesinin sebebi gerek yazdıklarıyla gerek söyledikleriyle yaratıcı gücünün en üst kertede olduğunu bizlere kanıtlayan bir sanatçı olması. Daha önce farklı bir yayınevinden kitaplarını okuduğumuz Ali Smith’in mevsimler üzerine kurguladığı roman dörtlemesinin ilk ikisi Sonbahar ve Kış yakın zamanda Seda Çıngay Mellor tarafından Türkçe’ye çevrildi ve Kafka Kitap tarafından okurlarına sunuldu.

Sonbahar romanı Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanının ünlü girişi “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü” cümlesine bir atıf yaparak “Zamanların en kötüsüydü, zamanların en kötüsüydü,” diye başlıyor. Bu selamı alan okur, ardından Virginia Woolf etkisinin hâkim olduğu bilinç akışı bir metinle karşılaşıyor. Yüz bir yaşındaki Daniel Gluck, bir bakım evindeki yatağında ölü olduğunu hayal ediyor. En yakın arkadaşı olduğunu sonradan öğreneceğimiz otuz iki yaşındaki Elisabeth onu ziyarete geliyor, elinde Cesur Yeni Dünya kitabı var, bu kitabın isminin bir Shakespeare oyunundan alıntılandığını biliyoruz, böylece zamanı zaman üzerine koyup geniş bir yelpazeye yayıyoruz edebiyatı. Roman ilerledikçe ikilinin dostluklarının Elisabeth’in sekiz yaşındayken mahalleye taşınmasıyla başladığını, küçük kızın annesinin buna en başında karşı çıktığını, mahalledeki herkesin bu dostluğu tuhaf bulduğu öğreniyoruz. Hayır, altından şehvetli bir Lolita masalı çıkmıyor. Aksine, küçük yaşlarda “gerçek” sevgiyle yoğrulmuş bir dostluk hikâyesiyle başlıyor, ergenlik dönemlerinde Elisabeth’in “eksik” babasını tamamlayan paternal bir sevgiye dönüşüyor ve yetişkin döneminde de Elisabeth’in “fiziksel hiçbir şey yok ama aşk başka türlüsü olamaz” diye tanımladığı tuhaf bir aşk ortaya çıkıyor. Daniel, Elisabeth’in bakıcısı, çocukluk arkadaşı ve ruhdaşı olurken aynı zamanda küçük kızın entelektüel, bilişsel, duyuşsal ve düşünsel gelişimini sağlıyor.

Kış romanına gelince, dörtlemenin ikinci romanı olmasına rağmen tamamen bağımsız bir anlatı sunuyor Smith. Bu kez Noel zamanında emekli ve zengin bir kadın olan Sophia Cleves’ın on beş odalı evine konuk oluyoruz. Yine Charles Dickens etkisi mevcut, bu kez Bir Noel Şarkısı'ndaki “yaşlı, huysuz, mutsuzEbenezer Scrooge’un dişi versiyonu var karşımızda. Sophia’nın oğlu Arthur (Art) sevgilisi Charlotte tarafından terk edilince, trende tanıştığı Lux isimli bir kıza para teklif ederek onu annesinin Noel yemeğine getirir. Geçmişe dönüşlerle Sophia’nın ablası İris’in bir aktivist olduğunu ve nükleer savaş, kimyasal atık ve mülteciler gibi önemli politik meselelere karşı savaştığını öğreniriz. Kış romanı Sonbahar'ın devamı değil ama geçmiş anılar, zaman, politik meseleler ve ileri yaş birinin yeni jenerasyondan biriyle ilişki kurması gibi temalar birbiriyle örtüşüyor.

Monologlar Virginia Woolf’a, espriler Shakespeare’e, karakterler de Dickens’a selam veriyor. Romanın girişindeki “Tanrı ölmüştü… Romantizm ölmüştü. Şövalyelik ölmüştü. Şiir, roman, resim, hepsi ölmüştü, sanat da ölmüştü…” diye uzayıp giden listede birçok şeyi “ölü” tanımlayan yazar en baştan bize şu mesajı veriyor: “Bu klasik bir hikâye değil.

Ali Smith’in zamanı düz bir çizgide değil ama fragmanlar halinde yazması, zamanı bükmesi, zamanın akışını ve sembolik saatleri sorgulaması her iki romanın da en temel izleği. Özellikle Daniel’ın kol saatini nehre fırlattığı sahnede bu zaman deneyimini hissediyoruz. Bir röportajında şunu söylüyor Smith, “Zamanı doğum, yaşam, ölüm gibi düz bir çizgide yaşadığımızı sanırız ama aslında biz tüm zamanları, geleceğimizi, geçmişimizi elimizde tutarız.

Bu da aslında Byung-Chul Han’ın zamanın atomlaşmasını ve “diskroni” terimini anlattığı Zamanın Kokusu metnindeki zamansal dağılma teorisini destekliyor.

Özetle; Ali Smith okurlarına içinde yaşadığımız yüzyılın edebiyatına dair, “deneysel” ve “özgün” diye nitelendireceğimiz bir deneyim yaşatıyor.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Geleceğin toplumlarında çocuğa yer var mı?

Iskarta, herhangi bir sebepten dolayı önemini yitiren mal demek. Bu kelime genelde cansız varlıklar için kullanılır. Ama bu kitapta tam tersi. Yan yana gelemeyecek kadar birbirine zıt olan iki kelime bu kitabın ana teması; 'ıskarta' ve 'çocuk'.

Amerikalı yazar Neal Shusterman tarafından ilk defa 2010 yılında yayımlanan ve New York Times çok satanlar listesinde olan Iskarta isimli bu distopik eser, bizleri hayalini kurmayı bile istemeyeceğimiz bir dünyaya götürüyor. Youtube'da bir videoda tesadüfen adını duyduğum bu kitabın beni bu kadar etkileyeceğini açıkçası hiç düşünmemiştim. Belki de biz kadınların en hassas noktası olan çocuklardan 'ıskarta' diye bahsedildiği için içerde bir yerlere dokunmuş olabilir. Ama şuna eminim ki erkek olsun kadın olsun bir çocuğun 'yetersiz' kabul edildiği için gözden çıkarılması hiç kimse tarafından kabul edilebilecek bir şey değil. Kitabı okuduğunuzda söylediklerime hak vereceğinizi düşünüyorum. Peki nedir bu ıskarta?

İkinci iç savaş üreme hakları yüzünden çıkmıştır. Bu savaşta üç taraf vardır; Yaşam Ordusu, Seçim Tugayı ve Amerikan ordusunun geri kalanı; onların işi iki tarafın birbirini öldürmesini engellemeye çalışmaktır. Bir yanda insanlar yaşam hakkını korumak için, kürtaj yapan doktorları öldürürken diğer yanda birtakım insanlar fetüs dokusunu satabilmek için hamile kalırlar. Ve bu savaşta herkes liderini bu mesele hakkındaki tavrına göre seçer. Savaş devam ederken Yaşam Kanunu çıkar. Bu kanuna göre çocuğun, ana rahmine düştüğü andan itibaren 13 yaşına kadar hayatının sonlandırılması yasaklanır. Nobel Ödüllü bir bilim adamı çözümü şöyle bulur; hamileliğin çocuğun aklı kemale erdikten sonra, geçmişe dönük olarak sonlandırılması. Bilim adamının keşfettiği teknik, bir donörün her parçasının nakledilebilmesine imkan tanır. Savaşın sonuna doğru istenmeyen çocukların hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran 'ıskarta yöntemi' öne sürülür. Ve bu yöntem iki taraftan da kabul görür. ABD donanmasının eski Amirali bu durumu şöyle anlatıyor: "Savaş iyice kötüye giderken iki tarafı masaya getiren bir ateşkes sağlamayı becerdik. Sonra da, istenmeyen çocukları hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran ıskarta fikrini öne sürdük. Bunun iki tarafı da şoke edip nihayet gerçeği görmelerini sağlayacağını düşünüyorduk. Masanın iki tarafından birbirlerine bakacaklar ve birileri bunun saçmalığını belirtecekti. Kimse öyle yapmadı. Yaşamı sona erdirmeden yok etme fikri iki tarafında isteklerini karşılamıştı. Yaşam Kanunu imzalandı, Iskarta Mutabakatı yürürlüğe girdi ve savaş sona erdi."

Yaşam Kanunu demişken, bu kanuna göre istenmeyen hamileliklerden doğan çocukların kapı önlerine bırakılması da serbest. Anne eğer bebeğini istemezse dışardan zengin olduğu belli olan evlerin kapısına çocuğunu bırakabiliyor. Ve bu aileler o çocuklara sahip çıkmak zorunda kalıyor. Eğer o ailede çocuğu sahiplenmek istemezse kimsenin görmediği bir şekilde yine başka kapıya bırakıyor. Kapı önlerine bırakılıp da sahiplenilmeden ölen çocukların sayısı da bir hayli fazla.

Söz gelimi 'işe yaramayan', hiç bir becerisi olmayan toplum tarafından 'sorunlu' olarak adlandırılan çocuklar 13 yaşına geldiğinde aileleri tarafından ıskartaya çıkarılır. Anne-baba ortaklaşa aldıkları kararla Iskarta Mutabakatını imzalarlar. Bu çocuklar 13. doğum günlerinde gençlik polisleri tarafından alınıp Hasat Kamplarına götürülür ve orada Iskarta işlemi gerçekleşir. Eğer 18 yaşına kadar hayatta kalmayı başarabilirlerse bu işlemden kurtulurlar. Çünkü Iskarta İşlemi sadece 13 ve 18 yaş aralığındaki çocuklara uygulanır.

Hasat Kampında neler olduğunu, ıskarta işleminin nasıl gerçekleştiğini kimse bilmemektedir. Çocuklar kampa geldikten sonra vücutlarındaki uzuvların sağlıklı kalabilmesi için her türlü tedbir alınmıştır. Çünkü nakil yapılacak olan kişilerin sağlıklı organlara ihtiyaçları vardır ve ıskartaların bütün organları başkaları tarafından kullanılır. Eski Donanma Amirali ıskartalardan bahsederken şöyle der: "Daha fazla insan organlarını bağışlasaydı ıskarta işlemi hiç olmayacaktı... ama insanlar kendilerinin olan şeyi kendilerine saklamayı seviyorlar, hatta öldükten sonra bile."

Kamptaki çocuklar genel olarak ikiye ayrılmıştır; belalılar ve ondalıklar. Bu iki grubun birbiriyle iletişim kurması dahi yasaktır. Ondalıklar yazarın deyimiyle "Titanic'deki birinci sınıf yolcu" muamelesi görür. Belalılar ise en erken ıskartaya çıkarılan çocuklardan oluşur. Toplumda hiçbir şekilde kendine yer bulamamış çocuklara bu kamplarda da yer yoktur ve ilk önce onlar gözden çıkarılır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi anne-babasının değer vermediği, sahip çıkmadığı çocuklar toplum içine karıştıkları zaman da aidiyet duygusundan yoksun kalıyorlar.

İşte bu kitap ıskarta işleminden kaçmak için her yolu deneyen Connor, Risa ve Lev adında üç çocuğun mücadelesini anlatıyor.

Connor ailesinde, okulunda, arkadaş çevresinde sürekli kavga eden, problem yaratan bir çocuktur. Ailesinin kendisini Iskartaya çıkardığını tesadüfen öğrenir ve gençlik polislerine teslim edilmeden kendisine bir kaçış planı hazırlar.

Risa devlet yurdunda büyümüştür. Klasik piyano çalar. Fakat devlet yurtlarındaki yoğunluktan ötürü Risa'ya yurtta yer kalmamıştır. Çıkarıldığı heyet tarafından yeteri kadar yetenekli kabul edilmez ve ıskartaya çıkarılmasına karar verilir.

Lev ise bir doğduğu günden itibaren ondalık olduğuna inandırılarak büyütülür. Kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Daha doğmadan 13 yaşına geldiğinde ıskarta olması için mutabakat imzalanır ve Lev hayatı boyunca Tanrı için özel olarak seçildiğine inanarak büyür.

Connor'ın kaçma planınından sonra peşpeşe yaşanan kazalar Connor, Risa ve Lev'i bir araya getirir. Lev'in saplantılı düşünceleri, kendisine inandırılan 'kutsal görev' inancı bu üç ıskartanın başına türlü işler açar. Fakat Connor ve Risa Lev'i ıskarta işleminden korumak ve fikirlerini değiştirmek için büyük fedakarlıklar yaparlar.

Distopik eserler gerçek olmamakla birlikte içinde gerçekliğe dair çok fazla mesajların yer aldığı eserlerdir. İstenmeyen çocuklar, kapı önlerine bırakılan bebekler, kürtaj, organ bağışı, sorumsuz aileler gibi toplumsal sorunları kitabında işleyen yazar, harika bir kurguyla bunları göz önüne seriyor. Kendinizi kitaptaki karakterlerin yerine koyduğunuz zaman sorguladığınız, kafanızı kurcalayan çok fazla meselenin olduğunu göreceksiniz. Cevap veremediğiniz sorular, çözüm bulamadığınız olaylar, üzüldüğünüz konular olacaktır. Ben kitabın kapağını kapattığımda keşke dedim, keşke yeryüzünde sahiplenilmemiş, sevilmemiş, değer görmemiş bütün çocuklara sarılabilseydim. Sarılsaydım ve onlara ne kadar değerli olduklarını anlatabilseydim...

Ahsen Sena
ahsensna@windowslive.com