9 Aralık 2022 Cuma

Kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir

Olmadık zamanlarda olmadık kitaplar okuduğunuz olur mu? Bana çok olur. Eski bir alışkanlığımdır bile diyebilirim. Lise zamanlarında ne zaman zorlu bir kimya ya da fizik sınavı olsa önceki iki gün boyunca dayanılmaz bir roman okuma açlığı çekerdim. Ne olduğuna nasıl olduğuna bakmaksızın her türlü edebi metnin içinde sımsıcak bir dünyanın yattığına dair dayanılmaz bir çekim hissederdim (Ancak böylesi zamanlarda ilgi gösterip okuyacağım türden bir kitaptı, Jacqueline Susann’ın Bir Defa Yetmez’i. O gün bugündür tadı damağımdan gitmez.) Ne zaman gecikmiş bir raporu bitirmeye çalışsam kütüphanemde okunmayı bekleyen kitapların canlı birer varlığa dönüşüp yalvarırcasına bana baktıkları gibi bir hisse bürünmüşümdür. Herkes hazır halde bir toplantı için beklerken elimdeki konuyla ilgisiz kitaptan sırf birkaç cümle daha okuyabilmek için geciktiğim epeyce vakidir.

Geçmişe dönüp bakınca bütün bunlar bir tür kaçıştı elbette ama sonradan fark ettim ki mantığa galip gelen her türlü tutku aslında bir tür kaçışla başlar. Evinden hiç kaçmayan insanlar için hayat bitmeyen sınavlardan ibarettir belki de. Hep yapılması gerekeni yapılması gerektiği gibi yapmak insanın asla kaçamamasının ardındaki gerçek neden değil midir zaten! Bu sayede anladım ki insanlar bir tutkuya kapıldıkları için kaçıyor değillerdir ve de. Kaçtıkları için tutku dolular! Konforundan vazgeçmeden korkularla yüzleşmek diye bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, korkularımız nedeniyle konforlu dünyamıza mahkum olmayız, böylesi bir dünyanın esiri olduğumuz için korkularımızın mahkumuyuzdur.

En iyi sanat eserlerinin en kasvetli zamanlarda yazılması da boşuna değildir. Olmadık zamanlarda okuduğumuz kitaplar ne olduğumuza dair daha şaşmaz birer göstergedir; hiçbir neden yokken yapılan işler gibi içimizin derinliklerinden kendi başına süzülüp gelen duyguların tezahürü olduklarından dış dünyanın yüzeyselliğinden derinlere birer çağrı gibidir. Tutku da tam olarak böyle bir şey değil midir! Öylesine okunan kitaplar tutkularımızın gösterişsiz bir davetidir. Öylece bırakıverdiğimizde bir anda başka bir dünyanın içine girdiğimiz eşsiz bir yolculuk gibi.

Şimdilerde yine çok işim var! Bekleyen zorunluluklar, gündemin ağır kasveti ve gündelik hayatın ne yapsanız azaltıp vakit arttıramadığınız rutinleri… Böyle bir zamanda elime geçen bir kitap, dış dünyanın baskısından sıyrılıp kendimi dinlememe çok yardımcı oldu. Erich Fromm’un Dinleme Sanatı’nı (Say Yayınları) okudum hiç de lüzumu yokken! Evde nereye kafamı çevirsem karşıma çıkıp durdu ve kelimenin tam anlamıyla -ve başlığıyla tezat bir ironiyle- canlı bir varlık gibi benimle konuştu. Dinle beni diyor gibi geldi! Dur ve dinle! İyi bir öğrenci gibi harfiyen dinlemem gerektiğini hissettim. Okudukça nedenini anladım. Bu kitap okunmak için değil dinlenmek içindi. Çok iyi şeyler söylüyordu.

Okuyunca ilk fark ettiğim çarpıcı görüşlerden biri, nesnel gerçeklikten kaçışın zannedildiği gibi psikolojik bir zayıflık değil belki de tam aksine öznel deneyimin, doğası gereği kontrol edilemez olan nesnel gerçekliği denetim altına almasının bir yolu olduğuydu. Şöyle diyordu Fromm: “Bir şey, toplumsal faaliyetlerimize engel oluyorsa onu semptom olarak ilan ederiz. Bu yüzden, en ufak bir öznel deneyimi olamayan ve şeyleri tamamen gerçekçi olarak gören birinin sağlıklı olduğu farz edilir. Bu kişi gerçeği, kontrol edilebilir veya idare edilebilir bir şey olarak ayırt edemeyip sözde normal birini etkileyemeyecek içsel bir deneyimin, bir duygunun, en üstü kapalı duygunun farkında olabilen bir psikotik kadar hasta olabilse bile.” (s.48).

Kitabın alt başlığı, psikanaliz ve psikanalitik terapiler üzerine notlar; fakat içinden çıkılamaz psikanaliz kitaplarına hiç benzemiyor. Dinleme sanatı derken elbette ki terapiste gelen insanların dinlenmesine göndermede bulunuyor ama mesajın bununla sınırlı olmadığı açık. Fromm, psikanalizin amacını basitçe, “kendini tanımak” olarak belirtiyor ve şöyle diyor: “‘Kendini tanımak eski bir insani ihtiyaç; Yunanlardan ortaçağa, modern zamanlara kadar kendini tanımanın, dünya hakkındaki bilginin temeli olduğu fikrini görürsünüz ya da Meister Eckhart’ın çok çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi, ‘Tanrı’yı tanımanın yegâne yolu, kendini tanımaktır.” (s.45). Bize hiç de yabancı şeyler değil elbette ama bizim için kendini tanımak nedense hep zor ve yabancı olagelmiştir ve kitaba her şeyden sıyrılıp kulak verdiğinizde buna dair çok şeyler duyabilirsiniz. Kitabın iddialı görüşlerinden biri -ki son derece önemli- her insanın kendini tanımaya çalışarak iyileştirebilmesinin - bunu, herkesin kendi başına yapabilmesinin mümkün olduğudur.

Bu nasıl yapılır peki? Fromm’a göre, psikanaliz bir geçmiş araştırması değildir. Her zaman eksik olan şimdinin ve nesnel gerçekliğin geçmişe gidip tamamlanması, bilinçsiz süreçlerin kavranmasıdır. Dolayısıyla, kendini tanımak demek gerçekliği görmeye çalışmak değil, sadece sizde olan bir şeyle onu tamamlamaktır. Bu noktada geçmişe gitmek bir anlamda en derinlere inmektir çünkü en fazla yapmak isteyip yapamadığımız şeyler en gerilerdedir. Çocukluk, bilinçten çok bilinç dışında yaşanan bir dönemdir. Bu nedenle, kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir: “Kendimi analiz ederken -bu her gün yaptığım bir şey- kasıtlı olarak beş yaşındayken, on beş yaşındayken…hissettiklerimi hissetmeye çalışırım; bu duyguları içimde hissetmeye, çocukluğumla ilgili bağlantımı, canlı kalması için sürekli açık tutmaya çalışırım çünkü bu, içimde şimdi olan biten ama farkında olmadığım şeyleri anlamama ve farkında olmama yardım eder. amaç, geçmiş araştırması yapmak değildir.” (s.57).

Fromm için “Çocukluktaki deneyim ancak tekrar yaşanırsa, hatırlanırsa önemlidir” ve kendini tanımanın amacı “şimdi olanı, geçmişte olan neyle açıklayabilirim sorusu değildir” (s.58,59). Amaç, şimdi olanı eksiksiz deneyimlemek ve hissetmektir. Ancak bu sayede tam anlamıyla anlamak mümkündür. Nesnel gerçeklik, kendimizi ona kattığımızda tadı olan bir şey halini alır ki her türlü acıya ve anlaşılmazlığa rağmen yaşama neşesi buradan gelir. Başka bir ifadeyle, hayata neşesini veren şey yaptıklarımız değil yapmayıp içimizde tuttuklarımız ya da yapmak isteyip yapamadıklarımızdır.

Modern yaşam, her şeyin mümkün olduğunu ve bunun için gerçekçi bir realist bakış açısının gerekliliğini dayatır. Buna göre, fizik sınavından önce roman okuyan çocuk sınavı kesinkes kaybeder. Duyguları ve öznel deneyimleri geride tutmaya, hayatın her alanında gerçekçi olmaya zorlar. Oysa Fromm’a göre hastalık tam olarak budur: “Hiçbir şey hissetmiyorsanız, hiç öznel deneyiminiz yoksa önemi olan tek şeyin icraat, gerçek icraat olduğu bir toplum için en uygun kişisiniz. Oysa tam da bu nedenle sağlıklı değilsiniz. Kim daha hasta, psikotik denilen kişi mi yoksa gerçekçi denilen kişi mi?” (s.79).

Fazla gerçekçi olmak, aynı zamanda öteki insanlardan ve onların öznel deneyimlerinden faydalanamamaktır. İnsanın nesnelliğe yenik düşüp kendinden uzaklaşmasıdır. İnsanın her şeyin akılla idare edilebilir olduğunu, başarı kazanması halinde mutlu da olacağını sanmasıdır. Fazla gerçekçi insanlar, diğer insanlarla kopuk ve hakikiliği düşük bir ilişki kurduklarından, açığı kendilerine yönelerek kapatma eğilimindedirler ama bu tam da hastalık nedenidir. “İnsanın sadece kendi problemleriyle ilgilenmesi, iyileşmesini veya tam bir insan haline gelmesini sağlamaz. İnsanın tek ilgi alanı kendisiyse güçlü, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşayamaz.” (s.165).

Fazla gerçekçilik eleştirel düşünmeyi de öldüren bir etki yapar. Bu yaşandığında, hayat bizim olmaktan çıkar, kendini bize zorlar ve dayatır, altında ezilmemek için sürekli daha fazla başarılı olmak gerektiği duygusuyla karşımıza sayısız fizik sınavı çıkarır. Fizik sınavı varken roman okumak, olanı olduğu gibi kabul etmeyen bir duygunun peşinden gitmek, tehlikelere karşı gelmektir. “Eleştirel düşünme, hayattaki tehlikelere karşı insanın sahip olduğu yegane silah ve savunmadır. Eleştirel düşünmezsem cidden ilk günden beri beynimi yıkayan, tüm yayılmış etkilere, telkinlere, bütün hatalara, yalanlara maruz kalırım. Eleştirel düşünemezse insan özgür olamaz, kendisi olamaz, kendi içindeki merkezine sahip olamaz.” (s.167).

Başa dönersek eğer, olmadık zamanlar olduğumuz zamanlardır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

6 Aralık 2022 Salı

Riya ve gösteriş ya da cemiyetin yok oluşu

İmam Gazzâlî, el-Münkız Mine’d Dalâl kitabından: "Göç’e hazırlan göç’e! Geride ömrünün pek azı kalmıştır. Önünde uzun bir ahiret yolculuğu var. Bugüne kadar elde ettiğin bütün ilim ve amel hep riya ve gösteriştir. Şimdi ahiret için hazırlık yapmazsan ne zaman hazırlanacaksın? Dünya ile alâkanı şimdi kesmezsen ne zaman keseceksin?"

Göç, yolculuk, dünya, ahiret, riya, hazırlık… Bütün bu kelimeler şimdilerde ne mana ifade ediyor acaba? Gerçekten bir manaya sahip mi bu kelimeler anlam dünyamızda? Ya da var mı bir anlam dünyamız? Göç deyince bir mekândan başka bir mekâna hareketi mi anlıyoruz acaba? Yolculuk yalnızca fiziki mesafeler arasında gelip gitmekten mi ibaret? Hiç kendi içimize, gönül ülkemize yolculuk ettik mi? Varoluş sancısıyla düşüncenin, tefekkürün yollarına vurduk mu kendimizi? Kalabalıklardan, yığınlardan kaçıp hakikati arama yolculuğuna yeltenebildik mi? Bütün ezberleri, gelenekleri, evrensel yargıları bir yana bırakıp, üzerimizdeki bütün zırhları soyarak varlık savaşına girişebildik mi zamanın harp meydanında? Önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda hiç kimse olmadan, hiç kimseye görünmeden, hiç kimseyi görmeden iman edebildik mi? İmanın yalnız süvarisi olabildik mi? Önce fert olup sonra cemiyetle bütünleşebildik mi? Yoksa cemiyetler, cemaatler, camialar ferdi, insanı yok eden, öğüten mekanik tezgâhlara mı dönüştü? Beklenti içinde olmadan bekleyebildik mi? Yoksa attığımız her adımımız, her hesabımız dünyevi bir makam, mevzi kazanmayı ve bu makamı, mevziiyi korumak için en yakınlarımızı bile feda etme üzerine mi kurulu? Uzun yola çıkma düşü gördük mü? Yoksa bütün düşler kısır ve kısa mı?

İmam Gazzâlî yukarıdaki cümleleri yaklaşık 900 yıl önce söylemiş. Hem söyleyene hem de söylenene ayrıca dikkat kesilmek gerekir. O, zamanında Nizamiye Medreselerinde 300 seçkin öğrenciye ders veren bir müderris… Hem de Nizamiye Medresesinin yöneticisi. Devlet adamlarının iltifatlarına mazhar. Çok önemli biri… Döneminin ilmen ulaşılabilinecek en zirve noktasında. Makam mevki, şan şöhret, ilim sahibi… İşte “göç’e hazırlan, göç’e!” çağrısına kulak vererek dünyevi bütün makamları, serveti, şan şöhreti bırakarak yola çıkıyor. O sıralar konuşacak, dertleşecek kimseyi bulamıyor. Herkes dünyaya yönelmiş. Onun eylemi ise Allah’a yönelip, kalbin dünya ile ilgisini kesmek… Kendini içine alıp ahireti unutturan meşgalelerden sıyrılmak… Böylece Gazzâlî bütün makamların, koltukların, dünyevi mevkilerin hiçliğini işaret ediyor.

O dönemlerden bugünlere çıkıp geldiğimizde aslında değişen, farklılaşan pek fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz. Düşüş, irtifa kaybı, medeniyet zaafı günümüzde de tüm hızıyla devam ediyor. Çağrıya, davete kulaklar kapalı… Gazzâlî bugün yaşasaydı eminim riya ve gösterişin yanına makam, mevki, koltuk sevdamızı da eklerdi. Hani ilim ve amelimiz hep riya ve gösteriş diyor ya şimdi ilim amel sahibi insanları geçtik hiçbir meziyeti, liyakati, becerisi, yeteneği olmayanlar bürokrasinin herhangi bir kademesinde bir makam, bir koltuk kapmak için kendini bile feda edecek durumda. Hiçbir değer, ilke yok!… Müslümanlar ne yazık ki dehşet bir yozlaşmanın içinde. Elimizden, dilimizden hak sadır olmuyor. Gazzâlî'nin söylediği gibi hep riya ve gösteriş… Bütün mü’minlerin eşitlendiği, kimsenin kimseye üstün olmadığı camilerimizde bile bürokrasinin protokol kuralları geçerli. Protokole girenler ayrıcalıklı… Hac ve Umre ziyaretleri hem turistik geziye dönüştürülüyor hem de sosyal yaşamda bir statüko üstünlüğüne…

Riya ve gösteriş cemiyeti çürüten, içten içe yıkan bir büyük hastalık. Samimiyetin olmadığı, insanın kendine bile saygı duymadığı ortamlarda riya şaha kalkar. Ülkenin üzerine bir karabulut gibi çöker ve hem ferdi ve hem toplumu karanlığına alarak boğar. Menfaat için, dünyevi kazanç için olduğundan farklı görünmek, sevmediğini seviyor gibi gözükmek, hayatın ya da varlığın merkezine Allah’ı koymak yerine beğenilmek, alkışlanmak için insanları kandırma, yalan dolanı meslek edinme riyadır. Riyakârlık ve mürailik aslında şirk anlamına da gelir. Aynı zamanda riya cemiyette önü alınamaz bir tiksinti uyandırır. Kalbiyle dilinin, aklıyla gönlünün aynı şeylere inanmadığı, aynı şeyleri söylemediği riyakârlar ya da mürailer insanlar arasındaki cemiyet olma bağlarını da zayıflatarak cemiyetin dağılmasına yol açarlar. Kendine güvenmeyen, gücünü makamdan, oturduğu koltuktan alan ya da makamını dolduramayan kişiler ancak trajikomik bir oyunda figüran olurlar.

Her şeyin dünyadan ibaret olduğu yanılgısına gerçekmiş gibi inanmak, ahireti bu dünyaya feda etmek, yolculuğu ancak fiziki mesafelerden ibaret görmek, kendi dışımızdakileri ya da kliğimize, grubumuza katılmamış olanları dışlamak, öteki diye tanımlamak, kendimizden olanı kollamak, kendimizden olmayanı yok saymak aslında en büyük zavallılık, korkaklık… Acınası bir durum… daha acınası bir durum da bu oyunu, tiyatroyu, dekoru gerçekmiş gibi görmek ve dünyayı bu dekordan ibaret zannetmek…

Her şeyin sahtesi, riyası gerçekten kötü. Riya pazarlamak, düşünce pazarlamak, din pazarlamak en kötüsü… Ne demişti büyük düşünür el-Kindî: “Bir şeyin ticaretini yapan, onu satar. Sattığı ise artık kendisinin değildir. Dolayısıyla din ticareti yapanın dini yoktur.

Muaz Ergü

Gazzâlî'de vahdet-i vücûd

Vahdet-i vücûd denince akla gelen ilk isim Şeyhül Ekber İbn-i Arabi’dir. Ancak Vahdet-i vücûd anlatan ilk isim değildir, ilk kez düşünce sistemi olarak kuran isimdir. Aynı zamanda mezhep kurucusu da olan, asırlardır İslam âleminin saygı duyduğu âlim İmam Gazzâlî de Vahdet-i vücûd anlayışına sahiptir ve İbn-i Arabi’den önce anlatmıştır. Ancak o da tıpkı İbn-i Arabi gibi “Vahdet-i vücûd” tabirini eserlerinde kullanmamış, ancak ne olduğunu, sahip olduğu düşünceyi ve inancı detaylı anlatmıştır. Birisinin sorusu üzerine yazdığı eser Mişkâtü'l-Envâr bu düşüncenin anlatımından ibarettir. “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinin bir tefsiri de denebilir. Nitekim Vahdet-i vücûd esasında Kur’ani bir yorumdur, kaynağı ayet ve hadislerdir, elbette görebilene!

İmam Gazzâlî’ye göre birtakım sufiler varlığını birliğini keşfetmişlerdir. Bunlardan bir kısmı deneysel yolla keşfetmiş, bir kısmı ile hal ile keşfetmiştir. Gazzâlî ilk kısma yönelik ayrıntılı bilgi vermez, ikinci kısımla ilgilenir. Gazzâlî’ye göre ikinci kısımdaki sufilerin durumu, akıllarının başlarından gitmesi ve kendi varlıklarının bilincini kaybetmeleridir. O durumdaki insanlar varlıklarını hissetmiyorlar, akıllarını kaybediyorlardı. Bu hal geçiciydi. Tekrar bilinç sahibi oluyorlar, halden çıkıyorlardı. Burada konu çetrefilleşiyordu. Çünkü hiç yaşanmamış olsa zaten birlikten söz edilmeyecektir. Sürekli yaşanılan bir hal olsa birlik devam edecek, söz etme ihtiyacı hissedilmeyecektir. Ancak birlik yaşanmıştır ve devamında ayrılık hakim olmuş, yeniden ikilik meydana getirilmiştir. Öyleyse bu paradoksal durumu, aklın kaybediliş halini anlatmak için de yine ona benzer bir dil kurulması zorunludur. İmam Gazzâlî de bu yüzden İbn-i Arabi gibi metaforlar kullanır. İmam Gazzâlî, Mişkâtü'l-Envâr kitabında vahdeti nur üzerinden anlatır.

İmam Gazzâlî'ye göre varlık, Allah’tır. Burası mecaz çukurudur. Arifler, hakikat yolcuğunu tamamladığında Allah’tan başka varlık olmadığını görmüşlerdir. Bazıları bu noktada cezbeye gelmiş, “En’el Hakk”, “sübhanım, şanım ne yücedir” gibi de lafızlar etmişlerdir. Allah göklerin ve yerin nurudur ayetinden de anlaşılacağı gibi, gökler ve yer nurdur, dolayısıyla arasındakiler de, tabi olarak kainat da... Ayette o nur, Allah’tır buyuruluyor. Demek ki aslolan nur, Allah; yer ve göklerdeki nur da Allah’tan gelen nur. Mecazi nur. Her şeyin vechi o halde Allah’a yönelmiştir. Çünkü nurunu Allah’tan almıştır. Hakikatte varlık Allah, mahlukat tecelligahtır, nurun tecellihagı. Allah’ın Zatı asla bilinemeyeceğine göre; Allah nurunu isimlerine ve sıfatlarına yüklemiştir. Hakikatte her şey Hakk’tır. Görüntüler, mecazdır. Görüntüler, hüviyetini nurdan kazanır, nur yok olduğunda görüntüler yok olmaya mahkumdur. Ayetten de anlaşılacağı üzere nur da Allah’tır. Ve Allah tektir, ortağı yoktur. Doğal olarak kesrette vahdet, vahdette de kesret yoktur. Bu yüzden evliyaullah “hiçbir şey görmedim ki, ondan önce Allah’ı görmüş olayım” buyurdu.

Eşrefoğlu Rumî Hazretleri buyurmuştu: “Benem daim-ü baki, göründüm sureta insan.

Ya da “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

30 Kasım 2022 Çarşamba

Gölgeyi tanımak ya da kendini bilmek

“Bir gölge yapmazsam nasıl önemli olabilirim? Bütün olmak için benim de karanlık bir tarafım olmalı.”
- Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş

Rodos Semahı’nı dinleyenler -tavsiyemiz Nida Ateş’tir- oradaki bir sözü girdabına kapılmış olmalılar: Kendi kusurun görmezsin, elin eksiğin ararsın. Gerek türkülerimiz gerekse tasavvuf; bir başkasında dikkatimizi çeken ilk kötü özelliğin kendimizde olduğunu hatırlatıyor. İlginçtir, bazen birisiyle tanışırız ve ilk dakikalardan itibaren içimizdeki ses bizimle konuşmaya başlar. Sanki tanışan biz değilmişiz de içimizdeki sesmiş gibi komutlar verir. Çok konuşuyor, yalancı olabilir. Sürekli bence diyor, kibirli. Elini cebine atmıyor, cimri galiba. Neden konuşurken ellerini kollarını hareket ettiriyor, görülme endişesi. Kusur üstüne kusur, eksik üstüne eksik.

Bir başkasında gördüğümüz ilk özellikler eğer olumsuzsa, bu durum o özelliğin doğrudan bizde olduğunu gösteriyor. İnsan sahip olmadığı, tanımadığı, keşfetmediği şeyi bilemez ve bulamaz. “Kendimden biliyorum” diyerek sözü tamamladığımız anlar vardır; bir durum karşısında takındığımız tavrı öyle veya böyle masaya yatırırız. İşte bu, bazı huylarımızı ve davranışlarımızı ne kadar keşfettiğimizi anlatıyor aslında. Huylarını ve davranışlarını, özellikle de eksiklerini, hatalarını, kusurlarını bilenler; bir başkasında da bu tip durumlarla karşılaştıklarında tabiri caizse vites düşürürler. Kendilerini bir nebze bildikleri için başkalarını da hoş görmeye, ondaki kusuru kendi gözlerinden bilmeye hazırdırlar. Hani bektaşî ile mevlevî dervişi arasında geçen meşhur bir fıkra vardır: Bektaşî, "Baba erenler, sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar geniştir?" diye sorar mevlevîye, o da "Başkalarında gördüğümüz kusurları örtmek içindir" der ve bu kez bektaşîye "Ya sizin hırkalarınızın yenleri niye bu kadar dardır?" diye sorar. "Biz kimsede kusur arayıp bulmayız, ondandır” cevabını verir bektaşî. Madem tasavvuftan aktardık fıkrayı, o hâlde gölge meselesini derinleştirirken iki büyük mutasavvıfa da müracaat etmek gerek. “Bir kimsenin diğer bir kimsede gördüğü ilk kusur kendi nefsinin pek âşina olduğu bir kusurdur. Perde-i gayb açılmış olsa idi, hiçbir kimsenin bir kimse ile alay etmeye aslâ mecâli kalmaz idi, herkes birbirini mâzur görür idi.” demiş Ahmed Avni Konuk. Burada perde-i gaybın henüz açılmadan önce insanın takınması, belki olması gereken hâl nedir diye düşünülebiliriz. İşte bu düşüncenin karşılığı ârif olmaktır. Çünkü ârife tarif gerekmez, ârif olan anlar. Onlar bilirler ki başkalarındaki kusur aramak nefsin hoşuna giden, insanı da insan olma yolunda durduran bir olaydır. Cehalet perdelerini yırtarak ve marifet ilminden faydalanarak kişi ârif olabilir ancak. Böyle olduğu zaman kainattaki canlı-cansız hiçbir varlıkta kusur aramayacak, bütün eksikliği ve olmamışlığı kendinden bilecektir. O hâlde bu hususta son sözü Niyâzî-i Mısrî sultandan alalım: “Arif ve muvahhid güneş gibi, cahil ise karanlık gibidir. Cahil, baktığı her şeyde ayıp, kusur ve eksiklik görür. Bilmez ki, o kendi ayıbıdır, oradan kendisine aksetmiştir."

Tasavvufla ilgilenen, araştırmalarını bu yönde derinleştirmeye çabalayan biri için psikoloji ilminde dikkatle takip etmesi gereken bazı kavramlar var. Ayna, bilinç, bilinçdışı, gölge, yansıtma bunlardan sadece birkaçı. Gölge, özellikle Jung’un üzerine gitmesiyle psikoloji sahasında genişlemiş, geçmişten günümüze üzerinde araştırma yapılan bir kavram. Şahsi bir gölgemiz var, burası muhakkak. Ama oraya yanaşmayı pek düşünmüyor, çoğu zaman da korkuyor. Özellikle bazı duygular var ki bu duygulara neden başvurduğumuzu bilmiyor ama başkasında görür görmez de rahatsız oluyoruz. Hatta pek çok arkadaş, eş ve çocuk çatışması da bu yüzden çıkıyor. Daha geçen gün yemek sofrasına otururken oğlumun “Bugün yemekte ne var?” diye sormasından ve annesinden aldığı cevap karşısında “Öf ya hiç istemedim, tokum zaten” diyerek mutfaktan uzaklaşmasından epey rahatsız olmuştum. Rahatsız derken, baya öfkelenmiştim. Böyle durumlarda rahmetli Doğan Cüceloğlu hocamız hemen tepki vermek yerine derin bir nefes almayı ve üzerine bastığımız duyguyu (öfke) neden tercih ettiğimizi sorgulamamızı isterdi. Çok basit ve kısa süren bir sorgulamadan sonra öfkemin kaynağı el salladı: Sen de böyleydin, ne çabuk unuttun? Sen de mutfağa girerken hemen aynı soruyu sorar, beklemediğin ya da ağız tadına uymayan bir cevap aldığında hırçınlık yapardın. Öfken kime ve neye? İçindeki çocukla oğlun karşı karşıya geldi diye mi? Evet, sahiden de öyle.

Elimde birkaç haftadır sayfalarını çevirmekten büyük haz aldığım bir kitap var: Gölgeyle Buluşma. “İnsan doğasındaki karanlık yüzün gizli gücü” alt başlığıyla Kasım 2022 itibariyle Timaş Yayınları tarafından okuyucuya sunulmuştu. Kitabın konusu ve içindeki makalelerin yazarlarını görmek, kitabı almak için çok yeterli bir sebep olmuştu. Geriye tek bir soru işareti kalmıştı, okuru nasıl bir çeviri bekliyordu? Basit bir okur takıntısı değil bu. Meseleye çok ilgiliyseniz, okurken zorlanmak istemiyorsunuz. Zaten kendi ruhunuzu ölçüp biçeceğiniz için yorulup zorlanacaksınız, bir de çevirinin çevirisini yapmakla harcamak istemezsiniz elbette kendinizi. Bu endişelerle başladığım kitapta ilk gün yüz sayfa, ikinci gün yüz elli sayfa okumuştum. Derken kitap bitti ve oturduğum yerden ama can-ı gönülden Özgür Ertana’yı alkışladım. Müthiş bir çeviri ortaya çıkarmıştı ve bu kitabı bu kadar sevdiysem -başta Jung olmak üzere kimse kusura bakmasın- en büyük pay kendisine aitti. Bu çok büyük bir kültür hizmetidir ve Özgür Ertana bu hizmetiyle kendisini çoktan ebedî kılmıştır.

Altmış beş makale var Gölgeyle Buluşma’nın içinde. İçlerinde psikoloji, edebiyat, felsefe üçgeninde ter akıtmış okurların mutlaka bildiği isimler var: Carl Gustav Jung, Rollo May, Ernest Becker, Anthony Stevens, Joseph Campbell, Ken Wilber, Marie-Louise von Franz, Adolf Guggenbühl-Craig, M. Scott Peck, James Hillman. Ancak kitabın en büyük şaşırtmacası burada. Adını daha önce hiç duymadığımız bir şair, astrolog, oyun yazarı, Hint felsefesi meraklısı, teknolojik tahmin ustası da yazdığı makaleyle okurun zihni üzerinde kritik hamleler yapabiliyor. Kitabın geneline Jungiyen analistler hâkim, dolayısıyla Carl Gustav Jung severler için tadına doyulmaz bir yolculuk da söz konusu.

Jung'un seneler önce okuduğum, sonra bir kere daha okuduğum İnsan Ruhuna Yöneliş kitabında bir cümlesi var. ''İçimizdeki karanlıkları göze almazsak bütünlüğümüze asla ulaşmayız.'' diyor orada. Atölyelerde ya da dost meclislerinde sık sık vurguladığım bir mesele var. Kendinizi dövmeyin, kendinize vurmayın, bunları zaten hayat yapacak ve yapıyor. İyi ki de yapıyor. Başka türlü akıllanmak, kendine çeki düzen vermek mümkün değil. Hayat insana mutlaka rehberlik ediyor. Fakat bizim meselemizin içinde hep bir aşağılık psikolojisi, hep bir eziklik var. Başaramama korkusu, üstesinden gelememe endişesi, suçluluk duymaya hazır olma. Neden? Hayatta ilk yaramızı aldığımızda sahiden suçlu muyduk? Sanmıyorum. Yara, bazen de kabımıza fazla gelendir. Ne zaman kap genişler, derinleşir, yaranın adı tecrübe olur. Tecrübe kazanırken de dikkat etmemiz gereken bir mesele var: Yaşadığımız her şeyi tecrübe olarak bir kenara yazıyoruz. Diyoruz ki bu böyledir, şu şöyledir. Büyük hata. Hiçbir şey öyle değil ve öyle de kalmıyor. Engin Geçtan'ın Rastgele Ben kitabından: "Hayat, ‘dir’ ve ‘dır’larla sonlanan hükümlerle yaşanamaz; çünkü anlamaya çalışmanın sonu yoktur."

Jung, aynı kitabında bizi gölgemizle yüzleşmeye çağırırken ayıp, günah, kusur, ne derseniz deyin, hepsinden hem bağımsız hem de hepsine bağımlı olan gölgeden bahsediyor. Tanımadığımız kendimizden, henüz karşılaşmadığımız yüzümüzden, çoktan kendi kabuğuna çekilmiş yüreğimizden. Onu bulun, bilin ve olun diyor. Bu, yine tasavvuftaki bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz kaidesini hatırlatıyor. Her şeye ama her şeye yenik bir psikolojiyle başlanamayacağını "Çünkü işlenmemiş günahlar bağışlanamaz." cümlesi ne kadar güzel özetliyor. Bilince çıkarmadığımız her şeyin hayatta kader olarak karşımıza çıkacağını söylüyor Jung. Burada bilince çıkarmadığımız şeyin adı gölge. Öfkemiz, aç gözlülüğümüz, şiddette meyyalimiz, utançlarımız, arsızlığımız, yalan söyleme kabiliyetimiz, hepsi her an bizimle birlikte: “Hemen hemen her insanın belirli bir kötülüğe eğilimi bulunur; belirli bir oranda herkes cinayet işleyebilir. Bu nedenle, erdemlerimizden gururlanmaktan sakınmalıyız, çünkü erdemlerin yanı başında her zaman insan istatistiklerinin yansıttığı bir karanlık gölge vardır. Eğer insansak, insanlığın en belirgin yanı olan kötülüğü de yanımızda taşırız.

Gölgeyle Buluşma, okurunu tekinsiz bir denizde yüzmeye, sonra da dalgıç olmaya hazırlıyor. Evvela ona bu tekinsiz denizi, yani gölgeyi anlatıyor. Farkında olmadan peşimizde sürüklediğimiz bu çuvalın içinde nelerin olduğunu, tarihte ve edebiyatta oynadığı rolü, rüyalarda karşımıza nasıl çıktığını, günlük yaşamda onu nasıl bulabileceğimizi anlatıyor. Derken reddedilen benliğin merkezi olan aileye geliyoruz. Sahte benliğimiz nasıl oluşuyor, inkârı ve ihaneti nasıl öğreniyoruz, anne-kız ilişkisinin karanlık tarafında neler oluyor, ebeveynlik sırasında çocuklarda gölgeyle nasıl yüzleşiyoruz… Burası kitabın demir leblebi sayfalarını oluşturuyor. Gölgeyle karşılaşma anında değişen duygularımız konuşulacaksa, önce öfkeden konuşmak gerekiyor. Bunun için Jungiyen analistler öfkenin en çok patladığı yere, evlere çeviriyor kamerayı. Kız ve erkek kardeşlerde, eşler arasında hasedin, öfkenin ve yalanın nasıl dans ettiğini ürpererek görüyoruz. Tüm bunların beden rahatsızlığı olarak dönmeyeceğini kim söyleyebilir? Bu elbette mümkün değil. Sık sık hastane ziyaret edenler, kendinde hastalık arayanlar, hasta sohbetlerini sevenler bu bölümü iyi okumalı. İş dünyasında, sosyal medyada, siyasi arenada, sahte bilim adamlarının ve sahte mürşitlerin arasında, o herkesten korumaya çalıştığımız maneviyatımızda gölge yok mu? Asıl oralarda at koşturuyor ve biz de nal topluyoruz... Mesela en hassas duygular arasında yer alan masumiyet, onun içinde gölge yok mu? Rollo May’den okuyalım: “Hayatın iyilik ve kötülüğün bir karışımı olduğu, saf iyilik diye bir şeyin olmadığı ve kötülük potansiyelinin olmadığı bir durumda iyiliğin de olmayacağı tecrübesinin kalbi işte burasıdır. Hayat, kötülükten ayrı olarak değil, kötülüğe rağmen iyiye ulaşmaktır.

Gölgeyle buluşurken bazı kavramlar zihnimizde yıkılacak, daha doğru anlamlarıyla inşa olacaklar. Maalesef bazı şeyler tam olarak yıkılmadan sağlıklı bir inşa gerçekleşemiyor. Gölgeyi iyi derecede tanırken aynı zamanda zorlu bir inşa süreci de geçiriyoruz. Burada vicdanımız bize kendisini en hakiki biçimde gösteriyor ve en önce de kötülük bahsini açıyor. “Kendimizden saklanmaya teşebbüs etmekle kötü oluruz. Kötülerin kötülüğü doğrudan değil, bu örtbas etme sürecinin bir parçası olarak dolaylı yoldan gerçekleşir. Kötülük, suçluluk duygusunun yokluğunda değil ondan kaçma çabasında vücuda gelir.” diyor M. Scott Peck. O kaçtığımız yeri çoğu zaman vicdan olarak tanımlarız. Oradan kaçtıkça maskemiz daha da belirginleşir. Giderek üzerimize yapışır, suretimiz olur. Durun durun, gölgeyle karşılaşmak her ne kadar ürkütücü olsa da durum aslında korkunç değil. Tam da burada Marie-Louise von Franz’ı dinleyelim: “Gölgenin dostumuz mu düşmanımız mı olacağı büyük ölçüde bize bağlıdır. Gölge her zaman rakip değildir. Aslında o bazen pes ederek, bazen direnerek, bazen sevgi vererek (durum ne gerektiriyorsa o şekilde davranarak) geçinmek zorunda olduğumuz herhangi bir insan gibidir. Gölge sadece görmezden gelindiğinde veya yanlış anlaşıldığında düşman haline gelir.

Kitabın sonsözü, Connie Zweig ile birlikte eserin editörlüğünü üstlenen Jeremiah Abrams’a ait. “Saygı duyabileceğimiz bir insan olmayı seçebiliriz, arkasında durabileceğimiz, bizi pişman etmeyecek davranışları seçebiliriz.” diyor. Ama nasıl? Bu ancak seçimlerimiz net, bilincimiz berrak olduğunda mümkün. Bunun sırrı da gölge kişiliğin farkında olmak, onun bilinçdışı gücünü ortadan kaldırmak. Böylece elimize bir fırsat geçiyor: Gölgemizle egomuz arasındaki gerilim hafifleyecek, yaptığımız her şeyin farkında olacağız. “Dünyada hangi rolü oynayacağımıza dair bir seçime sahipsek yarattığımız dünyanın sorumluluğunu da alabiliriz” diyor Abrams. Farkında olmadan ya da bilerek, isteyerek yaptığımız tüm fenalıklar kalpte birikiyor, giderek kalbi ele geçiriyor. Eskilerin mühürlenmiş kalp dedikleri hadise bir kez daha ortaya çıkıyor. Kalp giderek karardıkça, bütün vücut kararıyor, tabiri caizse insan, nefs-i hayvaninin elinde şeytana dönüşüyor. Gölgeyle buluşmak işte bu sebeple de çetin bir mesele, mutlaka üzerine gidilmesi gereken bir hadise. Bu harika kitabı okuduktan sonra yapacak çok fazla şey birikiyor: Etrafımıza anlatmak, onların da gölgeleriyle buluşmalarını sağlamak. Gandhi’nin “Dünyadaki gerçek şeytanlar kendi kalbimizde dolaşanlardır. Esas savaşın verilmesi gereken yer burasıdır.” sözü bize bir ilk adım motivasyonu olsun dilerim.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Sanat tarihi için başlangıç kitabı

Say Yayınları’nın A’dan Z’ye serisinden şimdiye kadar 3 kitap yayımlandı ve kitapların hepsi, alanında uzman kişiler tarafından hazırlanmış, önemli başlangıç kitapları. Bu seriyi değerli kılan iki şey var: kitaplar, bu alanda bilgi sahibi olan ve olmayan tüm okurların anlayabileceği bir dile sahip. Bu, özellikle bu alanlarla yeni yeni ilgilenmeye başlayan okurlar için önemli. Aynı zamanda, bu kitaplar birer başlangıç kılavuzu. Ele aldıkları alanlarla ilgili temel birçok bilgiye yer verip, okurların daha spesifik alanlara ilişkin okumalarına zemin hazırlıyor.

Serinin son kitabı A’dan Z’ye Sanat Tarihi, sanatın tarih öncesi zamanlardan başlayan yolculuğunun izini sürerek, postmodern sanat anlayışına varana kadarki dönemi ele alıyor. Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, bu kitapta da soru-cevap yöntemi seçilmiş; kitabın sonuna da bir terimler sözlüğü konulmuş. Böyle kapsamlı kitaplarda terimler sözlüğü hem okurun işini kolaylaştırıyor hem de kitaba, farklı zamanlarda konuya ilişkin merak edilenlere cevap verme özelliği katıyor.

Kitabın bir diğer özelliği, sanatın tarihinin izini yalnızca Batı kültüründe değil, Doğu kültüründe de sürüyor olması. Yazar Madelynn Dickerson, kitabın Giriş bölümünde kitabın bu özelliğine dikkat çekiyor: “Sanat tarihi üzerine yazılmış pek çok geleneksel kitap sadece Batı dünyasının sanatına odaklanmıştır; oysa A’dan Z’ye Sanat Tarihi’ni yazarken amacımız tüm dünyanın sanat geleneklerini tanıtmaktı. Bu kitapta, insan ayağının değdiği her kıtanın sanatına yer verilmiş ve Avrupa ile Amerika’nın sanatıyla birlikte kronolojik sırada sunularak kuşatıcı ve kapsamlı bir kitap oluşturulmuştur.

A’dan Z’ye Sanat Tarihi sekiz bölümden oluşuyor, her bölüm kendi içinde alt başlıklara ayrılıyor. Bu bölümde “Sanat nedir?”, “Güzellik nedir?”gibi, Antik dünyadan beri düşünülen ve tartışılan kavramlar ele alınıyor. Aynı zamanda, performans sanatı, dokuma, mimarlık renk vb. birçok konuda da okura genel bir bilgi veriliyor. Sanatta anlam arayışları ve sanat analiziyle ilgili de başlangıç seviyesinde bilgiler paylaşılıyor. Okura terimler ve sanat tarihi tartışmalarıyla ilgili bilgi verildikten sonra, tarihsel dönemlerde sanatın yolcuğunun izi sürülüyor. Bu dönemler içerisinde sanat tarihi tartışmalarının farklılaşması, dönemin sosyo-kültürel ve politik atmosferinin sanat anlayışını nasıl etkilediğine dair ipuçları dikkat çekiyor. Aynı şekilde, bu dönemlere göre güzel anlayışının, estetik algısının ve eseri değerlendirme kriterlerinin de değiştiğini, kimi zaman daha nesnel ölçütler içerisinde kalınabilse de çoğu zaman tüm bu değerlendirmelerin oldukça öznel olabileceğini okura hatırlatıyor.

A’dan Z’ye Sanat Tarihi hem bu alanda eğitim alan hem de sanat tarihiyle amatör olarak ilgilenenler için nitelikli bir başlangıç metni. Orhan Düz’ün özenli çevirisiyle ve Say Yayınları aracılığıyla Türkçeye kazandırılan bu kitap, meraklı okurlarını bekliyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

29 Kasım 2022 Salı

Abbas Sayar ve Anadolu’nun mahzun hikâyeleri

Yalnız, yorgun, mağlup, mağrur ve mahzun hikâyeleri var Anadolu’nun. Kara ve kavruk yüzlü… İçinden hüzün katarları geçen, özlem ve hasret yüklü hikâyeler. Her biri acıdan mütevellit… Bir de bu hikâyelerin anlatıcıları… Anlatmaktan ziyade gerçekten yaşayanlar ve bizlere bütün olan biteni satırlarda da olsa yaşatanlar… Hüzünlü menkıbelerin, yürek burkan destanların, yaşanmaktan öte mazereti olmayan hikâyelerin anlatıcıları.

Anadolu’nun yorgun, yalnız, hüzünlü hikâyelerini anlatan anlatıcılar… Uçsuz bucaksız bozkır gecelerinde yıldızlardan hüzün damıtanlar… Duyguların damarlarda dörtnal koştuğu, merhameti şaha kaldıran yürekler… Cömert ve dervişane yaşayanlar…

Abbas Sayar yukarıda bahsi geçen anlatıcılardan biri. Anadolu’yu gerçekten yaşayan, Anadolu’da yaşayan şair ve romancılarımızdan. Şairdir en hasından ama romancılığı şairliğinin önüne geçmiş. Yazdığı her satır bir şairin ruhundan sayfalara akan iksir gibi. Romanları, hikâyeleri şiirine düşülmüş birer dipnot adeta. Çamlığın başında tüten dumanın korlarıdır sayfalara düşen, sayfalara düşürülen. Uçsuz bucaksız bozkır akşamlarında insanın yüreğine ay damlayan cümleler… İflah olmaz bir hassasiyet. “Yozgat’ın ortası Saat Kulesi / Bilesi de benim derdim bilesi / Ben olmuşum Çırçır Pınar lülesi / Helke testi ne var ise doldurun / Ziya’m yaşasın da beni öldürün” diyerek gösterir sancısını, hüznünü…

Yozgatlıdır Abbas Sayar. Yoklukların, yoksunlukların, yitiklerin, çaresizliklerin sarıp sarmaladığı bir Anadolu şehrinden… Yozgat’ın Çatak Mahallesinde doğar. Babası Mehmet Abdüllatif Sayar Bey, annesi İkbal Sayar Hanım’dır. Babası Mehmet Abdullatif Bey, Düyun-ı Umumiye’den emekli bir memurdur. Ortaokul ve lise yıllarında gittiği Yozgat Halkevi, hayatında ve edebî şahsiyetinde etkili olur.

O, Anadolu’yu en güzel, en gerçekçi biçimde anlattı ama Onun hakkında bilebildiklerimiz sınırlı. Hakkında söylenen birçok şey gerçeği yansıtmıyor. Uzun bir süre Anadolu köylülerini ve sorunlarını anlatması dolayısıyla belli bir ideolojik çerçevenin içine hapsedildi. Bu çerçeve sol, Marksist bir çerçeveydi. Oğlu Ahmet Güner Sayar, Mehmet Nuri Yardım’la yaptığı söyleşide bir çok noktayı açıklığa kavuşturuyor. Eserlerini yazarken herhangi bir ideolojinin etkisinde olmadığını, neyi gördüyse, nasıl hissettiyse onu yazdığını belirtiyor. Sayar hakkında bilinmeyen bir önemli nokta daha var: ailesinin tasavvufla olan bağı. Abbas Sayar’ın babası Yozgat’ta bir Melami tekkesine devam etmiş biridir. Hatta ilk eşinin babası, kayınpederi Yusuf Bahri Nefesli derin Melami anlayışına sahip bir mutasavvıf. Yozgat’ta bulunan tekkenin çarkı Abbas Sayar’ın ilk eşinin dedesinden kalan mirasla çevriliyor. Bu tekkede Yozgatlı gençler ilim, irfan öğreniyor. Sayar babası hakkında başka bir söyleşide şunları söyler: “1940’larda Anadolu’da, Yozgat gibi bir beldede, bir insanın fikrî dünyasının inşasında dinî amillerin reddedilemeyecek bir gücü vardır. Dolayısıyla, Abbas Sayar’ın bu çizgide etkilenişinin en önemli kaynağı, babası Mehmed Latif Efendi [1883-1952] olmuştur. Latif Efendi, ehl-i tarik bir dervişti ve Yozgat’ta, 1900’lerin başında Halveti tarikatının Şabanî koluna mensup Yozgatlı Şeyh Hasan Muhiddin Efendi’ye [1850-1909] intisabı vardı. Babasından, bir dizi hagiografi dediğimiz tasavvufi evliya menkıbeleri dinliyor ve kafası ilk gençlik yıllarından itibaren bu bilgilerle mayalanıyor. Özellikle şiirlerine taşıdığı Hz. Muhammed’e ve kutsal gönüllü velilere, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye ya da daha sonraki yıllarda, gazellerini tanzir ettiği Niyazi-i Mısrî ve Kuşadalı İbrahim Efendi’ye olan sevgisi ve yakınlığı bu günlerin bir uzantısıdır. Bu tomurcuklanma, zaman içerisinde tasavvufi şiirlerine yansıyacaktır. Demek ki, insan-Allah ilişkisine duyarsız ve yabancı değil. Bu yakınlığı biraz daha açarak söylersek, irrasyonel – metafizik alanla temasına babasından duydukları esaslı bir zemin teşkil ediyor ve son devir Yozgat evliyalarından Şeyh Hacı Ahmed Efendi ve oğlu Şeyh Hasan Muhyiddin Efendi’yi – ki, bu zat babasının şeyhi, benim de anne tarafından büyük babamdır-babasından duyduklarının aydınlığında yakından tanıyor. Abbas Sayar, yaradılışı itibarıyla, fıtraten hassas bir yapıya sahiptir ve hakikaten şair ruhludur. Şair-i mâderzâddır. İlk gençlik yıllarına ulaştığı günlerde annesinin vefatı ruh dünyası üzerinde derin etkiler bırakıyor. Başlangıcı itibarıyla fikir dünyasını besleyen kanal, dünyevi sıkıntıları çözecek bilgi arayışları değil, fizikötesi alandır. Bunun izlerini ilk şiirlerinde görebiliyoruz.

Annemle gerçekleşen evliliği önüne çok farklı bir pencere açıyor; çevreden [Yozgat] merkeze [İstanbul] geçiyor. Ummadığı bir ikramla karşılaşıyor, ona fıtratına denk düşen bir ortamda hareket etmesini sağlıyor ve hayat üslubunun temellerini burada tezyin ediyor. İstanbul’da, bu büyük şehirde, Osmanlı monarşi ve medeniyetinin muhassalası olan muhteşem bir kültürle tanışıyor. O kültürü Cumhuriyetli kuşaklara taşıyan son devir Osmanlı münevverleri ile tanışıyor; ayrıca İstanbul’un sinesinde saklı zengin fakat birbiriyle çelişkili dünyalarla temasa geçiyor. Hülasa, kaderinin sürükleyişi, ona Fatih ve Beyoğlu gibi zıt ve çelişkili insan ilişkilerini gösteriyor ama bu büyük kültür şehri onun gözlerini hayata, yaşamaya ve maddeyletemasına müthiş bir imkân veriyor. Abbas Sayar’ın evliliği, iradesi dışında gerçekleşiyor. Kayınpederi, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi (1882-1959) de Yozgat’ta iken, babamın babası gibi aynı şeyhden el almış bir kimse. Dolayısıyla annem ve babam, iki pirdaşın evlatları olarak görücü usulü ile evleniyorlar. Bu evliliğin tek mahsulü, benim bu dünyaya gelişim olmuştur.


Sayar’ın böyle bir manevi iklimi soluduğu gerçeğine maalesef onu anlatan birçok kaynakta rastlayamıyoruz. Sayar’ın bir diğer önemli hasleti şairliği. Maalesef şairliği romanlarının gölgesinde kalmış. Oysa dile hâkimiyeti, halk şiirini bilmesi, aileden tevarüs eden tasavvuf kültürü, Osmanlıca ve Farsçayı öğrenmesi şiirine çok şey katmış. Aruzla, vezinle, serbest ölçüyle rahatlıkla şiirler yazmış.

Abbas Sayar için Anadolu’nun en iyi anlatıcılarından demiştik. Çok içli, içten… Anadolu’yu en güzel anlatan romanları yazdı. Edebiyat tarihimizde 1930-1980 yılları arası dönemde adına toplumcu gerçekçilik, gerçekçi edebiyat, köy edebiyatı adı verilen akım söz konusu olmuştu. Yazarlar, çizerler şiirleriyle, romanlarıyla, yazdıklarıyla köye, Anadolu’ya yönelmişlerdi. Birçoğu yöneldikleri bu yerleri tanımıyordu aslında. Moda bir akım çerçevesinde bakılıyordu meselelere. Ya da ideolojik tabular baskındı. Abbas Sayar bu akımın, modanın tam karşısında yer alır. Bizzat orada olan biri. O, katıksız, katışıksız bir biçimde anlattı Anadolu’yu. İdeolojilerin kıvrımlarında yitmeden, herhangi bir jargona teslim olmadan. Neyi gördüyse, nasıl hissettiyse…

Abbas Sayar köyü kartpostallardan, resimlerden, ideolojik metinlerden, hapishanelerden tanıyan biri değildi. O yüzden sahici oldu. Sahici olanı anlattı. Anadolu’nun zor coğrafyasında insanların ve diğer canlıların yaşadıkları zorlukları bir arada anlattı. Özellikle Yılkı Atı romanındaki işlenen konu… Yazın çalıştırılıp kışın yeminden kurtulmak için doğaya bırakılan atların serencamı… Yılkı Atı, atların ve insanların kaybedişlerinin cem edildiği bir roman. Orada anlatılan sadece bir atın hayatı değildi. Terk edilmiş atların mahzunluğu, Anadolu insanının mahzunluğu. Atların buruk hikâyelerini okurken içimize dört nal bir hüzün boşalır. Anadolu insanının unutulmuşluğu, dertleri…

Sayar elleri nasırlı, toprak kokulu, çile dolu insanımızı anlattı. Kahır dolu insanımızı… Rahmet olsun Sayar’a…

Muaz Ergü

Şems bir soruydu, bir cevaptı Mevlâna

Bir şairin dilinden ve gönlünden bir mutasavvıfı okumak elbette ki heyecan vericidir. Ancak Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ve Sezai Karakoç isimlerini yan yana yazınca, heyecanımız daha da muhabbetli oluyor. Teferruat denizinde boğulmadan, ilm-i ledün’ün teknik kavramları içinde çırpınmadan, şairin “bence” demeden ve dolayısıyla benliğini ortadan çekip çıkartarak yazmış olduğu, baştan sona muhabbet kokan bir kitap: Mevlâna. Sayfalar boyunca inci gibi dizilmiş hakikatler; bilenler için ayrı, bilmeyenler için ayrı tütüyor. Şairin kanaatleriyle dolu değil bu kitap, gönlünden akanlar karşımızda. Bazı sayfalar bir çırpıda (cezbe) yazılmış gibi, bazı sayfalar can havliyle (gayret), bazı sayfalarsa derin bir iç çekişle (muhabbet). Bu üç tasavvufî zor mesele, Sezai Karakoç’un şairliğinde öyle sarsıcı biçimde okunuyor ki onu hayal dünyamızda bambaşka bir yere yerleştirebiliyoruz: Kubbe-i Hadrâ’da, başında Mevlevî sikkesiyle, pîre teveccüh kılmış bir Sezai Karakoç. Koca bir insanlık için, geçmiş ve gelecek için, çocuklar ve kalbi kırıklar için dualar ediyor. Kendisi hiç, başkaları hep. Hakiki bir derviş gibi.

Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek.” sözleriyle açılıyor kitap. Böyle açılarak, bazı şeylerin asla ıskalanmaması gerektiği de ortaya çıkmış oluyor: Eski zaman bilgelerinden -böyle yazınca pek havalı oluyormuş- yani evliyaullahtan bahsederken “şöyle bir zât idi”, “böyle bir zât idi” dememek lâzım. “Şöyle bir zâttır”, “böyle bir zâttır” demek lâzım. Terk-i diyar etmiş değiller, bizi bırakmış değiller, kaybolmuş hiç değiller. Evet âlem-i gayb’ın içindeler, yani büyük gönül âleminin. Orada aşklarıyla, muhabbetleriyle, sevgileriyle ve tasarruflarıyla “çekim yasasını” işletmeyi sürdürüyorlar. Nedir bu çekim yasası? İşte bugün, hâlâ yana yakıla onlardan bahsediyoruz, onlara dair sohbet ediyor, yazılar yazıyoruz. Neden? Bizi sevdikleri için. Muhabbet elbette ki yukarıdan aşağıya doğrudur. Onlar bizleri sevmeseydi ne biz onlardan haberdar olabilirdik ne de onları sevebilirdik. Lutfettiler ve bir avcı gibi gönüllerimize fırlattıkları muhabbet oklarıyla bizi kendilerine çektiler. Huzur bulduk, buluyoruz, şükrünü eda etmekten aciziz. Burası böyle. Diğer yandan, bugün her ne kadar “moda” gibi görünüyor olsa da, hakiki âşıkları, dervişleri, sâdıkları taklit etmenin bile insanın terbiye ettiğini bilenler bilir. Bilmeyenler de bilir inşallah, diyelim. İnsan, kendini gözlediğinde, sadece taklit ederek geldiği seviyeyi kavrayabilir. Bundan sonrasıysa yetinmemektir. Aşkın da ilmin de sonu olmadığından, muhabbeti sınırında -yani sınırsızlığında- yürümek gerekir. Yoldan bahsetmiyoruz bile zira yeryüzünde yolsuz insan yoktur. Buyurun, “Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın”, Sure-i Hûd’un 56. Ayetidir, pek büyük bir müjdedir.

Sezai Karakoç, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatına bakarken bu müjdeyi görüyor, bizim de görmemizi istiyor. Yeryüzüne böyle bir kâmil insan gelmiş, üstelik bizim Konya’mıza gelmiş, onun Anadolu’da açtığı irfan mektebi dört bir yanı aşkıyla yakmış, bu büyük nasip dünyanın dört bir yanını sarmış, bunu yeniden hatırlamamızı istiyor şair. Bugün dünyada en çok satılan kitapların başında geliyor Mesnevî ve dünyada hakkında en çok eser yazılan insanların başında geliyor Mevlâna sultan. Üniversiteler Hz. Pîr’in adına özel çalışmalar yapıyor, daha önceki tercümeler herkesin anlayabilmesi için yeniden gözden geçiriliyor, insanlık âlemine ve kâinata sunuluyor. Neticede herkes, kendi kabına göre anlıyor, anlamaya çalışıyor. Bir bilenle karşılaştığında, daha fazla bilmek istediğini görüyor. Çekim yasası, muhabbetin yüzeyde kalmasına razı gelmiyor, derinleşme istiyor. Tabiri caizse, “Benim aldığım izinden haberin var mı? Bu izinin geldiği kaynağa seni de götüreyim istemez misin?” diye soruyor. Şairden okuyalım: “Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp ilâhî neşenin âhengiyle semâ yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun. Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş alsın, alev alsın. O zamana kadar, alınanlar, verilenler, baba ve halifelerinden alınanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monoloğudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire sürtünsün ve ondan ilâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve alevlendirsin.

İşte şairin fevkalade bir önemle dile getirdiği o olması gereken diyalogun sahibi de Şems-i Tebrizî’dir. Onun gelişiyle ilâhî kıvılcım çıkmış, yanan sadece Mevlâna’nın kendisi değil, henüz küçük yaşta aldığı müjdedeki gibi yeryüzündeki bütün âşıklar da yanmıştır. Sezai Karakoç, bugün pek çok tasavvuf araştırmacısının ve hatta akademisyenin yapamadığını yaparak, Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de neyi gerçekleştirdiğini harikulade ifade etmiştir. Esasında, Hızırla Kırk Saat’te yazdığı “Şems Bir Soruydu, Bir Cevaptı Mevlâna” dizesini bu kitabında şerh ediyor şair. Önce, hepimizin karşılaşması, belki bakıp görmesi, keşfetmesi gereken Şems’i fısıldıyor, “Şems-i Tebrizî... Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı kırarız.” diyor. Sonra; gelişi ayrı gidişi ayrı sırlı olan ve nereye konulacağı noktasında hâlâ şaşılan Şems-i Tebrizî’nin hakikatte ne olduğunu “görmek istemeyenlere” gösteriyor şair. O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhidir. Sohbetin tasavvufta nasıl bir önemi olduğu, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Onlar, ikiyken bir olmuş değillerdir, benlik duvarından kerpiç kopara kopara birliklerini aşikar etmişlerdir: “Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o. Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren büyük ateş ocağıdır o. Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.

Üç büyük insan vardır ki Sezai Karakoç için medeniyet dairemizde hayati bir öneme sahiptir. İmam Gazzâlî; medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini sapmalardan, materyalizm ya da sahte spiritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp hakikatine, yani sırat-ı müstakim’e oturtmuştur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî; hakikatlerin özüne indi, nice ayetin sırrını açıkladı, maddenin gölge ve ruhun asıl olduğunu haykırdı. Böylece Gazzâlî akıl” dünyasının, İbnü’l-Arabî de “ruh” dünyasının pîri oldu. Sonra Mevlâna (aşk) geldi, cümle eksikler tamam oldu. “O, aklın, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde… İslâm düşünce dünyasının büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları…

İşte, Sezai Karakoç böyle “arif bir şairdi”, değil; böyle arif bir şair…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf