6 Kasım 2021 Cumartesi

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular

Dünya bize sipariş vermekle meşgul. Yeryüzü ağır, zaman donuk. Hislerimizle ihtiyaçlarımız arasında bir bağ kurmaktan vazgeçtikçe, insan olma gayretinden de uzaklaşıyoruz. Oysa insan olmak için geldiğimiz şu kâinat, daima bize özümüzden bir şeyler hatırlatıyor. Bunlar güzele, hayra, iyiye temas eden şeyler. Kalbimiz bize her an sesleniyor: güzel bir şey yap, hatır sor, vefanı göster, yarım bıraktığını tamamla, içini tamir et, toparlanmak için dağıl, hiç olmazsa yeniden başla, ama bir şey yap. Önce kendin için, sonra çevren için, tam yoruldum dediğin anda varlığınla temas edeceksin. Var oluşunla. İşte orada dikey (manevi) yükselişine dair bir kıvılcım bulacaksın. İlahi kıvılcımdır o ve onu kaybetme. Sana verileni kaybedersen, kendini kaybetmiş olursun.

İstikametimizi belirleyecek olan kuvvet kalbimizde. Kılavuz, pusula, rehber; ne dersek diyelim hepsi kalpte. Kalp kapılarını açmadan başka bir insanla, başka bir anla, başka bir hikâyeyle temas etmemiz mümkün değil. Başka temaslar olmadan, sohbet kurulmadan, zaman kıymetlendirilmeden ve ömür daha bereketli kılınmadan yaşamak, olgunlaşmak bir rüya. Bu yol çok uzun, çok sert, acılı ve ıstıraplı. Molaya ihtiyaç duyacağız. Bu molalarda sessizlik ve yalnızlık bize yakıttır. Korkmadan kuşanmalıyız. Unutmamalıyız ki taşrada yalnız olmak marifet değildir, insanlar içinde bir insan olarak kalma çabası da yalnızlığa dairdir. Sessizlikte ne anlamalıyız? Dağ başına uzanıp sessizlikle hemhal olmak marifet değildir. Esas marifet, bunca gürültü içinden ahenkli bir ses çıkarabilmekte. Konuşurken ve yürürken, aynı tonda, "garip ve yolcu" olmayı unutmadan yaşayabilmekte.

Emily Dickinson bir şiirinde “Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / yaşamış olmayacağım boşuna / bir hayatı acıdan kurtarabilsem / bir ağrıyı dindirebilsem ya da” diyor. Kemal Sayar hoca bu şiirin bir dizesinden bizim için bir güzel duygular atlası yapmış. İsteyen gönlünü Yunus'umuza dayayıp sayfalar içinde "Ben bir usanmaz ozanım / derdim vardır inilerim” dizeleri eşliğinde de gezinebilir. Çünkü kırmaktan ve kırılmaktan (incitmek ve incinmek) korunma çabası bir iç kanama gibidir. Yaşayan bilir.

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular vardır. Tarkovski’nin Solaris’inde geçtiği gibi, utanç bu güzel duyguların başında gelir. İnsanların yaşadıkları utancı belli etmek istememelerinin altında yatan sebeplerden biri, günümüz toplumlarında yüzün kızarmasının bir acizlik olarak görülmesi. Öte yandan, “her şeye rağmen” beğenilmek ve tanınmak artık daha baskın bir hâle geldiği için de utanç hissi de yitirildi. Görünmek, like almak, bahsedilen olmak, parmakla gösterilmek; utanma duygusunu buharlaştırdı. Halbuki şu çağda yüzü kızaranlar hürmetine dönüyor dünya. Utananların, hatta başkaları adına da utananların. “Kendimize duyduğumuz saygı içeriden ve dışarıdan saldırı altında olduğunda utanç ortaya çıkar” diyor Sayar hoca. Yer yarılsa da içine girsem deriz böyle durumlarda. Utancımızı anlatmak istemeyiz. En yakın dostumuzla bir utanç anımızı paylaşmak bile zor gelir bize. Çünkü birçoğumuz utanır utanmaz hatıralarının çocukluk çekmecesinden tutuverir. Açılacak çekmeceden neler çıkacağını kim bilir? Tehlikeli bir merak, kritik bir hatırlayış. Utanç bize bu yüzden insan oluşumuza dair önemli ikazlarda bulunur. Aslında sadece bize değil çünkü yüzümüz kızardığında başkaları da bir utanç anına şahit olur. Utanma duygusunu hatırlar. En son ne zaman utandığını sorgular ya da bu zamanda hâlâ yüzü kızaran birisi var mı diye belki düşünür, belki alay eder. Ne olursa olsun utancımızın üzerine gitmeli, onun bize söyleyeceklerine kulak vermeliyiz: “İnsanlar kendilerinden teşhis ettikleri ve yüzleşmekten kaçındıkları duyguyu bir başkasına yansıtır; utanmayı bilmeyenler başkasını utandırarak var olur. İnsan başkasını inciterek kendi utancını iyileştiremez.

Dünyayı kurtaracak güzel duygulardan bir başkası da cömertliktir. İnsan insanın kurdudur söylemine bir itirazdır cömertlik, zira insan verdikçe bir başkasına umut olur, yurt olur. İslam medeniyetinde zekâtın şart oluşu, bu güzel duygunun kaybolmasına bir engel teşkil eder. Bizde her şeyin bir zekâtı vardır. “Zenginin zekâtı malına fukarayı iştirak ettirmek olduğu gibi fukaranın zekâtı da zenginden ümidini ve gözünü kesmektir. İlmin zekâtı onu ehline ve talibine vermektir. Evin zekâtı gelen misafiri ağırlamak ve itibar etmektir. Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır. Evladın zekâtı yetimlere ihsandır. Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımdır. Nefsin zekâtı kötü ahlakları terk etmektir. Aşkın zekâtı vermek, hep vermektir.” diye buyurmuş beynelmilel gönül sultanlarımızdan Kenan Rifâî. En iyi ihtimalle 70-80 yıl sürecek bir dünya hayatımız var. Kemal Sayar hoca, şu kısacık hayatımızda bir başkasının hayatına ne kadar ışık düşürdüğümüze bakmamız gerektiğini, vermenin eksiltmediğini aksine çoğalttığını, cimrilerin “sahip olmak” cömertlerinse “olmak” yolunda yürüdüklerini, cömertliğin mutlak suretle gönül hoşluğuyla; kokusunu bağışlayan bir çiçek doğallığında yapılması gerektiğini hatırlatıyor. Bu da fakire bir başka gönül sultanı Gönenli Mehmet Efendi’nin şu harikulade sözünü hatırlatıyor: “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.

Umutsuz olmak kendi kalbimizi, ruhumuzu karartacağı gibi en yakınımızdaki kimseyi de hırpalar. Bir süre sonra bizdeki umutsuzluk dört bir yanımızı kuşatır. Nereye baksak orada bir umutsuzluk görmemizin sebebi, baktığımızın her şeyin bize ayna olmasındandır. Var böyle insanlar; içlerindeki umutsuzluğun kapladığı alan o kadar geniş ki ne gözlerinde bir ışıltı ne de dillerinde bir güzellik var. Ruhen çökmüşler ve istiyorlar ki herkes çöksün. “Umut eden kişi sadece ‘ben umuyorum’ dememektedir, aynı zamanda ‘sende umudum var’, ‘bizim için umut duyuyorum’ demektedir. Çünkü umut etmek, daima kişisel bir gerçekliğe, ‘sen’ olabilecek bir varlığa güvenmektir” diyor Gabriel Marcel. Elemden, gamdan, hüzünden, kederden ve hatta melankoliden, depresyondan bahsetmeyi çok seviyoruz. Bize ilaçları ve terapistleri işaret ediyorlar, derhal yönleniyoruz. Şu sözleri bize bir ruh hekiminin söylediğini unutmayalım: “Hayatın azgın sularını aşıp da karşı tarafa geçmek için kuracağımız köprüleri ancak umut bize ilham edebilir. Kaybediş ve öğrenme çoğu zaman birlikte doğar. Bin kapı kapansa da bir kapı açılır. Kazanılan bir şeydir umut, hayatın olanca zorluğu içinde tırnaklarınızla kazdığınız bu tünel, kurduğunuz doğru köprü, bulduğunuz doğru insandır.

İnsanın kalbini yarıp içine bakamayız. Bu sebeple muhabbete inancımız vardır. İnsan insanın kalbine iltica eder, orada bir gölgelik arar, bulduğunda hem demlenir hem dinlenir. Dostluk bir inşa sürecidir. Muhabbet biterse, dostluk sona erer. Herkes kendi gönül yurduna geri döner. Dostlukta da âdâb-ı muâşeret vardır. Daima dert anlatmak, nefes aldırmadan konuşmak, asla dinlememek, her düştüğünde baston vazifesi yüklemek, hep almak ama hiç vermemek. Tüm bunlar, aranan şeyin dost değil süper kahraman olduğunu gösterir. Kaba, plastik, samimiyetsiz bir heves. Şifalı ve rayihalı bir ecza diyor dostluk için Kemal Sayar. Bu yüzden “ıssız vadilerde yetişen nadide otlar gibi” ararız dostumuzu. Dost da bizi arar üstelik, meydanlara düşer, sancır, sızlanır. Kısa bir tanışmada başkasına ısınan bir kalp hiç de kolay soğumaz. Bir çay içimi vakitte muhabbete ne kadar susadığını fark eden bir dil hiç de kolay susmaz. Derdimizin ne kadar dert, neşemizin ne kadar sevinç olduğunu dostun yüzünde görürüz. Yaşamımızdaki düzlükler ve yokuşlar dostla anlam bulur. “Dost, sırtımızı sıvazlayan ana elidir” diyor Kemal Sayar. Bu söz, yorgun omuzlarımızı şerh ediyor biraz da.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

5 Kasım 2021 Cuma

Sevgi mi? Emek mi?

25 Şubat 1907, Eğridere’de doğan Sabahattin Ali, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen yazarlardan biridir. Daha çok öykü eserleri olsa da romanlarıyla öne çıkmaktadır. Eserlerinde ise tema olarak aşk ve toplumsal meseleleri ele almıştır. Tıpkı İçimizdeki Şeytan romanında olduğu gibi...

Yazarın kalemini ilk kez okumamla birlikte bu kıymetli eserini çok beğendiğimi ve severek okuduğumu öncelikle söylemeliyim. Kitap, adeta film gibi gözlerimden akıp geçti. Macide olsun Ömer olsun yürüdükleri Beyoğlu sokakları olsun zihnimde tek tek canlandı. Bu yönden ustalıkla realist anlatım biçimi kullanılmış diyebilirim.

Roman bir vapur yolculuğunda başlıyor. Ömer’in, Macide’yi ilk görmesiyle... Ona ilk görüşte aşık olmasıyla... Sonralarında ise Sabahattin Ali, okuyucusunu biraz geçmişe götürerek Macide’nin Balıkesir’deki hayatına dair anlatımlar sürdürüyor. Orada musiki ve Bedri ile olan ilişkisini öğrenmemizi sağlıyor. Ve tabii kitabın en can alıcı kısmına yani Ömer’in, Macide ile olan aşkına geçiş yapılıyor. Ömer, sürekli kafasının içinde yaşayan bir adamdır. Kurduğu hayallerle hayatını haylaz bir çocuk gibi sürdürürken, arkadaşlarıyla her gün ayrı bir yerde ayrı bir eğlencede bulunur. Kâinata, insanlara güzel bakıp kötülükten uzak durmaya çalışır. Kötülük yapmaya kalkıştığında ise suçu sürekli içindeki şeytana atmaya çalışır. Fakat bir yandan da sorumluluk sahibi olamaz, olmak istemez. Kendine yakıştıramasa bile tembellik yapıp her defasında arkadaşlarına sırtını dayamak onu mutlu eder.

Romanın sonunda ise bir itirafta bulunarak şu sözleri söyler: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...

Hayatında ise en kıymetli olan varlık Macide’dir. Onun aşkıdır... En nihayetinde otuzlu yaşlarına kadar hiçbir yere tutunamamış bu adam Macide’nin varlığı ile kendini biraz olsun değerli hisseder ve bu duygu ile cesaret bulup sevdiği kadınla evlenmeye karar verir...

Macide ise çaresiz bir kadın olarak karşımıza çıkar romanda. Kimsesiz kalmış, nereye gideceğini, kime sınacağını bilmeyen bir kadın olarak... Nitekim kimsenin istemediği bu kadın hayatında bir şans olarak gördüğü Ömer’in, evlilik teklifini kabul eder. İlk başlarda sevdiği adamın hayatını yadırgasa bile günlerin geçmesiyle yeni hayatına alışır... Yoksulluk, parasızlık onu gocundurmaz. Az ile yetinip Ömer’i asla yalnız bırakmaz... Fakat aşk her şeyin üstesinden gelmeye muktedir midir? Dayanılmayacak bir duruma gelindiğinde dahi seviyorum diyerek yola devam edilir mi?

İşte kitabın bu kısımlarından sonra kırılma noktası olarak saza ve müsamereye gittikleri akşamlar olur. Öyle ki saza gittikleri akşam Macide, yıllar önce Balıkesir’deki öğretmenini yani Bedri’yi görür. Bedri ise onu görür görmez tıpkı eski günlerdeki gibi olur. Ancak sevdiği kadının evli olduğunu öğrenince Macide’ye asla yakınlaşmaz. Ömer ile dost olarak hayatlarına acıyıp yardımda bulunur. Aslında Sabahattin Ali, bu karakterle birlikte hayatta temiz kalmış insanların olduğunu vurgularken diğer karakterlerle hırsın sonucunda nasıl bir çukura düşüleceğini anlatıyor. Örneğin; Nihat’ın siyasi yönde nasıl piyon gibi kullanıldığını, dönemin aydın zümre olarak adlandırılan insanların hevesleri ve bitip tükenmeyen dünya sevgileriyle sarhoş olup türlü batakhanelere düşüşünü, veznedarın istemeden de olsa kirlenişini en ince ayrıntılarla gözler önüne seriyor.

Gel gelelim Ömer’in arkadaşlarından bağını koparmaması ve onların kötülüklerini gördüğü hâlde yanlarından ayrılmaması Macide’yi çok düşündürür. Ve bir gün müsamereye gittikleri akşam onun için bardağı taşıran son damla olur. Nitekim Ömer’in arkadaşlarından birinin ona yakınlaşmaya çalışması ve Ömer’in, Macide’yi hiç umursamadan yalnız bırakıp, başka bir kadınla yakın olması onu çok derinden incitir ve düşüncelere sevk eder.

Bulunduğu hayatını, aşkını sorgulayarak uzun uzun mektup yazar ve yollarının artık ayrılacağını söylemeye çalışır. Fakat romanın bu kısımları biraz karışır. Ömer’in yaptığı hatalar sonucunda içeriye girmesiyle Macide tekrar bir yıkım yaşar.

Sığınacağı tek bir liman olarak gördüğü Bedri’ye tutunarak ayakta kalmaya çalışır ve en nihayetinde daha o düşüncelerini Ömer’e söylemeden, Ömer, Bedri’nin aracılığıyla Macide’den vazgeçtiğini söyler. Klasik bir soru olarak “Sevgi mi? Emek mi?” sorusuna mukabil, Macide’nin seçimini hüzünle Sabahattin Ali, okuyucularına gösterir. Ve romanın sonunda bir kez daha anlarız ki birbirine ruhen benzemeyen insanlar ne kadar aşık olurlarsa olsunlar onları bekleyen bir ayrılık vardır. Nitekim bazen aşkta yetmez bir ömür boyu birlikte yaşamaya, yaşlanmaya...

Güzel, hüzünlü ve aydınlatıcı bir kitaptı. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."

"Kullanmadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?"

"İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı."

"Ben daha çok kendi içimde yaşayan bir insanım... Bunun için size nazaran birkaç misli fazla yaşamış sayılırım."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

2 Kasım 2021 Salı

"Bu gidiş nereye?"

“Bombalardan çok daha önemli bir şey üzerine düşünüyorum: Bilgisayarlar.”
- John von Neumann (1903-1957)

George Orwell (1903-1950) 1984’de “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden de geçmişi kontrol eder.” diyor. Bireysel düşüncelerimiz bir yana geçmişiyle, hatta geçmişinde yaşayan bir toplumuz. Bu kötü bir şey diyemeyiz belki fakat geçmişe düşkünlük konusunda dengeyi kuramamak geleceği etkileyebilecek nitelikte sorunlara yol açıyor. Peki, bunu önemsiyor muyuz? Tek kelimeyle hayır. Çünkü sosyo-kültürel kodlamamız “başımıza icat çıkarma” ya da “eski köye yeni adet getirme” gibi diskurlara bağlı. Yeni olana, farklı olana, değişik olana kadim alerjimiz var. Geçmişe ait bazı şeylere kutsallık izafe edip derin bir saygıyla önünde eğiliyoruz. Maksadım geçmişi kötülemek, tamamen ortadan kaldırmak, birikimi yok saymak değil elbette. Aksine, geleceğin inşasında geçmişim sunacağı projeksiyonun önemli olduğu kanaatindeyim. Fakat gelecek bizim için “ahir zaman” adı altında mutlak kötüye gidiş anlamına geliyor ve gelecek için kafa yormak kadar geçmişten ders almaktan da zorlanıyoruz. Konforumuzdan ödün vermeyip kolay olanı, tarih tekerrürden ibarettir demeyi seçiyoruz. Ama düştüğümüz çelişkinin farkında olmadan geçmişi hamasetle romantize etmekten, yüceltip kutsamaktan geri de durmuyoruz. Bizimkisi kaderci tazim.

Bana yukarıdaki cümleleri yazmaya iten şey, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden oluşturulmaya başlanan bir düşüncenin yavaş yavaş hayata geçirilen bir projeye dönüşmesini anlatan bir kitapçık. Kitapçık diyorum çünkü cep boy ebatlarında ve yetmiş sayfalık bir eser bu. Tudem Yayın Grubu markası olan Deli Dolu etiketli eser iki bölümden oluşuyor. Mehmet Albayrak tarafından tercüme edilen kitabın ilk bölümünde Robbert Dijkgraaf (1960) imzalı “Geleceğin Dünyası” adlı makale (bir anlamda sunuş yazısı) yer alıyor. Yazıda, “Geleceğin Dünyası” ifadesinin 1939 yılında New York’ta düzenlenen bir bilim ve teknoloji fuarının teması olduğu belirtiliyor. Fuarda bilim ve teknolojinin geleceği nasıl biçimlendireceğinin gösterilmesi amaçlanmış ve bu bağlamda günlük hayatta kullanılabilecek birçok elektronik ürün sergilenmiş. Dijkgraaf o dönem için yakın gelecekte dünyaya yön verecek olan nükleer enerji ve bilgisayar teknolojilerinin fuarda olmamasının garipliğine dikkat çekiyor. Oysa fuarın bilim kurulu üyesi olan Albert Einstein (1879-1955) açılış konuşmasında atom parçacıklardan, kozmik ışınlardan ve uzay teknolojilerinden bahsetmiştir.

Kitabın temel konusu burada devreye giriyor. Princeton Üniversitesi bünyesinde Einstein gibi alanında prestij sahibi bilim insanlarının özgürce çalışma ortamı buldukları bir enstitü bulunmaktadır. İleri Araştırmalar Enstitüsü olarak isimlendirilen bu kurumun kurucusu Abraham Flexner (1866-1959) adında bir eğitimcidir. Flexner kurduğu enstitünün eğitim anlayışında merak, araştırma ve öğrenme konuları dışında herhangi bir unsura yer vermez. Araştırmacılara sadece üzerinde çalıştıkları konulara odaklanabilecekleri ortamı sağlayan enstitünün ilkesi “faydasız bilginin engelsizce peşine düşülmesi” şeklinde belirlemiştir. Ona göre araştırmacı ve öğrencilerin çalışmasına mani olacak maddi manevi tüm engeller kaldırılarak özgürce araştırma, öğrenme ve düşünme ortamı sağlanabilirse ilerleme ve gelişme ortaya çıkabilir. Gerçek fayda ancak böyle sağlanabilir. Çünkü hiçbir bilgi faydasız değildir, kullanılabilmesi için yeri ve zamanını bekler. Örneğin kuantum teorisi ilk başlarda önemsiz ve gereksiz bir oyun alanı gibi görülürken bugün kuantum olmadan maddenin herhangi bir özelliğini kavrayamayacağımızı kavramış bulunuyoruz.

Bu bilgileri okuduğumuz Robbert Dijkgraaf’ın makalesinde Abraham Flexner’ın kim olduğundan düşünce yapısına, kurduğu enstitünün işlevinden sağladığı faydaya kadar geniş bir değerlendirme yer alıyor. O günün şartlarında iyi bir eğitim alan Flexner Amerikan eğitim sistemine yönelik raporlarında eleştiri ve çözüm önerileriyle bir takım önemli yapısal değişikliklerin meydana gelmesini sağlamış biridir. Flexner’a göre “öğrencileri pratik eğitimden mahrum bırakan sahtekâr eğitim anlayışı sorumsuz ve kâr odaklı makinelerdir.” Tam bir proje insanı olan Flexner ayırt etmeksizin her türlü bilimsel çabayı desteklemenin hayatı derecede önemli olduğu belirtir. Bu bağlamda serbest düşünce akışının önünde durulmamalı, hayal gücünün bilimsel alandaki etkisinin önü açılmalıdır. O, bu sayede işlenen bilgiyle kamunun dönüştürülebileceğini söyler. Engelleri aşabilecek tek kuvvet insanın merak dürtüsüdür ve faydalı bilgi bu dürtü sayesinde üretilebilir.

Flexner kurduğu enstitüyü yukarıda özetlenen anlayış doğrultusunda yönetir. Bu amaçla o dönemin matematik ve fizik alanında dahi olarak bilinen isimlerinin enstitüde bulunmasına vesile olur. Özellikle Avrupa’da yükselişte olan faşist uygulamalardan kaçan bilim insanlarının Amerika’ya gelmesi ve enstitüde çalışmaları için büyük çaba sarf eder. Dijkgraaf’a göre bugüne etki eden dijital teknoloji ve tıbbi gelişmeler büyük oranda Flexner’ın ön ayak olduğu özgür düşünce ortamında üretilen bilgiye dayanıyor. Dijkgraaf görüşünü desteklemeye yönelik teorik ve pratik birçok örnek veriyor ve meseleyi bu bağlamda genişletiyor. Buna karşın bugün Flexner’ın düşüncesinin büyük oranda yok olmuş durumda olduğunu, devletin bilimsel çalışmalara yönelik desteğini geri çektiğini, sermayenin ise kâr getirmeyecek alanlara kesinlikle yatırım yapmadığını ve ar-ge çalışmalarında bulunmadığını belirtiyor. Yaptığı karşılaştırmalı analizde Flexner’ın yönteminin ne anlama geldiğini göstermeye çalışan Dijkgraaf’a göre teknolojinin aydınlık kadar karanlığı da beraberinde getirme potansiyeli vardır fakat sağduyulu insanlar bilim ve kamu arasında iyiliği arttıracak bir ilişkiyi tesis edebilir. Dijkgraaf çoğunlukla iyimser tutum takınsa da bazen kapitalist sistemde faydasız bilginin fayda sağlayacağına ikna etmenin zor olduğunu söyleyecek kadar realist olabiliyor.

Kitaptaki ikinci makale kitaba da isim olan Flexner’in makalesi fakat yazılanlar bize “Faydasız Bilginin Faydası”nın sadece bir makaleden ibaret olmadığını gösteriyor. Zira Flexner’ın düşüncesini hayata geçirdiğini ve önemli başarılar elde ettiğini görüyoruz. Onun projesinin temelinde “merak ve hayal gücünü tetiklemek üzere özgür bırakılmış ortamda bilimsel düşünme” bulunuyor. Bu amaçla kurduğu enstitüyü mantık ve matematiğin üssü hâline getiren çalışmalara imza atıyor. Geniş bir perspektifle baktığımızda yirminci yüzyılın ilk yarısında matematiğin her alanda çok güçlü ve etkili olduğunu görürüz. Sosyal bilimlerin alanına giren konuların bile matematiksel anlayışla tasarlandığı gerçeği pozitif bilimlerin sahip olduğu etki ve gücün tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Mevcut durum amaç ve yöntem açısından Flexner’ın düşünceleriyle örtüşmediği gibi onun eleştirdiği salt fayda/kâr anlayışına da işaret ediyor.

Flexner çalışmalarında genel kabulün ‘işe yaramayan bilgi’ olarak nitelediği olgu üzerinde duruyor. Yürürlükte olan bu anlayışa göre bazı çalışmalar ve bu çalışmalarda elde edilen bilgiler çalışma konusuyla ilgisinin olmadığı veya başka bir alanla ilgili olduğu gerekçesiyle anlamsız, gereksiz, saçma ya da faydasız bulunarak yok sayılmaktadır. Oysa bu çalışmalar veya elde edilen bilgiler iddia edilenin aksine çok önemli işlere yarar diyen Flexner bu görüşünü destekleyecek uygulamaya yönelik örnekler sıralıyor. Verdiği örneklerin ortak noktası bilgi ve buluşlar uzun süreci kapsayan gelişme veya ilerlemelerdir. Bu bağlamda gelişme ve ilerleme tekil (bireysel) bir durum değildir. Bütün icatlar farklı kişilerin düşünceleri sonucunda oluşan bilgi birikimi sayesinde ortaya çıkar ve bu nedenle herhangi bir icadı tek bir kişiyle anmak doğru olmaz.

Salt faydaya yönelik bilimsel çalışmaların ilerleme ve gelişmeye sınırlı katkı sunacağını söyleyen Flexner, asıl faydanın fayda kaygısı güdülmeden sadece merak dürtüsüyle yapılanlar olduğunu iddia ediyor. Ona göre bu anlayışla hareket edilmeyip yalnızca faydaya yönelik yapılan keşifler insanlık için yıkım ve zarara yol açar. Böylesi bir durumda gerek bilim insanları gerekse eğitim kurumları üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmedikleri görülür. Oysa “eğitim kurumları merakı kıvılcımlandırmayı amaçlamalıdır.” Çünkü tarih göstermiştir ki, merak duygusunu tatmini için yapılan araştırmalar teorik çalışmaların yanında pratik uygulamalarda da işe yaramıştır. Buluşların önünü açan şey meraka dayalı araştırmaların engellenmemesidir. Bilimsel açıdan mantıklı olan da budur zira teorik bilgi ne kadar artarsa çözüm için uygulanacak pratik alternatif o kadar artar.

Flexner savunduğu bilgi sistemini açıklarken itirazları dikkate alıyor. Ona göre bazı çalışmalar ya da bilgiler an itibariyle faydayız ya da gereksiz gibi görülebilir ve hatta parasal açıdan kayıplara yol açabilir lakin uzun vadede öyle olmadığı anlaşılır. Bunun kanıtı olan tarih faydasız addedilen bilgilerin birikerek faydalı çalışmaları ortaya çıkardığı kayıtlarla doludur. Teknoloji ve bilim tarihinin gelişimi böyle olmuştur. Bu yüzden herhangi bir bilgiyi gereksiz, faydasız ya da saçma olarak tanımlamak gibi herhangi bir bilimsel keşfi de bir kişiye atfetmek eksik yorumlamadır. “Bilim, küçük bir gözden akmaya başlayıp denize dökülünceye kadar bir sürü kaynakla birleşerek gücü ve etkisini arttıran nehir gibi ilerler.” Hiç bir icat tekil bir mucidin buluşu değildir. Arka planında gerek teorik gerek pratik olsun kocaman bir tarih yatar. Flexner’a göre istisna olarak mühendislik ya da hukuk gibi bazı dallar salt faydayı gözetebilir lakin meraka dayalı özgür bırakılmış araştırma ortamı deneysel bilimler kadar tüm soyut çalışmalar ve sosyal bilimler ile entelektüel uğraş ve sanatların hepsi için de geçerli olmalıdır.

Faydasız Bilginin Faydası modern insanın bilgi ve bilim anlayışını inşa eden kapitalist-liberal felsefedeki kâr odaklı fayda anlayışını sorguluyor. Bu anlamda fayda kavramının -sadece Batı düşüncesinde değil, İslami düşüncede de- yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan eser bir modernite eleştirisi olarak okunabilir fakat ne Flexner’ın ne de Dijkgraaf’ın niyetinin bu olduğunu iddia edebiliriz. Ben onların meselesini ilerleme ve gelişmeyi sağlamanın yolunu aramak olarak yorumladım ve bu arayışın anlamsal uzamının moderniteye içkin olduğunu düşünüyorum. Modern paradigmanın sınırsızlıkla ilişkilendirdiği özgürlük, bilgi ve rekabet savunusu Flexner’ın ‘her türlü engelden azade edilmiş özgür bilgilenme ortam oluşturulması ve kurumsallaştırılması’ düşüncesiyle örtüşüyor. Sıkıntı kuramda değil uygulamada ortaya çıkıyor. Flexner’ın itiraz ettiği nokta da burası oluyor.

Ve eserin işaret ettiği önemli bir başka nokta ise gelecek meselesi elbette. Bu hamur daha çok su kaldırır lakin mademki irfan bu topraklarda anlatıldığı kadar derin, güncel bir haberle sözü sonlandırayım ben. Geçtiğimiz günlerde dünyanın ilk ‘düşünen’ robotunun Japon bilim insanları tarafından geliştirildiği duyuruldu. Haberin içeriği bilim-kurgu filmlerini aratmayacak nitelikte. Metni cep telefonun ekranından dijital bir platformda dizi izliyor gibi okudum ama içinde olduğum(uz) simülasyon nedeniyle gerçekliğini iliklerime kadar hissetim. Trans-hümanizm artık o kadar yakın ki dokunacak kadar hissetmeyene gıpta, ihtimallerinden ürkmeyeni tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Haberde, bir robota eklenen yapay zekânın laboratuvar ortamında çoğaltılan insana ait canlı beyin hücreleri kullanılarak desteklendiği ve robotun algoritmaya dayalı yapay zekâsı yanlış karar verdiğinde nöronların müdahale ettiği bildiriliyor. Bu, kendine ait iradesi olan, yani düşünebilen ve karar verebilen bir varlık anlamına geliyor. İnsanın suni olarak ürettiği ve fakat insanın özelliklerine sahip ve bir varlık! Bu ve benzeri gelişmeleri hayatın her alanını etkileyecek kadar büyük bir sisteme dönüşmesi için henüz çok erken şeklinde yorumlayanlar olabilir. Bundan bu kadar emin olmamak gerektiği kanaatindeyim. Kırk elli yıl öncesinin uçuk kaçık fantezilerinin birçoğu bugün hayatımızın orta yerinde. O yüzden insanlığın yakın gelecekte karşılaşacağı dehşetengiz dünyayı arif olan anlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Ekim 2021 Pazartesi

Her yolcu kendi yolunda gerek

Engin Geçtan 19 Şubat 2018’de, 86 yaşında vefat etmiş bir bilge adam. 1 Temmuz 1957’de başladığı klinik çalışmalarını, psikiyatristliğinin elli yedinci yılında (2014) sonlandırdığında yaşamlarını, duygularını ve davranış sistemlerini paylaştığı insanlara acaba neler kattığını düşünürken bunun ölçülebilir bir şey olmadığına kanaat getirmiş ve asıl önemli olanın, o insanlar tarafından kendi hayatına katılanların önemini fark etmiş. Yaşamın muhasebesini hiçbir zaman tutmamış ve bunu da Milan Kundera’nın bir sözünü hatırlatarak açıklamış: “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.

Rastgele Ben, vefatına dek Geçtan’ın yayımlanmış son anı kitabı denebilir. Zira 2018’de yayınlanan “Orada, Bir Arada“, otuz yılı aşan grup psikoterapi deneyimlerinden esinlenerek kurgulanmış ve eğitici tarafı daha ağır olan bir kitaptı. Rastgele Ben için bir tecrübeler kitabı diyebiliriz. Bu kitapta öğüt hiç yok, gayet gerçekçi bir süreç anlatımı var. Yaşamın devasa bir süreç olduğu düşünüldüğünde Geçtan’ın bu kitapla yapmak istediği de anlam kazanıyor: şimdiye kadar hep danışılan tarafta olanın, hayatla münasebetine düştüğü küçük bir şerh. Metis Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın ismi içinde her ne kadar “rastgele” kelimesi geçse de, Geçtan’ın yazdıklarından hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığı ve olamayacağı net biçimde okunuyor. Bunu kendisi de farklı konular üzerinden aktarıyor:

"Doksanlı yılların başıydı, bir gün Pandora Kitabevi’ndeki raflarda bir kitap dikkatimi çekti. Size de olur mu bilmiyorum, bazen kitapçılarda ya da müzik dükkânlarında bir kitap ya da bir disk sizi kendine çeker. Ve bu buluşma çoğu zaman isabetlidir."

Bir Zamanlar Amerika‘da, Dipsiz Kuyuda Yolculuk, La Turchia più bella, Matriks ya da Apocalypse Now isimli dört bölümü var kitabın. Kronolojiye çok da bağımlı kalmadan, öğrencilik yıllarıyla birlikte Geçtan’ın hayatındaki kritik anların birçoğu bu 170 sayfalık kitapta okunabiliyor. İlk bölümde ‘Amerikan Rüyası’yla buluşması, aynı zamanda iyi bir sosyolojik ve toplumsal bir okuma sağlıyor, özellikle de o yılları düşünürsek bu daha da anlamlanıyor. Bu ülkede öğrenim ve sosyalleşme heyecanını sonuna kadar sahip çıkarak günlerini geçirse de “Bu mu yani Amerika?” dediği şeylerle karşılaşmalarına da bizi tanık kılıyor. Mesela şu anısı New York’tan:

"Hastanenin polikliniğindeyim. Bana Türkçe küfürle günaydın diyen kızıl saçlı hemşire çömelmiş, karşısında oturan perişan görünüşlü bir adamın bacağını temizliyordu. Adamın ayağı ve bacağı binlerce kurtçukla kaplanmıştı. Muhtemelen İrlanda kökenli bir alkolik. Böyle bir şey görmemiştim, görebileceğim de söylenmemişti. Memlekette hiçbir insan bu hale gelene kadar kaderine terk edilemezdi. Ve yine o soru: Amerika bu mu?"

Geçtan’ın psikiyatri ve diğer bilim çevresinden tanıştığı yahut tanışamadan bu dünyadan göçen isimleri görünce insan ne büyük bir tecrübeyi sayfalar boyunca okuduğunu yeniden hissediyor ve heyecanlanıyor. Dünyaca ünlü çocuk psikiyatristi Lauretta Bender ve yine dünyaca ünlü nöroloji profesörü Morris Bender, suçlular ve holokost mağdurlarına uzun yıllar destek veren psikanalitik psikiyatrist Alfred Messer, varoluşsal psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May ile onun önerisiyle Geçtan’ın dairesine misafir olarak gittiği Leslie Farber sadece birkaçı. “Tanıdığım üçüncü Türksünüz” demiş Farber, Geçtan’a. Duvarda asılı tabloyu işaret etmiş: Abidin Dino. Sonra Ahmet Ertegün’le tanıştığını söyleyip fişeği ateşlemiş: “Bu ofisi Erich Fromm’dan devralmıştım, üzerinde oturduğunuz koltuk da ona aitti.

Rastgele Ben; Engin Geçtan’ın müzik zevkiyle, film beğenisiyle, kitap seçimleriyle de her sayfasında zenginleşen bir özelliğe sahip. Kitaba ‘kıyak’ geçelim: Freud’un talebelerinden olup kendi ekolünü kuran psikanalist Karen Horney’den Çağımızın Nevrotik İnsanı (Kişiliği), Şilili diplomat Miguel Serrano’nun yazdığı C. G. Jung ve Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları, en son April Yayıncılık tarafından basılan ama şimdilerde bulunması mümkün olmayan Elisabeth Kübler-Ross’tan Ölüm ve Ölmek Üzerine, Martin Heidegger’den Varlık ve Zaman, daha niceleri. Elbette arada Geçtan’ın kendi kitaplarının fikir ve yazım süreçlerine dair bilgiler. Mesela yürümeye verdiğim önemle birlikte kütüphanemden “ilk on say” dediklerinde daima başlarda saydığım bir kitabına dair:

"1981 yazında Kaş’ta, bir akşam Ali Baba Oteli’nin bahçesinde oturuyoruz. Ani bir dürtüyle yerimden kalktım, biraz yürümek istediğimi söyledim. Kamping’e kadar yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları belirlenmişti. Vahiy inmesi böyle bir şey olmalı, çünkü yürüyüşe başladığım anda aklımda hiç olmayan bir şeydi. Ertesi sabah kahvaltıda o başlıkları kâğıda döktüm."

Darbeler, göçler, yoksulluklar, çocukluk ve yetişkinlik anıları akıp giderken 'planlanmış' yerlerden çok 'kendiliğinden oluşmuş' mekânlara olan hevesini aktarıyor bir yandan bilge adam. Kendi tabiriyle 'meraklı kedi' yanını hep koruyor her eyleminde, seçiminde. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra yüzleşmeler yapmaktan hiç kaçınmıyor ve bizi de buna ortak ediyor, nazikçe öneride bulunuyor:

"Ebeveynimin bazı özellikleri, ne olmam gerektiğinin yanı sıra, ne olmamam gerektiği konusunda da bana yol göstermiş olabilir. Ama beni uğraştıran, toplumun ve onun araçlarının beni iteklemiş olduğu yanıltıcı yönlerdi."

Çağın en büyük sorunları arasında sayılan kimlik bunalımları, aidiyet sorunları, anlam kayıpları ve kentleşmenin hem maddi hem manevi anlamda açtığı gedikler Geçtan’ın bu kısa yaşam öyküsünde kendine önemli bir yer buluyor. Aslında tüm bunlar bebeklik, çocukluk ve ergenlik denen o ‘mühim üçlü’nün eksiklikleri yahut fazlalıklarıyla meydana çıkan şeyler. Mesela özerklik, Geçtan’a göre oldukça kritik bir hak ve bu hak bir ila üç yaş arasında kazanılabiliyor. Bu hakkı kazanamayan karakterler oldukça yaralı, ağır ve kişiliksiz bir gelecekle yaşamın hem somut hem de soyut ağırlığını taşımak zorunda kalıyorlar, hiç de farkına var(a)madan. Burada ebeveynin konuşma, görme ve dokunma gibi davranışlarla bebeğin gelişimine sürekli katkı sağlaması en kritik mesele. Kimlik yeterince gelişemediğinde ortaya bugünün sorunları, en ağır sorunları çıkıyor:

"Kişisel kimliği yeterince gelişememiş insan, varolan inanç ve ideolojileri fanatik bir boyutta kimliğine katarak boşluğunu ödünleme eğilimindedir. Bir şahsın, imgenin, ideolojinin ya da inanç sisteminin, inatçı ve değişmez bir halde insanların benliklerinde içleştirilmesi, ‘kimlik geçişmesi sendromu’nun temel belirtisidir. Her benliğin bir kimliğe ihtiyacı olduğundan, kimlik insanının benliğini sürdürmesi için hayatidir. Kimlik vakumuna çözüm olarak içleştirdiği imgeyi ya da ideolojiyi yitiren insan, kendine ve dünyasına yabancılaşma tehlikesiyle karşılaşır ve bu, kişiliğin dağılmasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla, içleştirdiği her ne ise, ona kayıtsız şartsız tutunmak zorundadır. Bu, biat etmekten öte bir durumdur."

Bugün dünyanın farklı yerlerindeki halklara öfke ve nefret saçan, kendi düşüncelerinden ve eylemlerinden başka hiçbir fikri kabul etmeyen, kendi tebaası dışında hiçbir topluluğu görmeyen, varlığını başkalarının üzerinde kurduğu zorbalıkla anlamlandıran, biat dışındaki hiçbir ilişkiyi önemsemeyen, ‘kendine bakabilme yürekliliği’ne sahip olmayan ama onunda dışında her şeyin sahibi olmak için savaşan/yaşayan kişilerle, kişiliklerle birlikte yaşıyoruz. Sadece yaşam biçimimiz değil inançlarımız, tutkularımız, ahlakımız, düşüncelerimiz zedeleniyor. Şehirlerimiz tıka basa dolarken içlerimizdeki boşluk gittikçe genişliyor. Rastgele Ben’de Engin Geçtan, gittiği her yerde bu boşluğu hem fiziki hem ruh boyutunda görüp değerlendiriyor. Çünkü onun görgüsünde şehir; aidiyetin, kimliğin, özerkliğin, birliğin ve dayanışmanın tüttüğü yer. Kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarıyla çağdaş düşünceye muazzam katkılar sunmuş olan Jung için de insan geçmişiyle bağlantılıdır. Üstelik bu geçmiş sadece kişisel geçmiş değil, ait olduğu toplumun geçmişini de doğrudan içerir. Şimdilerde türlü hamaset ve romantizm edebiyatına konu edilen “geçmiş” yazarlarının derdi fetih değil, ganimettir. 'Gönülleri fethedenlerin' torunları ganimet toplamaya şehirlerimizden başlamıştır.

Nereden nereye geldik? Geçtan’dan okuyalım:

"Son yıllarda insan, doğanın evcilleştirilemeyeceğini idrak etmiş gibi görünüyor. Çünkü doğa kendisine yapılanların bedelini uzun bir süredir pahalıya ödetmekte, üstelik daha kötülerine hazırlandığını da açıkça belli ederek. Ama artık insan dönüşü olmayan bir yolda ve durmaksızın tüketmek zorunda, kurduğu düzeni başka türlü sürdürebilmesi mümkün değil. Gerekli gereksiz, ama sürekli yeni ürünler üretmek, varolan eskimeden yenisini edinmek. Tüketmek için daha çok talan etmek ve sadece gezegeni değil, stratosferi de çöplüğe çevirmek."

Rastgele Ben‘i, “her yolcu kendi yolunda gerek” diyerek bitiriyor meraklı kedi, iyi yolculuklar diliyor bizlere. İnsan bu sonun akabinde dağılıyor. Eh, dağılmadan toparlanmak mümkün değil, o yüzden bir süre “bırak dağınık kalsın” diyebilmeli. Elbet bir bilge adam çıkar, dağılanları toplar cümleleriyle…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şeytan arketipi ve kültürel yansımaları

Jung'a göre, "herkes bir gölge taşır." Gölge, insanın karanlık yönü ile ilişkilendirilir, yok sayılır ve yok sayıldıkça güçlenir. Bizler, gölgemizi inkâr ederek, kendi gölgemizden doğan ve onaylanmayacağını bildiğimiz duyguları, düşünceleri başkalarına yansıtarak kendimizi güvence altına alarak büyümeyi öğrendik. Biz derken, bu dünyada yaşayan herkesin oluşturduğu dünya toplumundan söz ediyorum. Medeniyet dediğimiz şey, gölgenin mümkünse ehlileştirilmesi, mümkün değilse de yok sayılması üzerine kurulu değil midir?

Kötülük problemi tartışmalarının başlangıcını pre-sokratik döneme götüren kaynaklar olsa da bu konunun kapsamlı şekilde ele alındığı ilk metinler, Sokrates'in öğrencisi Platon'un kaleme aldığı metinlerdir. Felsefe tarihinde ilk teodise girişimi de yine Platon'a aittir. Kötülük problemini Tanrı'yla ilişkili şekilde tartışan bu alanda, Tanrı'nın adaleti ile kötülük arasındaki etik ve adalete dayalı tartışmalar yürütülür. İnsanın doğasında iyi mi kötü mü olduğu sorusu da felsefenin temel sorularından biridir. Bazı düşünürler, insanın doğasındaki iyiliği gölgeleyenin şeytanın varlığı olduğunu ileri sürer. Şeytan, mitolojik bir kahraman ve arketip olarak insanlığın başlangıcından beri hayatın merkezinde yer alan karakterlerden biridir. İyi olan şeyin karşısında konumlandırılır; sinsi, hesapçı olarak resmedilir ve ötekileştirilir.

Emin Gürdamur, uzun yıllar konuşulacak, çok zengin ve ufuk açan bir kitaba imza atmış. Âşık Şeytan Kör Talih: Şeytanın Kültürel Biyografisi kitabının “Sunuş” bölümünde yazar, uzun yıllardır çağrısını duyduğu bu çalışmanın peşine düşmesinin detaylarını ve bu uğurda geçtiği yolları okurla paylaşıyor. "Bu kitap mitlerden, destanlardan, kadim söylencelerden modern edebiyatın kült metinlerine varıncaya değin geniş bir arazide izini sürdüğü şeytanın kültürel biyografisinin sınırlarında dolaşmakla beraber, içimizdeki karanlığın parçası olan bir varlığın temsil ettiği anlam alanına dair pek de yabancısı olmadığımız bir öngörü sunuyor."

Bu yazıda, kitabın tüm bölümlerinin detaylarına yer vermem mümkün değil. Bu sebeple beni en etkileyen bölümlerden söz edeceğim. Kitabın ilk bölümlerinde, İslam mitolojisinde şeytanın yeri ve Hallâc-ı Mansûr'un şeytana ilişkin özgür yorumu aktarılıyor. Beni en şaşırtan ve etkileyen bilgiler ve yorumlar bu bölümdeydi. "Şık Şeytan Kör Talih" isimli ikinci bölümde Gürdamur, şeytanın İslam anlatılarındaki izini sürüyor ve okura, şeytana dair özgün bir bakış açısı sunan Hallâc-ı Mansûr'un yorumlarından söz ediyor. İslam'da şeytanın Tanrı karşısında bir iktidar alanı yaratmasının mümkün olmadığının altını çizen yazar, Şeytan'ın "sadıklar" arasındaki yerine dikkat çekiyor. Hallac-ı Mansur, İslam tasavvufunun gördüğü en cesur ve özgün isimlerden biri. "En-el hak" feryadında, Allah'a duyduğu aşk ile kendinden geçen, onun birlik mesajını iliklerine kadar hisseden ve tüm tehlikelerine rağmen varlığında tecelli eden Allah ile birliğini vurgulayan bir bilgenin sesi duyulur. Hallâc-ı Mansûr, Şeytan'ın bir Allah aşığı olduğuna işaret eder. Hallâc-ı Mansûr uzmanı Fransız Louis Massignon da emir ile irade ayrımını, Hallâc'ın orijinal buluşu olarak nitelendirir. Hallâc'ın öncüsü olduğu bu yorum, Adem'e secde etmeyi reddederek aslında Allah'tan başkasına secde etmeyi reddeden, Allah aşığı bir Şeytan'ı işaret eder.

Başkaldıran Kurmaca” isimli bölümde ise kurmacanın sınırları, sınırsızlığı ve bunun kötülük ve iyilik ile ilişkisi tartışılıyor. Türkiye'deki edebiyat sahnesinde şeytana dair ilk değerlendirmeleri Hilmi Ziya Ülken'in kaleme aldığını belirten yazar, edebiyatımızda şeytan, demon, kötülük anlatısının olmamasının nedenlerinin de peşine düşüyor. Türkiye'deki anlatılarda kötülük, hiçbir zaman zafer ile ödüllendirilmez. Daima kaybetmeye mahkum, iyinin yüceltilmesine hizmet eden bir aracıdır.

"Altı çizilen, Türk edebiyatında kötülük anlatımının yokluğu değildir. Kötülük vardır ama ötekidir. Sonunda yenilmeye mecburdur. Kurmacadan muzaffer çıksa bile dilde kaybeder, kaybettirilir."

Kitabın tüm bu etkileyici bilgileri toparlayacak ve okuru uğurlayacak bir kapanış bölümüne ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Gerçi yazar, okuru için öyle zengin bir yolculuk hazırlamış ki, bunu nasıl noktalayacağına karar verememiş de olabilir. Kitap, bu alanda okuma yapmak ve farklı kanallardan şeytana dair farklı metinler okumak isteyen okur için de zengin bir kaynakça sunuyor.

Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com

18 Ekim 2021 Pazartesi

Bir İngiliz subayın gözünden Anadolu

Sosyal tarih alanında ortaya konan eserler her zaman ilgimi çekiyor. Buna seyahatnameleri, anıları, mektupları, belgeleri de dâhil ediyorum. Çünkü tarihi sadece savaşlardan ibaret gören bakışı biraz yana kaydırıyor bu tür eserler. Anlatılan zamanda insan tekinin yaşamını konu alması, sosyal-günlük hayatı daha içten anlatması, insan yaşamını daha özele indirgemesi bu tür eserlerin değerini çoğaltıyor bence. Örneğin, “Selçuklularda sosyal hayat” gibi genel bir başlık yerine “Selçuklu zamanında yaşamış bir ailenin günlük hayatı” tarzı içerikler benim için daha değerli olabiliyor. Tabiî bu eserler oldukça az. Seyahatnamelerle bu açığı kapatmaya çalışıyoruz. Seyahatnameler de bir bölge için kısa bir zaman dilimini esas alsa da (çünkü seyyah kısa süre duruyor gittiği yerde) bazı çıkarımlarda bulunabiliyoruz.

Bu anlattığım türdeki eserlerden biri İngiliz subay Frederick Burnaby’nin At Sırtında Anadolu kitabıdır. İstanbul’dan başlayıp Anadolu’nun doğu ucuna (hatta az da olsa İran topraklarına) 1876-1877 yıllarında at sırtında giden İngiliz subayın anlattıkları bize, yaklaşan Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) kokusunu vermekle kalmıyor sosyal hayat yönünden zengin bir içerik de sunuyor. Daha önce Turkuvaz Kitap etiketiyle basılmış bu eser. Fakat İletişim Yayınları'nın, kendi baskısında, arka kapakta biraz da manidar bir şekilde “sansürsüz” basımını yaptıklarını söylemesi, kitabın bir önceki yayınevi tarafından sansüre uğradığını gösteriyor. Gerçekten bazı insan topluluklarını rahatsız edecek pek çok şey var kitapta ancak sansür konusunda yayınevlerinin birbirinden daha temiz olduklarını düşünmüyorum. Çoğu yayınevi kendi düşünce yapısına göre az veya çok bazı sansürler uyguluyorlar bastıkları kitaplarda. Nâzım Hikmet, Dostoyevski gibi isimlerin eserlerinde dahi bu durumu gördük çünkü Türkiye’de.

Subay Burnaby sadece Türkiye’ye değil başka bölgelere de seyahatler düzenlemiş bir asker. Fakat bunların sadece seyahat amacıyla olduğunu düşünmek bana fazla çocukça geliyor. Londra’daki konforunu bozup Anadolu’yu at sırtında geçmek, durduk yere yapılacak bir şey değil çünkü. Burnaby öyle şeyler anlatıyor ki herhangi bir Türk vatandaşı bile bunu yapmaz. Fakir köylerde ahırlarda, böceğin pirenin içinde konaklamaktan tutun da karda dağ başında mahsur kalmalara kadar birçok şey yaşıyor Burnaby. Bu zorluğa katlanmasının önemli bir nedeni de casusluk olsa gerek. Çünkü Anadolu hakkında; köylerden kasabalardan tutun da insanlara ve hatta nerede hangi köprü var (yıkık dökükler dâhil) gibi bilgilere kadar öyle detaylar veriyor ki, bu gezinin sadece bir seyahat olduğunu düşünmek safça geliyor. Tabiî Burnaby’ye göre bu gezinin amacı “İngiliz halkında Türklerin çok olumsuz bir imaja sahip olması, Bulgaristan’da Türk çetelerin bazı katliamlar yapması ve Osmanlı’nın İngiltere’ye olan faiz borcunu ödeyemeyecek olması sebebiyle bunları yerinde görüp karar vermek”tir: “…Bu kargaşa ortamında doğruyu bulmak güçtü. Türkler anlatıldığı kadar korkunç birer cani miydiler? Az önce sözünü ettiğim dindar beyefendiler, Hıristiyanların kazığa oturtulduklarına gerçekten tanık olmuşlar mıydı, yoksa bu din adamları bir sanrının mı etkisinde kalmışlardı? Bâbıâli uyruklarının anlatıldığı kadar kötü kalpli olup olmadıkları sorusuna doyurucu bir cevap bulmanın tek yolu vardı. Anadolu’ya gitmeye karar verdim; çünkü orada herhangi bir Avrupalı gözetiminin çok uzağında yaşayan Türklerle bir araya gelecektim…” Kim inanırsa artık. Çünkü Burnaby, bu kadar tehlikeli olduğu söylenen geziye kendi uşağı, İstanbul’dan aldığı Müslüman bir yardımcı ve biraz silahla çıkıyor. Fakat üzücü olan şu ki, gittiği her köy veya kasabada o bölgenin mülki veya askeri amirince bütün kapıların İngiliz’in önüne açılması, askeri bilgilere kadar. Burnaby de boş bulunmayıp bütün bilgileri topluyor elbette.

Kitap hem zamanın Osmanlı halkını, onların yaşayışını, gayrimüslimler ile Müslümanların ilişkisini konu ediyor hem de savaş konusunda bir takım bilgiler veriyor. Şunu söylemekte fayda var, Burnaby’de Türk halkına karşı bir tepeden bakma, bir kibir durumu var. Yani “ben dünyaya hükmeden bir ülkenin subayıyım sizse sıradan bir Türk halkı” durumunu okur hissedecektir. Sadece Burnaby’de değil yanından hiç ayrılmayan sadık uşağı Radford’ta da bu durumu görebiliyoruz. Ancak hakkını verelim, Burnaby adalet duygusundan hiç ayrılmıyor ve Avrupa’da inanılan şeylerin doğru olmadığını açık açık yazıp bunları resmi diplomatik mektuplarla ve belgelerle destekliyor. Örneğin Müslüman idarecilerin gayrimüslim halka kötü davrandığını işittiği yerlere özellikle gidiyor ve bunun tamamen yalan olduğunu gözleriyle görüyor. Bunları da açık açık yazmaktan çekinmiyor tıpkı Türk halkında gördüğü aksaklıkları açık açık yazmaktan çekinmediği gibi: “Türk yetkililerin en büyük kusuru, askerî konularda ağırdan almalarıdır. Ancak onları suçlamak bir İngiliz’e düşmez. Belki de hiçbir ülke bu konularda bizden daha ihmalkâr değildir. ‘Ruslar gelmez inşallah,’ der bir Müslüman ve oturup tütün dolu çubuğunu yakar.

Bu gibi çok tespit var kitapta. Kitabı okurken hem Anadolu’nun fakirliğini görüp hem de İngiliz’in bu şekildeki haklı tespitlerini okuyup üzülüyoruz. Bir de tabiî gittiği her yerde ondan kendisi için ‘referans’ olmasını isteyenler var. Yani bir Türk subayı dahi yüzbaşılıktan binbaşılığa yükselme konusunda komutanıyla veya amiriyle konuşması için İngiliz’den ricacı oluyor. Tabiî halkta da bu bakış açısı var. Burnaby’nin yazdıklarını doğru kabul edersek, Türk halkı tamamen “İngilizler Türk-Rus harbinde bizi desteklesin yoksa mahvoluruz” anlayışında.

Anadolu uzun yıllar gayrimüslimlerle Müslümanların sorun yaşamadan hayatlarını sürdürdüğü bir coğrafyaydı. Bu durumun biraz da Müslümanların siyasi ve askeri gücünden kaynaklandığını düşünüyordum. Hâlâ da bu düşüncelerim tam anlamıyla değişmiş sayılmaz ancak Osmanlı’nın güçsüz dönemleri denebilecek bu gezi tarihlerinde de Burnaby’nin yazdıklarında bu durumun emarelerini görebiliyoruz. Kitapta dikkat çekici noktalardan biridir bu: Gayrimüslimler genel anlamda hatta neredeyse tamamen başlarındaki Müslüman idarecilerden memnun. Avrupa’da yanlış aksettirilen birçok olayın doğru olmadığını kanıtlıyor Burnaby ve bu halkların Müslüman idareciler yönetiminde gayet rahat yaşadıklarını söylüyor. Ufak tefek istisnalar olsa da…

Kitapta, Anadolu’da yaşayan bazı halklar için rahatsız edici ifadeler mevcut. Bunları söylemeyeceğim, merak edenler zaten kitabı alıp okuyabilir ama tarihi olayların seyrine yani geçmişe bakarak Burnaby’nin çok da haksız olduğunu söyleyemiyoruz.

Kitabın önemli özelliklerinden biri de en arkada bazıları oldukça uzun bazıları çok kısa resmi belgeler ve resmi mektuplar içermesi. Toplumsal olaylarla ilgili birçok belge sunuyor Burnaby okura ve bu belgeler genel anlamda Türkler lehine. İngiliz’in bir kibri var ancak adaleti de var.

Roman gibi okunabilen bir kitap At Sırtında Anadolu. Biraz ağır akıyor ama çok sade bir dille yazılmış. Sonu daha derli toplu olsa iyi olabilirdi. Yani ülkemize gelişini çok detaylı anlatmış Burnaby ancak Londra’ya dönüp kitaba bir son yazma durumu fazla aceleye gelmiş. Yine de ana konu subayın Anadolu’da geçirdiği süreyse, bu kısım fazlasıyla doyurucu. Yaklaşık 150 yıl önceki Anadolu’yu merak edenler için kıymetli bir eser.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ekim 2021 Çarşamba

İçinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır

Peygamber Efendimiz (sav) bir sohbet esnasında şöyle buyurdular: “Allah’ın bütün sırları semavi kitaplardadır. Semavi kitaplarda olanların hepsi Kuran’dadır. Kuran’da olanların hepsi Fatiha’dadır. Fatiha’da olanların hepsi Besmele’dedir. Besmele’de olanların hepsi b’nin altındaki noktadadır.Hz. Ali Efendimiz bunu duyunca gönlünden gelen aşka engel olamadı ve “b’nin altındaki nokta benim” diye seslendi. Rasulullah Efendimiz gülümsedi. Öyle ya, Allah’ın Habibi “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyurmamış mıydı?

Hz. Ali Efendimiz’in b’nin altındaki nokta olarak kendini tanıtması, ilmin kapısı olması hasebiyleydi. İlim, Allah’ı bilmekti. Taklidi imandan kurtulup, hakiki imana kavuşmaktı. Kendini bilmeyen, Hakk’ı bilemezdi. Hakk’ı bilmek kendini bilmekle, nefsini bilmekle mümkündü ancak. İnsanın kendini bilmesi de özünü bilmesi ile mümkündü. Özüne inen insan, her şeyin başladığı noktaya (ki burada başlamak somut bir durum değildir, Allah anda olduğuna göre başlamak ile bitmek aslında aynı noktada deveran edip duran bir histen ibarettir) gelecek ve orada Hakk ile karşılaşacaktır. Hakk ile karşılaşan insan da Hakk’ta yok olmanın sırrına erecek ve elbette Hakk olacaktır. Her şeyin başladığı nokta Peygamber Efendimiz’in “Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu” dediği noktadır ki bunu duyan Beyazıd Bestami Hazretleri “hala öyle” demiştir çünkü az önce de dediğimiz gibi her şey andan ibarettir. Varlık yaratıcıya atfedildiğinde mahlukun onu sahiplenebilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki?

Tasavvufla ilgili “hal ilmidir, kal ilmi değil” tanımından da anlayacağımız üzere salikler yaşadığı hali anlatmamışlar, anlatanlar da ancak tecrübe edilerek anlaşılabilecek bir hal olduğu için halkın tepkisiyle karşılaşmışlardır. Bazen tekfir edilmişler, dışlanmışlar öyle ki aralarında katledilenler, aşkın şehidi olarak deftere kaydı düşenler dahi olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, İsmâil Ma‘şûkī, Nesîmî gibi…

Yıllar yıllar boyunca süren gelişimden sonra hanifliğin Hz. İbrahim ile görüntüye kavuşması, manasını kazanması gibi; yıllar yıllar süren gelişimden sonra Peygamberimizin insanlığa marifeti anlatması ve “bugün dininizi tamamladım” şeklinde buyurması gibi ilim de dile dökülebilmesi, insanlara sunulabilmesi için zamana ihtiyaç duymaktadır. Zamanı gelmeden dile getirildiğinde az önce ismini saydığım şehitler gibi anlaşılmamış ve düşmanca bir reaksiyonla karşılaşmıştır.

İşte Lütfi Filiz Efendi, hakikat sırlarını bir bir meydana dökerken kendisini bu düşünceye yaslıyor. İlim, Allah’ın ilmi olduğu için meydana çıkması ancak Allah’ın izni ve emri ile gerçekleşmektedir ve bu izne de veliler, mürşitler aracı olmaktadır. Lütfi Filiz Efendi mürşidinden emri alıyor ve bu emre uyarak insanın özünde var olan ilmi dile ve kağıda döküyor.

B’nin altındaki noktayı anlatıyor bize. Hakikati, marifeti, Hakk’ı! Bugüne kadar mutasavvıflar tarafından yazılmış eserlere, şiirlere, şathiyelere dört ciltlik bir şerh düşüyor aslında. İlim Allah’ın ilmi ve her şeyin özünde “bir” olduğu düşünülürse farklı bir şeyden bahsetmesi düşünülemez elbette. Lütfi Filiz Efendi günümüz diliyle, geniş bir perspektiften ele alarak hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, çıplaklık kelimesini kasıtlı kullandım çünkü Lütfi Filiz Efendi’de perde yok, sözü saklama yok. Hiçbir söze benzemeyen bir söz söyleyen Yunus Emre Hazretleri gibi mana yüzünü örtmüyor Efendi. Allah’ın varlığından başlayarak insana, dine, hakikate, hikmete, dervişliğe, mürşitliğe, ibadete, günaha, vakte, evrene, yaratılışa, ölüme, ahirete, cennete, cehenneme, meleklere, şeytanlara ışık tutuyor ve ehli şeriattan farklı olarak ayetleri, hadisleri sadece zahiri manalarıyla ele almıyor, batıni manalara değiniyor. O kendi bulunduğu mertebeden anlatıyor, biz mertebemizi bilmeden anlayabildiğimiz kadarını anlıyoruz ve şükrediyoruz.

Lütfi Filiz Efendi, Fani mahlasıyla yazdığı şiirlerinde neyi anlatıyorsa aslında Noktanın Sonsuzluğu’nda da onu anlatıyor çünkü ilim birdir, o da noktadadır. Tasavvufi meseleleri derinlemesine inceliyor gibi bir tanım aslında doğru olmuyor bu yüzden. Çünkü incelenen meseleler İslam’ın meseleleri, tasavvuf İslam’dan ayrı bir şey değil ki. Din Allah’ın, ilim de Allah’ın; ikisinin birleştiği yer bir “nokta.

Tasavvufi yol insanın benliğinden kurtulup Hakk’a ermesinin yoluysa, ki İslam, insanı Allah’a ulaştıracak ise bizim noktaya varmamız gerekiyor ki cümleler, mahluklar, kainat yok olsun ve geriye Allah kalsın. Lütfi Filiz Efendi noktaya varmanın yolunu anlatıyor. Kainat bir noktayken, noktanın uzatılmasıyla harfler, harflerden de kelimeler meydana gelmişti. O kelimelere bir isim verilmiş, her isme bir huy biçilmiş ve ortaya dağdağalar çıkmıştı. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne isimler, huylar, dağdağalar kalacaktır ne de kainat ve Hakk’la Hakk olunacaktır.

Çünkü içinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır, öğrenilir. İlim arttıkça alemler artar. İşte bu alemleri bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz, insanı kamil. İnsanı kamil, alemlerden sıyrılıp varlığını Hakk’a kurban etmiş kişidir, o kurbanlıkta noktadan başka neyin varlığından söz edilebilir?

Peygamberde miracın, ariflerde sülukun nihai amacı da bu değil midir? “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” dediğine göre Cenab-ı Hakk, miraç da süluk da içten içe gerçekleşmiş demektir. Ve elbette insan Allah’ı kalbinde bulacaktır. İnsanın kalbinde Allah’ı bulması da böylece miracı olacaktır. İnsanın yokluğa ererek varlık kazanmasıdır. Kendisi yokluğa ererken, kendisiyle beraber cümleyi, kainatı, isimleri, mahluku da yokluğa erdirmesidir. Filhakika noktaya ulaşmasıdır. Be’nin altındaki nokta olan Hz. Ali böylece ilmin kapısı olma şerefini kazanmıştır.

Allah sırrını mukaddes kılsın, Fani Hazretleri, Lütfi Filiz Efendi, beytinde böyle buyuruyor:

"Sen der isem şirk olur, ben der isem küfr olur,
Her ikiye bir demek Hakk’a hemen şükr olur."

Eyvallah. Hû!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_