Lütfi Filiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lütfi Filiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2022 Pazartesi

İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girmektir

Türkçemizde yazılmış en kapsamlı ve en anlaşılabilir tasavvuf kitaplarının başında Noktanın Sonsuzluğu gelir. Dört ciltten oluşan bu kitaplar, bir mana eri olan Lütfi Filiz’in sohbetlerinin metne geçirilmesiyle meydana gelmiştir. Noktanın Sonsuzluğu, okunup bitirildikten sonra tekrar rafa kalkan ve kayıplara karışan kitaplardan değildir. O, vakti geldiğinde yeniden kendini hatırlatır ve yeniden okutur. Gönül hekimlerinin alametifarikası da buradadır: Onların sözleri ve yazıları, her okunduğunda farklı manalar açar. Sanki her seferinde Hakk’ın Fettah ve Rezzâk ism-i şerifleri tecelli ediyor gibidir. Bu tecellilerle birlikte okuyanın gönlünde çok büyük bir âleme kapılar açılır. Esas hikâye de buradan sonra başlar. Zira Lütfi Filiz Efendi şöyle diyor: “İnsan, varlıkla nakışlanır. Nakşını güzel işleyen ferahlar, düzensiz işleyen berbat olur. İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir. Huzur-u ilâhiye de ancak gönüle girmekle kavuşulur. Çünkü merkez orasıdır.

Büyük insanların üzerinde durmamız gerekiyor. Bilhassa bir ayağını pergel misalince kendi toprağına nakşeden, diğer ayağıyla âlemleri gezen, seyr u sefer eden, edindiği manaları dostlarına, kardeşlerine de açan büyük hayatları mutlaka incelememiz gerekiyor. İşte, Evveli Nokta Ahiri Nokta da Lütfi Filiz’in yine kendi ağzından anlattığı yaşam öyküsüyle ortaya çıkan bir kitap. Eğer okumaktan murad bilgiyle hayreti yan yana getirmek ve akabinde gayret kemerini kuşanıp hayatta daha farklı, daha güçlü adımlar atabilmekse, böyle eserler her zaman meydanda olmalı diye düşünüyorum. Hem anlatım tarzıyla hem de kendine mahsus haritasıyla hem lezzetli hem de doyurucu bir yaşam öyküsü var karşımızda. Lezzetli derken yanlış anlaşılmasın, acılarıyla ve neşeleriyle lezzetli. Dil zevki ise bambaşka, zaten bu, Lütfi Filiz’in Allah vergisi bir kabiliyeti. O, şöyle diyor: “Kelâmın güzelliği kemâl ile orantılıdır. İnsanın büyüklüğü de gövdesinin iriliğiyle değil, sözlerinin ululuğuyla belli olur. Onun için kâmil kelâmı daima güzeldir, sıcaktır, sevgi doludur ve insanı âbâd eder.

Evveli Nokta Ahiri Nokta’nın bizlere öğrettikleri arasında evvela yaşama ibret nazarıyla bakmak var. Basiret gözü dediğimiz, ehl-i irfana mahsus meziyet, şüphe yok ki onların mutmain bir kalbe sahip olduklarını gösteriyor. Lütfi Filiz, evlerini ve işlerini kaybedip köylerinden uzaklaşmak zorunda kaldıkları günleri bile anarken, o günlerin ne kadar acı ama aynı zamanda ne kadar tecrübe kazandırıcı olduğunu naklediyor. Baba-oğul, usta-çırak, mürşid-mürid ilişkileriyle harman olmuş; sazıyla, sözüyle, şiiriyle fevkalade bir hayatı film izler gibi okuyoruz. O, henüz kitabının başında “Şunca yaş yaşadım, ‘kendini bilmek’ten daha çetin bir meseleyle karşılaşmadım” diyor. Hayat ve insan öyle bir muamma ki bu muammayı çözmek için mutlaka bir rehbere ihtiyaç olduğunu çok erken yaşlarda hissediyor. Yıllar sonra Fânî mahlasıyla yazdığı şiirlerinden birinde “Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir” diyerek meselenin önemini vurguluyor. İlk ustası babasının akabinde, mesleği olan saatçiliği de bir ustadan meşk ediyor. Bunlar olurken vaktiyle babasının uzak durmasını istediği mûsıkîden asla kopamıyor ve ney meşk ediyor. Hem dünyayla hem de gönlüyle tam bir irtibat kuruyor ve bunu yaparken büyüklerin “Eli kârda gönlü Yâr’da” prensibine mutlak sadakat taşıyor. Ancak muamma o kadar büyük ki düğümleri çözmek için Niyâzî-i Mısrî sultanın “Ey garib bülbül diyârın kândedir / bir haber ver gülizârın kândedir?” dizelerinde işaret ettiği gibi, konacağı dalı arıyor. O dalı bulduktan sonra da bülbül, şakımaya başlıyor.

Lütfi Filiz'in ilk mürşidi, Osman Dede olarak anlattığı Osman Nuri Semerci’dir. Kendisi bir Bektaşî evladı olsa da aradığı soruların cevabını bir Melamî büyüğünden alır. Osman Dede üç mana eri vasıtasıyla meratibini (sülûkunu) tamamlamıştır. Nihayet, çilesini Kahire’deki Ateşbâz-ı Velî Asitânesinde doldurmuş bir Mevlevî dedesidir. Bazen bir mürşid, sadece bir dervişi tastamam yetiştirmek için vazifelidir. Lütfi Filiz, Osman Dede ile buluşmalarını anlatırken bu noktaya temas ediyor: Büyük yerlerin tecelliyatı da büyük olduğundan ehl-i irfan genellikle İstanbul, Bursa, Konya, Sivas gibi yerleri tercih etmiş ikamet etmek için. Ancak küçük yerleri de tercih edenler var, mesela Osman Dede. Tire gibi küçük bir kasabaya gitmiş, yaşamış. Lütfi Filiz merak etmiş bu durumu, sebebini sormuş. Osman Dede şöyle demiş: "Oğlum, sen dağda açmış bir gülsün. Ben buraya sadece senin için geldim."

Lütfü Efendi, Osman Dede'ye intisab ettiğinde 34 yaşında, Osman Dede vefat ettiğinde ise 39 yaşındadır. Bundan sonra yaklaşık on yıllık bir süre boyunca büyük bir manevi boşluk içine düşer. Bir mana erinin sohbetinde bulunmak için yanıp tutuşur. Nihayet, Tire'de tanıdığı Şevki Dede adında bir zâkir başı ile irtibat kurar. Ona, “Dedem, sen gittiğin yerlerde boş adamlarla görüşmezsin. Görüştüğün kimselere benden selam söyle " der. Şevki Dede, İzmir'e gittiği bir gün görüştüğü Aziz Şenol Efendi’ye, Lütfü Filiz'in selamlarını götürür. Bu gönül tanışıklığından tam bir yıl sonra Lütfi Filiz, İzmir'in Kemeraltı semtinde Şapkacı Aziz Efendi olarak bilenen o zâtın dükkânına girer. Kendisini taktim eder ve daha evvel Şevki Dede vasıtasıyla selamlaştıklarını söyler. Bu esnada gönlüne gelen “Ben kitâb-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım” beytini okuyarak meramını da ifade etmiş olur. Hikâyenin geri kalanını kendisinden dinleyelim: “Mehmet Bey isminde bir zât vardı dükkânda, zamanında Kenan Rufâî’nin evlatlarındanmış ve şimdilerde de Aziz Efendi’nin pek yakını; hatırlayamıyorum, Perşembe akşamı mıydı artık, Cuma sabahı mı, Aziz Efendi’ye hitaben, “Ben bu çocuğu kalenin içinde görüyorum” dedi beni işaret edip; ben sevindim bu lafa beni aralarına kabul edecekler diye ama Aziz Efendi’de ne bir hareket var, nede herhangi bir karşılık verdi; ses etmedim, oturdum, bekliyorum. Bekliyorum ya… İçimin ateşi nasıl bir şiddete kavuşmuşsa artık, tam Cuma ezanının okunacağı vakit, yirmi yirmibeş santim kadar önünde oturduğum koca vitrinin camı müthiş bir şangırtıyla aşağı inmesin mi!.. Aziz Efendi pek mânâlı bir nazar etti, “Kalk hadi!..” dedi; “Kalk, sen şişeyi kırdın!..” ve tuttuğu gibi, doğruca Helvacı Deli Sabri’nin evine götürdü, oturduk diz dize, boyun kestim, biat ettim Aziz Efendim’e!

Kulluğun, varoluşun merkezinde muhabbet olunca ne cam kalıyor ne çerçeve. Gönül bir hekim istiyor, gerisi bahane. Selâm olsun o erenlere!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Ekim 2021 Çarşamba

İçinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır

Peygamber Efendimiz (sav) bir sohbet esnasında şöyle buyurdular: “Allah’ın bütün sırları semavi kitaplardadır. Semavi kitaplarda olanların hepsi Kuran’dadır. Kuran’da olanların hepsi Fatiha’dadır. Fatiha’da olanların hepsi Besmele’dedir. Besmele’de olanların hepsi b’nin altındaki noktadadır.Hz. Ali Efendimiz bunu duyunca gönlünden gelen aşka engel olamadı ve “b’nin altındaki nokta benim” diye seslendi. Rasulullah Efendimiz gülümsedi. Öyle ya, Allah’ın Habibi “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyurmamış mıydı?

Hz. Ali Efendimiz’in b’nin altındaki nokta olarak kendini tanıtması, ilmin kapısı olması hasebiyleydi. İlim, Allah’ı bilmekti. Taklidi imandan kurtulup, hakiki imana kavuşmaktı. Kendini bilmeyen, Hakk’ı bilemezdi. Hakk’ı bilmek kendini bilmekle, nefsini bilmekle mümkündü ancak. İnsanın kendini bilmesi de özünü bilmesi ile mümkündü. Özüne inen insan, her şeyin başladığı noktaya (ki burada başlamak somut bir durum değildir, Allah anda olduğuna göre başlamak ile bitmek aslında aynı noktada deveran edip duran bir histen ibarettir) gelecek ve orada Hakk ile karşılaşacaktır. Hakk ile karşılaşan insan da Hakk’ta yok olmanın sırrına erecek ve elbette Hakk olacaktır. Her şeyin başladığı nokta Peygamber Efendimiz’in “Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu” dediği noktadır ki bunu duyan Beyazıd Bestami Hazretleri “hala öyle” demiştir çünkü az önce de dediğimiz gibi her şey andan ibarettir. Varlık yaratıcıya atfedildiğinde mahlukun onu sahiplenebilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki?

Tasavvufla ilgili “hal ilmidir, kal ilmi değil” tanımından da anlayacağımız üzere salikler yaşadığı hali anlatmamışlar, anlatanlar da ancak tecrübe edilerek anlaşılabilecek bir hal olduğu için halkın tepkisiyle karşılaşmışlardır. Bazen tekfir edilmişler, dışlanmışlar öyle ki aralarında katledilenler, aşkın şehidi olarak deftere kaydı düşenler dahi olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, İsmâil Ma‘şûkī, Nesîmî gibi…

Yıllar yıllar boyunca süren gelişimden sonra hanifliğin Hz. İbrahim ile görüntüye kavuşması, manasını kazanması gibi; yıllar yıllar süren gelişimden sonra Peygamberimizin insanlığa marifeti anlatması ve “bugün dininizi tamamladım” şeklinde buyurması gibi ilim de dile dökülebilmesi, insanlara sunulabilmesi için zamana ihtiyaç duymaktadır. Zamanı gelmeden dile getirildiğinde az önce ismini saydığım şehitler gibi anlaşılmamış ve düşmanca bir reaksiyonla karşılaşmıştır.

İşte Lütfi Filiz Efendi, hakikat sırlarını bir bir meydana dökerken kendisini bu düşünceye yaslıyor. İlim, Allah’ın ilmi olduğu için meydana çıkması ancak Allah’ın izni ve emri ile gerçekleşmektedir ve bu izne de veliler, mürşitler aracı olmaktadır. Lütfi Filiz Efendi mürşidinden emri alıyor ve bu emre uyarak insanın özünde var olan ilmi dile ve kağıda döküyor.

B’nin altındaki noktayı anlatıyor bize. Hakikati, marifeti, Hakk’ı! Bugüne kadar mutasavvıflar tarafından yazılmış eserlere, şiirlere, şathiyelere dört ciltlik bir şerh düşüyor aslında. İlim Allah’ın ilmi ve her şeyin özünde “bir” olduğu düşünülürse farklı bir şeyden bahsetmesi düşünülemez elbette. Lütfi Filiz Efendi günümüz diliyle, geniş bir perspektiften ele alarak hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, çıplaklık kelimesini kasıtlı kullandım çünkü Lütfi Filiz Efendi’de perde yok, sözü saklama yok. Hiçbir söze benzemeyen bir söz söyleyen Yunus Emre Hazretleri gibi mana yüzünü örtmüyor Efendi. Allah’ın varlığından başlayarak insana, dine, hakikate, hikmete, dervişliğe, mürşitliğe, ibadete, günaha, vakte, evrene, yaratılışa, ölüme, ahirete, cennete, cehenneme, meleklere, şeytanlara ışık tutuyor ve ehli şeriattan farklı olarak ayetleri, hadisleri sadece zahiri manalarıyla ele almıyor, batıni manalara değiniyor. O kendi bulunduğu mertebeden anlatıyor, biz mertebemizi bilmeden anlayabildiğimiz kadarını anlıyoruz ve şükrediyoruz.

Lütfi Filiz Efendi, Fani mahlasıyla yazdığı şiirlerinde neyi anlatıyorsa aslında Noktanın Sonsuzluğu’nda da onu anlatıyor çünkü ilim birdir, o da noktadadır. Tasavvufi meseleleri derinlemesine inceliyor gibi bir tanım aslında doğru olmuyor bu yüzden. Çünkü incelenen meseleler İslam’ın meseleleri, tasavvuf İslam’dan ayrı bir şey değil ki. Din Allah’ın, ilim de Allah’ın; ikisinin birleştiği yer bir “nokta.

Tasavvufi yol insanın benliğinden kurtulup Hakk’a ermesinin yoluysa, ki İslam, insanı Allah’a ulaştıracak ise bizim noktaya varmamız gerekiyor ki cümleler, mahluklar, kainat yok olsun ve geriye Allah kalsın. Lütfi Filiz Efendi noktaya varmanın yolunu anlatıyor. Kainat bir noktayken, noktanın uzatılmasıyla harfler, harflerden de kelimeler meydana gelmişti. O kelimelere bir isim verilmiş, her isme bir huy biçilmiş ve ortaya dağdağalar çıkmıştı. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne isimler, huylar, dağdağalar kalacaktır ne de kainat ve Hakk’la Hakk olunacaktır.

Çünkü içinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır, öğrenilir. İlim arttıkça alemler artar. İşte bu alemleri bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz, insanı kamil. İnsanı kamil, alemlerden sıyrılıp varlığını Hakk’a kurban etmiş kişidir, o kurbanlıkta noktadan başka neyin varlığından söz edilebilir?

Peygamberde miracın, ariflerde sülukun nihai amacı da bu değil midir? “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” dediğine göre Cenab-ı Hakk, miraç da süluk da içten içe gerçekleşmiş demektir. Ve elbette insan Allah’ı kalbinde bulacaktır. İnsanın kalbinde Allah’ı bulması da böylece miracı olacaktır. İnsanın yokluğa ererek varlık kazanmasıdır. Kendisi yokluğa ererken, kendisiyle beraber cümleyi, kainatı, isimleri, mahluku da yokluğa erdirmesidir. Filhakika noktaya ulaşmasıdır. Be’nin altındaki nokta olan Hz. Ali böylece ilmin kapısı olma şerefini kazanmıştır.

Allah sırrını mukaddes kılsın, Fani Hazretleri, Lütfi Filiz Efendi, beytinde böyle buyuruyor:

"Sen der isem şirk olur, ben der isem küfr olur,
Her ikiye bir demek Hakk’a hemen şükr olur."

Eyvallah. Hû!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_