31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?

"Yüzleri dışarıya dönmeye görsün, insanlar kendilerini görmez olurlar. En büyük eksiğimiz budur işte. Kendimizi göremediğimizden, kafamızda canlandırırız. Herkes başkalarının karşısında kendini düşlediği için, yüzünün ardında yalnız kalır."
- Rene Daumal

David Le Breton;  Ten ve İz, Acının Antropolojisi adlı kitaplarında insanın kendini bilinçli olarak nasıl yaraladığı ve yine neden inceleme konusu yaptığını işlemiş; Dünyanın Tadı, Bedene Veda, Sessizlik Üstüne ve Yürümeye Övgü gibi nadide eserleriyle insanı kendi ile karşılaştırmayı başarmış Fransız antropolog.

Breton, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme’de sonsuz çeşitlilik içindeki biricik insanın en insani bu yüzden en kutsal bölgesini; yüzünü derinine inceleme konusu yapıyor. Kitap, insanın kendisiyle düşman, aynalar ve dijital ekranla dost olduğu bu çağda okunmaya değer.

Yüz maskelediği kadar açığa vurur.” diyerek başlıyor söze Breton, çünkü kıvrımları, zaman içinde kaygı ile derinleşmiş hatları, sevincin ışıtıp hüznün soldurduğu bakışları ile insan yüzü kendi serüveninin sahnelendiği bir alandır aynı zamanda. Yüz, başka bir anlamda konuşan dildir. Dilce sussa da, yüz, bakışlar, ima ile konuşur her insan. Bu anlamda insan, kendi yüzünde kendisiyle baş başa ve yalnız değildir, her kıvrıma dilsiz bir şekilde yerleşmiş bir öteki, her yüz ifadesine yansımış toplumsal bir hafıza vardır.

İnsandan öte olan Tanrı yüzden de ötedir.” Tanrı, bu göze çarpmayan, göze gelmeyen haliyle en güzeldir. Tanrı bu yüce güzelliğinden dolayı aşılamaz. Her sanat eseri de kaçınılmaz şekilde bir sırrı, bir bilinmeyeni temsil eder. Aleni bir şekilde görülen her şey bayağılaşır. Belli ki bu sebepten “Sis her şeye büyülü bir güzellik katar.” diyor Oscar Wilde, Dorian Gray’ın Portresi’nde.

Yüzümüz her ne kadar kimliğimizse de seksapalitemiz gibi mahremiyetimize dahil edilmiştir. Çünkü yüzümüz herkesin görmesini istemeyeceğimiz özel kıvrımları ve bu kıvrımlara ait anlamları barındırır. Bu sebepten edebiyatta sevgilinin yüzü “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” diyecek kadar bir başkasının nazarından kıskanılır, sakınılır ve kutsanır. Muhatabının yüzünde kendi yansımasını değil, ruhunun yakın olduğu hakikatin izlerini arar her insan. Sevilenin yüzü seven için, kendi kusurlarının üstesinden gelmek için çalışılacak semboller ve gizlerle dolu bir kitaptır.

Tabiatımız güzele meyilli, çünkü insan ruhu güzel karşısında güzel şeyler ortaya koymaya yönelmekte. Fakat güzele konu olan nesne, şey hepimize göre değişiyor. Hegel’e göre güzel, kendisinden her türlü tüketim geri çekildiğinde arda kalan hakikat ve özgürlüğün estetiğidir. Aritoteles için güzel, estettik duygulanımın ötesine geçmekken, adil ve güzel anlamlarına gelen ing. fair ve alm. parlaklaştırmak anlamında kullanılan fagar kelimelerinden yola çıkmış görünen Platon adaleti en güzel şey olarak görüyor. Bir Platoncu olan Heidegger güzeli estetik olanda değil ontolojik olanda konumlandırıyor. Ona göre güzel sadece hazza nisbetle var olmayan, bizim dünyaya bakışımızı, ona yönelik tavrımızı değiştiren hakikatin ortaya çıkışına ait bir kavram. Öyle ki güzellik, yalnızca ontolojik kutsanmaya verilmiş bir armağan ki Platon için güzelin kendisidir ebedi olan. Bir görünüp ardından kaybolan akşam kızıllığıdır güzellik ve bu çekingenliktir bir şeyi güzel kılan. Byun Chul Han, güzel olanın öteki insanı eğlendirmeye ve sahipliğe yönelik reklama nesne olamayacağını ifade ediyor. Güzel, insanı yalnızca düşünceye davet eden bir sanat gibidir ve bu anlamda kapitalist bir ruhta sanat anlamını kaybederken, sanatın yani güzelin kapitalizmle işi olmaz. Güzel yüzlerimizin de. Öyle ki, “Güzel, ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi” diyen Karacaoğlan aynı hakikate işaret ediyor görünüyor. Yüzümüzün güzelliği kadar güzel yüzümüze değen bakış ve algı da birbirinden faklı anlamlar ihtiva ederken, güzellik ve çirkinliklerimiz toplumsal kabulümüzde belirleyici bir faktör olmaya devam ediyor. Güzellik ruhsal bir vasıf olmaktan çıkarken, kadınlar seksapelliklerinden dolayı güzel bulunuyor ve tüketimin nesnesi oluyor. Oysa güzel yüzümüz derinlikli bir bakış için ruhumuzdaki korkuyu, üzüntüyü, nefreti, hayal kırıklığını ve çirkinliği dahi yansıtacak kadar saydam bir ayna:

Çirkin bir adamın öyküsünü anlatırlar. Bu adam o kadar çirkinmiş ki insanları korkutmamak için maske takmak zorunda kalırmış. Taktığı maske de ışıl ışıl bir güzelliği olan genç bir azizin maskesiymiş. Adam yaşamını da o yüzün vaat ettiklerine uydurmaya çalışırmış. Yalın ve başkalarına adanmış bir ömür sürermiş. Bir gün, öğrencilerinden biri ustasının yüzünün bir maske ardına gizlendiğini fark edip, birden maskeyi çıkarıvermiş. Perişan olan aziz öğrencisinin yüzüne bakamamış. Ama öğrencisi “Efendim, neden tıpatıp kendi yüzünüze benzeyen bir maske takıyorsunuz?” demiş.

İğrenç toplum bir olup bir Narkissos gibi metal üstündeki bayağı görüntüsüne bakmak için koşturup duruyor” diyen Baudelaire’ı öfkesinde haklı çıkaracak kadar çirkin olan insan, varoluşsal kıymetini kendisine değen bakışların sayısından alıyor. Bütün suratların en moda surete büründüğü çağda kendini tanımaktan, yani kendisiyle yüzleşmekten kaçınan insan, başka başka maskelerin ardında başkalaşıyor ve bu kendinin bilmez haliyle içindeki uçsuz bucaksız çölü daha da büyütüyor. Oysa kapılar aralanmalı, perdeler sıyrılmalı. Aynalar kırılmamalı. Kırılmamalı insana kendini gösterenler. Yüzleşmeli yüzsüzleşmeden. Kendi yüzüyle. Hiç olmayan kendiyle. Hiç kalmayan yüzüyle.

Ingmar Bergman’ın meşhur sinemasıdır “Persona”. Terim ismini ünlü psikanalist Jung’dan alır. Jung, hayatın ve toplumun isteklerinden, dayatmalarından kendimizi korumak için yarattığımız sosyal maskeleri tanımlamak için persona terimini kullanır. Terim, Latince “maske” anlamına gelir ve Jung’un teorisinde ruhtan ayrılan dış kişilik olarak betimlenir. Daima içimizde taşıdığımız halde yüzleşmekten kaçındığımız, hoş karşılanmayacağı için toplumdan gizlediğimiz arzu ve fikirlerimize; karanlık yanımız olan öteki benimize rağmen, dış dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin bir parçası olan maskelerimiz değiller mi? Bu anlamda makyajı da bir tür “persona” olarak düşünebilir miyiz? Toplum tarafından tepki görmemek ve çıkarlarımızı güvence altına almak için bir yanımızı maskeler ardına gizler ardından kendimize yabancılaşırız. Çünkü yüzleşmek can acıtır, biliriz. Fakat hakiki yüzüne erişinceye değin yüzündeki personaları soymaya cesaret edemeyen insan, kendisine asla ulaşamaz. Kendisi ile yüzü arasında bir uçurum olarak kalır sahip olduğu her persona. Bunca maskesinin ardında sahici bir yüz ararız da, yüzler mi, maskeler mi gerçek kimliğimizin bir parçası, bilemeyiz. Fakat hiçbir şey sahibinde can çekişen maskelerle dolu bir insan yüzü kadar yanıltıcı değildir, biliriz. Belki de gerçekliğin tek biçimi sessizliktir, fakat sessizlikte bir tür maskedir. Öyle ya sessizlik maskesiyle özdeşleşince, rol yapmamak ve yalan söylememek için maskesinin ardına gizlenir insan.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

Şükür makamında bir bilge: Doğan Cüceloğlu

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar.

Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor. Evet, şimdiye kadar hocaya dair geçmiş zaman kalıbı kullanmadığımın farkındayım. Bazı insanlar ölmüyor, göçüyor. Buna iman etmişiz.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten…

16 Şubat 2021. Marketteyim. Süt, yumurta, yoğurt. Hiçbiri köy kokmayan ama üzerinde organik yazan birkaç ürün alıp çıkıyorum. Eve girerken eşim kapıda, “kötü bir haberim var” bakışını fırlatıyor önce üzerime. Sözünü bitirmeden telefonum çalıyor. Yekta Kopan. “Başımız sağ olsun” diyor. Öyle bir diyor ki salonun orta yerine çöküyorum. Neredeyse yirmi senedir ne yazsa ne söylese takip ettiğim bir güzel insan, ansızın göçüveriyor bu diyardan. 2021’in başından itibaren kendisine dair epey mesaim olmuştu üstelik. Evvela, “Var Mısın?” kitabına bir arka kapak metni yazmıştım. Akabinde, editörlüğünü yaptığım Yekta Kopan ile Yazar Söyleşileri programı için yoğun bir mesaiyle daha evvel okuduğum kitaplarını gözden geçirip sorular hazırlamıştım. Sorulardan birini hazırlarken, hocanın “şükür makamında” olduğunu düşünmüştüm. Öyle bir yaşıyordu ki her yönüyle lezzetli. İnsan insana. Ve daima şükür hâlindeydi. Bu kadar insanın yüreğine dokunmak, bunca kitap, seminer… Yekta Kopan, soruyu kendisine yönelttiğinde bir şey dikkatimi çekti. Doğan hoca, sorudaki “şükür makamı” sözünü duyar duymaz bir kenara not etti ve bu tabirin çok hoşuna gittiğini söyledi. Yekta Kopan, büyük bir hakkaniyet göstererek bu tabirin fakire ait olduğunu belirtti. Hoca tebessüm etti. O tebessümde şu sözlerini görmüştüm sanki: “Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum.

Yaşamında gönül kelimesine özel yer ayıran insanlar tanıdım. Hepsinin ortak özelliği, hiçbir koşulda kendilerini düşünmemeleriydi. Gönlün tek başına bir şey edemeyeceğini biliyorlardı. Bir başkasını mutlu etmek ve kenara çekilmek. Teşekkür dahi istememek. Buydu onların hakikati. Bir insan düşünün ki en büyük isteği tüm insanların "gönlünün muradını" keşfetmesi. Doğan Cüceloğlu hoca yeryüzünün her yerinde bunun için çalıştı. Kimse ömrünün sonuna geldiğinde "Ben boşa yaşamışım, hep başkaları için çalışmışım, kendimi unutmuşum" demesin diye. Ne büyük gönül… Hocanın hayatındaki bazı noktaları Damdan Düşen Psikolog adlı nefis nehir söyleşisi eşliğinde düşünürken, şu acizane yazıyla onu Söğüt’te ağırlamanın çok yerinde olacağını düşündüm.

Silifke’nin Mukaddem Mahallesi’nde doğmuş Doğan hoca. Babası Sami Cüceloğlu, delidolu bir adam. Rüştiye Mektebi’ne gitmiş. Velisi kim olmuş dersiniz? Enver Paşa. Birisi onun hakkında “akıllı çocuk, mutlaka okumalı” deyince Enver Paşa, Adana’daki bir okula mektup yazmış, “ilgi gösterilsin” diye. Okulun yemekhanesinden hep sarımsaklı yemekler çıkınca baba Sami giymiş şalvarını, çarşafını, kaçmış. Okuma yazma bildiği için Birinci Dünya Savaşı’nda çavuş olmuş: Sami Çavuş. İstiklâl Harbi’nde Silifke Erdemli civarında Karakol Komutanlığı yapmış. Toplam 9 yıl süren bir askerlik. Ardından manifatura dükkânı. Hiçbir zaman başarılı bir esnaf olamamış, şair mizaçlıymış. Bir süre CHP İlçe Başkanlığı yapmış. Çok güzel Kur’an ve ezan okurmuş. İyi derecede keman, ud ve saz çalarmış. Velhasıl, ihtiyarlık dönemlerine dek delidolu imiş. Ta ki hürmet ettiği bir komşusundan etkilenerek Nakşibendi yoluna bağlanana kadar. Sonra meşk meclislerini bırakmış, aile efradına dini telkinlerini artırmış, müziği hayatından çıkarmış. Doğan hoca, anne tarafından da Yörük. 10 yaşındayken annesi Zehra Cüceloğlu vefat ediyor. Altı ay sonra Sami Cüceloğlu eve bir kadın getiriyor. O da Yörük. Geniş ev halkı ‘yeni gelen’i kabul etmiyor tabi. Yaramazlık gırla. Fakat burada bir hadise var. Doğan Cüceloğlu'nun "annen yok kimsen yok" anısı çok yakıcı. Ama bir de "analığım" dediği Yörük Ayşe'nin ona bir öğüdü var ki hayatına yön vermiş. Cüceloğlu, "bannak gibi güpgüççük" bir kuşu sapanla vururken şöyle demiş Ayşe Teyze: "Vurma yavrum, günah. Canın küçüğü olur mu?"… Canın küçüğü büyüğü olur mu? Müthiş bir tohum aslında bu soru. Ayşe Teyze’nin attığı tohumu, kırklı yaşlarının sonuna doğru fark ediyor Doğan hoca. “Ya hu, Yunus’un ‘bir ben vardır bende, benden içeru’ dediği bu işte. Bizim bakmamız gereken her şey tasavvufta var.” diyor.

Doğan Cüceloğlu’nun eğitim hayatında bugün hepimizin saygıyla ve sevgiyle andığı birçok büyük isim var. Hepsi de Söğüt’ü mayalayan kaynaklar. Mesela, Ankara Atatürk Lisesi'ndeyken Cüceloğlu’nun edebiyat ve kompozisyon öğretmeni Cahit Okurer. Bir gün hocasına ona ne olmak istediğini soruyor, mühendis olmak istediğini duyunca, “bilim adamı olmak istemez misin?” diye tekrar soruyor. Okurer’in onu etkileyen diğer sözleri de çok önemli: “Bu ülkenin sorunlarının temelinde eğitim sisteminin bozukluğu var. Eğitim sistemini de düzeltecek olan Türk psikologlar olacak. Senin bir Türk psikoloğu olman gerekir.

Okurer zaten İstanbul’a bir mektup göndermiş bile o vakitlerde, Mümtaz Turhan’a. “Sana bir talebemi gönderiyorum, eti senin kemiği benim” kabilinden. Cüceloğlu nihayet, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümüne kaydoluyor. Mümtaz Turhan, çok çekinilen bir isim. Okurer gibi sıcak bir yapısı yok, daha haşin. Onunla diyalog geliştirirken asistanı Yılmaz Özakpınar da ağabeylik yapıyor Cüceloğlu’na. Öte yandan, hukuk fakültesi öğrencisiyken Fethi Gemuhluoğlu’nun tavsiyesiyle bölümünü değiştiren ve edebiyat fakültesine, felsefe bölümüne geçen Erol Güngör de Cüceloğlu’nun hayatında çok önemli bir yere sahip. 4 yıl boyunca aynı odayı paylaşmışlar. Kasım 2018’de, doğumunun 80. yıl dönümünde Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda gerçekleştirilen bir toplantıyla anılmıştı Erol Güngör. Orada merhum Mehmet Genç hocayla birlikte konuşma yaptı Cüceloğlu. Şu güzel sözleri söylemişti Güngör için: “Rahmetli dedesi İmam Hafız Osman Efendi, çok küçükken Güngör'ün yeteneğinin farkına varıp, mayalamaya başlamış, öyle görüyorum ben. Bu nedenle dedesi ile beraber yaptığı yolculuk, orta okul zamanında sohbetlere katılması ve Arapça'yı öğrenerek, Osmanlıca'ya hâkim bir şekilde, literatüre girmesi gibi... Ben Erol'la konuşmaya başladığım zaman unuturdum bir insanla konuştuğumu, sanki bir kütüphaneye girmişim de kütüphane konuşuyor gibi gelirdi bana. Hiçbir zaman bana bilmişlik taslamazdı. Sadece ısrar eder, sorarsam birkaç cümle söylerdi. Onun çok önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum ve yazdığı eserlerden dolayı ona çok müteşekkirim. Çünkü tarihine, toplumuna, kültürüne, dinamiklerine, insanına, bir bilim insanının kafasıyla bakabilmek önemli. Buna çok ihtiyacımız vardı ve hala da var. Bundan dolayı kitaplarının yeniden basılmasına ön ayak olmak çok önemli.

Doğan Cüceloğlu henüz doğmadan evvel, annesi bir rüya görmüş. Onun deyimiyle “ak sakallı bir pir”, annesine doğacak olan evladının “özel” biri olduğunu bildirmiş. Nitekim babası da, tuttuğu günlüklerinde oğlu Doğan için “diğerlerinden farklı, sezgileri kuvvetli” kabilinden cümleler yazmış. Şunu net biçimde görüyoruz ki Cüceloğlu hoca insanların hayatına dokundu çünkü onun hayatına dokunan, çok önemli hikâyelere sahip kimseler vardı. Annesi, çok sonraları affedip anlayabildiği babası, ağabeyleri, öğretmenleri… O, her şeyin kadim bilgelikte olduğuna inananlardandı. Nitekim şöyle der: “Kitap yazıyorum, ismim var ama içten içe, bir dağ başında, okuma yazma bilmeyen bir köylüden daha önemli olmadığımı biliyorum.

Kıymetli Mahmud Erol Kılıç hocama “Oedipus kompleksi için tasavvuf bize ne söylüyor?” diye sorduğumda, “creative suffering” diye bir kavramdan bahsetti. Acılarını birer elem, keder, gam meselesi hâline getirmeyip onlarla yaratıcı bir sürece giren, hayatı boyunca da üreten kimselerin beslendiği kaynak: yaratıcı acı. Cüceloğlu da bu kimselerden gibi gelir bana hep. “Ben çocukluğumun eseri değilim. Şu andaki Doğan olarak çok daha karmaşık bir sürecin eseriyim. Hâlâ devam eden bir süreç… Olmuş bitmiş değilim. Irmak akmaya devam ediyor” der. Kızılderili bilge Don Juan Matus’un “Eğer sen kendini bir kurbağadan veya bir kuştan daha önemli görüyorsan, bu sadece senin bilgelikten uzak olduğunu gösterir” sözünü benimsemiş bir yürek o. Ve o yürek hâlâ aramızda, hep aramızda olacak. İşin içinden çıkamadığımız anlarda bize yol gösterecek, içimizi ferahlatacak, ışık olacak. Var oluşumuzu anlamlandırma yolunda kuvvet verecek. “Sen insansın” diyecek, “kadrini kıymetini bil ve varlığının hakkını ver, güzel gör, güzel söyle, güzel yaşa” öğüdünü fısıldayacak. Daima şükretmeyi hatırlatacak. Ne mutlu ki seni tanıdık Doğan hoca, şerefyâb olduk. Ne mutlu…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.

30 Temmuz 2021 Cuma

Yüzyılda değişmeyenlere dair

Dünya bir salgınla boğuşuyor uzunca süredir. Yeni birçok kavram da hayatımızı şimdiden işgal etmiş durumda: Pandemi, salgın, bulaşı, karantina vd. Elbette bu süreç bir salgın edebiyatını da beraberinde getirdi. Evvela geçmiş salgınları konu edinene eserler yeniden gündeme alındı. Camus’nün Veba’sı, London’ın Kızıl Veba’sı, G.G. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ilk akla gelenler. Bir anda herkes kendi döneminin bu ünlü anlatılanlarını okumaya başladı. Kendince dersler çıkardı ya da mevcut durumun vahametini anlamak için bu eserleri vesile kıldı. Elbette bu türün bizde de örnekleri vardı. Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinde, Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sinde verem ve yine Reşat Nuri’nin uzun öyküsü Salgın’da da başka bir pandemik dönem anlatılıyordu. Bunlar da yakın dönemde bir kez daha hatırlandı elbette. Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli eser ise bu eserler arasında müstesna bir yere sahip.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Hüseyin Rahmi hem Meşrutiyet dönemlerinin, hem Servet-i Fünun döneminin hem de Cumhuriyet döneminin yazarı. Bugün ortalıkta gezen sadeleştirilmiş/günümüz Türkçesi’ne aktarılmış metinleri sizi yanıltmasın oldukça zor da bir kalem. Eğitimli bir ailenin mensubu olarak yetiştiği ortamın da etkisi ile zengin bir anlatım ve dil gücüne sahip. Kendi dönemi söz konusu olduğunda nicel olarak da fazlaca eser verdiği düşünülebilir. Son Osmanlı vakanüvisi Abdurahman Şeref Efendi’nin himayesi ve Ahmet Mithat ile olan irtibatı da bu zenginliği besler zamanla. Bu ara bilgiler de verilmeli zira bizde Hüseyin Rahmi çoğunlukla korkulan ve uzak durulan bir yazar.

Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli roman Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık’ı bir kenara bırakırsak bence en tesirli metni. Hem bir dönem eseri hem de bugün halen güncelliğini koruyan bir konuya değinmesi sebebi ile de halen çok canlı.

Hakk’a Sığındık yüzyılın başında Dünya’yı kasıp kavuran bir salgını konu alıyor öncelikle: İspanyol Gribi. 1918-1919 arasında Dünya nüfusunun üçte birini etkileyen büyük bir yıkım. İnsanlara domuzlardan geçtiği düşünülen virüsün savaş şartlarında ismini veren İspanya dışında İtalya ve Fransa’daki etkisi dehşet verici o dönem. Özellikle her yaş grubunu etkilemesi, çocuk ve yaşlılarda ağır seyir etmesi ile yıkım çok daha ağırlaşır. Dünya, savaş şartlarında zaten yeteri kadar büyük bir yıkım yaşarken virüsün etkisi meseleyi çok yönlü bir sosyo ekonomik düzleme taşır ki Hüseyin Rahmi’nin eseri tam da bu yönü ile bugün yeniden hatırlanmaya ve okunmaya muhtaç. Hakka Sığındık (1919) öncelikle İspanyol gribi çerçevesinde kurgulanır. İnsanlar arasındaki gelir adaletsizliğinin giderek arttığı, birçok insanın yoksulluk içerisinde kıvrandığı İstanbul’da Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin başından geçenler polisiye kurguyla aktarılır. Dünyayı kasıp kavurmakta olan İspanyol gribi zengin fakir demeden her haneden insanın ölümüne neden olur. Hafız İshak Efendi’nin on gün içinde önce torunu sonra da onun annesiyle babası vefat eder. Bu arada Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarına Abdal Veli imzalı mektuplar gelir. Kendisini ermiş kişi ve din büyüğü olarak tanıtan Abdal Veli, ilk mektubunda Hafız İshak Efendi’nin konağından ölecek üç kişiyi bilir. İkinci mektubunda ise Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi kendisine 500’er lira göndermezse Hacı Ferhat Efendi’nin konağından İspanyol gribi nedeniyle iki ölümün olacağını söyler. Birinci mektuptaki bilgilerin doğru çıkması ve ailelerinden yeni insanların öleceğini öğrenen iki arkadaş Abdal Veli’ye parayı gönderirler. Ne var ki parayı götürenler soyularak geri dönerler. Bunun üzerine adli bir vaka halini alan olayın iç yüzü romanın sonunda anlaşılır. Nüzhet Ulvi isimli genç bir adam yangında anne babalarını, yoksulluk nedeniyle de kardeşlerini kaybetmiş iki çocuğa bakabilmek için İspanyol gribini bahane ederek Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’yi dolandırmıştır.

Hakka Sığındık İspanyol gribi vesilesi ile toplumun farklı yönlerine ışık tutar. Bunlardan ilki, salgının ciddiyetini anlamayan bu nedenle de hastalığın yayılmasına ön ayak olan cahil insanlardır. “Hastalık, sağlık Allah’tan… Rabbimin takdiri ne ise o olur. Hekimler ne biliyormuş? Kelin medarı olsa kendi başına olur. Onlar ölmeyecek mi? Bu sene İspanyol’dan az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz. O cahillere uyup da öyle söylemeyiniz. Rabbimin gücüne gider… Ona şirk koşmuş gibi olur’ diyorlardı” gibi aktarımlar olayın bu yönünü vurgularken Hastalığı Tanrı’nın takdiri olarak değerlendiren bu insanlar, hasta insanları ziyaret etmekten, onların eşyalarını kullanmaktan da çekinmezler.

Romanda İspanyol gribinin, gelir adaletsizliğin giderek arttığı bir dünyada zengin fakir ayırt etmeksizin insanların ölümüne neden olduğu vurgulanır. Eserin başında betimlenen mahallede, birçok ailenin günde tek öğün beslenebilmesi bile olanaksızken, Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarında her gün türlü yemekler pişirilir ve ziyafetler verilir. Bu adaletsizliğin devamı olarak ebeveynlerini kaybeden dokuz ve on bir yaşlarındaki iki çocuğun dilencilik ve fuhuş yaparak yaşamlarını sürdürmeye çalıştıklarından bahsedilir.

Eseri okurken hastalıkla mücadelede suç kavramının tanımlanması, hastalıkla mücadelede gösterilen kifayetsizliklerin toplumsal bir suç olarak tanımlanması hayli ilginç. Ki Gürpınar’ın eserde sık sık ifade ettiği ahlaksızlık, yozlaşma, cehalet gibi kavramların hastalık döneminde yarattığı travma bugüne dair de çok fazla tanıdık şey söylemekte. Gürpınar nerede ise hastalıkla değil cehaletle mücadele edilemediğine dair güçlü bir hayıflanma ile anlatmakta derdini. Zaten bir kez daha ifade edilmelidir ki bu eser bir polisiye kurgu. İmkân var ise sadeleşmemiş halinden okumak her zaman tercih olmalı ama yine de günümüz Türkçesi ile okunmasında da sorun görülmemeli. Hülasa Hüseyin Rahmi’nin güçlü kalemi, bugün aradan geçen 100 yılı aşkın süre sonunda, salgın gibi ölümcül bir vakanın, toplumsal bilinç ve bilimin ışığında aşılması gereken bir sorun iken, bugün yaşananlar çerçevesinde ciddi bir mesafe kat edilemediğini göstermekte. Bu manada eserin, belki de bu tecrübenin bir kez daha aktarılması ve anlaşılması açısından okunması zaruri. Elbette edebi lezzet ve anlatımın gücü de asla göz ardı edilmemeli ancak, muhtemelen okuyucu için kitabın bu kısmı gerçekliğin şiddetine kurban gidecektir.

Galip Çağ

Algı her şeydir! - IV

Hakikat çok yönlüdür lakin çoğul değildir. En yalın ifadeyle, o meşhur anektodda olduğu gibidir: Filin farklı yerlerine dokunan görme engellilerin fili tarif etmesi istenir. Dokundukları her bir uzuv onlar için fildir. Tarifler tek başına yanlış gibi gözükse de, bu hâlleriyle eksiktir ve fakat büyük resimde hepsi de doğrudur denilebilir. Burada sorun çıkaran nokta, tariflerden herhangi veya her birinin tek doğrunun, yani hakikatin kendi tarifi olduğu iddiası olacaktır. İster dini, ister seküler olsun insanın meselesi de bu duruma benziyor. Tarih boyunca hakikat olgusunun insanı içine alan ama insanüstü (aşkın) bir duruma/güce işaret ettiğini söyleyebiliriz. Modern dönemde de etkisini sürdüren bu anlayışa göre hakikate sahip olmak güce sahip olmakla eşdeğerdir. İnsanın, hakikatin sahibiymiş gibi davranmasının sebebi de muhtemelen bu.

Bu kabul postmoderniteyle birlikte etkisini kaybetmeye başlamışsa da anlamsal açıdan konumunu sürdürdüğü bir gerçek. Öyle ki, hakikat denildiğinde, postmodernitenin çoklu gerçekliğe yol açan tüm rölativizmine rağmen insanların zihninde ‘gerçek olanın kendisine’, ‘tüm gerçekliklerin üzerinde bir gerçeğe’ işaret eden anlam kaybolmamıştır. Oysa bugünün dünyasında hakikat olgusunun geleneksel konumu ve işlevini yitirmesi nedeniyle etki alanının ortadan kalktığı görülüyor. Post-truth çağ olarak tanımlanan bu dönemde hakikatin önemsizleştiği, değersizleştiği, anlamsızlaştığı yeni bir yaşam biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu evrede her şey doğru, her şey gerçek, her şey hakikat. Her şeyin doğru, gerçek veya hakikat olduğu bir ortamda nihai anlamda gerçek, doğru ya da hakikatin hükmü kalmıyor.

Bir süredir Batı’da kapsamlı bir tartışma konusu olan post-truth olgusu Türkiye’de kısmi bir etkileşime sahip. Konu, hem bireysel hem de akademik açıdan ilgi duyanların dışında tüm sosyal bilim konularında olduğu gibi yüzeysel bir geçiştirmeye tabi tutuluyor. Yapılan değerlendirmeler, iyi bir çevirmene denk geldiyse nitelikli çeviri dışında Batı düşüncesi ekseninde yapılan birkaç teknik analizden öteye gidemiyor. Maalesef yine tiren kaçıyor ve biz oralı değiliz.

Tüm teorik ya da kavramsal çalışmalarda olduğu gibi post-truth konusunda da Batılı düşünce evrenini hâkim ama o evrenden azade, özgün bir bakış açısına ihtiyaç var. Devamının gelmesi şartıyla, Mahya Yayıncılık’tan çıkan Post-Truth Durum’u bu kaygının küçük bir adımı olarak nitelendirebiliriz. Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’da değer ve anlam kaybına uğrayan hakikat olgusunu tarihsel açıdan ve multidisipliner bir bakış açısıyla ele alıyor. Felsefeden siyasete, sosyolojiden teknolojiye, bilimden kültüre kadar geniş bir alanı iletişim süreçleri bağlamında irdeleyen çalışmaya temel teşkil eden metin master tezi olduğu için akademik bir üsluba sahip. Sosyal Medya Çağında Bilgi ve Doğruluk alt başlığını taşıyan kitap yüz altmış altı sayfadan oluşuyor. Postmodernizm olgusunu felsefi tartışma alanına taşıyan Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum’undan mülhem kitaba verilen isim aynı zamanda konunun önemine de atıf yapıyor. Post-truth olgusu planlı bir sürecin değil, modernite ve postmodernitenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum.

Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’u üç ana bölümde ele almış. Birinci bölümde moderniteden başlayarak post-truth duruma yol açan sürecin felsefi arka planı üzerinde duruyor. Bu anlamda, Kartezyen düşünceden başlayarak Aydınlanma ile en üst seviyeye çıkan akılcı/bilimci paradigma irdelenerek postmodeniteye nasıl geçildiği izah edilmeye çalışılmış. Akıl ve bilim takıntısının aşırı yorumu olan pozitivist anlayış yerine rölativist anlayışın ikamesi felsefi açıdan özetlenmiş diyebiliriz. Yazarın özet değerlendirmesinde Batı düşüncesindeki varlık/varoluş felsefesinin modern biçiminden postmodern biçimsizliğe evrilişinin izleğini sürmek mümkün. Sonuç itibariyle, modernden postmoderne geçen tarihsel sürecin post-truth anlayışı ortaya çıkaran faktörleri doğurduğu vurgulanıyor. Dahası, Oruç’a göre post-truth olgusu anlaşılmak isteniyorsa modernite ve postmodernite süreçlerinin anlaşılması şart.

İkinci bölümde konu biraz daha spesifik hâle getirilerek post-truth olgusu iletişim süreçleri ve medya bağlamında ele alınıyor. Diğer yandan buradaki kapsam daralması konunun anlamsal uzamını daraltmıyor. Zira konu medyanın etkileşim içinde olduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel açılımlarla birlikte ilerliyor. Bu bölümde özellikle teknolojinin determinist etkisine ve bu görüşü eleştiren teorik çalışmalara değinilerek kültürel değişim bu zaviyeden değerlendiriliyor. Ayrıca bir önceki bölümde felsefi zemininin nasıl oluştuğu anlatılan post-truth durumun kalıcılığını sağlayan ve etkisini arttıran teknik/teknolojik altyapı tartışılarak ortaya çıkan tekno-kapitalist kültürün çerçevesi çizilmeye çalışılıyor.

Oruç, tekno-kapitalizm bağlamında post-truth olgusunun neoliberal politikalarla derin bir ilişkisinin bulunduğunu belirtiyor. Ona göre genelde medya ama özellikle yeni medya uygulamaları neoliberal politikaların hem kitlelere yayılmasını hem de kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Sürece en önemli katkıyı zaman ve mekân olgusunu ortadan kaldıran internet ve iletişim teknolojilerinin sağladığını söyleyebiliriz. Sosyal medya sayesinde görünür olmanın cazibesine kapılan bireyin, bu konumu kaybetmemek için herhangi bir kıstas gözetmeden her yola başvurması post-truth kültürün doğal bir yansıması olarak değerlendiriliyor. İnsanların gönüllü olarak bu kültüre eklemlenmesi sonucunda kontrol ve yönetim mekanizmasının işleyişi kolaylaşıyor. Diğer yandan her anını internete yazı ve görsel olarak yükleyen birey sayesinde mahremiyet olgusu tamamen yok oluyor. Toplumu veri hâline getiren sistem her şeyi kâr malzemesine dönüştürüyor ve elbette bu süreci en iyi yöneten ve asıl kazananı ekonomik ve siyasi yapılar oluyor.

Üçüncü bölümde ABD başkanı Donald Trump örneğinden hareket edilerek post-truth durumun pratikteki yönüne dikkat çekiliyor. Böylece ilk iki bölümde analiz edilen teorik tartışmaya hayatın içinden somut bir karşılık verilmeye çalışıldığı görülüyor. Bu bölüm aynı zamanda günümüz insanının hakikat ile kurduğu sorunlu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Gerçek olmadığı bilinse bile yalana duyulan ilginin tutarlı bir izahı bulunmuyor. Modernite ve Aydınlanma sonrası metafiziksel anlayıştan materyalist anlayışa dönüşen dünya görüşünün postmodernite ile eskiyi redde dayalı radikal yorumunun yanında rekabete dayalı kapitalist sistem ve onu destekleyen neoliberal felsefenin oluşturduğu değer aşındırıcı kültürel ortam en mantıklı açıklama gibi gözüküyor. Diğer yandan post-truth durumu anlamak için bu kültürel anlayışın amiral gemisi diyebileceğimiz ABD’nin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Zira dünyayı ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan mobilize eden Amerikan devleti ve toplumunun siyasi ve sosyolojik analizi diğer toplumlara kolaylıkla teşmil edilebilir. Sağduyulu bir değerlendirmeyle içinde yaşadığımız toplumun da benzerliklerini görmek mümkün.

Post-Truth Durum, postmodernitenin geldiği son evreyi anlaşılır kılmayı deneyen bir çalışma. Diğer yandan postmodernitenin anlaşılması aynı zamanda modernitenin anlaşılmasına bağlı. İster modernitenin devamı olarak görülsün, isterse başka bir paradigma olarak değerlendirilsin, bütün bir tarihsel süreci anlamanın yolu meselenin arka planını görebilmekten geçiyor. Post-truth’u doğuran Batı medeniyetinin felsefe açıdan geçirdiği aşamaları, yani meselenin arka planını görmeyi kolaylaştırıyor. Kitapta, hayatın vazgeçilmez bir parçası olan iletişim olgusunun amacı dışında kullanıldığı ve siyasi ve ekonomik güç odakları tarafından araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.

Oruç, çözüm bahsinde, farkındalığın ötesinde post-truth durumu ortaya çıkaran felsefi, siyasi, sosyolojik ve kültürel süreçleri ıslah edecek İslami bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Temmuz 2021 Pazar

İnsan mütemadiyen değişim hâlindedir

Her yıl, her ay, her hafta, her gün ve hatta her an insan için yeni bir tecrübedir. İnsan mütemadiyen değişim hâlindedir. Her geçen gün dünkü “ben”i beğenmeyiz. Her geçen yıl, bir önceki sene bizimle olan “ben”i beğenmeyiz. Bu da insanın sürekli değişiyor oluşuna kanıt teşkil eder. Kendi dünyasını oluşturan, insanın ta kendisidir, insan kendi seçimleriyle çevresini ve dünyasını oluşturur. İnsanın duygu ve düşünce dünyası da seçimlerini ve davranışlarını oluşturan etkenlerin hemen hemen başında gelir. İşte, Dostlukların Son Günü’nde Selim İleri, her öyküde farklı bir karakter olarak yarattığı Kemal karakteriyle bireysel çekişmelere ayna tutuyor. Kemal karakterinin değişimiyle okur, karakterin hayata bakışına, sevdiği insanlara, temayül ettiği veçhelerin anlık pozlarına şahitlik ediyor. Yazar bu karakteri öykülerine nasıl yerleştirdiğini de kitabın son kısmında yer alan şu satırlarla açıklıyor.

Özetle, algıladıklarımız her şeyden önce zamanın sınırları içindeki kişiyle bileşikti. Uzaklaştıkça ve açı değiştikçe görünüm de göze bambaşka görünmez mi? Dostlukların Son Günü’nde birçok ayrı Kemal vardır bu yüzden. Bu birçok ayrı Kemal’in çevresini -üstelik aynı kişileri- değerlendirişi de hemen hep çelişiktir.

Ayfer Tunç, bir söyleşi kitabında, iki okur türünün mevcudiyetinden bahseder, bu fikre göre okurların bir kısmı yalnızca iyi hissetmek için okurlar, bu grubun okuması haz odaklıdır, ikinci kısma katılacak olan okurlar ise okurken kendi içini deşer, bu okurları esas ilgilendiren mesele karakterlerin durum ve olaylara verdiği tepkiler, karakterlerin duygusal ve düşünsel durumlarıdır. Dostlukların Son Günü kitabı ise, Ayfer Tunç’un ikinci kısma dahil ettiği okurlara çok iyi gelecek bir kitap olarak değerlendirilebilir kanımca. Çünkü, kitapta hemen her öyküde, olaylar vasıtasıyla Kemal ve diğer karakterlerin duygu dünyası resmediliyor. Bu da okuru, karakterlerin duygusal ve düşünsel ahvalini kendi ahvaliyle mukayeseye itiyor.

Öykülerde işlenen olay ve tasvirlenen atmosferler daha çok karakterlerin duygularıyla bağlantılı olarak anlatıldığı için, okuduğunuz her öyküyü bitirdiğinizde birkaç dakika durup daha sonra neler olmuş olabileceğini, öyküde kesik ve sisli geçen bölümleri nelerin dolduruyor olabileceğini düşünüyor, zihninizde bir yapboz tamamlamaya çalışıyorsunuz. Dahası, öykülerin çoğu Kemal karakteri vasıtasıyla birbiriyle bağlantılı göründüğü için, bu yapbozu tek bir öykü bağlamında değil, tüm kitapla bağlantılı olarak da düşünebiliyorsunuz.

Öykülerde, bazen Türk Sanat Müziği’nden seçkin parçaların sözlerine, bazen Türk halk ve divan şiirinden dillere pelesenk olmuş satırlara da yer veriliyor. Bu eklentiler de öykülerin loş atmosferini sağlamlaştırıyor.

‘Aşk gelecek cümle eksikler..’ Yiten sevinçler, dayanışmalar, birlikte olmaları yalnızca. Aşk geldi de üstelik.

Babaannem de: kınalı saçlarını örten dantela, hala selvi gibi salınarak yürüyüşü, candan usandırıp cefadan usandırmayışları..

Yağmur geçti, dolu geçti, mevsim geçti, yıl geçti: bu kötü, bu bayağı, bu güzel, bu olağanüstü alaturka şarkılar!

Öykülerde yer yer anlatıcı bakış açıları ve teknikler değişiyor. Öyküleyici ya da betimleyici anlatımların arasına yer yer bilinç akışı tekniğiyle yazılmış paragraflar ekleniyor, bu da öykülerdeki lirizmi artırıyor.

...Yarın olsun bu insanları sevmiyorum hiç sevmiyorum herkes birbirine düşman bilemezsin nefret ediyorum hepsi geçecek değil mi hepsi geçecek yarın olsun daha dürüst şeyler yaşayacağım yarın olsun duyarlığı çarpıtan kötüleyen kim varsa öldürebilmeliyim sen anlarsın diye söyledim susmak temelli susmak belki en doğrusu...

Bunlarla birlikte, öykülerde yukarıda bahsedilen Kemal karakterinin gerek çocukken, gerek evlilik çağında bir delikanlıyken ve gerek olgun bir adamken içinde bulunduğu duygular tasvir edildiği ve, çeşitli kadın karakterlerin farklı bakış açıları öyküler boyunca okura sunulduğu için, kitap her yaştan ve her statüden okura hitap ediyor diyebilirim sanıyorum.

Öyküleri çok sevmiş olmakla birlikte bu kitapta en hoşuma giden kısım, Selim İleri’nin kitabın en sonunda, “Rüzgar da Gitti” başlığıyla anlattığı yazma serüveni oldu. Bu yazıda Selim İleri, yazmaya temayül eden gençleri motive edecek yazarlık öyküsünü anlatmanın yanı sıra, yanında yetiştiği edebiyatçı ve yazarlardan, etkilendiği kişilerden de bahsederek okuruna ilham veriyor. Bunun yanında Dostlukların Son Günü’nde yer alan öykülerde kendi yaşamından nasıl izdüşümler olduğuna da ışık tutarak, eserini okurun zihninde somutlaştırıyor.

Dostlukların Son Günü, küçük hacimli olmasına rağmen uzunca bir sürede okuduğum, müsekkin bir tesiri haiz bir kitap oldu benim için. Daha önce Selim İleri okumamış okurlar için de çok iyi bir başlangıç kitabı olabileceğini düşünüyorum. Okuyacak olan herkese, demli bir çay eşliğinde keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Sanatını milletine adayan şair

Geçtiğimiz yıl Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre adlı kitabıyla TYB tarafından deneme türünde ödüle layık görülen Mustafa Özçelik kıymetli eserleriyle edebiyatımıza katkı sunmaya devam ediyor. Daha önceden Mehmet Akif’le ilgili inceleme kitapları ortaya koymuş olan yazarın 2020 yılı bitmeden Bir Hisli Yürek: Mehmet Akif Ersoy adlı deneme türündeki kitabı Muhit Kitap’tan çıktı.

Kitabın başlığından yola çıkacak olursak yazarın bu başlıkla, Akif’in milli mücadele yıllarında yaşadığı yoğun hisleri ve Mısır yıllarında yaşadığı hüznü okuruna anlatacağının ilk işaretini verdiğini söyleyebiliriz. İçeriğine baktığımızda ise kitapta Akif’in yaşadığı devrin şartları, ailesi, aldığı eğitimler, etkilendiği olaylar, edebiyat anlayışı, şahsiyeti, şiir anlayışı, düşünce dünyası gibi çeşitli yönleriyle okura tanıtıldığını görüyoruz. Çünkü yazar Akif’i iyi anlayabilmek için bunların hepsinin üzerinde durulması gerektiğine inanıyor. Kitapta milli şairin her bir yönü ayrı bir başlık altında ele alınıyor.

Yazar, Akif’i örnek bir şahsiyet olarak kabul ediyor. Böyle bir şahsiyetin ortaya çıkmasında rol oynayan etmenleri anlatarak kitabına başlıyor. Akif dindar bir ailede yetişmiş hayatı boyunca Kuran’ı elinden düşürmemiştir. Yine erken yaşta kitaplarla tanışan Akif Doğu ve Batı Klasiklerini küçük yaşlardan itibaren yakından tanımıştır. Güzel sanatlarla ilgilenmiş, spor yapmaya ilgi duymuş kendini çok yönlü geliştirmiştir.

Akif, Batı’yı yapmış olduğu seyahatler ve okumuş olduğu kitaplar sayesinde yakından tanımıştır. Şairin “tek dişi kalmış canavar” olarak gördüğü Batı’nın arka yüzünde ahlaksızlık, saldırganlık ve haksızlıklar vardır. Dolayısıyla Akif başta İstiklal Marşı olmak üzere şiirlerinde ve düz yazılarında bu düşüncesini sık sık dile getirmiş, Batı’yı örnek alırken dikkat etmemiz gerektiğini söylemiştir. Ona göre Batı yalnızca ilmiyle örnek alınmalıdır. Tam bu noktada Özçelik kitapta Akif’in Batı medeniyetinin yalnızca bize lazım olan kısmını alıp diğer kısmını almamalıyız, fikrini sorgulayarak biz okurları bu mevzu üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Batıyı yalnızca ilmiyle örnek almak mümkün müdür? Yazara göre her medeniyet kendi içinde bir bütündür. Dolayısıyla bizim kendi medeniyetimizi oluşturmamız gerekir. Bunun içinse çok yönlü çalışmalara ihtiyaç vardır.

Yazar, kitabında Akif’i sanatını milletine adamış bir şair olarak tanımlıyor. Çünkü o, milletinin içinde bulunduğu zor dönemin şartlarını göz önüne alarak halka faydalı olabilecek şiirler yazmıştır. Onun eserlerini tanımlarken “Safahat özetle vicdanlı, ahlaklı, duygulu, bilgili, samimi bir şairin bir inanç ve ülkü adamının zamanına tanıklığıdır.” diyor. O yıllarda Akif’in şiirleri gibi hayatı da oldukça canlıdır. Şehir şehir gezerek verdiği vaazlarında, çıkardığı Sırat-ı Müstakim gazetesindeki yazılarında ve şiirlerinde halkı ümitlendirmiş, çalışıp çabalamaya yönlendirmiştir. Kendisi de modern çağı algılamak ve ona göre kendi değerleriyle örtüşen bir duruş sergilemek için daima çalışmıştır. Halk da onu örnek bir şahsiyet olarak görüp ona güvendiği için sözleri, şiirleri birçok insanı derinden etkilemiştir.

Özçelik’e göre Akif’i canlı tutan, milli mücadele için canla başla çalışmasını sağlayan en büyük etken inandığı dine sahip çıkmasıdır. Çünkü “Vatan giderse din de gidecektir.” Nitekim milli mücadele ile vatan kurtarıldığında Akif yine hüzünlüdür. Çünkü İslam birliği fikrinden vazgeçilmiş, devlete Batıcı, laik ve ulusal bir karakter verilmiştir. Bu hüzünlü yıllarda milli şair Mısır’a yerleşmiş tek tük yazdığı şiirleri ve mektupları dışında sessizliğe gömülmüştür. Yoksullukla geçen bu yılların ardından hastalığı sebebiyle İstanbul’a gelmiş ve burada vefat etmişse de ölüsü bile devlet tarafından sahiplenilmemiştir. Yine de Özçelik’in de belirttiği gibi o; yıllar geçmesine rağmen unutulmayan, mısralarıyla ve dik duruşuyla bugün dahi örnekliği aşılamamış milli şairimizdir.

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

13 Temmuz 2021 Salı

Okurun üzerinde gezinen bir çift göz

Ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaşça yiyip bitiren yaralar var hayatta.” cümlesiyle bizi Kör Baykuş’un sessiz uğultusuna davet eden Sadık Hidayet, İran edebiyatına farklı bir soluk getirmiş, ülkede modern öykücülüğün öncüsü olmuştur. Doğduğu şehir, ilgi duyduğu topraklar, ziyaretlerinde etkilendiği ülkeler ruh ve düşünce dünyasında yankılanmış, bu yankılar kitaplarında kendini çokça hissettirmiştir. İran, Belçika, Hindistan, Fransa ekseninde dönen bu hayatın karamsarlığı ve depresif hali dönemin İran şartlarından da etkilenerek zirveye ulaşmıştır. Hidayet’in kendini hiçbir yere ait hissetmeyen aşırı hassas tabiatı kitaplarındaki karakterlere, yerlere ve cümlelere adeta sinmiştir. Kör Baykuş’un kasvetli atmosferi bunun en büyük kanıtıdır. Kitabın isminde geçen baykuş bu atmosfere kapı aralayan, okura davet edeceği dünya hakkında ipuçları fısıldayan bir motif olarak anlamlı bir başlığa işaret eder. Kimilerine göre harabelere konan, geceleri uyanık kalan, başını büyük açılarla hareket ettirip etrafındaki birçok meseleden haberdar olan bu kuş Sadık Hidayet’i temsil eder. Yaşar, yazar, susar, dinler, farkına varır, iç sıkıntısında boğulur, ölmek ister, bir yandan da bunları bir baykuş edasıyla dışarıdan izleyen bir çift göz gibi hisseder kendini. Kitabındaki karakterin, “Şimdi yazmaya karar verdiysem, sadece kendimi gölgemle tanıştırmak içindir. Duvarda eğik halde ve sanki her ne yazsam iştahla hepsini yutmaya hazır bekleyen bir gölgeyle tanıştırmak için.” demesi kendi varlığı dışında şekillenen çocukluğunu, korkularını, buhranlarını emmiş bir gölgenin, başka bir Hidayet’in varlığını kanıtlar bize. En büyük yüzleşme burada başlar. Çünkü Jung’un Gölge Teorisi’ne göre, “Gölge, bireyin bilmeyi tercih etmediği kısmını tarif eder. Benliğin ‘reddedilmiş taraflarını’ içerir.” Bu nedenle romanda gölge motifi sık sık kullanılır.

Kör Baykuş, uykuyla uyanıklık arasında, düşle gerçeğin birbirine karıştığı, derin, karanlık ve ürpertici bir romandır. Kitaptaki karakterler bir gerçekliğin içinde parıldayıp sonra karanlığa gömülen yıldızlar gibidir. Kambur ihtiyar, baba, amca, kasap zamanla başka karakterlere dönüşür, bazen de birleşir anlatıcının bünyesinde toplanırlar. Sütanne, siyah elbiseli kız, anlatıcının karısı birleşip tek bir kadın gibi görünürler. Bu açıdan bakıldığında psikolojik anlamda çoklu kişiliği andıran bir durum gözlenir. Anlatıcının afyon dumanı altındaki zihninden mi, psikolojik bunalımlarından mı kaynaklandığı belli olmayan bu karakterler belli hareketleri tekrar eder. Kambur ihtiyarın korkunç şekilde gülmesi, boynuna Hint şalı dolaması; genç kızın sol elinin işaret parmağını kemirmesi, siyah elbiseler içinde gezinmesi bunlara örnektir. Tekrarlar sadece hareketlerle sınırlı değildir. Servi ağacı farklı mekânlarda durmadan görünür. Belli rakamlar (iki ay, dört gün…) tekrarlanır. Yine metinde mavi nilüfer çiçeğinin adını sık sık duyarız. Bu çiçek Hint kültüründe tekrar yaşam ve olgunlaşma sembolüdür. Budizm’de arınma anlamına gelen nehir; tapınak, Hint gurusu, Hint şalı gibi sıklıkla vurgulanan ifadeler Hidayet’in Hint kültürüne olan özel ilgisini açığa çıkarır.

Kör Baykuş, Batı’nın gerçeküstü anlatımlarıyla Doğu’nun gizemli masallarının birleşimi gibidir. Yazarın iki kültür arasında mekik dokuyan zihni, kullandığı unsurlarda kendini ele verir. Anlatıcının bir odada geçen, toplumdan kendini soyutlayan tavrı Kafka’nın Dönüşüm romanındaki hareketsiz örümceği anımsatır. İç huzursuzluğu Sartre’nin Bulantı kitabındaki huzursuzluğa benzer. Rilke, Kafka, Sartre okuyan; Tchaikovsky ve Beethoven dinleyen Hidayet’in, kendi kültürünü asla reddetmediğini; doğduğu yerlere, çocukluğuna olan özlemini anlatıcının dilinden de hissedebiliriz. Çeşme-yi Ali nehrini eski ismiyle anması, İran’daki eski Rey şehrinden bahsetmesi, Nevruz geleneğine ait Sizdebeder, Çeharşenbesuri gibi terimleri kullanması geçmişine ve kültürüne bağlılığının en güçlü kanıtlarındandır.

Karamsar, umutsuz, yılgınlıklar ve buhranlarla dolu bir karakter olan anlatıcı, âşık olduğu hayali kadından, karısına olan sevgisinden bahsederken bu siyah tablonun içinde güzel duyguların da barındığını gösterir bize. Ufacık da olsa karşılaştığımız bu umut kırıntısı, güzeli tarif etme çabası okuru mutlu eder. Anlatıcının sürekli değişen ruh durumu sonucunda sevdiklerinin nefret ettiklerine dönüşmesi çelişkisi bu umudu gölgelese de en dipteki hayatlarda bile yaşama dürtüsünü canlı tutan izler bulmanın mümkün olduğunu görürüz.

Anlatıcının kitabın sonlarına doğru ortaya çıkan ve buhranlarıyla birleşen fiziksel hastalığı bitkinliğini artıran bir durumdur. Öksürürken sadece hastalığının sesini değil içinden çıkmak istediği dünyaya olan haykırışını da duyarız. Öksürüğündeki kanla adeta içinde biriken onca olumsuzluğu da çıkarmak ister. İçinde, yaşamanın zahmetinden ölerek kurtulacağının heyecanını taşır fakat bir yandan da bulunduğu dünyaya alışamayan ruhunun diğer dünyaya nasıl alışabileceğinin korkusu kemirir içini.

Okudukça katman katman açılan Kör Baykuş tek okumayla yetinilebilecek bir kitap olmamıştır hiçbir zaman. Dönem dönem okunduğunda okura farklı dünyalar ve bakış açıları sunar. Zaten kitabın kapağını kapatan okur bir tamamlanmamışlık hissiyle donanır, zihnindeki soru işaretleri kımıldamaya devam eder. Sembolik kavramlar ve metaforlarla örülü kitabı okumadan önce Sadık Hidayet’in yaşamına göz atmak, iç dünyasına bakmak, döneminin atmosferini yoklamak yerinde bir hazırlık olur okur için. Ruhundaki mengeneden kurtulmak için yazan Hidayet’in baykuş gözlü okuyucuları olabilmek kolay değildir çünkü.

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_