11 Temmuz 2021 Pazar

Yumuşak, tabiî ve mûnis bir hayat akışı

Merhum Celâleddin Ökten, yani Celal Hoca; Türk maarif hayatının pek mühim isimlerinden biri olmakla birlikte, Sadettin Ökten hocanın hayatında hem hizmetleriyle hem himmetleriyle unutulmaz bir yere sahiptir. Hayatımdan Portreler adlı kitabında çevresiyle birlikte bir dönemin İstanbul'unu ve düşünce hayatını, zevklerini, estetiğini, ritmini anlatan Sadettin Ökten'in bu kitabının sayfalarını çevirmeye başlarken karşılaştığımız ilk isimdir merhum pederi Celâl Hoca.

Sadettin hoca Vefâ Lisesi'nde öğrenciyken eve bir gün karnesini getirir. Velisi de pederi. O zamanlar karneyi veliler imzalıyor. Hoca velisinin adını Celâlettin olarak yazmış, babasına uzatıyor karneyi, Celâl Hoca, oğlunun kulakları kızarıncaya kadar durumu izah ediyor. "Ben dinsiz Celâl miyim? Ben, Celâleddin. Benim adım Celâlettin değil, tin değil, din. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!" diyor ve karneyi imzalıyor. Böyle bir baba-oğul ilişkisi. Sadettin hoca, "Şu anda baba oğul arasında böyle bir ilişki türü yok. Bu kadim bir ilişki türü, eski usûl bir ilişki türü" diyor.

Hayatımdan Portreler'de Celâl Hoca'nın kronolojik bir hayat hikâyesi yok. Sadettin hoca bunun yerine izlenimlerini, gördüklerini, hissettiklerini kendi üslubunca aktarmış ki bu kitaba eşsiz bir lezzet katıyor. Sanki bir mühim zatın belgeselini izler gibi, onunla birlikte eşlik ediyorsunuz maziye, anılara. Sadettin hocanın bu tavrı seçmesinde yaşayarak öğrenmenin yeri büyük bir alan kaplıyor. Öyle ki kendisine yöneltilmiş "Dini nasıl öğrendiniz?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Biz dini yaşayarak öğrendik. Bize dinî bilgi telkin edilmedi. Çünkü etrafımızdaki bütün insanlarda hayatın akışı dinî esaslar üzerineydi. Çok abartılı da değildi, çok gevşek de değildi. Böyle akıyordu hayat; yumuşak, tabiî ve mûnis."

Şiiri, divan şiirini çok seven bir zat Celâl Hoca. Oğlu Sadettin Ökten'le bir oyun oynayarak, ona da şiir sevgisini çok küçük denebilecek yaşlardan itibaren aşılıyor. Bu, günümüzde çocuk eğitimi kitaplarında da öğütlenen bir taktik. Ezbere değil, tamamen sevmeye dayalı bir eğitim metodu. Şöyle ki Celâl Hoca bir beyit okur, hem de öyle bir güzellikte okur ki Sadettin Ökten kısa sürede ezberler. Onların vezinlerini bulur, buldurur, tâlim eder. Düşünün ki Sadettin hoca o yaşlarda okuma bilmiyor, tamamen kulaktan o vezinlere alışıyor. Tamamen meşk kültürünün bir numunesi. Bu şekilde divan şiirini sevdiriyor Celâl Hoca, bir giriş sağlıyor.

O beyitlerin ne manaya geldiğini yıllar sonra çözüyor Sadettin hoca. Bazen "Kânadı bitse bir mûrun sanır hayra işâretdir / velâkin bilmez anı kim zevâline delâletdir", bazen de "Âkil ağlar geçen eyyâmı için / deli bayram geliyor der sevinir" dizeleri çınlar evlerinin köşelerinde.

Çok düzgün bir Osmanlı Türkçesi olan Celâl Hoca, gazete yazılarından günlük notlarına kadar her emeğini eski alfabeyle tutar, bu ömrünün sonunda dek böyle olmuş, böyle gitmiş. Mesela kesinlikle mutfak demez, matbah dermiş. Devamını Sadettin Ökten hocamızdan dinleyelim: "Annemle birbirlerine "Hû" ve "Yahû" diye hitâb ederlerdi. Annem "Hû, niye böyle söylüyorsun, matbah diyorsun?" deyince, "Hanım doğrusu o." diyor. "Mutfak, o galattır". Sonra "Galat-ı meşhûr lügat-i fasîhden evlâdır diye bir söz var. Ben buna kulak asmam." diyor. "Ben Arapça hocasıyım. İstanbul sultânîsi Arabî muallimi idim. Doğrusunu biliyorsam ona matbah derim." Meselâ çaydanlık demez, "çaydan" der. Niye öyle? Zaten doğrusu odur. "Şamdanlık niye demiyorsun?" der. Böyle birkaç kelime daha var. Mesela "Mâ lezime" der malzeme için. Ve biraz sıkıştırınca da "Eee doğrusu budur!" der. Böyle bir zat-ı muhteremdi o."

Tüm işlerinde ciddiyeti esas almış Celâl Hoca. Bu bakkala pazara giderken de, çocuklarına bir şey anlatırken de, yemek yerken de, muhitiyle muhabbet ederken de böyle imiş. İşin gayr-i ciddisi olmazmış onun için, her iş ciddi imiş. Sabahları kahvaltı yapmaz, bir bardak ıhlamur içermiş. Bir öğle yemeği yermiş, akşam da pek bir şey yemezmiş. Hayatını bu şekilde götürmüş: Okumak, yazmak ve dostlarıyla konuşmak.

1947 yılındayız. Celâl Hoca'nın emeklilik yaşı gelmiş, harp bitmiş. O zamanlar Beyazıt'ta oturuyorlar. Celâl Hoca evde, hanımı da öyle. Evin iki ablası okuyor. Aile bir anda darlığa düşüyor. "Hûcuğum hiç üzülme, gün doğmadan neler doğar" diyor beyefendisine hanımı. Bu söz Celâl Hoca'nın hep içini açmış. Sadettin Hoca "Annem ilk mektup mezunu, bir İstanbul kızı" diyor ve devam ediyor: "Ama ondaki bu tevekkül ve teslimiyet pederi müthiş rahatlatıyor."

Özel eğitimler veriyor talebelere Celâl Hoca, talebelerinden biri de İlhan Ayverdi. İlk müracaatında Celâl Hoca ona ders vermeyi kabul etmemiş. Sonra bir rüya görmüş, o rüyada Ken'an Rifâî, yanında da İlhan Ayverdi Hanım var. Hazret, Celâl Hoca'ya bir gümüş lira veriyor. Bu rüya üzerine Celâl Hoca ders vermeyi kabul ediyor. O zamanlar öyle, rüyalar muhakkak tatbik ediliyor.

Celâl Hoca'nın hayatında yalnız hocalar, alimler, hafızlar, musikîşinaslar yok; şeyhler de var. Bu isimlerden biri de Fahreddin Efendi. Tekke ise Nûreddin Tekkesi. "Benim doğduğumdan, kendimi bildiğimden beri var olan bir fenomen hayatımızda, özellikle rüyalarla, şeyh baba hamuruyla" diyor Sadettin Ökten. Hocadan dinleyelim: "Bir gün Hazret-i Fahreddin; "Hocaefendi, Hazret-i Pir'in sandukasını yeniledik. Üzerine de Arapça bir ibare yazıldı. Sen ona bir baksan" dedi. İlk defa o zaman ben türbe-i şerife girdim. Sonra Safer Efendi anlatıyorlar; "Biz tersanede çalışırken Hazret-i Pir'e karaağaçtan bir sanduka yaptırmıştık, onu getirdik koyduk türbe-i şerife, pirimizin kabr-i şerifi üzerine" diye. İşte o zaman ilk defa Safer Ağabey'i gördüm orada ben, Kemal Ağabey ile birlikte. O zamanlar hazretler, fakir için ağabeydiler. Daha evvel hatırlamıyorum onları. On-on bir yaşlarındayım. Arapça bir metin gayet maharetle oyulmuş sandukanın üzerine; Hoca metni okudu; "Şurada bir şey -ne olduğunu hatırlamıyorum- fazla olmuş" dedi. Baktım Safer Ağabey'in elinde bir mum var, bir macun, tak kapatıverdi o fazlalığı. Fahreddin Efendi "Ha öyle mi olmuş!?" filan dedi. Biz çıktık eve geldik. Babam sonra anneme "Yahu hanım bugün baltayı taşa vurdum" dedi. "Ne yaptın orada hûcuğum?" dedi annem. "Efendi'nin huzurunda yanlış buldum yahu" dedi. "Orada hadiseyi bir şekilde geçiştirip sonradan derviş Safer Efendi'ye, derviş Kemal Efendi'ye tashih ettirmem lâzımdı yazıyı. Baltayı taşa vurdum Efendi'nin huzurunda."

Rüya tabirinde iyiymiş Celâl Hoca. Aileden bazı kimseler ona rüyalarını anlatırlarmış. Bazen tabir edermiş bazen de "bu mübtedî rüyasıdır" deyip tabir etmezmiş. Bu konuda da bir güzel anı mevcut. Darüşşafaka'nın müdiri Hasan Fehmi Bey, bir mana -yani rüya- görüyor: Kerimelerini bir haça germişler; bir subay da hanımefendi kıza silahla ateş ediyor. Tabiî adamcağızın bu nasıl bir mana diye zihni karışıyor. Aynı mektepte, aynı lisede muallim Celal Efendi'ye söyleyince o: "Senin kızına bir subay talip olacak ve kızı alacak ama nikahları ahkam-ı şer'iyye üzere kıyılmayacak, Frenk kanununa göre kıyılacak" diyor. O zaman medeni kanun yok elbette. İmam nikahı var. O arada da işte bir subay talip oluyor kerimelerine. Sözdü, nişandı derken zaman geçiyor, kanun değişiyor ve resmi nikahla evleniyorlar. Celâl Hoca ise şöyle diyor: "Bendeki rüya böyle bir şeydir, sağlam rüya!"

Celâl Hoca'nın iş konusunda sıkıntılı zamanları. Bir mana görüyor. Rüyasında bir büyük somun ekmek veriyorlar, o da alıyor. Sabah hanımına manayı anlatmış ve "Hanım müjde ben ekmeği aldım, yakında bize iş teklif edecekler" demiş. Maarif'ten birileri "Bu da hocadır, sarıklıdır ama aklı başındadır, gerici değildir" demişler herhalde. Cağaloğlu Kız Orta Mektebi yurt bilgisi muallimliğini teklif ediyorlar hocaya. Hemen kabul ediyor. Aslında ciddi bir tenzil-i rütbe var işin içinde ama medar-ı maişet meselesi diyor Sadettin hoca ve ekliyor: "İşte bu rüyalarla biz böyle büyüdük. Pederde bu anlayış hakim idi. Yani bir tarafta bir mantık adamı var, felsefe adamı var. İcab-ı hâlinde Fransızca ders hazırlar, Hachette'ten kitap ısmarlar. Lisede verdiği felsefe dersini Fransızca kitaptan okuyup anlatır. Türkçe tercümesinden naklen değil, özellikle ana kaynağın kendisinden. Ama bir taraftan da rüyalar. İşte böyle bir adam. Ve çok sarfettiği bir söz: Bu yaştan sonra cehenneme seccadeyi seremem."

Yaşı kaç olursa olsun karşısındaki çocuğa sorumluluk vermeyi seven ve bu sorumluluk bilinciyle hareket eden çocuğun kendini önemli, güçlü hissedeceğini bilen bir tavrı varmış Celâl Hoca'nın. Mesela bir gün oğlu Sadettin Ökten'e bisiklet almış "Senin bir vazifen var" demiş. "Her sabah Çubuklu'ya vapur geliyor saat yediyi yirmi geçe, o vapura gideceksin, benim gazetemi alacaksın" diye eklemiş. Sadettin hocadan dinleyelim yine: "Bisiklet alındı ya bir bedeli var. Ben çocuğum, on yaşlarındayım, küçüğüm, öyle bir şey yok yani. Sahil yolu, bügünküyle aynı yol. Vasıta çok az ama neticede on yaşınızdasınız. Tahmin ediyorum arkamdan çok okudu: Fallâhu hayrun hâfizan ve hüve erhamürrahimîn. Sonra bunun Sûre-i Yusuf'tan olduğunu öğrendim... Bu davranışı müthiş bir güven veriyor size. Hem bir sorumluluk veriyor bir iş yaptığınızdan dolayı hem de müthiş bir gurur duyuyorsunuz. Babanızın gazetesini alıyorsunuz ve bunu hiç aksatmıyorsunuz. Ve yavaş yavaş ahvâl-i âleme muttali oluyorsunuz ve pederinizden imâlı bir takdir alıyorsunuz."

Merhum pederinin eğitim metodunu "Birtakım taşları koyuyor, işaret taşlarını, zihninize ve gönlünüze ve geri kalan alanı size bırakıyor. Benim rahatlığım da oradan geliyor olabilir. Sonra siz el yordamıyla buluyorsunuz o alanda yolunuzu. Ama öyle güzel koymuş ki o taşları, o taşların dışına çıkmıyorsunuz, çıkamıyorsunuz" diyerek özetliyor Sadettin hoca. Pederi, bir şeyin önemli veya önemsiz olduğunu muhakkak sezdirirmiş. Mesela 1950'li yıllarda bir akşam annesiyle radyo başında radyo tiyatrosu dinliyor Sadettin hoca. Celâl Hoca gelmiş, "Lehvün ve laibün" demiş ve gitmiş. Bu kadar. Ne kadar? Oyun ve oyalanma. Yapma, etme, hır, gür yok. Bir ikaz, bir tavır, bir iz. Şüphesiz maariften birçok kişiye de ekol olmuş Celâl Hoca. Nurettin Topçu'lar, Ali Fuad Başgil'ler, nice anılar, nice güzellikler...

Celâl Hoca'nın vefatına doğru duyduğu bir mana var. Ablası Sadettin Ökten hocaya anlatıyor. Cami cemaatinden bir hanım gelmiş, "Ben bir rüya gördüm, hocaefendi ile alâkalı, siz söyleyin de bir tabir etsin" demiş. Mana şöyle: Hocaefendiye bir büyük somun ekmek veriyorlar ve Hocaefendi o ekmek koltuğunun altında gökyüzüne yükseliyor, ref oluyor. Celâl Hoca'ya mana aktarılıyor, o tabir etmiyor, yalnızca "hayırdır inşallah" diyor. Bundan sonraki hadiseyi ise Sadettin Ökten'den okuyalım: "Küçük ablam İzmit'te çalışıyor enişte ile beraber. Küçük bir oğulları var, bizde kalıyor. Ablam ve eniştem de hafta sonları bize geliyorlar. Ablam "Pazar günü İzmit'e döneceğiz, babama veda edelim" diyor. Babam anneme "Benim işim var, çocukları sen yolcu et" demiş. "Babam bizimle görüşmedi" dedi. "Demek ki o bir veda mesajı imiş". Onlar pazar gittiler, peder salı akşamı vefat etti. Böyle bir çizgi içerisinde rahmetli pederin hayatı. Şöyle baktığım zaman her davranışında bir renk, bir üslûp, bir biçim size bir şey söylüyor."

Tekke şeyhleri tarafından çağırılan, intisap etmesi istenen bir zat imiş Celâl Hoca. Kimler yok ki? Abdülhakim Arvasî, Ken'an Rifaî, Mehmed Zâhid Kotku, Fahreddin Efendi. Mesela Ken'an Rifâi, Celâl Hoca'ya "Hoca, sen bildiklerini unutmaya hazır mısın?" diye sormuş. Hoca "Yok, hazır değilim" demiş. Yani intisabı istememiş. Fahreddin Efendi ile ise ilişkileri daha farklı. Bir kere arkadaşlar. Biri aynı mahallede bir tekkenin şeyhi, diğeri imam. Fakat intisabı Mehmed Zâhid Efendi'ye oluyor zira Fahreddin Efendi'yle bir anlaşmazlığa düşüyorlar. Celâl Hoca Medine'ye gitmek istiyor, bu hususu Fahreddin Efendi'ye açıyor. "Ne işin var senin oralarda? Oranın Allah'ı başka mı? Yaşlı adamsın, otur burada" diyor. Bu cevap huzursuz ediyor Celâl Hoca'yı. Kendisinden yaşça bayağı küçük olan Mehmed Zâhid Efendi'ye intisap ediyor, ona gönlü ısınıyor. Çünkü efendi ona git diyor, Medine iştiyakına sıcak bakıyor, Celâl Hoca da Zâhid Efendi'ye mürit oluyor.

Gelelim son bir hadiseye. Bu da tekkeler arası muhabbet ilişkisine çok kıymetli bir timsal. Celâl Hoca vefat ediyor. Fahreddin Efendi bu vefatı öğrendikten sonra "Ya çok da üşür" demiş. Aylardan kasım, hava kar, tipi. "Çok da soğuk hava, bakalım ne yapacak şimdi?" demiş. Cenazeyi götürüyorlar, Muzaffer Ozak da var cenazede. O zaman hazret Cerrahî hulefâsından. Dervişleriyle birlikte Fatih Camii'nden alınıyor Celâl Hoca, Edirnekapı'ya doğru arka yoldan götürülüyor. Cerrâhî âsitânesine giden dört yola gelince Muzaffer Efendi "Dönelim de hâcet penceresinden bir niyaz edelim" demiş. Dervişlerinden biri "Yok" demiş, "Nakşî cemaatinden bir zat, lüzum yok, o zaten başka bir efendiye intisab etmişti" diye eklemiş. Bunun üzerine Muzaffer Efendi gayet ârifâne bir cevap veriyor: "Demek başka bir gül daha koklamış hocaefendi."

İnsan kitabın özellikle bu sayfalarını okurken burnuna çok tuhaf kokular geliyor. Bir dönemin tüm kroniği sanki avuçlarına iniveriyor, oradan kelime oluyor, okuyor, izliyor, tefekkür ediyor. Hayatımdan Portreler 163 sayfa, Kültür A.Ş tarafından Mart 2016'da neşredildi, Derya Çakır Baş hazırladı. Celâl Hoca'yla ilgili kısmı 38 sayfa. Bol fotoğraflı. Samimiyetle söylemek gerekirse insan ölmeden evvel bu kitabı da okumalı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Temmuz 2021 Cumartesi

Sevda yolculuğunda yaşanan trajikomik maceralar

17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğludur. 1887’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başlamış, İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalışmıştır. Boşboğaz ve Güllâbi adlı gazete çıkartarak sonraki çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine neşretmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olarak ömrünün son otuz bir yılını Heybeliada’da geçirip, 8 Mart 1944 tarihinde vefat ederek Abbas Paşa Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Eserlerinde daha çok mizahi bir üslup kullanarak toplumun aile geçimsizliklerini, batıl inançlarını anlatırken, kahramanlarının çoğunu 19. yy sonu canlı, renkli insan tipleri olarak yazmıştır. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç ise en beğenilen eserlerinin arasında olmakla birlikte bu romanında da toplumun özellikle kadınların ilim ve bilimden uzak olmalarını hicvetmiştir. Romanın konusuna gelecek olursam:

Her şey 5 Mayıs 1910 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisiyle başlıyor. Bu söylenti o kadar çok yayılıyor ki mahalledeki tüm kadınların diline dolaşıyor ve etrafa korku yaymalarına sebep oluyor... Tabii bir yandan bu konuşmalar Defterdar Galip Efendi’nin oğlu İrfan Galip’in kulağına da gidiyor... İrfan Galip ise dönemin şartlarına nazaran kendini çok iyi geliştirmiş, Batı ilimlerini okumuş, kültürlü, geniş fikirli bir beyefendidir ama onun bu özellikleri kibirli olmasına sebebiyet vermiştir.

Nitekim bir gün yolda peçeli bir kadına rastlar ve onun bilgili ve güzel bir genç kız olduğunu hayal ederek yanına gider. Ancak aralarında geçen tuhaf konuşmalardan sonra genç kız İrfan Galip'i tersler ve onu orada terk edip gider...

Bu durum İrfan Galip’i oldukça öfkelenmesine sebep olarak, kadın düşmanlığına yiter ve yazdığı makaleler de onları eleştirir, ağır sözlerde bulunur. Yazılarının gazetelerde yayımlanmasını da merakla bekler. Fakat aradan geçen bu zaman içinde duyduğu kuyruklu yıldız meselesini bahane ederek, mahalledeki tüm kadınları evine toplamaya ve konferans vermeye karar verir. Amacı ise onların cahilliklerini yüzüne vurarak intikam almasıdır.

Bu isteğini çok geçmeden yerine getirerek mahalledeki tüm kadınları evine toplamayı başarır. Onların karşısına özenerek hazırlanıp çıkar. Bildiği, öğrendiği tüm bilgileri onlara anlatır. Fakat kadınlar onu dikkate almaz kendi aralarında konuşarak konuya farklı bir bakış açısı getirirler.

Bu kısımda Hüseyin Rahmi Gürpınar, iyi bir mizah dili kullanarak okuyucusunu hem bilgilendiriyor hem de çok güldürüyor...

Gel gelelim İrfan Galip, bu durumdan sıkılır ve uydurma olan bir rüya ortaya atar. Nihayet kadınların dikkatini çekmeye başarır. Kadınlar rüya meselesiyle alakadar olunca İrfan Galip bu mevzuyu uzatarak onları merakta bırakır bir sonraki vereceği konferansta rüyanın devamını anlatacağını söyler. Kadınlar merak içinde dağılır...

Fakat bir zaman sonra İrfan Galip’in eline çarşaflı bir kadının getirdiği mektuplar ulaşır. İrfan Galip, bu mektupları heyecanla okumaya başlar ve okudukça gönlünde güzel hisler duymaya başlar. Bir sonraki gelecek mektuplar için kendi de mektuplar yazmaya başlar.

Ancak hiç yüzünü görmediği ama çok sevdiği bu genç kızdan istediği karşılığı alamaz. Nitekim kız, mektuplarında sadece kuyruklu yıldız hakkında bilgi edinmek istediğini, diğer kızlar gibi aşk peşinde olmadığını yazar. Fakat İrfan Galip bu sevdasından vazgeçmeyeceğini onunla bir gün mutlaka kavuşacağını umarak mektuplarını yazmaya devam eder ve bir gün ona bu mektupları getiren çarşaflı kadını takip etmeye başlar. Amacı sevdiği kızın oturduğu evi öğrenebilmek ona ulaşabilmektir ama gördüğü ve duyduğu şeyler onu şaşkına çevirir.

Hele ki karşısına çıkan bir kadının sevdiği kız hakkında söylediği kötü sözlerle ne olduğunu anlayamaz ama yine sevdasından vazgeçmeyeceğini söyleyerek evine çaresizce döner. Yalnız bu olayın iyi bir tarafı vardır ki İrfan, sevdiği kızın adının Feriha olduğunu öğrenir...

Ve mektup yazmaya devam ederek nihayet Feriha'nın olumlu cevabını alır. Sevincinden çok büyük bir mutluluk duyarak annesinden onu istemeye gitmesini ister ve olaylar bu şekilde devam ederken İrfan, Halley kuyruklu yıldızının güya dünyaya çarpacağı söylenen gecede Feriha ile nikahlanır ama Feriha kuyruklu yıldızı görmedikçe İrfan'ın kendisine yaklaşmasını istemez... İrfan, çaresizlikle Feriha’nın bu isteğine de evet der bir müddet bekler.

İşte kitabın en şaşırtıcı bölümü de burada ortaya çıkar. Nitekim İrfan, Feriha’nın duvağını açtığı zaman gördüğü yüzle şaşkına uğrarken Feriha, tüm kadınların öcünü almış gibi kurduğu oyunu bir bir İrfan’a anlatır. Tabii bu sırada kuyruklu yıldız dünyayı çoktan teğet geçmiştir... Feriha, “Hani ya Halley’in kuyruğundan geçecektik? Umumî zehirlenme olacaktı?” diye sorarken. İrfan, söylediği şu son sözlerle romanı sonlandırır: “Bana senin gibi paha biçilmez bir güzel, bir melek bahşettiği için Halley’i takdis ederim...

Okuması çok keyifli ve eğlenceli bir eserdi. Size de mutlaka okumanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Kitaptan en sevdiğim birkaç alıntı:

"Şu eski dünyayı aralarında bir türlü hakça paylaşamayan insanlar bu yenisi için büsbütün çıldıracaklardı..."

"İnsanların çoğu kâinatın azametine göre kendi küçüklüklerini adeta hiçliklerini görebilecek görüş açıklığına ve keskinliğine sahip olmaktan pek uzaktır."

"Tevekkeli her şeyden bereket kalkmadı! Kulluğumuzu bilmediğimizden türlü belâya uğruyoruz."

"Sırf görünüşe bağlı dostluklar çabuk yok olur. Kalıcı olanlar içsel münasebetler, samimi sevgilerdir ki bunlar da ilk bakışta ortaya çıkamaz..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Knausgaard ve yazma serüveni

Aşırı odaklanmanın dikkatsizlik doğurması gibi, bir şeyi aşırı derecede yapmaya çalışma da tam tersine bir tıkanma yaratabiliyor. Yazmak, buna en iyi örnek belki de çünkü yazmaya fazlaca çalışmak, acaba ne yazsam diye takılıp kalmak hemen her zaman içeriğin kaybolup gitmesine ve ne kadar düşünürsek düşünelim açığa çıkıp geri gelmemesine sebep oluyor.

Yazmak, iyi yazmak, insanın kendiyle baş başa kaldığı bir etkinlik olduğundan aracısızca bir ilişki kurmayı gerektiriyor ve istemsizlik, tam olarak bu aracısızlığa karşılık geliyor. Kendiliğinden, öylece geliveren düşünceler bize rağmen bizi alıp bir yerlere götürüyor ve o andan itibaren yazan öznenin kim olduğu tam olarak belli olmuyor.

En sıradan görüntüler, en unutulmuş sandığımız hatıralar ya da en önemsiz gördüğümüz hadiseler bir anda hiç bilinmeyen sırlara kapı aralıyor. Buna biz de şaşırıyoruz, bir bisikletin kırılan telleri yıllar önce gittiğimiz bisiklet tamircisinin, öğlen yemeğini yerken simsiyah olmuş elleriyle tuttuğu ekmeğin üzerine bulaşan siyahlığa aldırış etmeyişine götürebiliyor. Bu görüntü neden bizde takılıp kaldı tam olarak bilmiyoruz. İlginç ve sıra dışı ya da hayret uyandırıcı oluşu bunu tek başına açıklamıyor. Geçmişi hatırlamamız için içinde mutlaka insanlardan bize geçen duygular saklaması gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, aslında olayları ya da görüntüleri hatırlarken aslında duyguları ve dolayısıyla insanları hatırlıyoruz; burada hatırladığımız şey bisiklet tamircisi ya da onun elleri değil ekmeği tutarkenki halleri ve daha önemlisi bunun bizde yarattığı duygular oluyor.

Peki o halde bu gibi bizi geçmişin istemsizce bizde kalmış hatıralarına, görüntülerine ya da duygularına götüren anlar açığa çıkmak için neden kimi zaman çok uzun yıllar bekliyor? Çünkü, belki de bizde kalan duyguların tam olarak hissedilmesi ve açığa çıkması için geçmesi gereken bir süre oluyor. Yani, bisiklet tamircisinin kirli elleriyle yemek yerkenki hallerinin bizde bıraktığı iz ve hisler tamamlanmış bir şey olarak bize geçmiyor ve bizdeki hayat tecrübeleriyle yeniden işlenip tamamlanıyor ve hiçbir zaman son halini vermek mümkün olmuyor. Sürekli şekil ve içerik değiştirerek bizdeki varlığı sürüyor. Ama ilk ortaya çıkışını kendi yoğunluğu ve etki gücü belirliyor. O ana kadarsa bizim irademiz dışındaki bir alan. Açığa çıktığı andan itibarense bize ait ve tabi hale geliyor.

Yani demek istediğim, istemsizce ortaya çıkan bir duygu o andan itibaren bütünüyle bize ait ve tabi oluyor, tam da bu nedenle üzerinde her türlü oynama ve şekil vermeye en uygun hammaddeye dönüşüyor. Elle tutulamaz duyguların en somut halde görünür olmasına imkân veren bir malzeme oluşturuyor (Proust’un kurabiyesi gibi!). Ama önce güçlü bir biçimde bir anda istemsizce açığa çıkması gerekiyor. Başarılı eserler, genellikle böylesine bir anlaşılmazlık içeriyor. En sevdiğimiz insanların istemsizce bağlı olduklarımız oluşu da boşuna değil! En çok onlar birlikte değilken bile bizimle olmaya devam ediyorlar çünkü… Onları düşünürken her defasında kendimizi de yeniden şekillendirmemize ve böylelikle en sonunda bulmamıza izin veriyorlar.

Bu tür şeyler düşününce aklıma Knut Hamsun gelir hep. Nobel ödüllü Norveçli ünlü yazara başarıyı getiren -ya da kendisine giden yolun kapılarını açan da diyebiliriz pekâlâ- eser, Açlık romanı olmuştur. Onu yazıncaya kadar farklı yazma denemeleri, hikâye, aşk romanı ve oyunlar yazmışlığı vardır fakat hepsi de üzerine düşünülerek kaleme alınmış şeylerdir. Büyük yazarların etkisi altında kapıda dökülmüş ilerdir ve belki etkilenmenin de sorunlu yanı, etkilenene benzemekten çok ona benzemeyi fazlaca düşünmekle ilişkilidir.

Zorlu bir hayat Hamsun’u olgunlaştırmış, terzilik, muhasebecilik, kum ocağında katiplik gibi işlerde çalışmış ve çok zaman aç kalmıştır. Ve istemsizce açığa çıkma tecrübesi onu, açlığını paylaştığı küçük bir tavan arasında bulmuştur: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir, Kristiania [Oslo]’da aç gezdiğim günlerdeydi. Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt kaltta bir saatin altıya vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık; insanlar merdivenleri inip çıkmaya başlamışlardı…” Böyle anlatır gerçek anlamda yazar oluşuna giden kapıyı açan anahtarı. Kendi de tam anlayamamıştır görüldüğü gibi ve sonrasında kendisine karşı koyamayarak yazar, yazar ve yazar… Böylelikle, Açlık gibi Dünya Nimeti gibi önemli eserleri ortaya çıkar.

Bir başka kuzeyli, Norveçli yazar, Karl Ove Knausgaard’ın İstemsiz (Monokl Edebiyat) adlı küçük kitabını okurken düşündüm bunları. Tanımadığım bir isimdi. Meğer, Kavgam adlı seri kitaplarıyla dünya çapında bir etkiye neden olmuş, ülkesinde hem çok satan hem de çokça tartışılan bir isimmiş. Kitapları kısa sürede 30’un üzerinde dile çevrilmiş. Böyle bakınca hızlı ve kolay bir başarı gibi de duruyor olanlar ama İstemsiz’i okuyunca, tıpkı Hamsun’da olduğu gibi hiç de öyle olmadığını anlıyor insan çünkü gerçek başarının sırrı istemsizlikte yatıyorsa o da kendine karşı samimi olmaktan geçiyor ve buna ulaşmak epeyce bir acıdan ve zamandan sonra ancak gerçekleşiyor.

Bu ince kitapta kendi tecrübesini anlatıyor Knausgaard ve kafalardaki sorulara cevaplar veriyor. Yazmanın çok basit görünen en zor işlerden olduğunu ifade ediyor. Yazdığını, çünkü ölümlü hayatın ancak bu sayede kendini bulduğunu söylüyor: “Niye yazdığım sorusu kulağa basit geliyor, fakat basitlik yanıltıcıdır, sonuçta Güney İsveç’te, masamın başında üç gündür herhangi bir ilerleme kaydetmeksizin oturuyorum. İlk aklıma gelen şey, yıllar önce televizyonda gördüğüm bir yazar röportajıydı; ‘Yazıyorum çünkü öleceğim,’ diyerek girmişti stüdyoya. Belli ki uzun süre düşünmüştü, hatta belki söylediğine kendisi de gerçekten inanıyordu, fakat kazağını pantolonunun içine sokmuştu ve sözlerinin ağırlığıyla giysilerinin pejmürdeliği onu ciddiye almayı güçleştiriyordu.

Bu “basit” görüntü ve o an, onun yazma serüveninde çok önemli bir istemsizlik kapısını açıyor bir bakıma. Edebiyatın anlamını kavrıyor: “Kazağını pantolonunun içine sokması sözleri ile arasında bir uzaklık doğuruyor ve ölümün ağırbaşlılığı ile hayatın teklifsizliği arasındaki uçurumu belirgin kılıyordu. Bu uçurum edebidir; edebiyat tam olarak bunu, gerçek olan bir şey ile gerçeğin ortaya çıktığı ortam arasındaki alanı araştırır. Don Quixote’nin alanıdır bu, gördüğünü sandığı şeyler ile gerçek dünya arasındaki uzaklıkta ortaya çıkmıştır; Madame Bovary’nin alanıdır bu, dünyanın olmasını istediği biçimi ile gerçek biçimi arasındaki uzaklıkta şekil bulur.

Yazmak, Knausgaard için tıpkı okumak gibi bir eylemdir; her an her yerde ve her şekilde yapılabilir ya da öyle olduğunda gerçek anlamda yazar olunabilir. Kendiliğinden, istemsizce ve öylece geliveren düşüncelerle ilerleyen bir süreçtir. Tıpkı yaşamın kendisi gibi yani! Sürekli anımsadığımız geçmiş hatıraların kendiliğinden bugünkü yaşamımızda karşımıza çıkan olaylarla ilintili hale gelmesi gibi bir bütünlüktür aynı zamanda. Bu ilintilenme anları kendimizle güçlü ve yoğun ilişki kurduğumuz anlardır: “Yaşamlarımızı bu anlarda süreriz; hatırladığımız ve kimliklerimizi çevresinde oluşturduğumuz anlar çoğunlukla istisnadır. Proust’un istemsiz anıları çok güçlü bulmasının nedeni budur; sisli bir sonbahar gününde asfaltın kokusunun [asfalt kokusu benim için de çok güçlü bir hatırlatıcı olmuştur hep!] veya haşlanmış uskumru ve sirkeli salatalık sandviçinin tadının canlandırdığı anılar hiç işlemden geçmemiştir, onlarda zaman neredeyse ham olduğu gibi düşünce ve belleğin denetiminin de ötesindedir, gerçekten yaşandığı biçimi ile yaşama bağlıdır.”. Bütün bunları sonradan işleriz ama bu anlar yaşandığı zamanın kokusunu ve tadını hiç yitirmediği için yazdıklarımızı kendisine benzeten bir güce her zaman sahiptir. Bu anlarda duygular ile düşünceler hep birlikteymişçesine birleşir ki her iyi kitabın başlıca sırrı da burada gizlidir.

İstemsizlik aynı zamanda dış dünyanın bizi nasıl gördüğü ya da bizimle ilgili ne düşüneceğine karşı kayıtsız bir boş verme de içerir. “Yazmak, bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.” ve bu yolda kişi adeta etrafından soyutlanmış bir kendi başınalık oluşturmuştur. Bu süreç düşüncesizlik de doğurur: “Düşünceler istemsizliğin düşmanıdır, insan bir şeyin başkalarına nasıl görüneceğini düşünürse, önemli veya iyi olup olmadığına kafa yorarsa, hesap ve rol yapmaya girişirse söz konusu şey artık kendisinde istemsiz ve erişilebilir değildir, onu yaptığımız şey olmanın ötesine geçemez.”.

Kısacası, yazmak için başkalarını bir tarafa bırakmalı, olabildiğince masum olmalıdır ve masumiyet genellikle bugünde değil geçmişte yaşayan bir alandır. Bu nedenle, bütün iyi eserler geçmişte geçer ve bütün iyi kitapların kahramanları bir yerlerde bize benzer. İstemsizce açılan kapılar bir daha kapanmamak üzere bizi bir yerlere, çok derinden yaşadığımız ama sanki hiç yaşanmamış gibi bir hayal ülkesine götürürler.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

6 Temmuz 2021 Salı

İlk günahı sorgulama ve onu telafi etme yolculuğu

Korkular, insanı frenler. Yaşanmış acı tecrübeler, o tecrübeyi bize getiren neyse, işte ondan kaçmamıza sebep olur. Böyle böyle hayattan kaçarız. Kendimizi küçümsemişizdir bir kere çünkü. Bir dersin öğretmeni bize bağırdığında, o dersi hayatımız boyunca bir daha öğrenemeyebiliriz. Öğretmen talebeye bağırdığı için, o öğretmenin dersi, o talebe için bir korku unsuru olmuştur. Korku geçene kadar dokunulmaz korku unsurlarına. Korku geçene kadar, korkuya dokunmadan yaşamaya çalışır kişi. Ama korku, dokunarak geçer. Korkuya galip olmak için ona dokunmak gerekir. Peki bu romanda dokunmadan yaşayan kim? Adalet.

Başkarakteri Adalet olan romanın esas konusunu, doktorundan kısa süre sonra öleceğini öğrenen Adalet’in film gibi gözünün önünden geçen hayatını izlerken, hayatında işlediği ilk günahı sorgulaması ve bu günahı telafi etme yolculuğu oluşturuyor. Bu dikkat çekici konuyu işlerken Nermin Yıldırım, hayata dokunmak, korkuların üstüne gitmek gibi önemli mesajlar veriyor okura. İlk günahını telafi etmek için, büyüdüğü mahalledeki çocukluk arkadaşını bulma yolculuğunu okuyoruz Adalet’in. Can yoldaşı Hülya’yı da yanına alıp yolculuğa çıkan Adalet’e biricik dostu Hülya ile birlikte derin bir suçluluk duygusu eşlik ediyor. Adalet, çocukluk arkadaşından zorla aldığı ayıcığını ona geri teslim etmeden bu suçluluk duygusundan kurtulmayacağını düşünüyor. Adalet’in bir oyuncak ayıya tüm günahlarını bağlamasını mühim bir nokta olarak gördüm, bunun ne kadar sağlıklı olduğu tartışılabilir tabi, ancak okura Adalet’in inatçı kişiliği ve psikolojisiyle ilgili önemli bilgiler verdiği kanısındayım. Kitabı okuyacak olanlara ipucu vermemek için oyuncak ayı bahsini kapatıyorum.

Adalet’in hayatında sembolleşmiş önemli kişiler var, beş yaşındayken kaybettiği babası, babaannesi, ve hiç sevilmemiş bir karakter olarak karşımıza çıkan annesi. Dokunmadan ile birlikte Nermin Yıldırım’ın üç kitabını okumuş oldum, ancak sevilmemiş, sevgisiz karakterler bağlamında yazarın eserlerinde bir ortaklık olduğunu düşünüyorum. Adalet’in annesinin, ve belki de kendisinin de, sevilmemiş karakterler olmaları bu açıdan dikkate değer. Yakın zamanda okuduğum Gülten İkizoğlu’nun Ötesi kitabında, bir çocuğun, ilk nesnelerinin anne ve babası olduğu, onlar tarafından nasıl bir muamele görürse, çocuğun kendi yaşamı boyunca da öyle bir özdeğer algısı geliştireceği yazıyordu. Dokunmadan’ın Adalet’ine de bu psikolojik saptamayı göz önüne alarak bakarsak, romanın psikolojik boyutta da okura çok şey katacağını görmek mümkün olacaktır. Tabii, bu, romandan çıkarılabilecek psikolojik saptamaların yalnızca biri.

Nereye gideceğini değil, nasıl gideceğini bile değil, sadece gideceğini önemseyen keşişler gibi geçtim koridoru. Ne göreceğini değil, nasıl göreceğini değil, sadece göreceğini düşünüp sevinen gözü yeni açılmış körler gibi ittim kapıyı.

Adalet, hüzünlü olduğu kadar matrak, hüznünü matraklık perdesiyle gizleyen, güçlü ve inatçı bir karakter. Çocukluk arkadaşını bulmayı kafasına koyar koymaz, ona içinde bulunduğu ölümcül hastalık bile engel olamıyor. Bu yolculuk, aslında Adalet’in kendi içine doğru yaptığı bir yolculuk olarak da yorumlanabilir. Yol, insana çok şey katıyor. Yaptığı içsel yolculuğun yanında Sadi Seber’le tanışması, Adalet’in hayatına, kendinden bile gizlediği bir heyecanı da katıyor belki de.

Nermin Yıldırım’ın, okuru içsel bir yolculuğa, hüznün yanında umuda ve ayağa kalkmaya teşvik ettiğini düşünüyorum. Okurunu hem hüzünlendiren hem de umutlandıran bu güzel romanı okuyacak olan herkese, keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Abdülkâdir Geylânî'nin irşad eden sohbetleri

"Seyyâh olup şu âlemi ararsan
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz
Ceddi Muhammed’dir eğer sorarsan
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz.
"
- Yûnus Emre

Velîler, müridlerini en önce sohbet usulüyle irşad ederler. "Gavsü'l-Âzâm" Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de nasihat türünün en kuvvetli örneklerinden oluşan sohbetleriyle hem dervişlerini eğitmiştir hem de bugünlere dek gelen eserleriyle el'an birçok Hak ve Resul âşığının kalbini feyzyâb etmektedir. Geylânî Hazretlerinin sohbetlerine dair birçok yayınevi tarafından eserler neşredilmiştir. Sayfa sayısı ve ciltli oluşuyla hacimli olarak tanımlanabilecek bu eserler birçok evin en güzide yerinde okunmayı beklemektedir. Zaman zaman başvurulsa da bazen dilin ağırlığından bazen de modern zamanların -maalesef- bitmek bilmeyen yorgunluğundan o eserler kıyıda köşede beklemeye devam etmektedir.

Fütûhû'l-Gayb, çok kolay okunabilmesinin yanı sıra hem bir tasavvuf yoluna bağlanmış müridleri hem de bu meselelere dair merakı olan muhibbanı tam kalbinden vuracak nitelikte bir eserdir. Sohbet usulünü yaşayan ve yaşatan bir niteliğe sahiptir. Öyle ki okurken insan kendini Geylânî Hazretlerinin dizinin dibinde hissedebilir, zaman zaman kalbi huzura erişirken zaman zaman da sıkıntıya düşebilir. Bunun sebebi hazretin bizlere ulaşan nasihatlerinde her şey belirgin olmasıdır. Zamane tasavvuf kitaplarının ekseriyetinde gördüğümüz sözü dolaştırma eylemine hazretin müsaadesi olmamıştır. Allah'ın emirleri ve yasakları gayet açıktır ve büyük velîler bu açıklığı olduğu gibi bizlere sunmaktadır. Hazretin vaazlarına, üslubuna ve günümüze ulaşan eserlerine dair Süleyman Uludağ hocamız bu hususta şöyle yazmıştır: "Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkādir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. Bilhassa el-Fetḥu’r-rabbânî ve Fütûḥu’l-ġayb’da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür."

Bu tip kitapların incelemesini yapmak elbette ki bizim boyumuzu aşar zira incelenecek bir şey yoktur. Aşk-ı İlahi ve aşk-ı Resul ile dolu olan bu türden kitapları başımızın üstüne koyup sık sık, tekrar tekrar okumak gerekiyor. Sufi Kitap tarafından Ocak 2019'da neşredilen Fütûhû'l-Gayb, günümüzde neşredilen diğer tasavvuf klasiklerinden önemli bir farka sahip. Kitabın tercümesini yapan Mehmet Bilal Yamak öyle güzel bir takdim yazısı kaleme almış ki bu metin okuyucuyu kitaba derhâl hazırlayacak ve bir an evvel okumak için gereken iştiyakı sağlayacaktır. Yamak takdim yazısında kalbin madde ritmine nabız, mana ritminin bozulmasına da kabz denildiğini hatırlatarak gönül dünyasının kabz hâlinde olduğunu ifade ediyor. Evet, günümüz insanının gönül dünyası bir kabz hâlindedir. Öyle bir plan dairesinde yaşamaktayız ki bu plan bizim duygularımızla, hislerimizle ve Kavuşmak İstediğimizle aramıza büyük sınırlar çizmektedir. Sürat, hareket ve Yamak'ın zikrettiği gibi tam bir cevelan hâlinde yaşamaktayız. Dönüyoruz, dolaşıyoruz ama bu dünyaya geliş sebebimizin çok uzağında yer alıyoruz. Buna yer almak da denmez, koca bir boşlukta bir şeylere tutunuyoruz. Maalesef ki tutunduğumuz şeyler ilimden de irfandan da yaratılış gayemizden de oldukça uzak. İşte tam burada, keskin bir inziva sonrasında gerçekleşen sohbetlerin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Geylânî Hazretleri Bağdat'ta Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasavvufa intisab edip (Yine Süleyman Uludağ hocamızdan öğrendiğimize göre kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler) peşinden ilim tahsiline sarılarak medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuduktan sonra vaaza başlasa da bir süre sonra inzivaya çekiliyor. Hakikati eşyada, insanda ve kalplerde bulamayan böyle ariflerin sıklıkla başvurduğu inzivanın İmam Gazzâlî gibi bir büyük müderrisi de şehrinden uzaklaştırıp kendisine döndürdüğünü hatırlatıyor Mehmet Bilal Yamak.

Yirmi beş sene sürmüştür Geylânî Hazretlerinin inzivası. Bu inzivalar ne zaman nihayete eriyor? Elbette 'ötelerden' gelen bir takım işaretlerle. Nitekim Pîr-i Türkistan Ahmed-i Yesevî Hazretlerinin de mürşidi olan Hâce Yûsuf Hemedânî Bağdat'a geldikten sonra Geylânî Hazretlerine hitaben "Sen fıkhı, fıkıh usulünü, hilâfı, nahvi, lügat ve tefsiri iyice talim ettin. Ben sende hurma olabilecek bir tohum ve bir kök müşahede ediyorum" demiş ve onun yeniden vaaza dönmesini istemiştir. Bu manevî emirden hemen sonra Gavsü'l-Âzâm Abdülkâdir Geylânî Hazretleri vaazlarına yeniden başlar. Fütûhû'l-Gayb, oğlu Abdürrezzâk’ın babasının meclislerinde topladığı yetmiş sekiz vaazdan meydana gelmektedir. Bazı Fütûhû'l-Gayb baskılarında bu vaazların sonuna hazretin ölürken yaptığı vasiyet ve soy şeceresi de eklenmektedir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin (1077 - 1165/66) yaşadığı dönemde bir şeyhin mânevî otoritesini kabul edip de çevresinde sohbet halkalarının oluşması hemen hemen yeni vuku bulmuştur. Zamanla dervişlerin şeyhleriyle olan ilişkileri belirli kurallara bağlanmış ve tekkeler inşa edilmiştir. Bu zamanlarda oluşan ilk tasavvuf kolları Kassâriyye, Cüneydiyye, Bâyezîdiyye, Hakîmiyye, Hereviyye gibi adlarla anılmıştır. Geylânî Hazretlerine nisbet edilen tasavvuf mektebinin adı ise Kādiriyye'dir. Nasıl ki Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen Yeseviyye Orta Asya’da, Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen Rifâiyye Ortadoğu'da, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî'ye nisbet edilen Şâzeliyye Kuzey Afrika'nın batısında yayılmaya başladıysa Abdülkādir Geylânî’ye nisbet edilen Kādiriyye ise Irak başta olmak üzere Müslüman coğrafyasının her tarafına yayılmıştır.

Kādiriyye yolunu Anadolu'ya taşıyan (15. yy) isim; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müridi iken onun emri üzerine Hama’ya gidip Abdülkādir Geylânî’nin soyundan olan Hüseyin el-Hamevî’den hilâfet alan Eşrefoğlu Rûmî olmuştur. Kādiriyye’nin Eşrefiyye kolunun pîri olan Eşrefoğlu Rûmî'nin irşad faaliyetleri daha çok Bursa ve İznik arasında sınırlı kalmıştır. 17. yüzyılda ise Rûmiyye kolunun pîri İsmâil Rûmî; İstanbul'dan hem Balkanlara hem de Anadolu'ya uzanan geniş bir coğrafyaya Kādiriliği taşımıştır. Onun İstanbul-Tophane’de kurduğu tekke, diğer Kādirî tekkeleri nezdinde de merkez, yani âsitâne olarak kabul edilmiştir. Beyoğlu ilçesinin Tophane semtinde Kādirîler Yokuşu'nda bulunan âsitâne, 1765 ve 1823 yangınlarında zarar görmüş; III. Mustafa, II. Mahmud ve II. Abdülhamid’in onarım faaliyetleriyle ayakta kalabilmiş fakat 1997'deki yangınla büyük bir bölümü harap olmuştur. Yapılan çalışmalarla eskiye en yakın formuna kavuşturulan âsitâne el'an faaliyetlerini sürdürmektedir.

Hem hazretten hem de mektebinden bahsettikten sonra Fütûhû'l-Gayb'a dönelim. Evvela Kutbü'l-Aktâb Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin en mühim nasihatlerinden birini okuyalım: "Seni, her türlü eksiğinle, kusûrunla, günâhınla, sevâbınla gerçekden seven ve hatâ ettin diye seni terk etmeyen, bir tek Allah'dır. Eğer bunu bilseydin Allah'dan başka bir kimseye kulluk etmezdin."

20. asrın mürşid-i bî-nazîri, ârif-i billah, vâsıl-ı ilallah, vâkıf-ı esrâr-ı ilâhî, sâkî-i aşk-ı subhânî Es-Seyyid Eş-Şeyh Muzaffer Ozak'ın bir ses kaydı vardır. "Abdülkâdir Geylâni Hazretlerinin Vaazları Neden Çok Te'sîrliydi?" başlıklı bu kayıttan öğrendiğimize göre imkân buldukça vaazlar veren ve aynı zamanda âlim olan oğlu, "Baba, sen ne zaman vaaz etsen, halk kafasını duvarlara vuruyor, halbuki ben de vaaz ediyorum üstelik birçok hakâik-i Kur`âniyyeden bahsediyorum ama hiç kimseye te'sîri olmuyor. Bunun sebebi nedir?" diye sormuş. Babası hem ona hem de tüm Müslümanlara, son derece kıymetli bir nasihat olarak kabul edilecek şu cevabı vermiş: "Evlâdım, başkasına söyleyeceğin sözü, vereceğin nasîhatı evvelâ kendin yap ki te'siri olsun. Başkasına söylediğini kendisi yapmayanın sözünde te'sir olmaz."

Görüleceği üzere hazretin ifadeleri hem bire bir konuşmalarda hem de vaazlarda son derece açık ve keskin. Kitap boyunca bunu görmek, hissetmek mümkün. Hazret, El-Hac Muzaffer Ozak'ın başka bir ses kaydından öğrendiğimize göre şeytanın bile foyasını ortaya çıkaracak ilimlere sahiptir. Bu ilimleri kendisi fıkıh, kelâm ve tasavvuf olarak açıklar ve şöyle buyurur: "Rabbim, bana üç ilim ihsân buyurmuşdur. Bu ilimlere âgâh olup bunlarla âmil olanlar, neyin Rahmâni neyin de şeytânî olduğunu bilirler."

Fütûhû'l-Gayb, yukarıda da belirttiğimiz gibi yetmiş sekiz sohbetin derlenmesiyle oluşuyor. Mehmet Bilal Yamak'ın son derece anlaşılır ve sürükleyici diye tabir edeceğimiz çevirisi, hazretin eşsiz üslubuyla insanı manalardan manalara koşturuyor. Bu sohbetler mü'minlerin nelerle meşgul olması gerektiğinden türlü belâlara dûçar olmanın sebeplerine; manevi ölümün ne olduğundan kalbin üzerindeki bulutları dağıtmaya; Allah'a yaklaşmaktan keşif ve müşahedeye; sufîlerin hâllerine tâbi olmaktan tevekkül ve makamlarına; mürşid vesilesiyle Allah'a vâsıl olmanın keyfiyyetinden müridin hâllerine ait tafsilata; sıdk ve samimiyetten sâlikin ne zaman ruhanîler zümresine dâhil olacağına; uykunun zemminden zühde; muhabbetin şartlarından nefs ile cihada; çarşıya pazara çıkıp her gördüğünü isteyen ile sabredenlere dek dinî hayattan sosyal hayata, iktisadî vaziyetten ömür denen seyir defterinin akıbetine varıncaya dek her mevzuyu kuşatıyor.

Rabbim bu koşulardan ganimetlerle döndürsün. Sohbetleri buraya uzun uzadıya almak, kitabı almaya mani olabileceğinden kısa bazı alıntıları aktararak yazımı bitirmek isterim.

"Kul bütün sebeplerden kesilinceye kadar cevap gelmez o kapıdan."

"Hayır ve selamet namına ne var ise hali muhafazadadır."

"Haller evliyaya, makamlar abdallara mahsustur. Senin hidayetini temin ise Allah'a aittir."

"Eğer Allah sana mal mülk nasip eder de o mal mülk seni Kendisine itaatten alıkoyarsa, seninle Allah arasında perde olur nasip ettikleri. Hatta nimeti veren ile değil de nimet ile uğraştığından dolayı elinden çekip alır o malı mülkü."

"Hakkında takdir edilen eğer bela ise tahammülün bol olsun, sabret. O belaya muvafakat halinde ol, nimetlenmeye bak ondan, fenâ bulmaya çalış belada."

"Belaların iç yüzü, Mevlâ'nın sana olan muhabbetini müjdeliyor."

"Kalbini mahlukata ait hiçbir şeyle meşgul etme."

"Rahatlık namına ne var ise Allah'a teveccüh edip onun emrine muvafakatta ve Mevlâ'nın huzuruna râm olmaktadır. İşte böyle olursa kul dünya haricinde kalabilir. Bir de bakmış ki yol göstericisi şefkat olmuş, rahmet olmuş, lütuf olmuş, sadaka olmuş."

"Seven sevdiğinden gayrısını tercih mi edermiş? Bela, sevenlerin kalplerinin çengelidir; nefslerinin ise bağı. Alıkoyar onları matlublarından başkasına meyilden; meneder Hâlıklarından başkası ile sükûn bulmaktan ve O'nun gayrına dayanmaktan."

"Eğer nefsine karşı şefkatin varsa dikkatli ol!"

"Sende sana dair ne varsa her şeyi ve Allah'ın gayrı ne varsa hepsini putlar gibi gör."

"Unutma ki nusret sabırda, çıkış yolu ise sıkıntılarda gizlidir."

"Tek ama tek Kendisine muhabbet edilmesini sever."

"Takdir buyurduğu şeye rıza gösterebilmeyi iste. Çünkü bilemezsin ki sen hayır hangisindedir."

"Bazen öyle olur ki Allah, bela ve musibeti yağdırır üzerine ki böylece ricalullah mertebesi merteben, evliya ve abdallar menzili de menzilin olur."

"Tasavvuf dediğin kîl u kâl vasıtası ile elde edilecek bir şey değildir. Tasavvufa vâsıl olanlar, ancak âdetlerinden ve hoş görülen şeylerden el ayak çekmekle vâsıl oldular. Dervişlere ilim ile değil yumuşaklıkla sokulasın. Çünkü ilim; dervişleri ürkütür, yumuşaklık ise onlarla ünsiyet peyda etmene vesile olur."

Feyzleri üzerimize daim olsun. Hû...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Çorak bir kalbin aşk ile yeniden hayat buluşu

Sâmiha Ayverdi Hanımın kitaplarını hem bir kültür hazinesi hem de edebiyatımızın en nadide eserleri olarak görüyorum. Nitekim kullandığı kelimeler olsun, kurduğu cümleler ve betimlemeler olsun insanın gönül dünyasına ayna tutarken zihinlerde de yeni yeni ufukların açılmasına vesile oluyor.

Özellikle geçmişe dair anlattığı tiyatro, şehir mimarisi ve İstanbul eğlenceleri okuyucuya tarihi yönden bilgi verirken hiç bilinmeyen ya da kulağa gelmeyen geleneklerimizi de ortaya çıkartarak kültür dünyamıza katkı sağlıyor. Kitapları ile geçmiş ve gelecek arasında köprü kuruyor.

Mesihpaşa İmamı romanında ise okuyucusunu öyle geçmişin rüzgarına bırakıyor ki Sâmiha Hanım, sanki o dönemleri sinematografik olarak gözümüzde canlanmasına, karakterlerle bire bir hemhal olmamıza vesile oluyor... Halis Efendi, orta yaşlarında, yakışıklı üç çocuk babası olan bir adamdır. Hayatı sürekli cami ve ev arasında geçer fakat öyle huzursuz öyle çoraklaşmış bir gönlü vardır ki ne ailesiyle ne de çevresindeki insanlarla bir türlü geçim edemez. Kibri ile insanları küçümseyip onlarla hep üst perdeden konuşur. Çoğu zaman ağzı, dili olmayan mazlum hayvanlara bile kötü muamelelerde bulunduğu görülür.

Ne acı ki bu yaptıklarından bir an pişmanlık duymaz ömrünü gaddarlıkla sürdürmeye devam eder ama karşısına ilahi bir ceza olarak marangoz Tahir çıkar hep...

Bu adam öyle bir inançsız, içkiye müptela olmuş bir adamdır ki Halis Efendi’ye sırf imam olduğu için türlü cefalar çektirmekten geri durmaz. Yakasını bırakmaz...

Halis Efendi, gel zaman git zaman kendini iki ateşin ortasında kalmış gibi hissetse de yoluna sabırla devam etmeye çalışır fakat bazı zamanlar onun için bu o kadar zor olur ki camiyi kaçacağı sığınak gibi görmeye başlar... Fakat yine dönüp dolaşacağı yer aynı olur. Kaçmak istedikleriyle yüz yüze gelir. Eşi Gülsüm Hanım'dan gitgide uzaklaşarak onun yanında dahi olmak istemez. Zavallı Gülsüm Hanım, eşinin bu sevgisiz ve kendisine gösterdiği hoyratça davranışlardan kimseye bir şey demese de zehirli bir aşı yemiş gibi köşesine çekilip kalbinde hiç geçmeyecek bir hüznü sessizce büyütür fakat Pembe Hanım, her ne kadar bunakta olsa kızının çaresizliğini damadının ise zalimliğini görür ve Halis Efendi’ye karşı hep öfkesini dile getirir...

Halis Efendi, kayınvalidesinin bu öfke nöbetlerine alışık olsa da bir zaman sonra evlatları için aynı sabrı gösteremez. Özellikle tıp okuyan büyük oğlu Abdullah’ın asi halleri ve inançsız fikirleriyle deliye döner. Oğlunun evden gitmesini ister fakat Abdullah öyle bir adamdır ki babasına inat evde kalır hiçbir yere gitmez. Aksine arkadaşlarını eve çağırarak Pembe Hanım’ın geçmişe dair anlattığı hikâyeleri dinler ve savunduğu düşünceleri konuşarak günlerini geçirir.

Halis Efendi’nin ise bu duruma fena halde canı sıkılır ve içten içe isyan ederek evde hayatını sürdürmeye çalışır. Fakat tek derdi Abdullah değildir diğer evlatlarıyla da anlaşamaz. Hele ki kızının musikiyle ilgilenmesine asla rıza göstermez.

Yalnız hukuk okuyan oğlu Zahit’e kendini yakın görür. Bunun nedeni ise onun diğer kardeşleri gibi asi olmayışındandır. Nitekim Zahit, sessiz, sakin bir gölge misali evde babasına karşı gelmeden yaşayan bir adamdır. Ne ağabeyi gibi asi ne kardeşi gibi hayallerini ulu orta serendir. O işlerini çoğu kez ustalıkla örttüğü perdenin arkasından yapar kimseye asıl yüzünü göstermezdi. Nitekim Halis Efendi zahirde kötü gördüğü Abdullah’ı bilirken geçen zaman içinde asıl kötü olan evladını acı bir kederle öğrenir... Anlar ki hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir, evlatları bile...

Tabii hayat sadece hane içinde devam etmez Halis Efendi, bir zaman sonra marangoz Tahir’in büyük değişimine şahit olur ve bu değişim öyle bir değişim olur ki Halis Efendi’de bundan nasibini alır. Daha önceleri can düşmanı bildiği bu adamla gerçek dost olur.

Ve öyle bir zaman gelir ki aşk, Halis Efendi ve ailesi için çoktan cehennem kapılarını kapatıp onlar için cennet kapılarını açar. Hediye ile birlikte Halis Efendi’nin duvarları yıkılıp taş kalbi bir çiçeğin nahifliğine dönerken, Abdullah’ın karanlık dünyasına hiç batmayacak bir güneş doğar. Ve aşk bir kez daha kutlu bir zaferle ruhları diriltir...

Kitaptan en sevdiğim birkaç alıntı:

"Anladım ki dünya bir ayna... biz iyi, biz güzelsek, o da iyi, o da güzel. Biz çirkin, biz kötü isek, o da çirkin o da suratsız."

"Demek ki, hayatta en sözü geçkin âmil aşktı. Ve her insan vücudu gemisi, aşkı dümenine göre istikamet alıyordu."

"Öyle ya... Şu fâni dünyada yalan, hile ne içindi? Mademki hep ölecektik, şu halde ne diye birbirimizin çukurunu kazıyor, birbirimize diş tırnak gösteriyorduk?"

"Âdeta açılmak üzere iken koparılan kalın bir cildin baskısı arasında kurutulan çiçekler gibi..."

"Amma bu hayat sofrasında cefa varsa sefa da eksik değildi."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Yere göğe sığmaz bir dert: hasret

"Gelmiş o bîvefâ sebeb-i hayretim sorar
Bilmezlenir de nâle-i pür-hasretim sorar."

Hasret ile yollara düşmek, hasret ile ağlamak, hasret ile ölümü beklemek, klasik edebiyatın ve Türk edebiyatının pek çok alanının ve türünün, tükenmez yegâne meselelerinden biridir. Klasik edebiyatın âşığı hasret ve aşk acısı ile kûy-ı yârda gözyaşı döker de sevgilinin mahallesini seller alır, iki büklüm olur hasretinden âşık, kanlı gözyaşları dökmekten sararıp solar. Sevgili elifliğini hiç bozmazken, âşık dal olmuştur. Hasret ne yere ne göğe sığmaz bir dert ola ki, bir tek klasik edebiyatın meselesi olmamıştır, türkülerde, atışmalarda da adına ve imâsına rastlanır sürekli.

"Elif kâmetine hayran olduğum
Gece gündüz hayâline döndüğüm
Hep senin içindir boyun eğdiğim
Yoksa zapt etmez bu yerler beni.
"

Öyle bir hal imiş ki, ayrılık, ölümü ayrılığa tercih etmişler, ölümü beklemişler, ölüm Allah’ın emri demişler de ayrılığı ve hasreti kabullenememişler. Ve elbette romanların da konusu olmuş aşk ve hasret. İşte, Ucunda Ölüm Var da bu romanlardan biri.

Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol’un hasret ve ayrılık meselesini oldukça lirik bir şekilde işlediği bir roman. Ağıtçı kadın karakteri üzerinden aşkı, bekleyişi, bekleyişin çökertciliğini ve ölümün nasıl ayrılığa tercih edildiğini tasvir ediyor roman boyunca. Romanın en çarpıcı kısmı ise, bence Ağıtçı kadının öleceğini bildiği halde pür aşk bir halde yine de yollara düşmesi. Herhalde yol gitmek, iz sürmek elli yıl bekleyişin acısını, hasretin yangınını hafifletiyor diye düşündüm okurken.

Ağıtçı kadın, isminden de anlaşıldığı gibi ağıtçılık yapıyor, nerede bir kimse tebdil-i mekân etse, oraya gidiyor, göçmüşün sevdiklerinden hikayesini dinliyor ve bunun üzerine ağıdını yakıyor. Yaktığı ağıt karşılığına göz silimliği adı verilen bir para alan ağıtçı, bu vesileyle nafakasını sağlamış oluyor. Roman, bu vesileyle eskide kalmış kültürel bir unsura da telmihte bulunuyor. Bu şekilde nafakasını sağlıyor. Eski kültürlerde daha yaygın bir gelenek olan ağıtçılık geleneği, gelişmiş toplumlarda da bir gelenek görülüyor. Romanda ağıtçının gittiği her cenaze evinde ölünün hikayesini, uzak ve yakın geçmişini dinlemesi, Prof. Dr. Erman Artun’un Anonim Türk Halk Edebiyatı Nazmı kitabında okuduğum bir anekdota itti beni:

Ağıtçı, ölünün uzak yakın geçmişini, çoğu kez geçmişini bugüne getirerek, ölüyü de konuşmalarına katarak anlatır. Törene katılanların da koro halinde sözlere, seslenişlere, ağlamalara katılmalarıyla aynı zamanda bir anlatı ve dramalaştırmalı bir gösteri niteliği kazanır.

Kitabın okuru oldukça sürükleyen konusunu ise, bir gün ağıtçı kadının işini yapmayı aniden bırakması, elli yıl önceki sevgilisi Heves Ali’nin rüyasında ona öldüğünü haber verip ağıdını yakmaya çağırması üzerine ağıtçı kadının yollara düşmesi, şehir şehir gezmesi oluşturuyor. İşin dikkat çekici yanı ise, yine rüyasında aldığı bilgiye göre karakterin on üç gün sonra ölecek olması. İşte bu nokta, bence ölümün ayrılığa tercih edilmesine bir örnek teşkil edebilir.

Ağıtçı Kadın’ın gördüğü düş üzerine Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Arkanya’da bazen Heves Ali sandığı, bazen de tesadüf ettiği tebdil-i mekân etmiş kimselerin ağıdını yakıyor. Sanki, rüyasında onu çağıran ses, bu şehirlerdeki kimselerin ağıdını yakmadan vefat etmemesi için çağırmış gibi ağıtçı kadını. Ağıtçı kadının hüzünlendiren öyküsünün yanında gittiği şehirlerde ağıtlarını yaktığı kimselerin hikayeleri de birbirinden hazin ve göz dolduruyor. Kitabın sonunda ise, ağıtçı kadının kendi kendini vefat etmiş olarak bulması, romana mistik bir atmosfer de katıyor.

Ucunda Ölüm Var, lirizm ve hoş üslubun bir araya geldiği, okuru içine çeken bir eser. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc