15 Nisan 2021 Perşembe

Bir vazgeçiş sanatı: Bartleby sendromu

"Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.
- Albert Camus

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı sanatçı kılan sanatından vazgeçmesi, sanat olamaz mı peki? “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatına. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dâhi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi haline. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Vazgeçiş; mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir. Vazgeçebilmek, tıpkı seçmek gibi kudret gerektirir. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

İnsan yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna götürüyor aklı. Yaşamı nükseden bir hastalık gibi geçirenler çok defa yaşamanın tesellisini yazmanın şifasında bulurlar. Sait Faik’in meşhur “Yazmasam deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazma gerekçeleri yazmanın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici bir karakteristik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder: “İntihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hâlâ buradayım.” Bu şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur.William Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşamla yazı münasebetini de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından bahseder. Andre Gide, Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” derdi.

Yazmak gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, başkalaşıyor. Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden alıp, onu iyileştiren akıntısına sürükleyen, zamanlar arası yolculuk edebilen bir sandal işlevi gören yazısı; diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwell’un yazısı. Orwell, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini şöyle söylüyor: “egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka yazma gerekçeleri arasında ben, yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras olarak yahut düşlerin yaşamdan intikamı olarak izah ederdim.

Yazma gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen başka tehlikeler de var. Bartleby Sendromu’nun ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme endişesi”ne sahip değil midir? Ruhun gücünün alâmeti budur belki: Tesir kudreti. Birinin ruhuna sinmek, öyle bir ruh taşımak ki, muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlâna neye talipsen o’sun” der. Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o’sun. Tesirinde kaldığımız şey kadar ruhumuzu ifşa eden ne var? Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek değil midir? Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o derece trajik olur üstelik.

Tezle değil antitezle başlayan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil “o yazıyorsa/o yapıyorsa/ben de yazarım/ yaparım” diyedir. Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşarlar bu yüzden. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Belki de bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyontaklit edilemez tek şey” der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan, cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar için de geçerli bu, özgünlük cesareti taklit edilemiyor.

Konuşmak ve susmak arasındaki münasebet, yazmak ve okumak ilişkisine de münasip düşüyor. Boş konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak. Okumanın pasif, yazmanın aktif bir hâl sanılması büyük bir yanılgı. İyi okumayı vasat yazmaya yeğleyen bir eşik vardır; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak hevesine galip gelir. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi ve eski bir kitap; vasat olan yenisini, fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçebiliyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?

Moby Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Bartleby; “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylemi edinen kahramanından alır adını. Bartleby’in pasif direnişi, altında çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde getirir. Bu yüzden kitaptaki Bartleby’in işvereni olan anlatıcı ses, bu pasif direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip Bartleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın “solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede hüzünlü” mizacına benzer yaşamı da. Eylememeyi eylem edinen Bartleby’in varlığı da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra hakkında ulaşılan tek cümlelik biyografisi dahi şaibelidir: “Bir zamanlar Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde çalışan yardımcı bir kâtip.” Otuzlu yaşlarında yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir. Belki de Kâtip Bartleby ondan başkası değildir.

Yirmili yaşlarda ilk romanını yazdığında keşfedilmeyen, yarım asır sonra ancak fark edilen, tanındığı için sonsuza dek unutulmak isteyen Henry Roth; sanatın aptallık olduğunu iddia eden, ardından yaşamın da öyle olduğunu düşünmüş olacak ki intihar etmiş Jacques Vache; artık kitap yazılamayacağına inanan, tüm kitapların ciltlere dönüşene değin şişirilen dipnotlardan başka bir şey olmadığını savunan Bobi Bazlen; 1956’da Nobel Edebiyat ödülünü almasına rağmen en iyi yapıtını, yapıtlarından pişman olması olarak tanımlayan Juan Ramon Jimenez; artık yazmak istemeyen, son isteği yazılarının yakılması olan ve onu tanıyışımızı dostunun (Max Brod) sözünde durmayışına borçlu olduğumuz Franz Kafka; otuzuna varmadan yazmayı bırakan, eserlerini beğenmeyip kendini yazmaya değil, yaşamaya adayıp dünyayı keşfeden Arthur Rimbaud; diğer kitaplardan, felsefe kitaplarından bambaşka bir kitap yazmaya tutkusu olan, tutkusu yaşamına sığmayan Ludwig Wittgenstein ve Goethe’nin şiirlerinin “Züleyha” sesi Marianne Jung.

Vazgeçişleri sınanma kaygısı, mağlubiyet korkusuna yoracak belki bazıları. Bu listenin gerçek halini asla bilemeyecek, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz. Ve muhteşem bir tezatla, yok olmak istedikçe onlar, onları daha çok var edeceğiz. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. Sıfatların gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Fakat sıfatların gerçek sahiplerinin duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini, onlar sayesinde bileceğiz.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu" ismiyle yayınlanmıştır.

14 Nisan 2021 Çarşamba

Anadolu'nun kurgulanmamış tarihi: Neşet Ertaş

"Sana tarif eder özün'
İyiyi kötüyü görür gözün
Bu Garib'in acı sözün'
Sıradan bir söz sayma sakın."
- Neşet Ertaş, Aldanıp Şeytan Sözüne

Bize bırakılan miras içinde her an parıldamaya hazır ama çoğu zaman üzeri tozla kaplı duran bir hazine var: müziğimiz. O hazineye ulaşıp bir kez olsun üzerindeki tozu temizleyip kapağını açtığımızda, özümüzle karşılaşacağımız kesindir. Müziğimiz bizi yanıltmaz, bizi bekletmez, oyalamaz, zaman çalmaz, bizi bizden uzaklaştırmaz. Bu coğrafyada var oluşumuzun en otantik hâlidir seslerimiz, sözlerimiz. Gücünü kimi zaman şiirden alır, kimi zaman topraktan. Ruhunu insandan almıştır. İnsanın ruhunu Hakk'tan aldığı düşünülürse, müziğimiz metafizik bağlamda incelenmesi gerekir. Söylenen değil yakılan bir şey olan türkülerimize işte tam da bu nedenle hikmet nazarından bakılması gerekir. Bu gereklilikleri vurgulamak, çağın yaşayanlarına göstermek düşünen kimselerin üzerinde bir vazifedir. Türkünün Ötesi: Neşet Ertaş'ta Dursun Çiçek, tıpkı daha önce dağlara baktığı gibi, Neşet Ertaş'ın sürdüğü geleneğin izini takip ederek; müziğimize, sazımıza, sözümüze, türkülerimize de felsefî bir gözle bakıyor. Bu bakış oldukça cesur ve yürekli bir bakış. 

Dursun Çiçek, kitabın peşrev "Türküler neyi çığırır?" diye soruyor. Bu oldukça önemli olan soru, coğrafyamızın psikolojisinden sanatına, inancından sosyolojisine, kısacası hikâyesine temas ediyor. Bizim hikâyemizi bize ancak, bizden çıkmış olan şeyler söylüyor. Türküler, bu coğrafyanın hikâyesidir, özüdür, sözüdür. Türkülere uzak durarak insanımızı, insanımızın eşyayla olan irtibatını, gelenek ve görenek dünyasını, varoluş çabasını kavrayamayız. Türkülere ne kadar yakınlaşırsak, hikâyemizi daha esaslı biçimde anlarız. Türküler bir düşünme, yazma, anlatma neticesinde ortaya çıkmıştır. Derdi bitmediği gibi hikâyesi de bitmez. Esas olan yolculuktur türkülerde ve bu yolculuk, bir yerden bir yere gidilerek yapılandan çok daha ötesidir. Bir ruh yolculuğudur. Derdiyle, neşesiyle, kederiyle, gamıyla, elemiyle, yâriyle, anasıyla, babasıyla, evladıyla, hüznüyle, coşkusuyla, tebessümüyle, tefekkürüyle...

Tutuşarak söylenir, yakılarak anlatılır, yanarak anlaşılır türkülerimiz. Büyük yürekler, büyük sesler, büyük sözler, türküleri bir vasıta edinerek fani hayatlarını anlamlandırır, baki olan hayata geçmeden evvel nice gönülleri tutuştururlar. Bir gönül bir defa tutuştu mu artık sırrın lezzetini tadar. Bu öyle bir lezzettir ki hakikat bağının bülbülleriyle haşr-neşr cilveleri yaşanır. Neşet Ertaş, hakikat bağının bir bülbülüdür. Gönül kelimesini en doğru, en güzel biçimde telaffuz edişi, hakikat bağından tattığı sırla ilgilidir. Gönül deyip geçmemelidir. Onun kendi gönlünü keşfediş öyküsünde birçok mihenk taşı var. O taşları Dursun Çiçek anlatıyor, okuyucu sık sık nefeslenme ihtiyacı duyuyor. Kah durarak, kah not alarak, kah bir tütün sararak yahut türkü çığırarak. Derviş, demir leblebi yutmaya talip olandır. Neşet Ertaş'ı tanımak da bu anlamda kolay değildir. Çiçek, Neşet Baba'yı tanımak için mutlaka Muharrem Usta durağına da uğranılması gerektiğini söylüyor. O Muharrem Usta ki oğlunun sazına, sözüne, tavrına yön veren, ona ad veren bir baba: "Neşet Ertaş türküler vermeye başladığı dönemde, türkülerini fark eden babası 'Adını türkülerde diyor musun?' diye sorduğunda Neşet sorar 'Ne diyeyim?' diye. Muharrem Usta da 'Garip de oğlum, bize garip derler' der."

Gariplik kolay mı? Biz garip denince sadece mağdur, mazlum birini düşlüyoruz. Halbuki sadece o kadar mı? Neşet Ertaş, anacığını çocuk yaşta kaybediyor. Onca çocuk, babanın etrafında döne döne anasını yakarıyor. Ana aranmaz mı? Cüceloğullarından Doğan'ın -ki o da bir gönül eridir- "Annen yok, kimsen yok" sözü unutulmamalı. Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin garibi, hiç kolay olmayan bir ömür yolculuğu yaşadığı için varlıkla bir yakınlık kurmuyor asla. Onun gönlü hep gariplerle tutuşuyor, kalbi hep garip olanlarla atıyor. Eline her geçeni paylaşması bundan, kul hakkına düşkünlüğü bundan, insanı yüce görmesi bundan. Mahsuni Şerif'in bir hatırasıdır: Konser organizatörü Mahsuni'nin parasını vermez, Neşet'in parasını verip kaçar. Bunun üzerine Neşet, kendisine verilen paranın yarısını Mahsuni'ye verir, geriye kalan yarısını da diğerleriyle bölüşür. "Bizzat ben Almanya'da kazandığı paraların önemli bir kısmını, akrabası bile olmayan kimi insanlara nasıl gönderdiğini çok yakından biliyorum" diyor Çiçek. Dolayısıyla onun türkü yakması, tam manasıyla bir gönül işi, alışveriş değil. Bu sebeple düğün çalmayı hep çok severmiş. Orada, insanların en mutlu gününde, onların coşkusuna ortak olmak, her şeyden öte Neşet Ertaş için. Çünkü kainatın sebebi muhabbet, insana en kutlu emanet muhabbet, varlığın bereketi muhabbet: "Muhabbettir yerin göğün direği / aşkı olmayanın yanmaz yüreği / muhabbetinen yakın eder ırağı / Hak muhabbettendir muhabbet Hak'tan."

Neşet Ertaş hiç isteyenlerden olmamış. Yaşamı boyunca istemeyi bilememiş, öğrenmemiş. Kendisine geleni de dağıtıp paylaşmış. Bir bedel karşılığında saz çalmayı benimsememiş. Sevgi ve aşk var ise, saz da varmış söz de. Gönlü yanana su, başı düşene omuz. "Perdeyi kaldıran sevgidir sevgi" demesi bundan. Mutluluk, onun ömründe erişilecek bir makam, konaklanacak bir yer değil. Halkla beraberse mesele yok. Çünkü gönlünde hiç sönmeyen bir ateş var. Ananın hasreti var, yârin hasreti var. En uzaktakiyle bütünleşme, en yakındakiyle halleşme arasındaki derdi bizim kavramamız çok zor. Böyle bir insanın halkla arasına girmek şüphe yok ki büyük vebal. Bayram Bilge Tokel, işte bu vebali önlemek için çabalamış bir gönül. Giderek küskünleşen, kendini bir kenara çeken, memleket hasretine boyanan Neşet'i yeniden ayağa kaldırıyor. Neşet'in en büyük derdinin halkla arasındaki mesafe olduğunu biliyor. Dursun Çiçek anlatıyor: "Garibe mutlu musun diye sorulmaz ama 'Ustam mutlu musun, muradını almadın biliyorum ama nasılsın?' dedim. 'Bize düşen şükürdür. Garipliğimin en yangın olduğu zamanda bile hep şükrettim. Benim bazen türkülerime yansıyan sitemlerim, karşı çıkışlarım insanadır niye Hakk'a olsun. Hak âdil yaratır âdil verir ama insan açgözlüdür, bozar, yıkar. Dünyada var mı ki muradın alan? İnsan dünyada mutlu olamaz. Bunun için gelmedi zaten dünyaya. İnsan Hak'tan geldiğinden beri hep hüzünlüdür, ağlar sızlar zaten. Bizimki de öyle işte... Lakin Hak'tan ayrı olmanın hüznüne bir de bizi halktan ayıranların hüznü eklenince çekilmiyor dünya. Hak'tan ayrılığın acısı insan çeker, tahammül gösterir lakin halktan ayrılığın acısı çok zor."

Her saz çalan 'datlı' çalamaz Neşet Baba'ya göre. Yâr aşkının yürekte nâr olması gerekir evvela. Kelam kıymetlidir, kıymetli olduğu kadar da tehlikelidir. "Dilin Farsçadaki karşılığı zebândır. Cehennemin bekçilerine zebânî denmesi tesadüf değildir çünkü dil, bilmeyenlerin elinde keskin bir kılıç gibidir. Şifa bulmaz yaralar açabilir." der Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu'nda. Kelam gönülden dile, dilden kulağa... Kulak, çok önemli bir müşteridir bu anlamda. Neye talip olduğunu bilecek, hislerine güvenecek, her duyduğuna düzel demeyecek, iyi süzecek, bir filtre sistemi olacak. İşte burada filtre, tevhiddir, birliktir. Cümle yaratılmışı bir düşünmektir. Neşet Ertaş'ın sazıyla, sözüyle yaptığı budur. Dursun Çiçek'in tasavvufun ne olduğunu özetlediği harikulade ifadesiyle  "Her şey O'ndandır, her şey O'dur ama hiçbir şey O değildir" sırrına kavuşanlar, durmaz yanarlar. Hakk'tan söylerler, Hakk'ı söylerler. Muhabbet onların yakıtıdır. O yakıtın bitmesi mümkün mü? Saz da söz de birer araçtır işin sonunda. Kitaptaki şu ifadelere dikkat buyurun: "Âşık mâşukuna kavuşamadığı zaman gönlünü çöl yapar ve Mecnun olur. Ya da gönül dağını delmeye çalışan Ferhat olur. Kimi zaman da yüreğinin alevinde yanan Kerem olur... Bir süre sonra Mecnun çölde Leyla'nın aslını bulur, Ferhat dağlanır, Kerem yanan bir ateş olur. Biri çölün, biri dağın, öbürü de ateşin hakikatine ulaşır. Bakarlar ki Leyla, Şirin, Aslı birer vasıtadır hakikate ulaşmak için. Her şey aynılaşır burada artık. Çünkü varlık yekpareleşir ve Bir'in aşkına çırpınan bir hâl çıkar ortaya..."

Kendini bilme yolculuğunun garibiydi Neşet Ertaş. O garipliğini sazıyla sözüyle yaptı, gönüllerden gönüllere bozlak olup yağdı, nice sırları türkülerine taşıdı ve öylece gitti. "Bana öldü demeyin, yoruldu gitti deyin" sözü, "insan ölür ama ruhu ölmez" sözünün şerhi gibidir. Âşıklar ölmez, mekân değiştirirler. Neşet Ertaş'ın hâlâ aramızda olmasının başka bir açıklaması var mı? Ne zaman başımız sıkışsa, yanı başımızda. Bizimle ağlıyor, bizimle gülüyor, bizi dinleyip bize söylüyor, hâlâ... 

Neşet Ertaş'ı anlamadan türkülerini anlamak mümkün değil. Dursun Çiçek bu gayretle ortaya koymuş kitabını. Türkülerimize felsefî bir bakış atarak oldukça önemli bir eksikliği tamam etmiş. Bir garibin gönlünden, bin duyguya anlam vermiş...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Nisan 2021 Pazartesi

Zor zamanlarda farklı pencerelerden nefes almak

İnsan iz sürmek için dünyadadır. Ruhuna üflenen hakikatin ardı sıra günlerini tüketmek için buradadır ve neyin peşinde ise sonunda ona dönüşecek olandır. Peki, senin peşinde olduğun gerçeklik nedir? Dünya sürgününde hangi kömürün kahrını çekip sonunda hangi elmasa kavuşmayı arzuluyorsun? Ve kavuştuğun elmas sahiden de çektiğin çileye, harcadın günlere karşılık gelecek mi?

Gökhan Ergür, İnsaniyet Namına adlı kitabında hayallerden çok gerçeklere dokunarak insanların yalnızlıklarını, çocukluklarını, sokakları, kenarda kalmış hayatları anlatıyor. Bir ayna gibi bizlere kendi duygularımızı yansıtıyor. Öyle ki okunan her yazıda kendi hikayemizi bulduğumuz bir kitap oluyor İnsaniyet Namına. Özellikle yazarın samimi dili bunu en derinden hissetmemize vesile oluyorken “bak işte evet ben de böyle yaşamıştım”, “ben de böyle hissetmiştim” dememizi sağlıyor.

Kitap ilk olarak “Neden Âşık Olmalıyız?” yazısı ile başlıyor ve “Terzi Baba”, “Annesiz Evler”, “Galip’tir Bu Yolda Mağlup” yazılarıyla devam ediyor. Tabii birinci bölümde yani “Yara” olan kısımda sadece bahsettiğim bu yazılar yok. Yazar daha birçok konunun üzerinde durmuş. İnsanların kırgınlıklarını, hüzünlerini, buruk tebessümlerini çeşitli mısralarla yazıya dökmüş... Fakat benim sizinle paylaşmak istediğim Galip’tir Bu Yolda Mağlup yazısı: “Kalıba vursan en az üç adam eder Galip, gözlerine baksanız gözlerinin siyahına şaşırır, kalbini açsanız bu kadar acıyla hâlâ nasıl yaşadığını anlayamazsınız.". "Ana baba sesi duymadım ömrü hayatım boyunca," der sürekli, henüz iki yaşında bir trafik kazasında kaybeder anne, baba ve bir de ağabeyini ama kendisi sağ çıkar araçtan, daha görecek çok günü vardır belli ki.

Gel zaman git zaman Galip, bir gece vakti evine dönerken sarhoş bir sürücünün kurbanı olur. Öldü, ölecek derken yeniden gözlerini açar dünyaya ama artık üzerinde duracağı iki bacağı yoktur. Demin de söyledik ya, dünyada görecek günü çoktur.

Yağmurlu bir nisan gecesi Galip eve döndüğünde okuldan dönmüş kızlarını çekyat üzerinde uyuyakalmış buluyor, evi arayıp tarıyor fakat eşi yok, telefonu da kapalı. Aynanın önünde bir mektup gözüne ilişiyor, beş kelimelik: "Beni sakın arama Galip, bitti." Sonraları karşı komşudan öğreniyoruz ki Sevda Abla çocuklarına "yarım saate" dönerim deyip elinde bavuluyla Edirne plakalı kırmızı bir arabaya binip gitmiş. Gidiş o gidiş. Galip'i üzgün gördüğümüz zamanlar birkaç kere, "Hadi ağabey, gidelim Edirne'ye bulalım Sevda Abla'yı, bir canımız var zaten," dedik birkaç kere ama her seferinde, "Biraz gururlu olun," diyerek tersledi bizi.

Zor zamanlarda nefsin değil izzetinefsin kalesine sığınmalı insan. Yokluk, zorluk elbet geçer; unutulur. Fakat o günlerde takındığımız tavır ömür boyu bizimle anılır.

Derken kahvenin kapısı hızla açıldı ve Bitirim Halil hemen siyah beyaz beresini çıkartıp Galip'in yanına koştu: "Galip Abi, Sevda Abla geldi, sizi sordu, ben de koştum buraya geldim, sana haber vermeye. Galip'in gözleri ışıldadı ve "tura" diye bağırdı birden. Evet, Galip, tura, hep kara yazı değil ya, biraz da tura...

Galip’in hayatı o kadar ibret vericiydi ki... İster istemez “insan nasıl olur da bunca ağır imtihandan sonra ayakta durabilir?” sorusunu aklıma getirdi. Tabii bu sorunun tek bir cevabı vardı o da “inanç”...

İnsanın inancı olmadığı zaman, değil en büyük imtihana, en küçük imtihana bile dayanamazdı. Şayet bir kum tanesi gibi dağılırdı. Fakat Galip, gönlündeki inancıyla ve gösterdiği sabırla Rabbinden gelen bir lütuf ile hikayesini mesut bir sonla bitirmiş ve hayatın ona borçlu olduğu mutlu bir ana sonunda kucak açarak kavuşmuş.

Kitabın diğer kısmı yani “Şifa” olan bölümde ise günümüze dair problemlerin çözümleri üzerinde durulmuş. Örneğin şu yazıda olduğu gibi: Ruhumuz dijital bir çöplükte can çekişiyor: “Toplum olarak hepimiz durması, yavaşlaması ve sakinleşmesi gerekiyor. Sürekli hareket halindeyiz ve sabitliği olumsuz bir şey olarak nitelendirmekteyiz. Anlık tatmin tutkumuz sebebiyle bekleme yetimizi ne yazık ki kaybettik. Oysa beklemek kabul ediştir, başına gelecek olanı sevmek ve razı gelmektir.

Yazar, psikolojiye hakim olarak insanların çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair hayat yolculuğunda yön gösterirken ruhumuza da şifa oluyor. Dünyaya farklı pencerelerden bakmamıza ve zor zamanlarda nefes almamıza vesile oluyor. Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Utanmanın ayıp ve garip sayıldığı bir çağdayız. “Kendine güvenmelisin” sloganlarıyla çevrildiğimiz bu zamanda, kendine güvenmek yerine Rabbine güvenmeyi seçen taraftayız."

"Yeter ki sevmeyi bilin, ruhunuzun pencerelerini haftalık da olsa açıp havalandırın, baharın temiz rüyaları içinizde dolaşsın, serçe seslerine kulak verin, bulutların o çocuksu telaşına gülümseyin ve mutsuzluklara karşı zoraki de olsa tebessümler biriktirin ve umut edin."

"Çiçeğin olduğu yerde kötülük olmaz, birilerine çiçek hediye eden ya da saksıda çiçek büyüten insanlar kötülük bilmez."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

8 Nisan 2021 Perşembe

İnsan ve içindeki sesler

Sadece bir tür olarak roman yoktur, onu hepimiz okuruz ama kimini okuduğumuzda çok zevk alırız, kimini okuduğumuzda nitelendiremediğimiz duygular içerisine gireriz. Kimini okuduğumuzda “bu neydi şimdi” de diyebiliriz. Kimini okuduğumuzda etkileri uzun süre devam edebilir. Ancak sevdiğimiz ya da sevmediğimiz birçok romanın bize verdiği bir mesaj vardır. Bazı romanlar tek bir mesajı upuzun bir kurguda işler. Bazı romanlarda ise birçok mesaj, birçok duyguyla tek bir kurguya yedirilmiştir. İşte o romanlardan biri İçimizdeki Şeytan. Romanı okumaya başladıktan sonra “bu romandan şu alınır” diyorsunuz, ama sayfaları çevirdikçe, “hayır, şu da alınabilir” demeye başlıyorsunuz. Hülasa, İçimizdeki Şeytan, içinden sosyal, kültürel, ahlaki ve duygusal birçok mesajı alabileceğimiz çok sağlam bir roman.

İçimizdeki Şeytan’da bir önceki paragrafta değindiğim başlıklar altında, okurken bir hikaye gibi gelen, ancak altlarında gerçekliği tartışılmaz derin trajedilere değiniyor Sabahattin Ali. Romanın başkarakteri Ömer’in, vapurda Macide’yi görmesi ve Macide’ye açılacakken uzak akraba çıkmaları ile başlıyor hikaye. Ömer Macide’yi seviyor, (ya da sevdiğini düşünüyor). Ömer’in zihni hep “onunla karşılaşmamızın bir anlamı var, daha önceden kesinlikle tanışıyor olmalıyız” gibi fikirlerle dolu, bir yerde bu hissiyatı doğru da çıkıyor, Ömer, Macide’yi mutlu edemeyeceğini, Macide’nin ancak kendini düzeltmesine bir vesile olabileceğini anlıyor hikayenin sonunda. Ancak Ömer bu vesileyi de değerlendirmiyor. Macide İstanbul’da konservatuar okumak için kaldığı teyzesinin evinden, babasının ölümüyle birlikte ayrılmak zorunda kalıyor. Gidecek hiçbir yerinin olmadığına inanan Macide, Ömer’e aşırı bir anlam yükleyip onunla birlikte yaşamaya başlıyor. Ve Macide artık Ömer’in karısı oluyor. İlk zamanlar tatlı heyecanlarla birlikteliklerini sürdürmeye, parasızlık sıkıntısını sineye çekmeye çalışsalar da Ömer’in müsrifliği, başıboş ve çocukça hareketleri, hatta Macide’yi yok saymaya kadar giden düşüncesizlikleriyle, daha roman bitmeden ayrılıyor Ömer ve Macide’nin yolları. Romanın sonu, Macide için yeni bir hayat kapısı açsa da, Ömer için maalesef hüsran oluyor.

Romanda, yanlış arkadaş seçimlerinin maddi ve manevi büyük kayıplara neden olduğu, ahlaki temelleri ezen bir kültürel hayatın rezillik ve perişanlıktan başka bir şey getirmeyeceği, müsrifliğin insan ilişkilerinin temeline bomba döşediği, bir insanın hayatını birleştireceği insanı seçerken birden fazla kez düşünmesi gerektiği gibi birçok sosyal ve ahlaki mesajlar veriliyor. Roman, kurgusu, toplumsal ve edebi tenkitleri itibariyle kendi dönemine ait olsa da, verdiği mesajların bir zamanı yok. Hepsi her zaman geçerli olan ibretler.

Romanın adının İçimizdeki Şeytan olmasının sebebi ise, kurgudan anladığım kadarıyla, Ömer’in içgüdülerinden hareketle yaptığı hatalardı. Ömer, herkesin ve kendisinin içinde ona hata yaptıran, ayaklarını bir yerlere doğru sürükleyen, bazen doğru yol gösterip, bazen hayatını mahveden bir şeytan olduğuna inanıyordu. Aslında Ömer, içinde ona iyilik emreden sesle, kötülük emreden sesi birbirinden ayırt etseydi, belki de kitabın sonuna hapse düşmeyecekti. İçimizdeki yol gösteren sese, kimileri altıncı his der, kimi bilinç altı, kimi öz.

İşte bu öz benliğin sesiyle nefsini birbirinden ayırsaydı Ömer, Macide ile gerçekten mutlu olabilecekti belki de. Keza, ilk sayfada vapurda onu Macide’ye yakın hissettiren, Macide’yi sevdiren, aile olmak istettiren, Ömer’in öz benliği, çarşıdan çorap çaldıran, bir memuru tehdit ettiren ise nefsiydi. Birçok mesajın yanında roman okura, insanın içindeki sesleri birbirinden ayırması gerektiği mesajını veriyor.

Hem dil, hem kurgu olarak son derece yalın ve güçlü bulduğum bu romanı okumak benim için çok zevkli oldu. Kitabı okumak isteyen herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

6 Nisan 2021 Salı

Ömrünün sonuna doğru Immanuel Kant

Birçoğumuz için lisedeki felsefe dersleriyle başlayan Immanuel Kant’ı tanıma serüvenimiz, felsefeyle özel olarak ilgilenmeyen daha az bir kısmımız için, sanırım, İsmet Özel’in Sebeb-i Telif şiirindeki dizeleriyle devam etmişti: “Üstümde yıldızlı gök demişti Königsbergli/içerimde ahlâk yasası.

Kant’ın felsefe tarihindeki yerinin önemini anlatmaya gerek yok; fakat Kant kimdir, kısaca tanıtmakta fayda var. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biridir Kant. O zamanlar Prusya olarak adlandırılan ülkenin Königsberg şehrinde doğmuştur ve ilginçtir ki 79 yıllık ömrünün sonuna kadar bu kasabadan dışarı çıkmamıştır.

Ansiklopedik bilgilerle devam edecek olursak; modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkartmıştır. Kant'ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir.

O, felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes'ın rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transsendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir. O, fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır.

Kant, öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir.

Yine İsmet Özel’in Üç Frenk Havası adlı şiirindeki “bize ne başkasının ölümünden demeyiz / çünkü başka insanların ölümü / en gizli mesleğidir hepimizin / başka ölümler çeker bizi / ve bazen başkaları / ölümü çeker bizim için” dizelerinden yola çıkarak şu anda bahsettiğim kitabın oldukça ilgi çekici olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bu durum Kant’ın felsefe tarihindeki öneminden ziyade, meşhur bir tarihi kişiliğin son yıllarını temel alması ve o yıllara en yakından tanıklık edilmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Şunu söylemekte fayda var, bu kitap her ne kadar Thomas de Quincey tarafından derlenmiş olsa da Kant hakkındaki hemen her şeyi Alman Wasianski, Jachmann, Borowski ve başka kişilerin anlatılarından alındığını görüyoruz. Özellikle Wasianski’nin anlatıları ve anıları ön plana çıkıyor çünkü Kant’ın son anına kadar yanında olması sebebiyle, filozofun hemen her şeyini öğrenebiliyoruz. Thomas de Quincey’in ise Kant’ın üniversitede ders verdiği zamanlardaki öğrencisi ve aynı zamanda onun yazmanı olduğunu kitaptan öğreniyoruz.

Quincey bunun bir Kant biyografisi olmadığını söylüyor ancak kitabın başlarında filozofun kısa bir biyografisine değinmeden de edemiyor. Hem Kant’ın kısa yaşam öyküsünden hem de son yıllarını nasıl geçirdiğinden öğreniyoruz ki aslında filozof, tahmin ettiğim gibi asosyal, evinden pek çıkmayan ve tek başına yaşayan biri değil. Bunu sadece Kant’ın son yıllarının anlatıldığı kısımlardan öğrenmiyoruz; çünkü her ne kadar bu bir biyografi kitabı olmasa da bir kişinin son yıllarındaki davranışlarını/davranış değişikliklerini anlatmak için o kişinin önceki yıllarda da nasıl davrandığını okura aktarmak gerekir. Bu kitap da bu minval üzere oluşturulmuş. Derleyici ve anı sahipleri ister istemez kısa bir biyografi kitabı ortaya çıkarmışlar.

Bölümler halinde oluşturulan kitap keskin geçişler halinde ilerlemiyor. Her bölümde Kant’ın günlük hayatındaki bir kısma değinilirken ufak ufak günün kalanında neler yaptığından da bahsediliyor. Kısa bir Kant biyografisinden sonra işin magazinsel boyutu başlıyor okurlar için. Kant’ın yemek davetlerinden, bu davetlerde konuşulanlardan, kimlerin bu yemeğe davet edileceğinden bahsedilen ikinci bölümde aslında Kant’ın ne kadar eğlenceli bir karakteri olduğunu görüyoruz ve şaşırıyoruz. Hatta bu yemeklerde kendinden pek az bahseden Kant, konuyu kendi başlattığı felsefi akımlara ya da eğiticilikle ilgili konulara hiç getirmezmiş. Daha çok kafa dağıtmak etkinliği gibi görebiliriz Kant’ın yemek davetlerini: “…Onun sohbet tarzı daha çok kafa dağıtma üzerine olup eğiticilik meselelerinden uzaktı. Öyle ki hem onunla tanışma fırsatı bulmuş hem de çalışmalarını incelemiş bir yabancı, bu candan ahbaplığın Soyut Felsefe’nin kurucusu olan dâhiye ait olduğuna inanmakta güçlük çekebilirdi.” Kitabın başlarındaki bu pasajdan aslında Kant’ın birçok özelliği çıkarılabilir diye düşünüyorum.

Daha sonra Kant’ın günlük rutinleri, sabah kalkışı ve kahvaltısı, sabahki ilk okumaları, akşam uyumaları, odasının bir tasviri gibi konuların yer aldığı bölümler geliyor. Bu tür bilgiler kitabın her sayfasında okurun karşısına çıkabilir. Bu tür magazinsel bilgiler tabii ki birçok kişiyi kitaba çekecektir ama sonraki bölümler daha da ilgi çekici diyebilirim. Çünkü Kant’ın zihinsel çöküşünün başlaması, bu durumun filozofun düşüncelerine etkisi ve bu durumdan ötürü Kant’ın günlük rutinlerinin nasıl değiştiğine dair bölümler gelmeye başlıyor. Bu bölümler, hatta kitabın tamamı ölüm kavramıyla da ilgili olduğu için müthiş bir lirizmle yazılmış. Özellikle zehir gibi bir zekânın çökmeye başlaması okurun içinde bir burukluk oluşturacaktır: “Akli melekelerinin kötüleşmesinin başka bir işareti de zaman mefhumunu kaybetmeye başlamasıydı. Bazen bir dakika, hatta abartmıyorum, çok daha az süre alacak olan bir meseleyi kavraması usandırıcı bir sürece dönüşürdü.” Zamana azamî derecede önem veren ve günlük rutinlerinde beş dakikanın bile inanılmaz önemli olduğu Kant için bu çöküş, tabii ki bütün hayatını değiştirmeye başlamıştır.

Kant’ın son yıllarından bahsederken elbette onun çevresindekilerden de bahsedilmelidir. Mesela sürekli yanında bulunan hizmetçilerine de bir bölüm ayrılmış kitapta. Uşak Lampe üzerinden Kant’ın ev içi durumlarının ne halden, yaşamının son anlarında ne hâle geldiğini okumak mümkün. Ancak evin içini oldukça detaylı gördüğümüz kitapta Kant’ın kardeşi veya çocuğu hakkında hiç bilgi göremiyoruz. Hatta ben filozofu hiç evlenmemiş ve akrabası olmayan biri sandım, sadece kitabın sonlarındaki birer cümleyle yer alıyor bu kişiler. Bu açıdan kitap biraz eksik; ancak filozofun en yakınındakiler anlatılacaksa bu son derece doğru bir bakış açısı.

Ketebe Yayınları’ndan neşredilen, incecik, 68 sayfalık bu kitap hakkında aslında çok daha fazla yazabilirim ancak kitabın tüm büyüsü kaçar o zaman. Bu kitabı okumak için Kant’ın adını bir kez olsun duymak yeterli. Felsefeyle ilgilenmeye hiç gerek yok çünkü tamamen okurun merakını giderecek bir kitap Immanuel Kant’ın Son Günleri. Çok rahat okunabilen ve iyi çevrilmiş bir metin aynı zamanda. Filozofun kişiliği ve rutinleri hakkında birçok temel nokta öğreniliyor. Cömertliği, zaafları, ölüme bakışı, ilginç ritüelleri, yaşamının son zamanlarındaki rüyaları, hastalıkları… Eser adının hakkını veriyor diyebiliriz kısaca.

Königsberg şehri daha önce, Kant’ınki gibi eşsiz ve muazzam bir cenaze törenine asla şahitlik etmemişti “ denecek kadar sevilen Kant’ı, kitabı okuyan birçok kişi sevip, eserlerine ilgi gösterecektir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

5 Nisan 2021 Pazartesi

Her insan farklı bir daldan tutunur hayat ağacına

"Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan."
- Yûnus Emre

Yalan dünyada ölüm kadar evrensel bir gerçek yok. Hakkında ne söylenirse, ne yazılırsa kendimizden bir şeyler bulmak kaçınılmaz. Toprak da öyle sade ve bize ait olan gerçekleri anlatan bir kitap. Paulstadt şehrinin mezarlığında yaşayan ölülerin, mezarlarının başına oturmuş da hiç ölmemiş gibi dünyaya bir iç çekişin, bir öfkenin bazen de bir sitemin sesini duyurmuş yazar. Robert Seethaler bu kitabı yazdığı sırada New York Times'a verdiği bir röportajda, hayatın geriye dönüp baktığınızda size kalan bir kaç andan ibaret olduğunu söylemiş ve bu kadar basit bir şey olduğu üzerinde ısrar etmiş. Kitapta da tıpkı o ısrar ettiği basitlikte anlatmış yaşamı. Kitap kapağı da bahsedilen basitliği hissettirecek sadelikte bir tasarım olmuş. Tek bir ağaç ve etrafta insanlar, gölgeleri ve ayak izleriyle birlikte. Her birinin hikâyesi farklı. Hep yaşayanların anlattığı hikâyeleri bir de ölülerin ağzından dinlemek esas gerçeğin biraz da olsa farkına varmamızı sağlıyor.

Her insan farklı bir daldan tutunur hayat ağacına, giderken de elinde o dalla gider. Bir kadın sevilmek ister bütün özürlerine rağmen. Onu güzellikle gören birini bırakırken içinde o ilk merhamet, sevgi vardır. Gitmesinin nedeni merhametin bitmesi değildir. Yazgıdır ölümü getiren. Ne yaparsan yap ölüm gelip seni bulacaktır.

Bu yazgıda nasıl bir hayat sürdüğün önemli. Yaşamak boş olduğu kadar değerli. Sonunu seçme şansın yok, kadere teslim oluyorsun. Hastalıklar, kazalar, yaşlılık gelip seni bulduğunda ölüyorsun. Lakin merhamet etmek, destek vermek, sevmek, sevdiğini söylemek, bağışlamak senin elinde. İsimlerin bir önemi yok, insansın, diğerleri de öyle. Yazar bir kaç yerde farklı kahramanların aklında ne kendi yüzlerine ne de başkalarına ait yüzlere dair bir şey kalmadığını yinelemiş. İnsanın onursuz bir hiç olduğunu söyleyen kahramanlardan biri, onurun başkalarının bakışlarında yaşamak biterken ancak bir armağan olarak sunulacağını söyler. Eskiden insandım, şimdi dünyayım diyerek bizim gönül telimize de dokunur. Topraktan geldik, toprağa gidiyoruz bilgeliğinin kokusunu alırız satır aralarında. Yûnus Emre, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî dizeleri canlanır. Biraz da aynı topraklardan olması sebebiyle olsa gerek Hermann Hesse ruhunu tadarsınız. Başka bir kahramanın geçip giden hayatında aklında kalan, eşiyle pazar günleri yatakta, çimlerin ya da karların üzerinde uzanmak. Bu küçük mutluluk, onun için her şeydi. Eli sakat olan bir diğer kahramanın öldüğünde anımsadığı, eşinin ona ilk karşılaştıklarında söyledikleri olmuştu.

"Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım, öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat, yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil, yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri."

Neredeyse bütün dini inançlarda ortak olan cennetten kovulma meselesine kitabın son ölülerinden Connie ile bir yorum getirmiş yazar.

"Portakal suyundan bir yudum alıp elimi Fred'in koluna koyuyorum, buranın cennet olmasına izin veremiyorsun, çünkü kovulmaktan korkuyorsun, diyorum. Kovulma korkun öyle büyük ki cennet hayalini henüz içinde gelişmeden kendinden uzaklaştırmak zorunda kalıyorsun."

Çevirmen Regaip Minareci'nin Türk dilinde yazılmış gibi okuttuğu, duru ve akıcı Türkçe'si ile kendini okutan becerisine de değinmeden geçmek haksızlık olurdu.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

4 Nisan 2021 Pazar

Adının ve sırrının peşine düşen insanın avazı

"Geçmişi gölgeye teslim ettim
Ve şimdi gölgeler takibimde
Ardımda bir yığın manzara
Sorgusu başladı yarının
Ufukta gün batmakta."
- Sagopa Kajmer (BPG, 2003)

Jung'un gölge motifine göre yeryüzüne gelmiş tüm insanların içinde, anlaşılması ve çözülmesi hiç de kolay olmayan ama çoğu zaman insana yön veren bir karanlık taraf var, kötü taraf. Karanlık ve kötü olan şeytan da gölge tipinin değişik bir biçimidir. İnsan için kolay kabul edilmeyen, onun gölgede kalan yanı, tehlikeli cephesidir gölge. Jung'a göre ne zaman ki insan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse, sadece kendisi için değil dünya için de gerçek bir şey yapmış olur. Bu hesaplaşmadan sonra gölgenin çekip gideceğini düşünmek de bir yanılgıdır. "Duygularımın sonucuydum; içimdeki 'öteki' de zamanla kısıtlı olmadığı için yok olmayan taştı." der anılarında Jung. Gölge, taşlaşmış bir biçimde durur içimizde. Bize aittir, bizdendir. Tıpkı geçmişimiz gibi. O hâlde geçmişimiz, insanlığın ortak geçmişi, hatta hafıza, gölge midir?

Tarih boyunca sufiler, insanın terbiye edilebilen bir varlık olduğuna inançla yaşamışlar. Bu inançlarını ikrar etmek için bir rehbere biat vermişler. İçlerindeki karanlık ve kötü tarafla kendilerinin baş edemeyeceğini bildikleri için nasıl, neden, niçin gibi sorularla uğraşmak yerine, verilen her görevi yerine getirerek davranışlarının değişeceğini deneyimlemişler. Kimdir rehber? Allah'ın isimlerinden biri olan Rab'bin (terbiye edici) bir gölgesi olarak yetişmiş şeyhler, irşad edenler, doğru yolu gösterenler, yalnız bırakmayanlar, temizlemek için bekleyenler ve bir şey istememeyi isteyenler. Gerçek bir rehber, her talebesine farklı davranır çünkü ruhlar, nefsler ve elbette gölgeler farklıdır. Tek bir şey vardır ki bütün ruhları eritir, nefsleri tezkiye eder, gölgeleri aydınlatır: teslimiyet. Modern psikolojinin 'farkındalık' ya da 'kabullenme', erenlerin 'eyvallah' diyerek anlatmaya çalıştığı teslimiyet.

Burhan Sönmez'in Şubat 2021'de İletişim Yayınları tarafından neşredilen romanı Taş ve Gölge'de Avdo'nun hikâyesi Mardin'de başlar. Josef, gelecekte onun çok iyi bir mezartaşı ustası olacağını sezerek yanına alır. Josef Usta sadece taşlara biçim vermeyi değil, hayatına biçim vermeyi öğretir Avdo'ya. Bir mezartaşı ustasının kendi dışında kimseye ev yapmayacağını, kim olursa olsun ölülere sahip çıkacağını, gökyüzünden ve yeryüzünden her an bir işaret gelebileceği, sezgilerin insan hayatındaki yeri gibi konularda Avdo'nun zihnini karıştırmadan gönlüne fısıldar. Bir tohum eker aslında Avdo'nun yüreğine. Emindir ki Avdo usta olduğu zaman, tüm bu tohumlar meyve verecektir. Mardin'den Haymana Ovası’na, Konak Görmez Köyü'ne geçer Avdo. Mesleği dışında bütünüyle bir öteki olarak görülür. Çünkü ne oldu belli değildir köylülere göre. Bazen 'tuhaf'tır, bazen 'kitapsız', bazen de 'uğursuz'. Hayatının şekilleneceği yer bu köydür aslında. Esas yoluna buradan çıkar çünkü yeryüzüne bağdaş kurmuş lanetle, merhametsizlikle, taşlaşmış kalplerle, gölgeye dönmüş yüzlerle, zulümle, kısacası kötülüğün kendisiyle burada tanışır. Avdo, bazen biçim verdiği taşlarla bazen de görgüsüyle bir şeyler anlatır. "Konak Görmez diye köy adı mı olurmuş? Aslen Bizanslıların dilinde Konakormas olan bir kelimeydi bu, zamanla değişmişti." demesi elbette köylüler için 'sıkıntılı' ifadelerdir. Israrla devam eder, "yaşadıkları ovanın Haymana olan adının da Hırıstiyan Ermenilerden geldiğini, Ermenilerin kendilerine Hay dediğini" anlatır ve böylece sabırlar taşar. Kimdir bu Avdo? Nereden bilir bu kadar yabancı dili? Soruları cevapsız bırakmaz. "Yeri yurdu olmadığını, öksüz büyüdüğünü, küçüklüğünden beri gittiği her şehirde ayrı bir dile karıştığını, bu sayede Kürtçe, Türkçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, Rumca öğrendiğini" söyler. Köyün erkekleri için bilmiş, yani tehlikeli biridir o. Köyün kadınlarına göreyse büyücü ya da kahraman gibidir. Kiminin kısmetini açacak, kimini alıp götürecek olan odur.

Avdo, hapiste olan Mikail Ağa ile nişanlı Elif'e âşık olur. Başçobanın oğlu Baki ile ona mektuplar gönderir. Nihayet, köyden kaçacakları gece ağanın adamlarının yağdırdığı kurşunlara önce Baki hedef olur ve orada can verir. Avdo yaralı olarak yakalanır, ağanın adamlarından birini öldürdüğü için hapse atılması kolay olur. Elif de kaderine teslim olup ağayla evlenir. Kaderine teslim olmayan bir kişi vardır burada, Elif'in kardeşi İpek. O, ablasının evlendiği gece tuttuğu gelin evi nöbetinde, şehirden köye gelen bir yabancıyla beraber kaçar. Avdo dışında romanın ikinci önemli karakteri İpek'tir çünkü İstanbul'da kendi hayatı -ve dolayısıyla roman- için yeni bir sayfa açar. Bu sayfada adı Perihan Sultan'dır ve mekânı da İstanbul'un meşhur kabadayılarından Seyrani'nin dostu Kalender Bey'in işlettiği Paris Gazinosu'dur. İdamla yargılanan Avdo, Ankara'da yıllarca cezaevinde yatar. Önce idam cezası kaldırılır, ardından af çıkar. Özgürlüğüne kavuşmasına bir ay kala bir gazete haberine rastlar. Elif, kardeşi İpek'in yanına kaçmak için geldiği İstanbul Sirkeci'de, Mikail ağanın adamları tarafından öldürülür. Böylece senelerce hapiste umut olan Elif'in kaybı, Avdo'yu İstanbul'a sürükler. Yanında gölgesi olan çocukluğu ve sabrıyla beraber.

1965’te İstanbul’a gelir Avdo. Merkez Efendi Mezarlığı’nın yanında metrûk bir kulübe görür. Caminin imamından izin alır ve ustasının da öğüdüne kulak vererek sadece kendisine ev yapma hakkını kullanır. 1984 yılına Avdo'nun hayatında ateş, taş, ruhlar ve köpeği Toteve vardır: "Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. Ayışığı şu anda önümdeki taşı aydınlatıyor. Benim gölgem taşın üstüne düşüyor. Bu bir rüya, taş yok, ben yokum, yalnızca gölge var. Elimde tokmağın gölgesini tutuyor, keskinin gölgesinin üstüne indiriyorum. Gölgeler karanlıkta içli içli çınlıyor."

Taş ve Gölge de aslında 1984 yılında açılır. O soğuk gecede İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Reyhan (Seyrani ile Perihan Sultan'ın kızı) Avdo'nun hayatına girer. En yakın arkadaşıyla birlikte pankart astıkları için suçlanır, karakolda günlerce şiddet görür ve Şef Kobra'nın cinsel istismarına maruz kaldıktan sonra Merkez Efendi Mezarlığı'nda Avdo'nun kulübesine sığınır. Onu arayan Şef Kobra, onu bulamayınca öfkesinden -gölgesinin hükmünden- önce Avdo'yu tokatlar sonra da onun köpeği Toteve'yi bir kurşunla öldürür. Şef Kobra öfkesi yatıştıktan ve ablasının mezarı başından ondan duyduğu öğütlerin de etkisiyle tekrar mezarlığa gider. Avdo'da özür dileyip onunla dostluk kurmaya çalışır. Reyhan'a ne kadar âşık olduğunun farkına varır. Aslında bir aşk değil, ele geçirme vardır çünkü gölgesi Şef Kobra'ya sahip olmuştur artık, bırakmaz. Şef Kobra, Reyhan'ı bir suçlu gibi ararken kendi suçlarını temizleyeceğini düşünür. Karakolda Reyhan'a defalarca buralardan gidelim, her şey hazır demiştir ve Reyhan çok zor olsa da ona inanmıştır. Bir gece, Şef Kobra'nın hazırladığı plan doğrultusunda Reyhan karakoldan kurtulur ama Şef Kobra'dan da kurtulmuş olur. Mezarlığa sığındığı gecenin sonrasında Avdo'nun cami imamına özel ricasıyla yıllar sonra açılan çilehanede saklanır. Bir derviş gibi, kırk gün sonra çıkar oradan. Artık Avdo'nun nüfusuna girmiştir, kızıdır: "Reyhan bir an onun gözlerinde kendisine benzeyen bir bakış yakaladı, sevgi denen cevherin insan bedeninde çoğalıp başka bedenlere aktarıldığına dair bir bakış."

Burhan Sönmez, kitabın sonuna doğru okuyucuyu insan-mekan-zaman arasında iyice derinleştiriyor ve 1938 ile 2002 yılları arasında gezdiriyor. Asteğmen Adem Giritli’nin anıları çıkıyor karşımıza. Romanın henüz başında Avdo'nun Mardin'de mezar taşı yaparken okura ekilen Yedi Adlı Adam tohumu, bu sayfalarda iyice renkleniyor. Çünkü Yedi Adlı Adam, Dersim Harekatı sırasında Fırat kıyısında yaralı bulunan, belleğini yitirmiş bir kimse. Adının Haydar olduğunu söyleyen de var, Ali olduğunu söyleyen de. İşte bu kimsenin bir toprağı yok, her yere yabancı ve çok dilli. Her gittiği yerde diline dil, dinine din ekliyor. Josef Usta onun 'gavsono' olduğunu anlatıyor Avdo'ya, "Kendi toprağından kopan, başka toprağa savrulan kişiye denir. Rüzgârın önündeki yaprak gibi. Toprağını yitirmek belleğini yitirmektir. İsa bunu tersinden yaşadı, önce belleğini sonra toprağını yitirdi, rüzgâra kapılmış, oradan oraya dolanıyor." der. Yedi Adlı Adam: Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem... Ve onun gezdiği topraklar: Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul... O öldüğünde Avdo'ya mektupları kalıyor ve mektupların peşine düşmek de Reyhan'ın oğlu Baki'nin işi oluyor. Elif ve Miskal de okurun yeni tanışacağı karakterler. Yedi Adlı Adam ile Asteğmen Adem Giritli’nin yolunun kesiştiği sayfalar, okur için unutulmaz bir edebi lezzet sunuyor. Bu esnada Türkiye'nin değişen yapısını da toplumsal ve siyasal gelişmeleri hatırlatarak yapıyor Burhan Sönmez.

Taş ve Gölge; âlemin sırrından ziyade kendi sırrının peşine düşen, adını arayan, taşlaşmamak için gölge olmayı tercih eden mezartaşı ustası Avdo'nun hikâyesi. Çok derin, çok sarsıcı... Avdo, ona söylenmesi için arar adını. Dolu dolu, sevgiyle adının söylenmesini ister. Bir insana adını tüm anlamlarıyla ve karşılıksız-koşulsuz sevgisiyle kim söyler?

Mezarlıkların hayatımızın tam ortasından görünmez yerlere çekilmesi, insanların geçmişlerinden korkmalarıyla ilgili olabilir mi? Bir mezarlığı ziyaret etmekle hafızamızı yoklamak arasında hiçbir fark yok. İnsan ömrü boyunca adının, geçmişinin ve varlığının anlamını arar. Burhan Sönmez'in son romanı Taş ve Gölge, avaz avaz bunu anlatıyor. Bir Anadolu masalını dillendirerek, bütün ruhları kuşatarak...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf