9 Şubat 2021 Salı

Yaşamak kendimizden uzaklaşmakla başlar

Wade Davis’in, Yol Bilenler’i (Kolektif) çok güzel bir kitap. Her güzel kitapta olduğu gibi tek bir soru’nun peşinden gidiyor: modern dışı ya da sanayi öncesi diye kolayca büyük bir genellemenin içine soktuğumuz küçük ama kadim kültürlerin, sanılanın aksine giderek değerini kaybetmek şöyle dursun fazlasıyla önemli hale gelişinin ardındaki nedenleri sorguluyor. Dünyanın “düz” olmadığını, “tepelerle, vadilerle, ilginç anomalilerle ve ruhani faaliyetlerle dolu bir yer” (s.14) olduğunu bilerek ilerliyor.

Binlerce yıldır çölün ortasında ya da buzulların arasında hayatta kalmayı başarmış insanların ilkeller değil hiç açılmamış bir yoldan ilk gidenler, yolu ilk bulanlar olduğunu, klişelere kapılmadan kendi tecrübelerini katarak, heyecanını kelimelere aktararak anlatıyor. Bu yalın gerçekliği görmek için aynı yalınlıkta bir eylem gerektiğini, bunun için tek yapılması gereken şeyin içinde yaşadığımız toplumun bakış açısını ve yaşam değerlerini mutlak gerçeklikmiş gibi görmemek, basitçe kendi dünyamızdan çıkmamız gerektiğini vurguluyor: “İçinde yaşadığımız sosyal dünya, mutlak bir anlamda var değildir; sadece bir gerçeklik kalıbından, ait olduğumuz kültürün ataları tarafından nesiller öncesinde layıkıyla yapılmış birtakım zihinsel ve manevi seçimlerin sonucundan ibarettir.

Her kendini bilen insan gibi, kendi kültüründen ve yaşadığı dünyadan çıkıp uzak diyarların yaşamlarına dalmayı, dünyayı anlamlandırmanın sayısız başka biçimlerinin olduğunu sürekli akılda tutmayı ve esen rüzgarın bilinmeyen bir yerlerden bize mesaj getiren aracılar olabileceğini düşünmemizi istiyor. Rasyonel aklımızın, teknolojiye dayalı ilerleme yanılsamalarımızın ve basit yaşamlara tepeden bakan kibrimizin üzerinden tabiri caizse buldozerle geçiyor.

İnsan aklının alamayacağı kadar karmaşık, sonsuz ve tuhaf bir dünyayı küçük aklıyla anladığını ve açıkladığını zanneden basitliğin karşısına derin bir bilgelikle ve kadim öğretilerden süzülüp gelen koca bir yaşam felsefesiyle çıkıyor. Ve bütün bunlar için seyahat etmek gerekiyor: “Seyahat etmenin en güzel yanlarından biri, kadim yol yordamları unutmamış, geçmişlerini esen rüzgarda hâlâ duyabilen, yağmurlarla yıkanan taşlarda hissedebilen, bitkilerin kekre yapraklarında tadabilen insan toplulukları arasında yaşama fırsatı yakalamaktır.

En az hayatı var eden biyosfer kadar önemli bir başka katmandan, kendi deyişiyle “yaşam ağı”ndan, yani “etnosfer”den söz eder: “Biyosfer dediğimiz biyolojik yaşam ağı yeryüzünün selameti için ne kadar önemliyse, bu yaşam ağı da o kadar önemlidir. Bu sosyal yaşam ağına ‘etnosfer’ diyebiliriz. Bu terim, bilincin ortaya çıkışından bu yana insan imgeleminin hayat verdiği bütün düşüncelerin, sezgilerin, mitlerin, inanışların, fikirlerin ve esinlerin toplamı olarak tanımlanabilir.”. İnsanlık, tek bir ailedir ama bu ailenin en belirgin özelliği kendini içinde bulduğu karmaşık bir dünyada yolunu bulabilmesini sağlayan sezgisel aklı ve hayal gücünün bambaşka kapılar açması, zengin bir çeşitlilik içermesidir.

Davis’in kitabı, her iyi kitapta olduğu gibi tek bir mesaj verir aslına bakılırsa. Bu mesaj, bir yerde saygıyla ve sitayişle bahsettiği antropolog David Maybury-Lewis’ten ilhamla, ister modern ister modern-dışı olsunlar veya bugünkü baktığımız yerden teknolojik, ekonomik ve siyaseten ne denli “geri kalmış” gözükürlerse gözüksünler, bütün kültürlerin esasında “aynı zihinsel kıvraklığa” ve “aynı zeka kapasitesine” sahip olduğu görüşüdür: “Bu zihinsel kapasitenin ve potansiyelin, Batı’nın büyük bir başarıyla elde ettiği gibi, müthiş teknolojik buluşlar aracılığıyla mı, yoksa sözgelimi Avustralya’daki Aborjinlerin büyük önem atfettiği gibi, bir efsanenin özünde bulunan karmaşık hafıza düğümlerinin çözülmesi aracılığıyla mı hayata geçirileceği, tamamen bir tercih ve yönelim meselesidir, uyum sağlamaya yönelik güdülerin ve kültürel önceliklerin neticesidir.

Yani, “geri” ya da “modern-dışı” saydığımız kültürlerin Batı kültürleri gibi olmayışı zannedilmek istenilenin aksine, Batılılar gibi olmak isteyip, bunu deneyip başarısız olmaktan kaynaklı bir istenmeyen sonuç değil tam aksine bilerek ve isteyerek yapılmış tercihlerin bir sonucu olabilir. Çünkü -evet burası son derece önemli!- her kültürün hayatı anlamlandırma biçimleri, doğayla ve yaşamla kurduğu bağ, insanların birbirlerine olan bağlanışları ve en önemlisi, dünyaya dair soruları başka başkadır. Teknolojik gelişme ya da ilerleme çoğu kez nasıl sorusunun cevabıdır oysa kadim bilgelik hemen her zaman -Davis’in kitabın başından sonuna ustalıkla gösterdiği gibi- niçin sorusunun ardında gizlidir.

Hiçbir kadim kültürün ana amacı “daha iyi” bir yaşam olmamıştır çünkü daha iyi bir yaşam gerçek manada bir amaç değil amaçsızlıktır oysa varlık ve insanlık amaçsız bir dünyada ancak kendini sonlandırabilir. Diğer bir deyişle, eski kadim kültürlerde dünya, bilimin konusuna indirgenemeyecek ya da nesneleştirilemeyecek kadar canlılığa sahip, nasıl anlamlandırdığınıza göre değişen anlamlara sahiptir. Eğer bir kültürde başlangıç ve son diye bir şey, zaman diye bir şey yoksa yaşamın salt yaşamaktan ibaret bir anlamı olabilir mi?

Bilgeliğin ya da hikmetin amacı, hayatın anlaşılmazlıklarını açıklamak değil varlığın içinde olduğunu bildiğimiz ama dile getiremediğimiz esrarın sezgisel bilgisine kavuşmaktır. Bu hayatın amacı, yaşamak ya da daha iyi yaşamak değil, tam tersine yaşamın amacı bu hayatı anlamak ve anlamlandırmaktır. Böyle bakınca her şey daha anlamlı hale gelir. Bakmasını bilenler için, bulutların renkleri ve şekilleri, rüzgarın hangi yönden estiği, kuşların başıboş dönüşleri ya da ormanın sessizliği anlam yüklü bir yaşam amacının şifreleridir. Yazılı bir kültürünüz olmasa da hayatı okumak mümkündür. Ancak böyle bakan biri akan bir nehrin sesinde insan kalbinin çıkardığını andıran sesler duyabilir; tıpkı bir roman okuyan modern bir insanın karakterleri canlandırması ve canlı zannetmesinde olduğu gibi!

Modernizmin bedeli ağır olmuştur. Bununla yalnızca irrasyoneli, büyüyü, geleneği, inançları, mitleri, mistisizmi ya da metaforik zihni terk etmiş olmadık. Bununla esasında bütün bunları yaratan aklı ve hayal etme gücünü, ruhsal derinliği de yitirdik ki sonuçta hayat -belki de!- hiç olmadığı kadar rasyonel ama hiç olmadığı kadar yüzeysel, amaçsız ve anlamsız hale geldi. Bu yeni insan için elbette ki “toprağın bir ruhu olabileceği, bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyabileceği, ruhani inanışların hakiki yankılarının bulunabileceği fikri alaya alınıp bir kenara” atılacaktır. Oysa, mühim olan bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyıp taşımadığı değil, insanı bunu düşünmeye iten yaşamın bilgelikle ve derinlikle yüklü olabileceği fikridir.

Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerin ortasında, dünyanın en zor tabiat şartlarında küçük kabileler halinde yaşayan insanlar dışarıdan bakıldığında sadece hayatta kalmak için uğraşıyor gibidirler çünkü aslında yaşamak için yaşamamaktadırlar. Başka bir deyişle, önce hayatta kalıp sonra yaşamamakta, ya da önce iyi bir ev, araba, iyi bir meslek ve eş sahibi olup sonra yaşamaya çalışmamakta, baştan sonra canlı bir yaşamın içinde her an onunla birlikte nefes alıp vermekte, bütün bir hayatla, dünyayla ve de ölümle bütünleşmektedirler. Burada inanç ve öğreti kişiyi o kadar güçlü bir biçimde sarıp sarmalar ki onun dışına çıkmak dünyadan atılmak gibidir. Dünyayı tüketmek, onu bir hammadde deposuna çevirmek kutsala yapılmış bir saldırı olabilir. İnsan belki de bu dünyaya almak için değil vermek, tüketmek için değil besleyip büyütmek için gelmiştir ve böyle bakabilmek için nasıl değil niçin sorusunu sormak gereklidir.

Bitirirken bir kez daha, Davis’in -kelime kelimesine katıldığım ve daha iyi ifade edemeyecek olduğumdan emin olduğum- şu sözleriyle son verelim: “Elinizdeki kitaptan tek bir mesaj çekip çıkaracak olsaydım o da şu olurdu: Kültür kesinlikle eften püften bir şey değildir. Ne süs ne de zanaat ürünüdür, ne de söylediğimiz şarkılar ya da ettiğimiz dualardan ibarettir. Kültür, hayatların üzerini anlamla örter adeta. Bireyin, bilincin sonsuz duyumsamalarını kavrayabilmesini, ne anlam ne de düzen içeren bir evrende nihayet anlam ve düzen bulabilmesini sağlayan bir bilgi bütünüdür.

Bitirirken” dedim ama yine de benim tek cümlelik mesajım ne olurdu diye kendime soracak olursam, anladığım şey şu ki hayatı gerçek anlamda yaşamak kendimizden uzaklaşmakla başlar ve bunun da en iyi yolu başka kültürlerde yapılan yolculuklarda gizlidir. Sayısız öğretiden ve bilgelikten beslenerek ilerleyen, hiyerarşi kurmadan insanlara eğilebilen, yaşamak için yaşamanın dayanılmaz ağırlığından uzakta, yorgunlukların keyfe dönüştüğü bir yolculuk hayatın anlamı nedir sorusunu unuttuğumuz ve tam bu nedenle bu anlamı kendi içimizde duyduğumuz bir pencere açabilir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Boğaz'ın azizleri, gönül yurdunun sultanları

Yahyâ Kemâl, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar şiirine "Bir ulu rüyayı görenler" diye başlar. Bir başka güzide semti anlattığı Koca Mustapaşa şiirinde ise "Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı" der. Şairin burada iki manevi beldeyi anlatırken kullandığı seyretmek, görmek ve rüya kelimeleri çok önemli. Çünkü rasyonel yaşıyoruz. Akıl, zihnimizi zindana çevirmiş durumda. Gönül yıkık, kalp paramparça. Aradığımızı, sadece akılla arıyoruz. Oysa gayret için aşk kâfidir. Aklıma gelmişken, vaktiyle Üsküdar'da bir şeyh efendi dervişine altı ay Allah demeyi yasak etmiş. Derviş şaşkın. Nasıl olur, nasıl olur diye yanıyor. "Evladım" demiş şeyh baba, "sen kafanda kendince bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun."

Pandemi yaşadığımız şehirle aramızı açtı. Soluklanacak yer niyetiyle imkan buldukça mezarlara ve muhafızlara gidenler bir nebze sakin. Âşıklar sükûnet verir elbet. İşte, gidemeyenler için bir imkan. Şahane bir kitap: Boğaz'ın Dört Muhafızı. Üslubuyla, fotoğraflarıyla seyir zevki yüksek bir belgesel gibi. Geldiği günden beri elimde. Bitmesin diye ara ara okuyorum. Samet Altıntaş'a, çalışmasını gönderme nezaketinde bulunduğu için teşekkür ediyorum. Hani tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye bir söz var ya, kargo paketini açar açmaz ağzımdan çıkan söz oluverdi. Kitabın, daralan ve sıkışan yüreklere ferahlık vermesini dileyerek biraz sayfalar içinde gezinelim istiyorum.

Yazar, muhafızları anlatırken bir şehre ve tarihe hangi yönlerden bakılması gerektiği konusunda zihin açan atıflarda bulunuyor. Bir yandan tasavvuf literatüründe önemli yeri olan, diğer yandansa oldukça güncel eserlerden yararlanıyor. Mesela bunlardan biri, Mustafa Kirenci'nin hazırladığı ve Tâhirü’l-Mevlevî'nin 1910-1951 yıllarını kapsayan İstanbul yazıları: Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. Yine mesela, Walter Benjamin'in Pasajlar'ı, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'i ve elbette Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'i, Yakup Kadri'nin harikulade eseri Erenlerin Bağından'ı da eşlik ediyor okuyucuya, onun ölü toprağına bürünmüş his dünyasını harekete geçirmek için. İstanbul'u yeniden ve her şeye rağmen güzellikleriyle görebilmek için. 

İstanbul, bütün azizliğini içinde yatan azizlere borçludur. Onlar, Hakk'ın Hayy esmasıyla her an hazırdır ve nazırdırlar. Kimlere? Nazar edenlere. Gözle görmek için evvela gönül kapısını açmak gerektiğine inananlara. İstanbul'da sırlı birçok büyük zât sık sık ziyaret edilir, manevi makamları hürmetine Hakk'tan yardım talep edilir, her türlü darlık ve zorluk anında o büyüklerin isimleri anılır. "Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm" demiş Yûnus. Bu topraklarda gönlü sıkışan kim varsa evvela o gül deren elleri görmeye gider. Onlardan aldığı kuvvetle Hakk'a niyaz eder. Kimi zaman, "benim yüzüm yok, şu gül yüzlünün hürmetine" der. Böyledir buralar. Naz mayalıdır.

Samet Altıntaş, dikkatli okurların anlayacağı üzere İstanbul'un değil, boğazın muhafızlarına odaklanmış. Onlar, tabiri caizse karşılıklı birer kale gibi dikilirler İstanbul'un kenarlarına. Hikmet-i Hüdâ, bulundukları konum itibariyle insanın gözüne de gönlüne de şifa olurlar. Hava ayrı güzeldir oralarda, güneş sanki başka parlar, bulutlar narince geçer, çiçekler birbirlerine sanki koku fısıldar. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi, Beykoz'da Yûşa, Rumelikavağı'nda Telli Baba; her vakitte dertli gönülleri bekler. Türk İstanbul, onlarla Türk'tür. Aziz İstanbul, onlarla azizdir. Bugün, her ne kadar güzel bakmaya çalışıp da güzeli pek göremesek de, onlar vesilesiyle yaşadığımız şehrin hâlâ güzel olduğuna inanırız, inanmak zorundayız. Aksi, edebe mugayir olur.

Sultanlara sultanlık eden sultan dendi mi, akıllara Hüdâyî gelir. "Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir, Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür, 170 bin müride izin vermiştir, asrın kutbudur, hakikat sırları hazinesine ulaşan, marifet çeşmesinin çeşmebaşıdır" der Evliyâ Çelebi onu anlatırken Seyahatnâme'sinde. Büyükler demiş ki, Hüdâyî İstanbul'a gidene kadar bu toprakların manevi anlamda merkez beldesi Bursa idi. Yine derler ki bir insan, iki kez doğmalı. İlk doğum anadandır. İkinci doğum mürşitten. Üftâde, o aşk dolu nefesiyle üfledi, böylece Bayramiyye yolunun Celvetî kolu, Hüdâyî tarafından kurulmuş oldu. Sonra o koldan ne büyükler doğuverdi, bazılarının isimlerini anmadan olmaz: Selâmi Ali Efendiİsmâil Hakkı BursevîFenâî Ali Efendi, Haşim Baba... Sabah ezanından kısa bir süre evvel Hüdâyî yokuşunu tırmanmak, birbirinden esrarengiz kokular eşliğinde kapısına varmak, merdivenlerini bir ömrü bitiriyormuş gibi ağır ağır çıkmak, şükretmek, şükretmek ve daima şükretmek, insana öyle kalp safaları verir ki... Bir kere sevilmek dahi insana yeter. Hazret ne buyurmuş: "Vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde bir Fatiha okuyanlar bizimdir."

Muhteşem Süleyman'ın süt kardeşi dendi mi, akıllara Yahyâ Efendi gelir. Onun dergâhı, sanki İstanbul'u seyreden koskocaman bir yüz ve İstanbulluların gönlünü hoş etmek için bekleyen bir kutlu belde gibidir. "Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkıverilen bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir" der Tanpınar, Beş Şehir'inde. İlham mı arıyorsun? Gözyaşı mı dökmek istiyorsun? Af mı diliyorsun? Derin bir tefekküre dalmak yahut sadece uyuklamak mı istiyorsun? Orada muhakkak mükafatı vardır. Özellikle son yazdığım şaşırtmasın, istemeden de olsa uyuyup nice mükafatlar alan büyüklerimiz olmuştur. Çünkü niyet mühimdir, neden gittiğin mühimdir. "Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi" der İbn Arabî sultan. Aşkla gideni, Hızır'ın dostluk ettiği Yahya Efendi boş çevirir mi hiç? Onun sultanlığı, maddi değil manevi sultanlıktır. Bu sebeple zamanın gayrimüslimleri dahi ziyaretinden vazgeçmemiştir. Öte yandan, dergahın bir çeşmesi vardır, Sultan Hamid tuğralı. İşte o çeşmenin arkasında eskiden bir selvi ağacı varmış. Yahyâ Efendi ile Hızır sultan burada buluştukları rivayet edilirmiş. Bu rivayet, aklı küçüklere fazla gelmiş. 1980'li yıllarda caminin o zamanki imamı tarafından bid'at diye kestirilmiş. Ya hu Hızır istese senin evinin damında buluşur istediğiyle, dememiş mi acaba hiç kimse...

"Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirdiğimiz topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz." diyor Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih adlı tadına doyulmaz kitabında. Lokmayı sadece maddi bir şey zannettiğimizden, peşinde koştuğumuz da dünya oluyor sadece. Oysa manevi lokmalar, kişiyi hem bedenen hem kalben hem de zihnen doyurur. O lokmalara talip olanlardan kimileri Yûşâ Tepesi'nde alıyor soluğu. Yahya Efendi'nin üç gece üst üste Yûşâ'yı rüyasında gördükten sonra kabrini keşfetmesi, kabrin yeri net biçimde belirlenemediğinden o kadar uzun olması, orada yatanın Yûşâ olup olmaması bahs-i diğer manevi lokma talipleri için. Onlar zaten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" demişler, sabır ve şükür sarhoşu olarak niyaz etmeyi bir yaşayış hâline getirmişler. Turistik ziyaretle gidip dönenleri hariç tutuyoruz. Sonra, bir de Telli Baba var. Onun yaşadığı zamanlarda Kâdirî tâc-ı şeriflerine tel örülürmüş. "Allah'ın gelinleri" der gibi. İşte Telli Baba da o telleri örermiş, bu meşgalesiyle nam salmış. Göçtükten sonra da bilhassa evlenemeyen, evlat sahibi olamayan, geçiminde darlık yaşayanların ziyaretgâhı olmuş kabri. Öyle ki, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak önce kız ardında da erkek evlat sahibi olmak için bir dost tavsiyesi üzerinde gitmiş Telli Baba'ya. Mevlâ'ya Telli Baba'nın nazı geçmiş ki sahaflar şeyhi Ozak da yirmi beş yıllık evliliği geride kalırken birer birer kavuşmuş evlatlarına, adaklarını da yerine getirmiş titizlikle.

Samet Altıntaş, Boğaz'ın Dört Muhafızı kitabında İstanbul'u aziz yapanları anlatıyor. Şehrin ebedi nefesleri eşliğinde uzak ve yakın tarihi birliyor, okunması zevkli bir kitap-belgesel sunuyor meraklılara.

İnsan, gönlünü doyurmak ve ruhunu onarmak için İstanbul'u adımlamaya başladığında, kalbinin sesini iyi dinlemeli. Gün olur ki ayakları götürüverir bir büyüğün başucuna. Hürmet ve sevgi karşılıksız kalmaz oralarda: "Edeple gelen, lütufla gider"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Şubat 2021 Cumartesi

Göğün altında ne varsa, sımsıkı bir taşlama

Bazı yazarların kitapları hakkında yazı yazmak zordur. Çünkü bu kitapların özelliklerinden biri çok katmanlı oluşuysa, öbürü de anlatılmaktan, hakkında konuşulmaktan ziyade okunmaya uygun oluşudur. Ancak biraz konusundan biraz da dil ve üslûbundan bahsedip yazılar sonlandırılır genelde.

Ayhan Koç benim için bu tür yazarlardan biri. Sırlıçeşme (2017) adlı romanıyla Everest İlk Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra İthaki Yayınları’ndan Kara Havadisler Kervanı (2018) adlı öykü kitabını yayımlamıştı. Şimdi tekrar romana dönüş yapan yazar, yine İthaki Yayınları’ndan neşredilen Cümle Göğün Mavisi isimli kitabıyla okur karşısına çıktı. Sırlıçeşme kitabını bir türlü bulup okuyamamıştım ancak Kara Havadisler Kervanı benim en çok sevdiğim öykü kitaplarından biri olmuştu. Kitabın verdiği lezzeti hâlâ duyumsuyorum; çünkü öykü gibi öykü kitabıydı gerçekten. Yine postmodern tekniklerin bolca kullanıldığı, büyülügerçekçilik ve realist anlatım arasında gidip gelen bir kitaptı ancak ‘insanın beynini yakmaktansa’ okura edebî lezzet veren kitaplardandı. Okuru sadece hayal âleminde gezdirmiyor, gerçek dünyanın kapısına da bırakıyordu. Toplumsal gerçekler, politik dünya, edebiyat dünyası vb. sağlam bir şekilde hicvedilmişti ve ironik anlatımın neredeyse zirvelerine çıkmıştı yazar. Fakat tüm bunlara rağmen Kara Havadisler Kervanı kitabına siyasi bir nitelik yakıştıramıyorduk. Cümle Göğün Mavisi bu yönden biraz ayrılıyor bir önceki kitabından. Zaten biri öykü biri roman, elbette farklı olacak diyenler olsa da yazarın hikâyesini kurduğu temel her iki kitapta da bence çok değişmiyor. Bunun üzerine inşa edilen binada farklılıklar görülüyor. Ana konunun, başkahraman Fevzi Durukan’ın karısı tarafından aldatıldığı gerçeğiyle yüzleşmesi olduğunu söyleyebiliriz fakat ben bu kitaba ‘postmodern tekniklerin kullanıldığı bir siyasi roman’ yakıştırması da yapıyorum. Hayır, sadece politik hicvin bol olmasından değil, romanda bu atmosferden hiç çıkılmamasından dolayı.

Birkaç cümleyle de olsa kitabın kurgusundan ve konusundan bahsetmek istiyorum. Eskinin yazarı şimdinin gazetecisi Fevzi Durukan ve arkadaşı, hükümete dek uzanan bir yolsuzluk dosyasını gazetelerinde yayımlamış ve ortalık karışmıştır. Fevzi Durukan aynı zamanda karısının (Meral) kendisini en yakın arkadaşlarından biriyle aldattığını öğrenmiş ve ne yapacağını düşünür haldedir. Üç günlük bir zaman diliminde (cuma-cumartesi-pazar) kronolojik olarak devam eden roman geriye dönüşlerle ilerler. Fevzi Durukan bir taraftan her an tutuklanma endişesiyle yaşar, bir taraftan da karısına bir şeyler belli etmemeye ve ne şekilde davranacağını çözmeye çalışır. Yukarıda da dediğim gibi, bu romanı bir yönden siyasi bir roman olarak adlandırabiliriz ancak ana konu yine de Fevzi Durukan’ın ailevi problemidir. Kendisi de bu durumun farkındadır. Tutuklanma, gözaltı, tutuklanacaklarını bile bile yaptıkları haber hep bu aldatılma olayından dolayıdır: “Tıraş olurken, gelen mesajları okurken, midesini susturmak için bir dilim ekmeğe margarin-reçel sürerken ne yaptığının farkında birine benziyorsa da aldatıldığını öğrendiği gün düştüğü sorulardan mürekkep, sadece onun görebildiği bir okyanusta kulaç atıyor.

Kitapta postmodern bir anlatım ve kurgu olduğunu söylemiştim. Sağcı desen sağcı değil, solcu desen solcu değil, komünist değil, milliyetçi değil Fevzi Durukan, bir taraftan normal hayatını devam ettirirken bir taraftan da içindeki karanlık bir karakterle uğraşır. Onunla dertleşir veya olayları onun ağzından dinler. Bu ses kendisinin bir alter ego olmadığını, sadece bir iç ses olduğunu söyler. Dışarıdan bakıldığında kendi kendine konuşuyor görünen Bay F. aslında içindeki id’le çarpışıyordur. Aynı zamanda yaşadıklarını yeni bir roman olarak kurgulayan Fevzi Durukan, roman içinde roman yazmaya çalışır. Bu tür bir üstkurmacayı yazar Ayhan Koç, Kara Havadisler Kervanı kitabının son öyküsünde denemişti. Şimdi de bunu bir romanda uygulamaya çalışmış. Yani Fevzi Durukan, hem bir taraftan hayatını devam ettirmeye çalışıyor bir taraftan da okuduğumuz kısımları romana dönüştürmekle meşgul oluyor. Diğer taraftan da içindeki ilkel güdüyle, ilkel insanla uğraşıyor. Kitabın normal seyri dışındaki kısımlar küçük fontla yazıldığı için okur nezdinde bir karışıklık söz konusu değil. Yani bir Ses ve Öfke’yi okuyormuş gibi kafası bulanmıyor okurun. Net, berrak bir postmodern anlatım, postmodern bir kurgu. Oldukça başarılı.

Kitap hakkında bir eleştirim var fakat yazar Ayhan Koç bu eleştirinin de önünü almış, Fevzi Durukan’ın yazmayı düşündüğü kitabı arkadaşına anlattığı bölümde: “Konuyu beğendim. Kuşkusuz dönem eleştirisi bekleyen bazı okurlar tatmin olmayacak; tahminim o ki kimi eleştirmenler kitapta gönderme ve motif kalabalığı olduğunu söyleyecek falan filan feşmekân ama zaten anladığım kadarıyla senin amacın sonuca bağlanan bir şey değil. Bir kesit… O yüzden kim ne der, boş ver. Yaz bunu.

Evet, gerçekten de Ayhan Koç, ‘yolsuzluk dosyası yayınlayıp tutuklanmayı bekleyen gazeteciler’ üzerinden Türkiye’nin özellikle son yirmi yılını adeta hiciv bombardımanına tutuyor. Buna siyasilerin gerçek hayattaki söylemleri de dâhil oluyor, sosyal medyadaki trol ordusunun kullandığı argo dil de. Bu konu zaten bunları kaldırır ama bu süreçteki bütün olumsuz olayları romana koymalıyım havası biraz çiğ kalmış (KHK’lılar, mülteci problemi, basın özgürlüğü problemi, muhafazakârlaşma vb.). Daha az ve vurucu şeyler seçilebilirdi. Göndermeler o kadar net ki yazarın sadece isim vermediği kalmış. Hatta bazı yerlerde bu siyasilerin konumları da veriliyor. Yani Türk siyaseti hakkında hiç ilgisi olmayanlar bile kim kimdir net bir şekilde anlayabiliyor. Ama kitaptaki karakterin dediği gibi, Fevzi Durukan’ın yani Ayhan Koç’un da amacı bu. Tabiî bu ironi ve hicivden sadece siyasi hükümet değil, muhalefet de payını alıyor. Bu açıdan baktığımızda ne sağcı ne solcu ne komünist ne milliyetçi olan Fevzi Durukan’ın (belki de Ayhan Koç’un) objektif olma çabası da dikkate değer (hatta bir yerde Yılmaz Özdil’e bir taşlama var ki oldukça başarılı).

Kitabın en mizahî yerlerinden biri yazarın günümüz edebiyat dünyasına attığı salvolardı. Bunu Kara Havadisler Kervanı’nda da görmüştük. Ayhan Koç’un günümüz edebiyatının gerçek edebî esere değil para kazandıracak kâğıt israfı kitaplara verilen önemle bir derdi var. Kitaptan arka kapakta, didaktizme ya da mesaj verme kaygısına düşmeyen bir roman şeklinde bahsediliyor ama bolca mesaj kaygısı taşıyan yerler var. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Günümüz edebiyat dünyasının hâli ortada. Birinin bu eleştiriyi yapması gerekiyordu eserinde. Ayhan Koç da bunu iyi bir şekilde eritmiş kurgusunun içinde.

Kısa bir eleştirimi dile getirmeliyim. Kitapta birçok teknik denenmiş, bu da kitaba hareketlilik kazandırmış fakat başrolde hep Fevzi Durukan’ın olduğunu görüyoruz. Sadece bir iki yerde, Fevzi’nin eşi Meral’in güncesinden onun bakışını görebiliyoruz. Burada artı olan şu: Meral’in güncesiyle Fevzi’nin başrol olduğu bölümler tamamen farklı bir dille oluşturulmuş. Yani romanda en önemli şeylerden biri olan karaktere göre dil kullanımını yazar burada çok iyi başarmış. Meral’in güncesi olarak yazılan yerlerin başlığını görmeseydik bile kimin konuştuğunu anlayabilirdik. Eksi olarak bu durumların azlığını gösterebilirim. Kitapta yeterince ana karakter var fakat özel bölüm ayrılan çok az. Ayhan Koç bunları artırsaydı kitap daha hareketli olacaktı.

Bir de Fevzi Durukan’ın davranışlarının temelinde yatan şeylerin başında eşiyle ilişkisi geliyor ancak geçmişten gelen ailevi problemlerin de etkisi hiç az değil. Bu bölümler de daha yoğun işlenebilirdi diye düşünüyorum. Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Sırlıçeşme’yi dışarıda tutarsak, Ayhan Koç’un bir önceki kitabı Kara Havadisler Kervanı’nı bir derece daha çok sevmiştim. Birçok öykü içerdiği için yazarın yaratıcılığının sınırları daha genişti. Her öyküde başka başka konuları o güzel anlatımıyla anlatmıştı. Fakat bu romanı da nitelik olarak oldukça iyi. Birçok tekniği aynı konu içinde sırıtmadan kullanması ise takdire şayan. İyi bir yazar Ayhan Koç. Özgün ve dili de çok iyi kullanabilen bir yazar. Cümle Göğün Mavisi, Türk Edebiyatı’nda iyi romanlar safında kendine yer bulacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Günlük hayatın gölgesinde içimize dönmek

“Sır, başkasına anlatılamayacak olanı senin ancak bir başkası olduğunda anlamaya başlamandı.”

Leyla İpekçi ile pandemi döneminin başında Üsküdar’da tanışmak nasip oldu, bu vesileyle ilk kitabı Maya’yı okudum ve çok etkilendim. Başkası Olduğun Yer hakkındaki fikirlerime geçmeden önce, bir yazarın gözlerine bakmış olmanın, o yazarın kitabını okurken hissedeceklerimiz ve anlayacaklarımız üzerinde mühim bir tesiri olduğunu söylemek isterim.

Duyguyu, duygu yüklü metinleri okumayı çok seven birisi olarak, Leyla İpekçi’nin nahif bir üslupla yazmış olduğu bu romanı da çok sevdim. İlahi ve kahraman bakış açısıyla yazılmış, anlatımında durumlara odaklanılmış bir eserdi. Romanın tasavvufi yönü açısından değerlendirmek gerekirse, hâllere odaklı bir metin olduğu söylenebilir.

Kitap, adını roman boyunca öğrenmediğimiz kahramanın dünyayı o anki duyuşunun tasviriyle başlıyor. Birkaç sayfa çevirdikten sonra yazarın, kahramanın babaannesinin vefatı üzerinden ölümü anlatmaya çalıştığını anlıyoruz. Kitabın sezdirmelerle ilerliyor oluşu, okura farklı bakış açıları sunuyor. Yazar, kitaptaki tasavvufi temelli anlatısını kendi bakış açısından ele alıp, aynı zamanda okur için açık kapılar bırakmış. Ancak hangi açıdan bakılırsa bakılsın, temel ide, hep aynı. Örneğin iki kişi bir binaya farklı açılardan bakıyordur ancak baktıkları bina aynıdır, sadece biri ön cephesine, diğeri arka cephesine bakıyordur, bunun gibi.

Kitabın başkahramanı olan kadın, etrafında gördüğü her şeyde Hakk tecellisi arayan, oldukça sorgulamacı, kitabın atmosferine bakılırsa mahzun bir karakter. Oldukça kuşbakışı anlatılmış bir mutfak sahnesinde, kahramanın Erhan adında biriyle evli olduğunu öğreniyoruz. Böylelikle genel anlamda tasavvufi temelli bu esere, kadınsı bir duygusallık da ekleniyor. Kitapta temel bir teslimiyet öğretisiyle birlikte, gündelik hayatta insanoğlunun ne kadar boş bir sebepler zincirinin, ama ve çünkülerin peşine takıldığını görüyoruz. Hasılı, kitabı okurken kendi hayatımızda sorun haline getirdiğimiz meselelerin özünde ne kadar boş olduğunu görüp, böylelikle kendi yaşantımızı da sorgulamaya başlıyoruz. Gerçekten de ölümlü bir dünyada, bunca koşturmaca ve tûl-i emel neden?

“Kanat kalıntıları ile uçmaktır payıma düşen
Avareler, şahinler, spekülatörler, gevezeler!
Uzatın ellerinizi bana, oklarınızı dürüstçe saplayın!
Ne yediyseniz saatlerin mirasından,
Ne içtiyseniz saadetlerin testisinden
Soytarı gerek size ermişten ziyade
Ve ağlayan mâhkumlar gibi kalmak çukurlarda.”


Gündelik hayatımızdaki beyhude işlerimizin yanı sıra, dünyadaki acılara da dokunuyor kitabında Leyla İpekçi. İnsanlar birbirini neden öldürüyor, sokakta kimliği hala bulunamamış cesetlerin sayısı neden artıyor? Bunca hırs neden? Dünya hiçbirimize kalmayacak oysa ki. Kendi yaşantımızı sorgularken, kendimize bencillik derecesinde odaklanıp, dünyadaki acıları görmeyişimizi de hatırlıyoruz Başkası Olduğun Yer sayesinde.

Başkası Olduğun Yer, okurken dikkat gerektiren bir kitap. Dikkatli okuduğunuzda her satırın oldukça etkileyici olduğunu fark ediyorsunuz. Kitabın anlatımına alıştıktan sonra, su gibi akıp giden bir metne dönüşüyor okuduğunuz satırlar. Anlatının bazı kısımlarına, kahramanın duaları da ekleniyor:

Ya Rabbi!
Konuşmak istemiyorum.
İstemiyorum izzet tacımı kaptırmak.
Bir şeyler beklemek ondan bundan.
Oyalanmak.


Uzun süre olay odaklı kurguları okuduğumuzda, biraz durulup içimize dönmek isteyebiliriz. İşte öyle zamanlarda okunması çok keyifli bir eser olacaktır Başkası Olduğun Yer. Kitabı okumak isteyen herkese güzel okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

3 Şubat 2021 Çarşamba

Muhatap arar şair kendine

Yağız Gönüler, Kırılınca Klarnet ve Minnet Eylemem'den sonra okuyucusunu Profil Kitap vesilesi ile Freud’un Göremediği Rüya ile selamlıyor. Hayatını şiirle şiirini de hayatla karan, dünyayı hayra yormanın peşinde, hayatın iki yakasını şiirle kavramaya çalışan bir dil işçisi Yağız Gönüler. İnsan denen sır küpünü çatlatmaya; yekten tecime sergi olmuş çivisi çıkmış dünyanın derdine ortak aramaya devam ediyor bu kitabında yer verdiği şiirlerle. Yağız Gönüler, daha çok nereden geldik nereye gidiyoruz sorusuyla başına bela açmış bir şair. Bu sorunun peşinde düşe kalka, el yordamıyla, şaşkınlıklar ve hayal kırıklıklarıyla ama hep umutla cevaplar arıyor. “Topraktan” gelip “Toprağa” uzanan ortak maceramızın içinde her bir hayatın gölgesi bir başkasının üzerine düşüyorsa şair biraz da bunun izini sürüyor; gölgelerin dostluğu adına konuşuyor.

Şiir sofrasında göresidiğin bir dost yüzünü görüyorsun Yağız Gönüler’in şiirlerinde. Bittiği yerden başlayan aslında başlarken bitmeye yakınlaşan bir yerden, “Herkesin son dediği / yerden geliyorum” diye hatırlatıyor ortak hikâyemizi.

Hayra yorulacak bir rüya mı şu hayat? Ekmeğin, suyun, sabahın, akşamın, diline dolanan şarkının, ciğerine işleyen türkünün yakıcı üslubuyla “elinde kırılmış kumanda” yla insan neye muktedir şu dünyada? Yorgun akşamüstlerine benzemiyor mu hayat, her gün tazelense de gün. Belki de ondan: “Erkek anaları dünyaya dalgın bakar / işte bundan otuzlarımın çıtı çıkmıyor.

Şiddeti muhtelif depremlerden incinen, hayatın her sarsıntısına katlanarak yorulan; şüphenin, endişenin uyanık tuttuğu bir bilinçle ekmek, şiir ve türkü ile hayret kapılarında gezen Yağız Gönüler, hayatın bağışlanamaz taraflarına işaret ediyor: “Bir simitçi her zaman endişelidir / çünkü zaman en çabuk onu bağışlamaz.

Şairin Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Yunus Emre ile kurduğu ünsiyetten Jung da nasipleniyor sanki hiç yadırgamadan. Psikolojimiz, yaralarımız ve üstümüze basılan tuzlar onu da bağlıyor hiç umulmadık yerlerinden. Şairin önce dizlerine çöken bir ağırlık sonra dizelerinde çağıldıyor. Cevaplarında kendini izhar ediyor insan. Cevaplarıyla cerahatini boşaltabiliyor, öyle ya: “İnsan aslında cevaplarının toplamıdır.

Şaşırıp kalmak bize artık ne kadar uzak” diyorsa şair yolda susamışlara yahut yasak sulara kanmışlara “Haydi, durma!” diyor: “kaybettiğin o hayret için biraz daha gayret.

Oğluma Ömer dedim dünya aynı dünya / her gün yeni bir put diken kim” derken okunuyor endişesi bir babanın sözünden. Yüzünden düşen bin parça değil mi zaten herkesin şu ara. Değil mi ki: “İnsanın hakikati olmuş bir ev, bir araba.

Bu toprakların diye söze başlayanların ezberinde kaç türkü var ola? Yed-i emini sayılacaksa türküler memleketin, muhannete minnetin ne anlamı var? Mademki: “bazı borçları yalnız türküler ödeyebilir.

Uzak, nedir?” diye soran şairi herkes hatırlar. Kendisinin ücrasında yaşayanlar en çok. Yakından bahsi açıyor Yağız Gönüler, yakınını çağırarak yapıyor bunu. Hep kıyısında dolaştığımız çocukluğun bilincimizin tersini düz yapan etkisinden söz açıyor: “yakınlara küstün yakınlara küsme / uzaklar her zaman gerçek değildir / dünyaya küs dünyanın haberi olmasın / unutma hep çocukluğun kenarındasın.

Adı Yağız olanın kaderi atla elbet birleşir. At sırtı görmedi bizim nesil biliyorum ama rüyamız at sırtından inmedi hiç.

Büyük resmi görene madalya takmıyorlar. Ama herkes ona müşteri, kime ne diyesin? “Büyük resmi hiç görmesem de olur canım” dese de şair elbet yalandır diye bakmazlar ona bu kesin.

Hayatın zor dönemeçleri, ağır yükleri vardır. İmtihanın büyüğü insanın kendi iddiasındandır. Kitabın başından, ortasından ve sonundan mesulüz ancak “kitabın en ağır yeridir ortası / her şey apaçıktır orada.

Yağız Gönüler, emeğin duyarını kasmaz. Onun ne kasılmasına ne de büzülmesine gönlü razı olur. Resmi veriler itimat ister kendine ancak şair buna hemencecik kanmaz: “emek can veriyor ey resmî veriler / madende şantiyede asansör boşluğunda.

İğneyi kendine ne kadar batırdınsa, ele çuvaldız o kadar. Kendinden söz et denince başlayan sahte senfoni Taptuk’un kapusuna varamaz bir türlü. Şair, bunu da yazar tahtaya; Kant, Hegel ve Heidegger bakakalır: “Yunus Emre’yi de okuyamadın anca Kant ve Hegel / ben öyle varlığın öyle zamanın ve Heidegger.

Dünya, bir gölgeliktir o da pek vefasızdır. Üzerinden yaratılmış olmanın şaşkınlığını atamayana şair denir hem: “Yaşam fazlasıyla şaşırmaktır, doyamıyorum”. Koşan yorulmaz, durgun suda üreyip durur mikrop. Boş vermenin en güzel yolu kuşku yok yürümektir: “dinlenirsek yoruluruz biz boşver yürüyelim.

Şairin görüp de Freud’un hiç göremediği rüya nasıl bir rüyadır gerisin geri toprağa varınca anlayacağız sanırım. Bilincin ne altında ne üstünde bir teselli var. Buzdağının üstünden ne fayda gördük altından umalım. Arifin tarife muhtaçlığı yoktur lakin arar şair yine de bir çift kulak kendine.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Kutsalın iyileştirici gücüne inanmak: Jung

İnsanı tanımaya, onun davranışlarını ve düşüncelerini açıklamaya, duygularının arka planında nelerin yatabileceğini ortaya koymaya adanmış her ömür sıra dışıdır. Jung, insanla ilgilenirken onu sadece bir beden, akıl, zihin sahibi olarak görmeyi kendince kabul etmedi, bunu çok yetersiz buldu. Bu yüzden zamanın tüm kalıplarını yıkmak ve dışlanmak pahasına insanın her şeyden önce bir ruh sahibi olduğuna işaret etti. Hemen hemen tüm çalışmalarında ruh ön plana çıktı. Böylece yaklaşımları sebebiyle bilim çevrelerinin sert tepkilerine maruz kaldı ve hatta uzun bir dönem bilim insanı olarak görülmedi. O, hayal dünyasına gömülüp çoğu zaman buhranlara kapılan ve fantastik yönü ağır bastığı için söyledikleri üzerinde çok fazla düşünülmemesi gereken biriydi kimilerine göre. Oysa ufuk açıcı arketip kuramı ve kolektif bilinçdışı tezi günümüze ışık tutmaya, birçok bilim insanına ve sanatçıya ilham vermeyi sürdürüyor.

Taşlarını Freud'un dizdiği psikanaliz yolundan ayrılan Jung'un din ile felsefe arasında kurduğu güzergâh, bilhassa bugünün insanı için çok şey söylüyor. Zira bugünün insanı, kendinden kopmuş bir hâlde yaşıyor. Bu kopuş; insanın bir ruha sahip olduğunu unutması, tabiattan uzaklaşması, tüketime hapsolması ve geleneğe dair hiçbir merak duymayışıyla varlığın anlam kazanması bahsinde bir krize neden oluyor. Jung, çalışmalarında psişenin üzerinde durarak aslında bu krizi çok önceden görmüştü ve insanı yorumlarken bilincin, bilinç dışının, zihnin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünmüştü. Bu anlamda Platonculuktan etkilenmiş, gölge kavramı üzerine özellikle eğilmiştir. İnsan denen varlık sadece cismiyle değerlendirilemez çünkü o aslında gölgeden ibarettir Platonculuğa göre. Jung için gölge, insanın karanlık tarafını temsil eder. Onunla birlikte yürür, ona şekil verir ve aslında insan olma zenginliğinin tüm malzemesi işte o karanlık tarafta yer alır. Çünkü insan en 'ilkel' yanlarını gizlemeye çalışır, farkında olmadan o özellikleri bir gölge hâline getirir. Asla kaçamayacağını ise hiç fark edemez.

Jung, tıpkı Hermann Hesse gibi benim en çok ilgilendiğim isimlerden. Çünkü onların çabalarında yalnızca insan davranışları ve duyguları değil, uzaklardan, hem de çok uzaklardan gelen bir ses var. O ses bize çok tanıdık, çok kalbi. Hesse'nin sadece Demian romanına baktığımızda bile onun Jung'dan ne kadar etkilendiğini görebiliriz. Bu etkileniş, varlığın dairevi bir hareket içinde yer almasından -hermetik çember- insanın içindeki iyi ve kötü tarafı bir bütün hâlinde temsil eden Abraxas'a, sözcüklerin çoğu zaman hakiki duyguları ve düşünceleri gizleyen birer maske oluşundan doğayla kurulan güçlü bir ilişkinin hakikati fısıldamasına dek sürer. "Hepimiz Bütün'ün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma; kendimizi yüce akışa bırakmalıyız" der Hesse. "Tüm düşüncelerimin güneşin etrafındaki gezegenler gibi Tanrı'nın etrafında döndüğünü ve karşı konulmaz bir şekilde O'na çekildiğini hissediyorum" der Jung. Kutsalın gücü, berrak zihinleri ele geçirmekte hiç zorlanmaz. Onlar zaten teslim olmuşlardır, buna bir anlam vermişlerdir fakat izah etmekte güçlük çekerler. Bunu yaparken de tarih boyunca olduğu gibi dışlanırlar, duyulmazlar. Nihayet bu durum da bize tasavvuftaki "Bilen söylemez, söyleyen bilmez" sözünü hatırlatır.

Runik Kitap'tan çok titiz çevirilerle çok güzel kitaplar çıkıyor peş peşe. Özellikle bu "Nasıl Okumalıyız?" dizisine dikkat etmeli. Freud'un ve Jung'un yanı sıra, Lacan, Heidegger, Nietzsche, Shakespeare, Kierkegaard ve daha bir çok efsaneyi daha iyi anlayabilmek için yol boyunca ışık tutan kitaplar yer alıyor bu dizide. Söz buraya gelmişken, dilimize birçok kitabı çevrilmiş 'zehir zihin'lerden Simon Critchley'nin bu dizinin editörü olduğunu da söylemek isterim. Öte yandan bu dizideki kitapların çağa uyak uydurma gayretiyle ortaya serpiştirilen "adım adım" ya da "yeni başlayanlar için" kitaplarından olmadığını da belirteyim. Dizinin amacı gayet açık: irdelenen kişinin kullandığı kavramlara yeni bir gözle bakmak, yaşadığımız çağ itibariyle onun çalışmalarını daha anlamlı bir yere koymak ve önceliğimizi hangi eserine vermemiz gerektiği konusunda bir kılavuza sahip olmak.

"Jung'u Nasıl Okumalıyız?", her şeyden önce çok iyi bir çeviriyle hazırlanmış. Ersun Çıplak'ı tebrik etmemiz gerek. Neticede Jung gibi anlaşılması pek kolay olmayan isimlerin bir de çevirisine katlanmak, bunu başarıyla yerine getirmek, takdire şayan bir emek. Peki kitapta Jung'un hangi kavramları ve düşünceleri yeniden yorumlanıyor? Rüyalar, simgeler, ikinci benlik, mit, bilinç, yaşamın evreleri, insanlardaki ve uluslardaki karanlık taraf, toplumsal cinsiyet, arketip, nevrozlar, terapiler, bireyleşme, ruhsal iyileşme, seküler toplumlarda ruhun karşı karşıya olduğu tehlikeler, 'şimdi'den geleceğe yönelik bir tasarım.

"Jung yalnızca insanın kişiliğiyle ilgili yeni bilgilere ulaşmaya çalışmıyordu, aynı zamanda genellikle bilginin bir kenara bırakıldığı bir bilgelik düzeyine ulaşma sorumluluğu duyuyordu" diyor David Tacey. Bu sorumlulukla beraber Jung hep şu soruların peşinden gitti: Sonsuzla ilişki hâlinde miyiz? Duyu ötesi güçler bedenimizi, zihnimizi ve davranışlarımızı etkiliyor mu? Anlam, varoluşun bir sonucu mudur yoksa insan mı anlamı bulur? Tanılar gerçek midir yoksa onları insan mı icat etmiştir? Sınırların ötesindeki gerçekliğe ulaşmak mümkün mü? Freud'un id, ego, süperego modeli insan ruhunu ne kadar izah edebiliyor? Kişilik üzerinde insanın geçmişi mi daha etkili yoksa şimdiden sonrası mı? Bu sorular, çağdaşlarının nezdinde garip birer meraktan ibaret olan, bilim dışı sorulardı. Oysa Tacey'nin de belirttiği gibi bu sorular, kadim sorulardır. Felsefenin sorularıdır. Hakikati arayan insanların sorularıdır. Ne zaman ki Jung'un eserlerinde bu sorular belirgin bir yer kaplamaya başlar, artık Freud'un halefi olmadığını da ortaya koymuş olur. Zaten Freud da başlarda memnuniyetle karşıladığı Jung'u, bu psişe odaklı soruların peşinden gitmesi, onun bazı tezlerini hiçe sayması ve kendi bildiğini okur hâle gelmesi sebebiyle dışlar. Hatta kendi talebelerinin de onu dışlamasını ister. İşin magazin boyutu bir kenara bırakılırsa, Tacey'nin "Birçok yönden Jung, ideal bir soyut biçimler (görünmez metafizik yapılar) alanının varlığını öne süren Platon'un entelektüel torunudur. Freud ise, dünyayı akıl ve mantık yoluyla anlamaya çalışan Aristoteles'in varisidir." sözleri, ayrılığı açıklama noktasında önemli. Basit bir hayal kırıklığı değil bu ayrılık elbette. İki insanın, birbirlerine besledikleri 'entelektüel beklenti'yi sıfırlayan ve dolayısıyla bir bilim içinde farklı yolları kuran, o bilimi zenginleştiren bir ayrılık. Jung, Freud'un muhakkak ruhsal bir açlık yaşayacağını düşünür. Freud ise Jung'un 'dini saplantılar'dan kurtulacağını düşünür. Her iki beklenti de bir sonuç vermez. Herkes, kendi beklentisi doğrultusunda ilerler.

Jung, özellikle altmışlı yaşlarından sonra batının içinde bulunduğu anlam ve hakikat açmazının üzerine fazlasıyla eğilmiştir. Nitekim, Hristiyanlığın -protestan geleneğin değil de daha zengin ve simgesel olduğunu düşündüğü Roma katolikliğinin- yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Başka bir bakış açısıyla, yaşamın merkezinde konumlanan bir inanç ağı, batıyı iyileştirecekti ona göre. Bu düşünceler eşliğinde yazdıkları sebebiyle bazı önemli Katolikleri sadık topluluğa geri döndürdüğü için Papa XII. Pius'tan iltifat bile görmüştü. Jung'a göre insanların içine doğdukları inançla iyileşebileceğini düşünüyordu ve bu yüzden doğu ya da farklı kültürlerdeki ezoterik, mistik yaklaşımlardan ziyade evvele insanların kendi geleneklerine dönmeleri gerektiğini söylüyordu.

Freud'un Oidipus kompleksini ve cinselliği merkeze alan rüya yorumculuğu, Jung'ta bambaşka bir seyir izler. Jung'a göre rüyalar, büyük karanlıkta insanların gerçek rehberidir. "Dinin ışığı, güneşin parlak ve ışığı olarak tasavvur edilebilirse, rüyaların ve sezgilerin ışığı da yıldızlı gök kubbe olarak tasvir edilebilir" ona göre. Bir Cizvit papazının rüyaları 'batıl inanç' olarak değerlendirip, kilisenin lütfunun her zaman daha üstün olması gerektiğini ifade edişine şöyle karşılık vermiştir: "Haklısın, senin rüyalara ihtiyacın yok. Ama ben lütufta bulunamam, buna hakkım yok, bağışlayamam da; sadece insanların rüyalarını dinleyebilirim. Ben bir ilkelim; sense uygar bir insansın. Ben aziz olamam, sadece çok ilkel olabilirim, hatta bir adım daha öteye geçip batıl inançlara çok önem verebilirim."

Kendisine Tanrı'ya inancına dair soru sorulduğunda "inanmaya, imana karşı bir ilgim yok; sadece biliyorum" demiştir Jung. Onun bildiği, kutsalın yegane iyileştirici güç olduğudur. Bu kutsalın elbette bir kaynağı vardır ve o kaynak bütün insanlık için bitmeyecek, tükenmeyecek, dayanılacak tek güçtür: "Cennet bizim için fizikçilerin kozmik uzayı hâline geldi ve tanrısal gök kubbe, bir zamanlar var olmuş şeylerin berrak anısına dönüştü. Ama kalp parlıyor ve varlığımızın kökünü sinsi bir huzursuzluk kemiriyor. Bana öyle geliyor ki, dinsel yaşamdan uzaklaşmayla eş zamanlı olarak nevrozlar da gözle görülür şekilde artıyor. İnkar edilemez şekilde huzursuz, sinirlerimizi geren, kafamızı karıştıran ve görüşümüzü bulanıklaştıran bir dönemde yaşıyoruz."

21. yüzyılda Jung'un nasıl okunması gerektiğine, onun kavramlarının yaşamımızda hangi karşılıkları bulabileceğine ve anlam-hakikat-insan krizinde Jung'un konumuna dair güçlü bir öz kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Şubat 2021 Pazartesi

Kadere şerh düşülmüş bir arzuhâl

Ruhları bedenlere pay eden Tanrı, birbirimize cümlelerden kapılar açma fırsatı vermese halimiz nice olurdu!”. Böyle sesleniyor eserinin başındaki arzuhâlinde yazar. Sayfaların arasında sakladığı gerek kendinden gerek gözlemlerinden, belki okuduğu kitaplar biraz gezdiği şehirlerden heybesine doldurduğu ne varsa okurun gözüne sokmadan ama yine de “göz açık penceredir, hayata bakan” hakikatinin farkında olarak sözü yormadan sunuyor. Gözden gönle akacak olan ve her biri iç dünyasının farklı bir nüvesini oluşturan bu yaprak demetini; bir tadil-i erkan, belli bir usul takip ederek sunduğu için bizler, her bir hikayenin kahramanıyla göğüs göğse kalıyoruz çoğu zaman. Derdiyle dertlendiğimiz arkadaş aradan çekilip hikaye nihayete erdiğinde ise başımız ellerimiz arasında, damarlarımıza kadar işleyen bu vuzuha hayret ediyoruz. Ne zaman başladık, ne zaman ortaladık ve anlatıcıyla nasıl bu kadar ünsiyet kurabildik; tam olarak ayırdına varamıyoruz. Her biri bir dertleşme faslından ibaret olan bu öyküler, yumuşatalım diye muhatabımızın bize göğsünü açması şeklinde seyrediyor biraz da. Göğüs bir cephe gibidir çünkü, yıllar sayısız savaşın kalıntısını oraya bırakıp umarsızca çekip giderler. Geriye yeni birkaç savaş ve artık tepeleri gözükmeye başlamış ölümün dağı kalır nihayet. Böyle müşterek bir zeminde, bu kadar müşahhas bir ilişki kurulmuşken kahramanları yüz üstü bırakıp çekip gitmek mümkün olabilir mi? Biz de yazarın bizi biraraya getirdiği at yarışçısı Abdullah, hükümdar Behram, her geçen kış kürküne daha bir sarılan Oblomov, Üsküdar-Beşiktaş vapur hattında kendi dünyasına dalmış sarı benizli Wittgenstein okuru ve hatta ses kaydından nasihatlerini dinlediğimiz; artık ölümün kapısına varmış olan ulu bilge Tolstoy ile imzaladığımız mutabakat metnine sadık kalıyor ve onları asla yarı yolda bırakmıyoruz.

Kitaptaki öyküler, hem yirmi dört kare kuramına sadık her biri birbirinden bağımsız birer sahne hem de hepsinin bir araya gelerek oluşturduğu bütünlüklü bir festival filmi tarzında arz-ı endam ediyor. Peş peşe seyreden olaylardan müteşekkil bir aksiyon örgüsünden ziyade hayata dair küçük bir detaydan ilham alarak kendi içinde derinleşen ve bizatihi öyle olduğu için de yükte hafif pahada ağır bir lezzete dönüşen durum öykülerini okuyoruz. Sadece onları mı, yazarın cömertçe sunduğu günlük rutinlerini, her gün yürüdüğü yolları, geçtiği sokakları, yirmi yıldır hiç sektirmeden uğradığı çorbacı ve mürettebatını, yokuşta akıttığı teri ve inişte hızlanan adımlarını da birebir takip edebiliyoruz. Pazar günleri uyandığı yerden salona geçerken terennüm edilemez bir boşluğu teneffüs ediyor; ilhamdan, öğreticilikten, hüzünden, maneviyattan, aşktan ve hatta yalnızlıktan arındırılmış o “çile yolu”nu beraber geçiyor ve apansız bir şekilde dünyaya başıboş atılmış olduğumuz gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Yazar o vakitlerde elinde demli çay bardağıyla İcadiye sırtlarından Üsküdar sahile bakarken bizler dalgın bir surette “Bu kaçıncı Pazar, üstümüzden silindir gibi geçen?” diye düşünüyoruz. Bazen bir gece metrosuna sızıyoruz; yolcular sanki bu, onların son seferleriymiş de kaderlerine boyun eğmişler gibi ya gözlerini kısarak dışarda bir yerlere ya da gözlerini indirerek içlerinde bir yere bakıyorlar. Her iki bakış da dünyanın mülklerinden soğutuyor bizleri. Yol boyunca ağırlaşan bir soru sırtımızdan soğuk bir ürperti gibi geçiyor: Dünya, şu içine çekilerek susan yorgunlara ait bir yer midir yoksa gündüzün telaşı içinde savrulan kahkaha çiçeklerine mi? Zannedildiği gibi gece midir tekinsiz olan yoksa gündüz mü? Yazarın bir iddiası oluyor konuya dair: “Karanlıkta herşey aslına rücu eder; kurt kurtluğuna, korkak korkaklığına. Oysa gündüz hepimizin bir parçasını inşa ettiği devasa bir tiyatro sahnesidir. Sıkça o sahneye çıkar, oyunumuzu oynar sonra da aşağıya ineriz. Karanlık, herkesin kendine, kendi evine, ruhuna, suretine döndüğü alışıldık bir göç yurdudur. Suratlar düşer, bedenin her bir uzvu yorgunluk yüzünden sarkmaya başlar, konuşmaların tadı değişir, temkin elden bırakılır. Dolayısıyla en sahici, en gerçek, en kıymetli vakitlerdir bunlar.

Buğdayların biçilip taşındığı, birlikte hasat edilmiş tarlalara bakarken o yaz mevsiminden önünde açılan bir boşluk kesitini tarif ettiği yerde kalp atışlarımız hızlanmaya başlıyor. Evet o boşluğun giderek büyüyeceğini, yıllar geçse de asla eksilmeyeceğini hissediyoruz. Çünkü kaderin silgisi, hafızanın bazı sayfalarına hiçbir zaman dokunmaz. Nitekim öyle de oluyor. Bu bir ayrılık anıdır, adını anmadan onlarca kez mektup yazılacak olanla verilen son fotoğraf karesidir. İnsan, belleğine yapışıp kalmış bir fotoğrafa sürekli geri dönünce, başlangıçta hiç önemsemediği bazı detaylar öne çıkmaya başlar. “Ben mesela, bir ayrılık duruşmasına benzeyen o saatlerde ne giyindiğini, ne söylediğini, kalkıp gitmek için hangi bahanenin kalbine sığındığını çoktan unuttum. Hafızamda, yan yana oturmuş iki kişinin birbirinden gözlerini kaçırmak için baktığı bir boşluk kaldı. Yıllar da bıraktığın mirası büyütmekte pek cömert davrandı doğrusu. Her yaz sonu bir öncekinin boşluğuna bir sonrakini ekleyerek beni buraya kadar getirdi işte. Kendimi şair Li Po’nun haline ağıtlar yakan sınır bekçisine çok benzetiyorum artık: O sevimli bahar, kana susamış bir güze döndü…” Ayrılık sahnesinin kader silsilesine ve külli bir kader anlayışına evrildiği o satırlarda yazara bütünüyle katılmış olarak buluyoruz kendimizi: “Bana öyle geliyor ki tek bir aşk ve tek bir ayrılık var ve bütün kuşaklar kendilerinin sanarak girdikleri bu geçici evin her iki kapısından da hep alacaklı olarak uğurlanıyor. Bu ev, kaderdir.

Kitabın ismini aldığı “usta”yla da tanışma fırsatı buluyoruz ilerleyen sayfalarda. Bu; yazarın yirmi yıldır müdavimi olduğu esnaf lokantasının hem sahibi hem de şefi olan altmış beş yaşlarında irfan sahibi bir eski dosttur. O gün, biraz tedirgin, biraz endişeli; belli ki bir derdi var ancak teklifsizce gelip açılacak bir konu da değil; nihayet yolu açmak yine yazara düşüyor. Yanından birkaç kere göz ucuyla bakarak gelip geçen ustaya, sohbete hazır olduğuna dair bir girizgah yapıyor: “Usta, yirmi senedir şu koridorda tezgahla kasa arasında mekik dokuyorsun. Ama bakıyorum ki hiç bıkkınlık yok üzerinde . Fırsat olsa yarın yeni bir lokanta açar, orayı da burası gibi yirmi yıl saat gibi işletirsin. İkimiz de aynı Anadolu’dan çıkıp geldik; aynı yalanlardan, tarla kavgalarından, kız kaçırmalardan, renkli fistanlardan, tenha camilerden. Ama kaderimiz hiç de aynı değil: Ben burada yırtık bir isyan bayrağı gibi sallanıp dururken sen maşallah, burçlara sancak açmış nefer gibisin.” Usta, bu girizgahın ne anlama geldiğini iyi biliyor, müellifinin niyetini, önünde geri dönülmesi mümkün olmayan seferi ve kendisine tanınan sürenin giderek azaldığını…

Bundan sonrası ve aslında olup biten ne varsa okura emanet ediliyor. Sadece olaylar, filler ve failleri değil günler, mevsimler, şehirler, bahçeler, kuşlar, ağaçlar, eşya ve eşyayla kurulan her türden ilişki de çevirdiğimiz sayfalarda üstümüze dökülen birer huzme oluyor. En baştaki mukaddimesinde belirttiği gibi Ali Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor'da; kendimiz de dahil pek çok tanıdık bulabileceğimizi ifade ediyor. Öyle de oluyor; nitekim her şey, arzuhâlcinin resmettiği dünya günlerinin içinde olup bitiyor…

Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer