18 Kasım 2020 Çarşamba

Kalbini dinle, toprağa dön, insan kal

Mustafa Kutlu sadece öykücülüğüyle değil düşünce yazılarıyla da bu topraklardaki yerli yazarlarımızın en tepesindeki isimlerinden biri olduğunu ilk kitabından itibaren okura göstermiştir. Onun denemelerini okurken yabancı bir hissiyatla veya maddeyle karşılaşmayız. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi. Bu iki türde birbirine koşut konularda uzun yıllardır düşüncelerini okurla paylaşan yazar en son Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi adlı bir kitap yayımlamıştı. Bu kitapta uzun yıllardır deneme ve öykülerinde işlediği konuları daha tertipli düzenli ve bir bütün halinde okurla paylaşmıştı. Kutlu en son 2020 yılının başında bu kitabın devamı olarak Kalbin Sesi İle Toprağa Dönüş adlı çalışmasını yayımladı. Bu yeni kitabı, bir önceki kitabının içeriğine ek olarak Toprağa Dönüş adlı bir bölüm ihtiva ediyor ve on tane yeni denemeden oluşuyor. Bu kısma geçmeden önce bir önceki kitabında ve yeni kitabında da aynı şekilde bulunan bölüme değinmek gerekir.

Mustafa Kutlu kitabının ilk kısmını, yani 2019’da yayımladığı Bir Hicret Risalesi adı taşıyan kısmını ‘400 yıldır yolunda gitmeyen bir sistemden, kanaat ve tarım sistemine, ekonomisine geçişin, bu yolda yapılacak hicretin nasıl olabileceği ile ilgili bir düşünce kitabı’ şeklinde tanıtmıştı. Ve bu cümleden yola çıkarak Müslümanlara hitap eden bir kitap ortaya çıkardı. Zaten kanat ekonomisi terimi yazara yabancı değil. Yıllardır öykülerinde bu konuyu işlemişti yazar, bunun nasıl olacağını kurgu karakterler ve olaylar üzerinden okura aktarmıştı. Bir Hicret Risalesi kısmında da artık hicret etmenin vakti geldiğini okura ilan eder gibi yazmıştı yazılarını. Yazar ilk kitabında bazı yazarları almıştı yanına. Bunlar Nurettin Topçu, Sadettin Ökten, İsmet Özel, İsmail Kara ve Şaban Teoman Duralı gibi değerli şahsiyetlerdi. Özellikle Nurettin Topçu’yu temel alarak bir ‘ahlâk nizamı’ önerisi sunmuştu okura. Bu öneriden yola çıkarak Hududullah’a ulaşılacağını ve bu çarpık ve sapkın sistemden nasıl çıkacağımıza dair bir rota çizmişti: “Hedef Hududullah çerçevesinde vücut bulacak bir sistem arayışıdır.

İlk kitap bir bütün içinde birçok kollara ayrılıyordu. Ahlâk nizamı ve Hududullah’tan ayrılmadan; eğitim, ekonomi, şehirleşme gibi konularda yapılacak şeyleri incelemişti yazar. Elbette bunları hayatı boyunca anlatmıştı Kutlu ama bir bütün içinde ve bazı kavramların dışına sapmadan Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi’nde toparlamıştı fikirlerini.

‘Hicret’ demişti Mustafa Kutlu biz Müslümanlara. Bunun yolunu çizmişti. Yeni kitabında ve ilk kitabının devamında ise bize toprağa dönmeyi öneriyor ve yıllardır ‘toprağa dönüş’ ile ilgili fikirlerini de ek olarak yazdığı bu on denemede topluyor. Ben Kutlu’yu bu kadar dertli gördüğüm denemeler hatırlamıyorum. Yazar, sistemin masasına bir tekme atıp kurtuluşa ermemizi sağlayacak çok şey söyledi şimdiye kadar ama bu kadar dert ettiğini bu on deneme net şekilde gösteriyor. Bir kâlp ağrısı çekiyor yazar bu sistem içinde geçirdiğimiz her andan. Gerçek bir Müslüman’ın tavrını taşıyor ve bu kitapta da hitap ettiği kesim yine aynı. Bir değişim olacaksa buradan olacak diyor Kutlu: “Âmentüye inananlar için ‘toprağa dönüş’ sırat-ı müstakime ulaşmak anlamındadır. Kapitalizm sadece bir iktisadi sistem değil neredeyse itikadi bir meseledir. Gücünü ve hâkimiyetini öncelikle anasır-ı erbaa’ya saldırarak devşirir. Havayı-toprağı-suyu ve nihayet insanı sömürmektedir.

Bu sistemin, bu dünyanın bu şekilde gitmeyeceği malum. Ancak bu konularda şimdiye kadar bir şeyler anlatmaya çalışan çok yazar olsa da bunu kimse Mustafa Kutlu kadar dert etmedi. Çünkü hâlâ somut zararlar görünmüyor tabiatla ilgili olarak. Görünenler de bir şekilde geçiyor ve hayat normal rutinine dönüyor. İnsan, bir felaketi başına gelmeden anlayamaz. Mustafa Kutlu kapitalizmin bizi getirdiği yerin ve son’a geldiğimizin farkında. Çırpınıyor resmen Müslümanım diyenlere bir şeyler anlatmak için. Fakat gördüğümüz kadarıyla kimsenin umurunda değil. Çünkü kimse refah ve konforunu bozma cesaretinde değil. Kimse küçük şehirde dahi yaşasa üzerine toprak değmesini isteyecek bir cesarette değil. Bir ütopyadan bir hayalden mi bahsediyor bize yazar? Şu an için evet ancak bir değişim olacaksa akşamdan sabaha olmayacağının da farkında. O açık açık anlatıyor neyin nasıl olması gerektiğini. Teknik ve teknoloji kavramlarını ayırt etmemizi, büyümenin büyüsünden aklımızı ve kalbimizi kurtarmamızı öneriyor, bizi bir seferberliğe çağırıyor ve ilk kitabındaki gibi rotasına yeni yollar çiziyor. ‘Teşhis var tedavi de var, uygulaması artık sizden’ der gibi.

Bunlardan başka toprak, su ve hava konularına da tek tek değiniyor yazar. Hava kirliliğiyle ilgili yazısında ölüm oranlarını vermesi iyi olmuş çünkü somut verileri görmeden inanmıyoruz biz insanlar: “Yaz-kış her mevsim İstanbul’da Çamlıca tepesine çıkıp oradan şehre bakın. İstanbul’un üzerinde bir gri bulut göreceksiniz. İşte bu. İçiniz sıkılacak. Artık dünyanın tüm şehirleri böyle. Kirli hava soluyoruz. Sebep: Sanayi-endüstri-teknoloji vb. Sağlık olsun, ama nasıl olsun? Dünyada saatte 800 kişi hava kirliliğinden ölüyor. Dakikada 13 kişi demek. … Hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin ölümüne yol açıyor; bu sayının 600 bini çocuk.

Kutlu’nun dedikleri ilk bakışta ‘hangi çağda yaşıyoruz’ ya da ‘yıl bilmem kaç olmuş yazar bize toprağa dön, kanaat et diyor’ gibi tepkilerle karşılanabilir ki yazar da buna hazır. Ancak o dediklerini ilk defa demediği için ve yıllardır bunun alt yapısını hazırladığı için Kutlu’yu hayalcilik veya tutarsızlıkla suçlayamayız. Onun dediklerini Sadettin Ökten Hoca’nın şu dediklerinin paralelinde anlaşılması gerektiğini düşünüyorum: “Nitekim teknolojiye hiçbir şekilde karşı değilim; zira o da Cenab-ı Allah’ın ‘Ol’ emriyle olmuştur. Her teknolojik âlet, Müslümanlar için bir imtihan sorusudur; onun size hâkim değil, tâbi olmasını sağlayarak bu imtihandan geçebilirsiniz.” Evet, Mustafa Kutlu teknolojiye tamamen karşı görünebilir ancak Ökten Hoca’nın ‘imtihandan geçmek’ diye söylediği şeyin Kutlu’nun ‘teknik ve teknoloji ayrımını yapmak lazım’ dediği şeyle aynı minvalde olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kutlu’nun kitabına ileriki zamanlarda bir ek daha gelir mi? Bilmiyorum, yazar sanki başka yazmayacakmış gibi anlatmış konuşmak istediklerini. Fakat bir ek gelmesine de gerek yok zaten, kitap bu haliyle de gayet derli toplu ve bir çıkış yolu öneren denemeler içeriyor. İyice sindirmek lazım bu fikirleri. Ne demişti Sadettin Ökten: Nadan bir dünya bu. Kalbimiz inciniyor, fark etmiyoruz. İncinmiş kalpleri tamir etmenin yolu Mustafa Kutlu’nun denemelerinde olabilir. Şikâyet etmeden eyleme geçmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk

Dijital toplumun insanlarına rehber kitap

Ne zamandır 19.yüzyılın mimarisi ve 20.yüzyılın öğretmenleriyle 21.yüzyıla öğrenci yetiştiriyoruz diye feryat ederken kapıyı pandemi çaldı. Pandemi birçok şeyi değiştireceği gibi eğitimi de alt üst edeceğe benziyor. Peki bizler gelecek için hazır mıyız?” diye soruyor Pedagojik Dertlenmeler’in yazarı Barış Aygener

Eğitimci Yazar Barış Aygener, pedagoji merkezli eğitimi dert edinenlerden. Yeni kitabı Pedagojik Dertlenmeler, kısa sürede ebeveynlerin ve eğitimcilerin başucu kitabı oldu.

Pedagojik Dertlenmeler’in yazarı Barış Aygener, niyetini şöyle açıklıyor: “Dert edindim çocukları, çocuk ve gençlerin gerek ailede gerek okulda yetiştirilme biçimlerini, örselenmiş kırgın insanları, insanın doğasını hiçe sayan eğitim sistemini; merak ve hayret duygularının, ilgi, bilgi, deneyim ve yeteneklerin yok sayılışını, teknolojinin uyuşturucu gibi kullanılışını, doğadan kopuşu, güce tapıldığında iyi, güzel ve doğru değerlerin görmezden gelinişini… Çocukların hüznünü, gençlerin çığlığını, anne ve babaların çaresizliğini dert edindim.”. Aygener, gerçekten can evinden vuruyor insanı.

Bunca derde rağmen umutsuz değil yazar. Dertlerin bize yol göstereceğini, sorunların çözümünde pusula görevi göreceğine inanıyor. Yazarımız hedef kitlesini de belirlemiş: İnsanın yüceliğine, insani ve evrensel değerlere inanan insanlar. Zira Âşık Veysel’in sözünü hatırlatıyor bize. “Anlatmam derdimi dertsiz insana. Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez.

Pedagojik Dertlenmeler, yeni çıkmasına rağmen kitapseverler tarafından hızla kabul gördü. Kitabın okuyucu ile buluşmasında zamanlamanın etkisi var sanki. Pandemi üzerinden dünyanın kabuk değiştirmesine tanıklık ettiğimiz bu dönemde eğitimden ekonomiye, siyasetten kültüre her şey değişecek fakat en büyük değişiklik insanların dünyaya, yaşama bakışındaki değişiklik olacak. Kitap aslında bu değişimin izini sürüyor, zamanın akışını takip ediyor.

Kitabın bölümlenmesinde zaman esas kılınmış. Dört bölümden oluşuyor kitap. Yaşama dair rehber yazıların ilk bölümü, “Zamanın Ruhunu Üfleyen Düşünceler” çağı yakalayan, ufuk açıcı, yenilikçi zamane yazılarından oluşuyor. Bu bölümde pandemi ile değişen sosyal yaşamımız ele alınıyor. Zamanın konu ve sorunları işleniyor. Zira günümüzün nabzını tutan ilk bölümde teknoloji, geleceğin dünyası, dijital toplumun insanlarının gündemleri var. İkinci bölüm, “Günden Devşirilen Kalıcı Düşünceler” sosyolojiden psikolojiye, felsefeden eğitim bilimlerine kadar geniş bir yelpazeden beslenen her zamanın yazılarını kapsıyor. Gün içinde her birimize tanıdık gelen kişisel hikâyeler üzerinden bir farkındalık yaratılmaya çalışılmış. Üçüncü bölüm, “Bilgelik Yolunda Düşünceler” çok yönlü gelişimin, her birimiz için sonsuz ve sınırsız olması gerektiğini zamanı aşan yazılar ile hatırlatıyor. Kendimizi yetiştirmede rehberlik edebilecek, uyanışı sağlayabilecek ipuçlarını barındırıyor içinde. Dördüncü bölüm olan “Röportajlar” ise zaman ayarlı yazılar. Gündemin nabzını tutan konulara ilişkin yazarla yapılan röportajları içeriyor. Bu röportajlardan dijital mentorlüğe ve psikolojik dayanıklılığa ilişkin olanları bir süre daha gündemimizi işgal edeceğe benziyor.

Kitapta, “İnsanı anlamak her şeyin başı. İnsanın, kendine özgü ilgi, yetenek ve beğenilerini ortaya koyarak kişisel gelişim yolculuğuna çıkmasını sağlamalıyız” diyor yazar.

Yazarımız, gelişimin bir ömür zorunluluk olduğu günümüzde gerek kişisel gerekse toplumsal gelişmenin pin kodunu pedagojinin oluşturduğunu düşünüyor. Kitabın arka kapağında “Parmak izi kadar özel ve biricik olan bu kodlar, doğru okunduğunda yaşam daha anlamlı hale geliyor, huzur ve mutluluk yakınlaşıyor. Huzur ve mutluluğun önündeki zaman ve mekânı aşan ruh durumları ve ruh durumlarını belirleyen anlam, değer, inanç ve kabullerin beraberinde getirdiği bilinç hali, her birimiz için farklı yaşamlara kapı aralıyor. İnsanın psiko-sosyal özelliklerini içeren söz konusu şifreler, eğitim sürecine yerleştirildiğindeyse toplumsal kalkınmanın ilk koşulu gerçekleşmiş oluyor.” diyerek bireysel olanla toplumsal olanın bağını kuruyor ve ekliyor: “Söz konusu bu şifreleri çocukluk döneminde keşfetmenin önemi büyük. Çocuklarımızın sahip olduğu potansiyeli, geçilmemiş dev bir okyanus, keşfedilmemiş yeni bir kıta, açığa çıkarılmayı bekleyen fırsatlarla dolu bir dünya gibi düşündüğümüzde önümüzde bir sonsuzluk uzanıyor. Çocuklarımıza merak ve ilgilerinin izini tutkuyla sürmelerini öğretmek, zorluklarla mücadele becerisi kazandırmak, hiç tükenmeyecek pedagojik piyango haline dönüşüyor, özellikle ülkemizde.

Kitapta yer alan denemelerin başlıklarının neredeyse her biri aforizma niteliğinde. İşte başlıklardan birkaç örnek: Kaç Öğretmeninizi Hatırlıyorsunuz, Pandemi Öğrenme Devrimine Neden Olabilecek mi, Gelecek İçin Hazır mıyız, İnsanın İnsana Körlüğü, Bilmek ile Olmak, Çocukluğa Kaçmak, Düşüncelerimiz Yaşayacaklarımız İçin Bir Davetiye mi, Şikayet Ettiklerimiz Öğretmenimiz Olabilir mi…

Kitabın hoş bir üslubu var. Yazarla okuyucu konuşuyormuş gibi sohbet havasında yazılmış. Kitapta verilmek istenen mesajlar hemen herkesin günlük yaşamında karşılaşabileceği konu ve olaylar üzerinden anlatılmış. Dolayısıyla kitabın her bölümünü sarıp sarmalayan derinlikli düşünceler okuyucuyu yormayan, sade ve samimi bir üslupla dile getiriliyor. Kitabın kapağında dikkat çeken anahtar deliğine gözünü dayamış küçük çocuğun meraklı bakışlarıyla bir yandan 21. yüzyılda eğitimin değişen yönlerini yenilikçi bir ufukla değerlendirirken diğer yandan insanlığın tüm zamanlar için geçerli evrensel tarafına keyifli bir yolculuğa çıkıyoruz.

Pedagojik Dertlenmeler, işlediği konular ve gündeme getirdiği sorularla geniş bir kitlenin dikkatini çekeceğe benziyor.

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

17 Kasım 2020 Salı

Rüya ile gerçek arasında çoğalan öyküler

Abdullah Harmancı, Melek Kayıtları’ndan sonra yirmi dört öyküsünü yine İz Yayınları arasında Behçet Bey Neden Gülümsedi? başlığında iki kapak arasında topladı. Hayatın kendisinden ilham alan, elinizi uzatsanız hemen dokunabileceğiniz, oturup dertleşebileceğiniz kahramanların öyküsü Harmancı’nın en baştan beri sürdürdüğü. Bu kitaptaki öyküler de bu izin peşinde.

Harmancı, doğrusuyla yanlışıyla; hatasıyla sevabıyla yaşadığımız zamanın çocuğunu, çağ kardeşlerimizi anlatır bize bizzat bu kardeşliğe katılarak. Hikâyelerinde bildiğimiz insanı anlatırken, yargılamaz. Sosyal mühendisliğe girişmez, idealize etmeye hiçbir sebeple yeltenmez Abdullah Harmancı kahramanlarını. Olduğu gibidir herkes.

Behçet Bey Neden Gülümsedi? yazarının yaşadığı şehrin –Konya’nın- dokusu ve kokusuyla çevrelenmiş, her zaman derine her zaman iç muhasebeye doğru açılan Harmancı öyküsünün tam olarak demini bulduğu bir kitap. Okudukça içinize işleyen, işledikçe gafletle ıskaladıklarınızı size şefkatle hatırlatan öykülerle karşılaşıyorsunuz.

Harmancı öykülerinde size peşin hisseler verilmez. Sonuca varamazsınız. Sorular, soruları doğurur. Yaşadıkça biriken, çoğu zaman acıtan ama her zaman hayretle sorulan sorulardır bunlar. Öykü başı sonu belli olan bir tür değil mi oysa? Başlangıçta gördüğünüz tüfeğin patlaması, yazarın kahramanına çizdiği kaderi yaşaması değil mi? Harmancı öyküsünde böyle gitmiyor işler; yollar sarpa sarıyor, işin içinden başka işler çıkıveriyor.

Kitapta okuyucu ısrarla kahramanın iç dünyasına çekiliyor. Hayret, son durağınız oluyor, elinizi şakaklarınıza koymuşken buluyorsunuz kendinizi. Cebelleşiyorsunuz durmadan kahramanın mokasenlerini giyerek kendinizle. Her bir öyküde ayrı bir muhasebenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu bezdiren, küstüren bir sorgu hali değil, korkmayın. Aslında kitap bazen sizi güzel gösteren bir aynaya dönüşüyor. Sizin baktığınız gibi bakıyor, sizi söylüyor. Bunun da tehlikeli bir tarafı var mı? Elbette ama gelgelelim işin sonu hep bedelli bir yüzleşmeye varıyor. Öyküler bu yönüyle birbirine özenle bağlanmış sanki. Kopmuyor, koparamıyorsunuz birbirinden.

Hiç yeri değilken, daha en başta kalbinize çakılan çivileri hatırlıyorsunuz. Abdullah Harmancı, hiç yeri değilken yapıyor bunu size. Çayınız soğuyor, ağzınızı tatlandıran oyalanmaların acı tadı geliyor dilinize. Tadınız kaçıyor doğrusu başlarken. Soğumuş çayınıza dahi başka gözle bakıyorsunuz.

Enkaz altında size kaybettiğiniz şeyleri aratıyor biraz da öyküler. Çocukluğunuzu, annenizin kısır sohbetlerini, avlulu evlerin ikindi ferahlığını özletiyor. “Şeker Mahallesi”nde yükselen binalar içinizi karartıyor, ürperiyor, korkuyorsunuz bu binalardan herhangi birinin herhangi bir dairesinde yaşlanmaktan. Top oynadığınız mahallenin çukurlu, çamurlu yollarını özlüyorsunuz. Nostaljik değil bu anımsatmalar, ne idik ne olduk sorgusu daha çok.

Abdullah Harmancı, alışmış giderken çalan bir telefon, her şeyi yoluna koymuşken çıkan bir engel, artık tamam demişken her şeyi başına döndüren o düşüş anına odaklıyor öyküsünü; oracıkta kör düğümünü atıveriyor. “Nası dünyaymış ülen arkadaş?” ise bu dünya, gözüne takılan gönlünde yer ediyor sanki yazarın. Dokunuyor bu soru zihninize. Anlıyorsunuz.

Görünmenin, bilinmenin, sevilmenin haddini hududunu tanımayanların gözlerinden taşan hırsın, dostluğu öldüren ihtirasın sonu pişmanlığa varan hikâyesini anlatıyor Harmancı. İğneyi ister istemez kendinize batırıyorsunuz. Sormadım demez kimse şöyle: Ne geçecek eline, şu yapıp ettiklerin neye yarayacak ve bunlardan kime ne? Elindeki kalemin kârı, söylediğin sözün muhatabı kaldı mı? Edebiyatın bencil tarafını yoklarken, “Yazıyoruz da ne oluyor?” diye soran kahramanının masaya vurduğu “elinin ayası”nda isyana kalkan bir feryada ortak ediyor sizi Harmancı. Anlıyorsunuz. Uzun emel, uzun ömür derdine düşen; dünyayı “ölümsüz kasabaya” çevirmenin beyhude çabasını, zamanı sermayeye tebdil eden tarafımızı irdeliyor ironiyle nazikleştirerek Harmancı. Anlıyorsunuz.

Bazen de hiç olmaz bu iş derken, iflah olmaz bu adam derken, çıkmaz sokak burası derken umuda, feraha kapı açıyor kitap. Anlıyorsunuz. Hayatımızda yeni sayfalar açma, nedametle kirlerden ve paslardan arınma; kendine çeki düzen verme, gerekiyorsa başka bir yerlere çekip gitme, küsme hakkınızı hatırlatıyor size. Anlıyorsunuz.

Rüya ile gerçek arasında çoğalıyor sanki Harmancı öyküleri. Dünyadan göçenler ile yeni gelenler arasındaki perdenin aralandığı, çocukluğun tekrar tekrar yaşandığı, herkesin yerine yaşandığı bir muhayyele sarıyor kitabın sonlarına doğru sizi. Dalgın dalgın niye bakıyor acaba hep yazar diye sorarken sürekli ardı ardına iki öyküde buluyorsunuz cevabı. Anlıyorsunuz.

Dünya karar yurdu değil, yarım kalmak sermayemiz. Yokluktan varlığa, bidayetten nihayete, hamlıktan kemale, beşikten mezara, dünyadan ahirete, A’dan Z’ye her birimizin dünyasında olmuş, olan ve olacak ne varsa Köksal Alver’in ifadeleriyle ince bir dikkat, acı bir dokunuş ve merhametli bir konuşmaya dönüşüyor Harmancı hikâyesinde. Bir de okurken yazarı merakla sizi izliyor sanki müşfik gülümseyişiyle. Anlıyorsunuz…

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Türler arasında salınan Onat Kutlar denemeciliği

Onat Kutlar belli bir türde karar kılıp o alana dair çalışmalar yapan bir yazardan öte, türler arasında gidip gelen, her çiçekten bir miktar tadarak başka başka çiçeklere konan bal arısı gibidir: Sürekli deneyen, farklı türlerde eserler veren bir edebiyat meraklısı.

Deneme de bu deneyişten nasibini alır. Güncele ve güncel üstüne yaslanan yanıyla denemelerini iki farklı çerçevede değerlendirmek mümkündür. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan; ağırlıklı olarak basın, sinema ve güncel yaşama dair yazıları Gündemdeki Konu isimli kitabında toplanmıştır. Türk sinemasına dair sert ve yer yer yapıcılıktan uzak eleştirileri, sansüre, çağdaşı olan senaristlere, Batı sinemacılığı ile Türk sinemasının mukayesesine kadar pek çok yazısı da Sinema… Sinema isimli kitabında toplanmıştır. Tüm bunlar, zaman zaman yanlı da olsa, dönemin entelektüel bir yorumu olması açısından önemlidir fakat burada da başka bir soru işareti doğar: Deneme güncele ve şimdiye yaslanan bir tür müdür? Bir başka soru daha: Deneme, yaşanılan dönemin salt aktarımından ve kritiğinden ibaret olursa çağlar üstüne hitap edebilmesi mümkün müdür? Turan Karataş’ın bu sorulara verdiği yanıt önemlidir, “Deneme güncelin tozunu üzerinden silkelemedikçe sonraki vakitlere kalacağını temin eden niteliklerden mahrum kalır. Güncelden ilham alır, malzeme devşirebilir fakat o biricik olaya, o güne, o ana takılıp kalmamalıdır.” Gündemdeki Konu ve Sinema… Sinema’daki yazılar güncelin ağına takılı kaldığı gibi bilhassa sinema alanında, yüzünü tek bir yöne döndüren metinler olduğu söylenebilir. Bu denemeler, yalnızca dünün dinleyicisinin dikkatini çekebilecek ancak günümüz okurunu kendine bağlayamayacak türde metinlerdir.

Mektup adı altında yayına hazırlanan fakat denemenin sınırları içerisinde değerlendirmenin daha uygun olacağı Yeter ki Kararmasın ve Bahar İsyancıdır isimli kitaplar, Onat Kutlar’ın imgeci ve metaforik dilini yansıtan metinler olduğu gibi deneme türünün de iyi örneklerindendir. Bilhassa Bahar İsyancıdır okunduğunda şiire ve öyküye yaslanması sebebiyle akla, “Peki, ama şimdi bu metinleri hangi türün sınırları içinde değerlendireceğiz?” sorusu gelebilir. Fethi Naci bu soruya kendince bir yanıt vererek, “Bence çoğu hikâye bu yazıların,” demiştir. Bu söylem, zannediyorum ki denemenin sınırlarının kesinkes tespit edilememesinden kaynaklanıyor ya da türleri belli kalıplar içerisinde değerlendirme isteğinden. Ancak deneme geçirgen, havai ve kurmaca dışındaki her şeyin içine dahil edilebileceği bir tür olduğundan belli tanımlar içine hapsetmek, sınırlarını daraltmaktan öteye geçmeyecektir. Sınırlarının bunca geniş oluşu, bunca tespit edilemezlik ve belli bir sınır koyamama hali, türün kapsamında ortaya çıkan metinler için de genel geçer yargılarda bulunmayı ve belli noktaları işaret edip onu türün kıyısında bırakmayı zorlaştırıyor. Zorlaştırmalı da. Türlere belli kalıplar biçmek ve bunların esnemesine, türler arasındaki geçirgenliğe izin vermemek; anlatı evrenini daraltacağı gibi yazarı da belli kalıplar içinde sıkıştıracaktır.

Tüm bunları bir yana bırakıp denemede yazarın konuyu işleyiş biçimine, dili kullanma özverisine ve “ben” evrenin metne dahil olup olmadığına bakılması, denemeye dair ipuçları vermesi açısından önemlidir. Denemede aktarıcı bizzat yazarın kendisidir, samimiyeti ve ben’li üslubu perdeleyen bir anlatıcı ya da tanrıyazar yoktur. Bu sebeple Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır‘daki metinlerine öykü demek hatalı bir yaklaşım olacağı gibi, sınırları net olarak çizilemeyen bir türü belli kalıplara oturtmaktan da öteye geçemeyecektir. Kaldı ki deneme, ifade etmek istediği şeyi küçük öykücükler anlatarak ifade edebilir. Denemelerin içine serpiştirilen öyküler, metnin akılda kalıcılığını ve etkisini arttırdığı gibi, türler arasındaki geçirgenliği de barındırması bakımından önemlidir. 17. yüzyılda türün ilk örneğini veren ve yazdıklarını essasi olarak adlandıran Montaigne de ifade etmek istediği şeyi belli referanslarla, tanık olduğu olaylarla ve hikâyelerle izah etmiştir. Alışkanlıklar denemesi, ifade etmek istediğim bu hususların bizzat uygulandığı bir denemedir. Montaigne metnine bir hikâye anlatarak başlar. Aynı şey, Onat Kutlar’ın Çevirmen isimli denemesi için de geçerlidir. Girişte bize bir hikâye anlatılır. Ölen serçelerle ilgili bir hikâye. Ticaret Mahkemesi’nin yaşlı odacısı, ağaçtaki meyveleri serçelerden korumak için ateş etmekte ve her defasında ölü bir kuş düşmektedir yere. Evdekiler ses çıkaramamaktadır buna. Kutlar sorumluluk hissederek misafirle ev ahalisi arasında aynı dil içinde çevirmenlik yapar. Aynı lisanı paylaşanların arasındaki iletişimsizliği gideren bir aracı oluşu, hayatı boyunca devam eder. Tüm bunlar, hikâye etmek için yapılmış şeyler değildir. Anlatılmak istenen yalnızca hikâye formunda anlatılabileceği için yapılır bu. Hikâyeler anlatmak istenene imkân tanıdığı için, anlamı genişletip etkisini arttıracağı için anlatılır. Bu açıdan bakarsak denemeler, elbette tahkiyeyi kullanacaktır. Denemenin şiire, öyküye ve makaleye imkân tanıyan ve alan açan bir tür olduğu düşüncesiyle metne yaklaşıldığında, deneme adı altında yayımlanan pek çok metnin, kendi içerisinde bile farklılıklar gösterdiği, okunan her yeni metinle birlikte türe ve türün özelliklerine dair tanımların değişeceği görülecektir.

Kutlar’ın denemeleri, bahis edilen geçirgenliği içinde barındırır. Baudelaire’in, “Her zaman şair ol düzyazıda bile,” sözünü hemen her denemesinde hissederiz bu yüzden.

"Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü kızarmış taze bir ekmekken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz."

Böyle cümleler okumak üslubun merkeze alındığını, dilin araçsallaşmaktan çıkıp amaca dönüştüğünü fısıldar bize. Doğrudur bu. Bazen mensur bir şiir dahil olur denemeye ve anlam bir ses, bir imge, bir metafor arkasında görünür. Denemeye bu kapıdan girildiğinde, yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkulukların, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu krater gölünü neden gösterdiğini anlarız. Bu, Kutlar’ın denemelerinin imgeye yaslanan bir isyanı, bir duvarı ve duvarın ardındaki gerçekliği gösteririz bize.

Onat Kutlar, nasıl ki tek öykü kitabı olan İshak’la anlamı kazıyarak imgenin gerçekliğe dönüştüğü bir öykü evreni inşa ettiyse Bahar İsyancı’dır ve Yeter ki Kararmasın’da da şiire ve öyküye yaslanan bir deneme dili inşa etti. Bu yüzden anlam ancak dil kapısından girildiğinde görünecektir.

15 Kasım 2020 Pazar

Yeni Türkiye'nin siyasî dili yahut psikolojisi

Yakın siyasi tarihimiz dil sürçmeleriyle pek meşhurdu. Siyasiler daha önce kullanmaya alışık olmadıkları kavramlar ve zaman zaman da 'halk diline inme' gayretleriyle türlü türlü hatalar yaptılar konuşurken, demeç verirken. Olan oldu ve youtube bu konuda ciddi bir arşiv sunar hâle geldi. Bazen tarih de affeder ama arşiv asla affetmiyor. Siyasi tarihimize dair arşivlik kitaplar özellikle son 10-15 yılda ciddi biçimde arttı. Bazen gazete yazıları bazen de dergi makaleleri bir araya geliyor ve ortaya arşivlik kitaplar çıkıyor. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş gözden kaybolacak ama bir gün ortaya çıkarak 'her şeyi' yeniden hatırlatacak olan kitaplara arşivlik kitap denir, denebilir. Mesela Kemal Tahir'in kitapları edebi yönleri dışında arşivliktir, Uğur Mumcu kitapları da.

Yeni kelimesiyle başlayan her şey yeni bir düzen getirdi (dayattı) ve bu getiriden (dayatmadan) rahatsızlık duyan kimseler (muhalifler) derhâl etiketlenmeye başladı. Proje düşmanlığı'ndan vatan hainliği'ne uzanan bir etiketlenme bu. Kelimeler yeni kelimeleri getirdi, ortaya yeni deyimler, atasözleri, özdeyişler, ikilemeler, üçlemeler, beşlemeler ve adlandırmalar çıktı. Yakın zamanlardan iki örnek 'çapulcu' ve 'kahrolsun bağzı şeyler' olabilir.

Bir kesimi işaret eden, sadece işaret etmekle kalmayıp ötekileştiren, özsaygısını tehdit eden, varoluşuna saldıran kelimelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Hemen birkaçını sıralamak gerekirse: sen kimsin, marjinal, fitne, biz yaparız, fıtrat, gereği yapılır, kurunun yanında yaş, mağdur, güruh...

Bir de herkese seslenilen, seslenilmesi gereken bir ortamda sadece belirli bir kesime seslenen kelimeler var. Bunlar da aslında yukarıdaki gibi diğerleri ittiren, sıkıştıran, bunaltan kelimeler: benim esnafım, kimse kusura bakmasın, hassasiyetlerimiz, dokunulmazlıklar, biz yaparız, en doğal hakkım...

Hayatımızın her yerini kaplayan ve bu kapladığı alanı sürekli genişleten kelimeler de var. Bu kelimeler 'samimiyet'ini çoktan kaybetmiş kelimeler olmasına rağmen bilen bilmeyen herkesin ağzında sakız gibi büyüyor, küçülüyor sonra da bir kenara tükürülüyor. Elbette en başta samimiyet kelimesi, sonra: yerli ve milli, yeni Türkiye, büyük resmi görmek, algı operasyonu, hegemonya, medeniyet denen, sadakat, itibar, bedel, üst akıl, bizim kültürümüzde yok, kınama etiği, öfke etiği...

Dizilerden üniversite isimlerine, belediye etkinliklerinden ana haber bültenlerine kadar gözümüze gözümüze sokulan kelimeler olmazsa olur mu? Olmaz. Bu kelimeler aslında hiç de göründüğü gibi 'goygoycu' değil. Son derece hassas. Çünkü bu kelimelere itiraz edecek ve onların hakkında 'abidik kubidik' yorumlar yapacak olursanız başına iş açabilirsiniz. Mesela 'linç' sizin için birden bire 'tahrik hakkı' sayılabilir. İşte o kelimeler: kadim, çift başlılık, durmak yok, merhamet, olağanüstü, şehitler ve şahitler, malazgirt, bayrak, mehter, İbn Haldun...

Tanıl Bora, Birikim dergisinde yazmaya başladığı kelime odaklı yazılarının ilhamını iki kitaptan aldığını söylüyor. İlki Baskın Bıçakçı ve Alper Aslandaş imzalı Popüler Siyasî Deyimler Sözlüğü. Diğeriyse Victor Klemperer'in LTI: Nasyonel Sosyalizmin Dili kitabı. Bu iki kitap da hiç şüphesiz arşivliktir. Bu arada 'hiç şüphesiz' de nasıl şüpheli duruyor öyle...

Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye'nin Siyasî Dili, 278 sayfalık bir gazete olarak okunabilir aslında. Reklamsız, sansürsüz, gerçekçi. Sonra insan düşünüyor, bu kelimeler ne çok da karakterimize, şahsiyetimize, varlığımıza saldırıyormuş ya hu? Ne kadar yaralıyormuş aslında. Ne demek yani sen kimsin? Kimsem kimim. Öyle diyor Tanıl Bora mesela: "Sen kimsin! Güçlü ve zevkli bir tanımama jesti. Tanımıyorum seni, saymıyorum. Ehemmiyetsizsin, varlığınla yokluğun bir. Muhatap değilsin. Bir özne değilsin. Foucault 1969'da ünlü 'Kim konuşuyor?' konferansına Samuel Beckett'tan bir alıntıyla başlamıştı: 'Konuşanın kim olduğu kimi ilgilendirir sözü, konuşanın kim olduğunu dert eden birisinin sözüdür.' Sen kimsin!'in hor gören, tanımayan hoyrat büyüklenmesinin ardında da böyle bir dert yok mu? Tehdit algısı... ve tehdidi savuşturmak için o kim'i tanımlama erkini hep elinde bulundurma kaygısı... Böylece, kendi sözünden başka her sözü yetkisizleştirmek... 'Ne söylüyor?', 'ne yapıyor?' sorusunun ağzını, 'kim!' damgasıyla ('kim?' bile değil!) mühürlemek... Söyleyeni bile değil, söyleyene atfedilen kimliğin itibarını kırarak, söyleneni hiçleştirmek... Sözü kimlik kafesine kapatma stratejisi. Kimsem kimim kardeşim... Ben de senin gibi, insanlar arasında bir insanım. Sen benim söylediğime, sen benim yaptığıma bak... Kimsem kimim..."

Tekrar başa dönme ihtiyacı hissettim. Bir kelime ne kadar çok kullanılırsa o kadar etki kaybediyor. Yahut ters etki yaratıyor, ters tepiyor. Samimiyet gibi merhamet kelimesi de böyle. Merhamet neredeyse korkunç bir kelimeye dönüştü. İnsandan hayvana, ahşaptan çiçeğe kadar lafa gelince tam bir merhamet yurduyuz. Ama işe gelince insandan hayvana, ahşaptan çiçeğe kadar tecavüz. Kentleşme de bir tecavüz biçimidir mesela, bir süre sonra zevk almaya başlarsın. Oh dersin, şu gökdelenler ne güzel görünüyor akşamları. Işıl ışıl...

"Şehirlerin insanların başına yıkıldığı, binlerce insanın işsiz aşsız haksız hukuksuz bırakılarak 'medeni ölüme' mahkûm edildiği, 'kurunun yanında yaş' yakmanın adeta sürdürülebilir enerji yatırımına dönüştüğü bir vasatta... söz sahipleri Barış Bıçakçı'nın deyişiyle 'nişan alarak konuşur', hınç ve kin estetize edilir, terör-hıyanet-ihanet suçlamaları gaz bombası gibi yağdırılırken... zaten gadre uğrayanların hali konu edilmez, bilinmez, havadis olmazken... gerekçesinden sebebinden failinden muhatabından ari olarak, o saf 'insana bu yapılır mı?' irkintisi bile men edilirken... merhamet sağ kalır mı? Acı olan, vahim olan, 'halk içinde' merhametin gözelerinin kuruması, kurutulması... Zulümden, gaddarlıktan irkilme hassasının yittiği, kendi muhiti, kendi Biz'i haricindekilerin acılarına bigâne, 'bir insana bu yapılır mı?' haddinin tanınmadığı yerde, toplum olmanın hayatî bir kaynağı kuruyor demektir."

Biz küçükken 'kötü söz sahibinindir' derdik, samimiydik o vakitler. 'Ayna' derdik hatta, ne büyük bir imgeymiş sonra öğrendik. Büyürken, irfan sahiplerinin hep az konuşmayı tavsiye ettiğini okuduk. Dervişler az konuşur, erenler az konuşur, âlimler ve edipler az konuşur. Neden? Çok söz ya yalandandır ya da kötülük getirir, ondan. Öyle öğrendik. Edeb mesela: eline, diline, beline hâkim ol öğüdü. Hep öğütlerle büyüdük biz. Ama sonra bize öğüt verenlerin hiç de bu öğütler doğrultusunda yaşamadığını öğrendik. Sonra bir nefesle nefes aldık: "Şah Hatâyî’m neler gelir dilimden / hakikat kuşağın çözme belinden / nice özün bilmez derviş elinden / hırka ağlar tülbent ağlar şal ağlar."

İnsanın dilinden gelen, kendinden gelendir. Öz, bu yüzden sözdür. Özü sözü bir derken içi dışı bir olan kastedilir. Söz, şahsiyetin dile gelmiş hâlidir. Bu yüzden Tanıl Bora'nın kitabı aslında siyaset sahnesinin ve toplumumuzun psikolojik bir hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kendini anlatmayı seven bir yazardan konuşmalar

Orhan Pamuk edebiyatımızda, kendini anlatmayı en çok seven yazarlardan biridir. Bu kendini anlatma kısmından kastım, salt kendini övme, kendi hayatını gözümüze sokma durumu değildir. Evet, kendi hayatıyla da ilgili birçok detayı kurgu olmayan eserlerinde kitaplarına yansıtır ancak Pamuk’un tam yaptığı, kendine değen herhangi bir şeyle (bir kitap, bir olay) kendi hayatında olan şeyi birleştirmektir. Onun klasikler hakkındaki yazılarında bile bu durumu görürüz. Onu dikkatle takip edenler yazarın hayatındaki birçok detaya hâkimdirler.

Ancak Pamuk yine toplumca en çok eleştirdiğimiz kişilerin başında gelir. Bu eleştiri zaman zaman haddi aşar. Elbette “ancak” kelimesini kullanmam, yazarın eleştirilmesinden doğan bir üzüntümü belirtmek için değil. Kimler eleştirilmiyor ki Pamuk eleştirilmesin? Benim derdim daha çok, onu hiç tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikoduları kullanıp kantarın topuzunu kaçıranlarla. Aslında onun kurgu olmayan bir iki eserini okuyanlar, onunla belki yine anlaşamayacaklar ama yine de bir saygı duyacaklardır. En azından çalışkanlığına.

Bütün bunları niye bu kadar yazdım? Bu kitapla ne alakası var dediklerimin? Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerin başında onun kitaplarını okumayanlar geliyor demiştim. Bu kitap, yazarı tanımak için onun en iyi kitabı olmasa da, niteliği tartışılmayacak ipuçları veriyor. Aldığı ödüllerden sonra veya katıldığı konferanslarda yaptığı dört konuşmadan oluşan Babamın Bavulu, kendini anlatmayı seven bir yazardan okunacak ve onun tanınmasını sağlayacak bir kitap.

Dört ana bölümden oluşuyor Babamın Bavulu: Babamın Bavulu (Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması), İma Edilen Yazar (Puterbaugh Konferansı Konuşması), Kars’ta ve Frankfurt’ta (Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Barış Ödülü Konuşması), Avrupa Fikri (Sonning Ödülü Konuşması).

İlk iki konuşmasını 2006 yılında, üçüncü konuşmasını 2005 yılında ve son konuşmasını 2012 yılında yapmış Orhan Pamuk. Nispeten günümüze daha yakın bir konuşma bu sonuncusu. Edebiyat, Hayat ve Siyaset Üzerine Dört Konuşma alt başlığını içeren kitabın ‘siyaset’ tarafını oluşturuyor (fakat kitabın en siyasi konuşması değil). Aslında Pamuk’un ülkemizde eleştirilmesinin en büyük ve belki de tek sebebi onun politik konumu. Bu konuşmada yazarın politik konumunu ve Avrupa’ya -ya da Batı’ya- ne anlamda baktığını görebiliyoruz. Bir kere şunu kabul etmemiz gerekir. Ömrünün neredeyse tamamını İstanbul’da Nişantaşı’nda geçirmiş bir yazar Orhan Pamuk. Üç yıl kadar bir süre de yanlış hatırlamıyorsam New York’ta yaşamış. Yani bir Kemal Tahir bir Mitat Enç gibi bakmasını bekleyemeyiz hem bu ülkeye hem de hayata. Fakat bizim istediğimiz bir şekilde bakmıyor diye de onu haddini aşan ithamlarla eleştiremeyiz. Önce yazarın konumunu kabul etmemiz sonra da bize yanlış gelen ve uymayan yönlerini akıl çerçevesi içinde eleştirmemiz gerekir. Bu yazıda yazarın Avrupa fikrine veya Avrupa Birliği’ne nasıl baktığını görebileceğimiz için onu eleştirecek yerler de bulabiliriz. Ancak tabii ki sağlam argümanlarla. Mesela Orhan Pamuk bizzat Avrupa’ya da eleştirilerini yöneltiyor üstelik bu eleştiriler gayet eli yüzü düzgün şeyler. Öyle suya sabuna dokunmayan laflar değil; fakat dediğim gibi, Nişantaşı’ndan hayata bakan bir yazar olarak yine de kopamıyor o kültürden. Kendi içinde bir haklı çıkma çabası içine giriyor yazar:

Avrupa’nın kültürel sermayesi dünya çapında yaygınlaşırken Avrupa siyasetinin göçmen korkusuna kapılarak muhafazakârlaşması ve dünyaya sırtını çevirmesi, tarihin kendine has ironik cilvelerinden biri. Ama ben bu çelişkinin beni etkilemesine izin vermiyorum. Çünkü Avrupa kültürü –kitapları, sanatı, ürettiği filmleri- benim için Avrupa Birliği’nden çok daha önemli. Romanlarım ve denemelerimin bu büyük kültürün küçük de olsa parçası olabileceğini düşünmenin bana verdiği mutluluk, ancak bu büyük ödülü almanın onuruyla ölçülür.

Bu alıntıdan, batıya yaranmaya çalışan bir yazarın çabasını okumak mümkün. Zaten diğer konuşmalarında da bu durumu görecektir bu kitabı okuyanlar. Ancak bu durum tam da Orhan Pamuk’luk bir durum. Ondan Kemal Tahir gibi bir duruş bekleyemeyiz. Bu demek değildir ki biri doğru biri yanlış yolda. Bu tamamen farklı koşullarda büyüyüp yazar olmuş iki yazarın hayata bakışıyla alakalı. Elbette bizim tarafımız belli.

Bir de Pamuk’un edebiyat ve yazı hakkında söylediği şeyler var ki benim en çok ilgimi çekenler onlar. Manzaradan Parçalar adlı uzun eserinde de edebiyat hakkında bolca kalem oynatmıştı yazar. Bu kitabının ilk konuşması olan Babamın Bavulu’nda da yani Nobel Ödülü aldığı zamanki yaptığı konuşmada bolca bu konulara giriyor. Yazının onun için ne demek olduğu, bir kitap oluşturma sürecini nasıl geçirdiği, yazarlığın ne olduğu, niye yazdığı gibi konular bu konuşmada yer alıyor. Pamuk’un ödüle ne kadar sevindiği de satır aralarından okunuyor doğal olarak. Coşkulu bir konuşma diyebiliriz kitabın ilk konuşması için. İkinci konuşması da yine edebiyat dışına pek çıkmadan gerçekleşiyor. Yazarın edebiyattan bahsettiği konuşmalarını okumanın tadı ayrı bir güzel.

Kars’ta ve Frankfurt’ta adlı konuşma kitabın en siyasi konuşması; hâlbuki yazar, benim de Pamuk’un en sevdiğim kitabı olan Kar’dan konuşuyordu. Fakat Kar kitabının içeriğinde bolca siyasi malzeme olduğu için konuşma politik yöne kayıyor biraz. Bu durum yazıyı çok kötü yapmamış fakat benim beklentim bu değildi. En keyif alarak okuduğum ve en çok benimsediğim Kar romanını nasıl yazdığını daha çok merak ediyordum ben. Kars’ın kahvelerinde yaşadıkları, Frankfurt günleri gibi biraz da magazinsel şeylerden bahsedebilirdi yazar ama konu bir şekilde siyasete bağlandı:

Ben Avrupa hayali olmayan bir Türkiye’yi düşünemediğim gibi, Türkiye hayali olmayan bir Avrupa’ya da inanamayacağımı biliyorum.

Babamın Bavulu, benim hep ilgimi çeken bir kitaptı. Bu günlere nasipmiş okumak. Yazarı ne kadar sevmiyor, Manzaradan Parçalar gibi hacimli bir kitapta Orhan Pamuk’a tahammül edemeyeceğinizi düşünüyorsanız, bu ince kitap yazarı tanımak için iyi bir kitap. Hiç olmazsa, edebiyat ve özelde roman sanatından bahsederken gözleri parlayan bir yazar görürsünüz.

Birkaç alıntı:

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamla değil, inat ve sabırdadır. Türkçedeki o güzel deyiş, ‘iğneyle kuyu kazmak’, bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir.

Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum.

Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum.

İyi edebiyatın seslendiği şey yargılama gücümüz değil, kendimizi bir başkasının yerine koyabilme yeteneğimizdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte durmak

Zheijang'ta doğan ve gençken yazarlığa soyunan Yu Hua'nın sarsıcı romanı Yaşamak, yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte duran bir roman. Yanlış yatak arkadaşlıkları ile meşhur politikanın insan yaşamına indirgendiğinde nasıl felaketlere gebe olacağını anlatmayı dert edinen bir yapıt. Sade fakat dramatik hissi yoğun bir roman olduğundan başında da sıkmıyor, ortasında da. Bu yüzden yazara iade edilecek her bir övgüde kitabın çevirmeni Bahar Kılıç'ın da hissesi var. 

Anlatı, köy köy gezip halk şarkıları derleyen bir gezginin hikâyenin anlatıcısı ve ana kahramanı olacak olan Fugui adında bir köylüyle karşılaşmasıyla başlıyor. Tarlayı güç bela süren ihtiyar bir öküzle konuşan ihtiyar Fugui, halk türlüsü derlemeye gelen gezginin istediğini kendi doğal ortamında fazlasıyla veriyor. Şundan emin olmalıyız ki duygular ile ezgiler arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hiçbir ezgi, kendisini ortaya çıkarmayacak duyguya dökülmez. Fugui de bir süre muhabbet ettiği gezgin için önce türküsünü, ardından türküyü ortaya çıkaran duygusal nüvelerini anlatmaya koyuluyordu:

"İmparator, beni kızına istiyor.
Başkent ırak, yolları uzak, oy ben istemem!"

Sırtı güneşin etkisiyle neredeyse kapkara olan bir ihtiyarın kibirli sözlerle çığırdığı türküsü gezgin gibi okuyana da garip gelebilir. Fakat tekrar etmek gerekir: her türkü, kendisini var edecek duygularla ortaya çıkar. Hatta rivayet edilir ki İtalyan sanatçı Giovanna Marini, İtalya halk türkülerini derlemek için bir köye gitmiş. Köylülere "bir ağıt söyleyin." demiş, "Birisi mi öldü?" demişler. "Bir düğün havası söyleyin." demiş, "Birisi mi evlendi?" demişler. Eli boş dönmüş adamcağız. Döndükten kısa süre sonra köylülerden bir mektup almış Marini:

"Biri öldü. Ağıt söylüyoruz, acele gel!"

Rivayetteki öz gibi Fugui de türküsünün ardındaki yaşanmışlıkları birer birer döküyor ve hikâyemiz başlamış oluyor.

Olayın gerçekleştiği zamanlar Mao dönemi. O meşhur Büyük İleri Atılım Projesi dönemi. Kitabın yayınlandığında yasaklandığı söyleniyor. Hatta yasaktan sonra filmi çekilen hikâye bu alanda da yasağı yiyor. Yine de Fugui'nin gençliğinde ailesinin servetini tüketmesiyle başlayan ve kendisiyle birlikte altı kişinin de hayatını doğrudan etkileyen hikâyesi bugün modern bir klasik olmayı başardı. Mao'nun baskıcı yönetiminin gölgesinde can çekişen yaşamları konu alan Yaşamak, devletin ideolojik aygıtlarının kendi belirledikleri ahlâki yaşam tarzını bir norm olarak dayatma gücünü irdeliyor. O hâlde önce duyguları ortaya çıkaracak ortam-zaman-şartları sonra da duyguları irdeleyelim.

1 Ekim 1949'da Tiananmen Meydanı'nda yaptığı zafer konuşmasıyla Mao Zedong, Çin'i resmen ilan ederek kendisinin de 27 yıl kesintisiz sürecek iktidarını da netleştirmiş oldu. Marsist bir lider olan Mao, tarihte kendisinden sıkça bahsettiren bir isim. Meşhur "Uzun Yürüyüş"ü siyasal ve ideoloji tarihinde kahramanlık hareketi olarak kabul edilirken birçok cenah için de tam bir korkaklık ve kaçış örneği. İster kaçış ister yürüyüş olsun, fark etmez, bu olay Mao'yu halk kitleleri karşısında açık bir kahraman ilan etmeye yetmişti. Mao'nun kimilerinde kahraman kimilerince gaddar bir diktatör olmasında Makyavelist izler taşıyan duruşu da etkili. Amaca ulaşmak için her şeyi araç gören, toplu kıyımları bile farklı iktidar mekanizmalarını ele geçirmek için reva gören tutumu onu bir tek şey yaptı: kahraman. Bu kavramı sıkça vurgularken bir şeye dikkat çekme peşindeyim. Mao'ya kendi durdukları yerden diktatör sıfatını layık gören düşmanları, benzer şekilde Mao'nun gözünden bakıldığında yine bir diktatörden öteye gitmezler. Alabildiğine kötülük yaparak Mao'yu alaşağı etmeyi kafalarına takan ve onu ortadan kaldırmak için fırsat kollayıp "savaşan" düşmanları da birer İsa değil, olsa olsa yeni Maolar'dır. Bunu söylerken cehenneme iltifatlar etmenin peşinde değilim. Bir yerlerde totaliter bir kahraman varsa oralarda biat etmeye hazır, tutsak olmaya razı bir kitle de var demektir. Bu da bizleri kahramanların özünde ne olmadıkları sorusuna götürür.

Toplumların, toplulukların, sevenlerin veya körkütük aşık olanların dahi peşinden gittikleri, kutsadıkları, biat ettikleri ve nihayet öldürmek için fırsat kolladıkları kahramanları vardır. Dostoyevski, Raskolnikov'u kurgularken bize başka ne anlatmaya çalışmıştı ki? O, ne olmadığımızı anlatmak için ne olduğunu alenen izah ettiği bir kahraman kurgulamıştı. Raskolnikov'un baltası, özünde o toplumun hasret duyduğu totaliter yanlarının temsilcisiydi. Onlar adına baltayı indiriyor, kendi hesabına vicdanını sorguluyordu. Benzer şekilde ayaktakımından olan Hitler'i yükseklere çıkaran şey ne ise Mao'yu da büyük bir kahraman yapan oydu. Eğer kahramanlar doğal ve sizden birisi olsaydı bugün Hitler ve Mao'dan söz etmek için sebebimiz kalmaz veya oldukça cılız olurdu. Oysaki Hitler gibi Mao da kendi halkının totaliter hasretinin kurbanıydı. Onlar adına karar veriyor, onlar adına yakıp yıkıyordu. Mao da kendisinden beklenen "kahraman" rolü gereği sert, kararlı, yumruğunu masaya vuran birisi olmak zorundaydı. Bir süre sonra kendisi de olmak zorunda olduğu karaktere dönüşüverecek, öyle olduğuna kesinkes inanacaktı zaten. 1957 yılında Moskova'da Komünist Partilerin Enternasyonel Konferansı'nda konuşan Mao, Çin'in kısa süre içerisinde çelik üretiminde Büyük Britanya'yı geride bırakacak seviyeye geleceğini ve bunu gerçekleştirmek için de "ne gerekiyorsa onu yapacağını" söylediğinde toplumun kendisine cevaz verdiği kavramlarla konuşuyordu. Romanda sıkça bahsi geçen Büyük İleri Atılım Projesi de işte bu sözlerin ürünüydü. Mao'nun demir yumruğu olan Büyük İleri Atılım'ıyla kırsal kesimlerde sanayi revize edilecekti. Bunu yapmak için de köylülerden toprak mı alınmalıydı? Alınacaktı. Evlerinden edilemeleri mi gerekiyordu? Edilecekti. Evlerde ne kadar kap kacak varsa toplanıp eritilerek çelik üretimi mi gerçekleştirilmeliydi? Yapılacaktı. Çünkü kahramanlar halk kitlelerinden rızayı aldıktan sonra içeriği hususunda istişare etmekten imtina ederler. Haz ve iktidar hevesi "ne gerekiyorsa onu yapmak" için yanıp tutuşturur. Mao da bir şekilde çelik üretiminde tekel olmalıydı. Nasıl olacağını bilen yoktu, fakat yapılacaktı! Kitapta, sayfa 91'deki alıntıyı hatırlatayım: "Geçtiğimiz on sene boyunca ailemizin geçimini o tarladan sağlamıştık, şimdi bir çırpıda halkın malı olmuştu."

Bir çırpıda olmuştu, fakat olmuştu. Her şey olup biterken karanlıkta fısıldaşıp itiraz edenler boşluğa konuşmaktan öteye gidemeyenlerdi. Geçmiş olsundu. Kitapta da onca itiraz, isyan ve soru havada asılı kalmış, icabında hain yaftasıyla ortadan kaldırılmalarına kadar varmıştı. Ancak komünizmin yaşam pratiklerini deklare edenlere yukarıdaki alıntı şu basit soruyu soruyor:

"Komün, ama neden?"

Mao'nun vaadi uğruna bir çırpıda sanayi toplumuna zorlanan eski tarım toplumu Çin'de Fugui'nin de evi başta olmak üzere herkesin ne kadar tencere, tava gibi araçları varsa el konulmuş, devasa bir kazadan komün yaşam gereği nöbetleşe şekilde yakılıp eritilmeye çalışıldı. Önceki rejimde "muhtar" şimdi ise "Yoldaş Başkan" olan komün liderlerinden de anlaşılacağı üzere her iktidar kendi ahlâki yargılarını norm olarak dayatır. Buna terminolojiler, semboller ve takvim de dahildir. Mao'nun yeni sanayi toplumu istenen üretimi başaramayınca kriz ve kıtlıkla burun buruna kalan Çin'de bir iç savaşın izleri yeniden patlak verdi. Ancak olan biten her şey Mao özelinde başlayan fakat toplumsal kabullenişin izlerini taşıyan bir kahramanlık süreciydi. Gündüz Vassaf'ın harika tespitiyle "kötülük, düşmanın özelliklerinden ya da kişiliğinden çok, hepimizin içindeki 'düşman' kavramı içinde saklıdır."

Son kez Mao'ya geri dönelim ve hem onu hem de onu idealize eden toplumsal duruşu konuşarak "kahraman üretme" konusunu bir daha düşünelim. 2008'deki bir araştırmaya göre "hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi" arasında olan Mao'nun bu denli gündemde kalmasında yalnızca yaptıkları ve söylediklerinin payı olabilir mi? Pek tabi hayır. İdealize edilen her kahraman, kendisine biçilen role uygun davrandıkça muallakta kalmaya mecbur kalır. Bir yandan alkışların, hayranlık ve biat naralarının muhatabı olan Mao'nun bir anda yuhalanmalar, protesto ve lanetlere konu olması olağan bir durumdu. Milyonlarca insan tarafından kutsanan ve omuzlar üzerinde taşınan Mao'nun alaşağı edilmesinden bir gün sonra aynı omuzlar tarafından terk edilmesini başka neyle açıklayabilir? Mao, omuzlar üzerinde taşındıktan yirmi yedi yıl sonra, 9 Eylül 1976'da omuzlardan yerlere atıldı, yeni yönetim -yenin totaliter kahramanlar ona ait ne var ne yoksa ortadan kaldırmaya koyuldu. Daha bir gece önce Maocu olanlar, bir gece sonra onu ikinci, üçüncü hatta sonsuz kere daha yerin dibine sokmak için kollarını sıvadılar. Mao'nun mehşur Küçük Kırmızı Kitap'ı bir gece arayla zırvalar, masallar kitabına dönüştürüldü. Uzak değil, yakın tarihimizde de benzer bir olay Libya'da yaşandı. Kırk iki yıllık iktidarında halk kitleleri tarafından "baba" olarak adlandırılan Kaddafi, kaşla göz arasında diktatör ilan edilip aynı halkın ayakları altında ortadan kaldırıldı. Kahramanlar totaliterdir, evet, fakat bizlerin toplam totaliter özlemlerinin temsilcileri olan totaliterlerdir. Mao'yu 27, Kaddafi'yi 42 sene tepede tutanlar yeni bir kahraman belirinceye kadar alkış tutarlar. Budur.

Romana dönersek işte bütün bu korkutucu dönemin ortasında kalan aileler Fugui ve beraberinde sürüklediği altı kişi özelinde anlatılıyor. Yu Hua, kendisinin de etkilendiği o buhran dolu dönemleri Fugui'nin anlatıcı koltuğundan aktardıklarıyla okurlara sunuyor. Fugui de bu fırsatı kaçırmıyor ve şöyle diyor:

"İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma."

Hikâye boyunca yaşam karşısında bir çeşit ayakta kalma mücadelesi veren Fugui, yaşamanın formulünü de veriyor. Ona göre yaşamak yüreğinde öldürmemekti. Fugui de gençliğinde bulaştığı hataların bedelini sevdiklerini birer ikişer kaybederek, aile düzeninden olarak, sefalet ve açlığın dibini görerek ödemiş olsa da yeterli görmemiş bütün hata ve acılarını kendisine sıkça hatırlatma yolunu tercih etmişti. Tabiat ve nesnelerle olan bağı retrospektif olan Fugui'nin geriye dönüş özlemi bir çeşit ıstırapla birleşip af dileme ve kendisini cezalandırma üzerine şekilleniyor. Tarlayı güç bela süren öküzün adı Fugui. Kusurlu Fugui, akıldan muaf ve tek işi gün boyunca çalışmak olan diğer Fugui'ye sıkça bağırıp hem dostluk kuruyor hem de yaşamak için belli kuralların olduğunu hatırlatıyor. Kitaptaki bir alıntı bugün hâlâ yıkılamayan paradigmaları ifşa ediyor: "Öküzler toprağı sürer, rahipler yoksullara bağış toplar, horozlar şafağı haber eder, kadınlar kumaş dokur. Tarlayı sürmeyen öküz mü olurmuş? Bu ezelden beri böyledir, hadi yürü, yürü!"

Fugui'nin öküzüyle olan münasebeti tamamen semboliktir. O diyalogtan gerçek yaşam pay çıkarma derdindedir Yu Hua. Tarlayı süremeyen öküzün olmaması inancı, akıldan ve düşünceden muaf olanların işinin ömür boyu eziyeti içerisinde yaşamaları olduğuyla pek de uzak sayılmaz. Fugui'nin öküzüne daha sıkı tarla sürmesi için uyguladığı taktik de semboliktir. Öküze bağırırken Erxi, Youqing, Jiazhen ve Fengxia'nın da canla başla çalıştığını hatta Kugen'in bile bu işi başardığını söyleyen Fugui, eşinin, çocuklarının, damadı ve torunun isimlerini başka öküzlere vererek kolektif itici güç oluşturmayı hedefliyor. Modern zamanlarda yüksek katlı iş yerlerinde, plazalarda diptekilerin emeklerini yoğun şekilde satarak yorulmalarına karşın tepedekilerin "personel şefi", "satış müdürü" gibi isimlemelerle emek sürecini devam ettirmesine ne kadar da benziyor, değil mi? Takım ruhu oluşturmak için türlü çalışmalar yapan ve emek harcayanlara terfi maksatlı statüler lütfeden iş dünyası ile sıkı çalışsın diye başka öküzlerin de çalıştığını duyan ihtiyar öküz Fugui'nin kaderi bizlere birşeyler fısıldıyor.

Romandaki sembolik anlatımlardan bir diğeri de karakter aşınmalarıdır. Olan ile görünen arasındaki farkı yansıtan bazı sahneler varoluş problemini işliyor. Romanda Fugui, yaşlandığını, saçlarına akların düştüğünü aylar sonra karşılaştığı bir dostundan duyuyordu. O an kendisinin farkında varıyordu. Bir şeyi bilince toprak ayaklarımızın altından nasıl kayıyorsa Fugui'nin de ayaklarının altından toprak kaymış, ardından eşinin de yaşlandığını fark ederek onun da kişisel miladını başlatmıştı. Buradaki durum, Luigi Pirandello'nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi romanında tamamen işlenen konuya benziyor. Yirmi sekiz yaşındaki evli bir adamın yıllardır her sabah ayna karşısında yaptığı rutin hazırlarının eşi tarafından baltalanmasıyla başlıyor roman. Kendisine her gün bakan fakat varoluşunu eşinin "burnunun sağa doğru eğik olması, kaşlarının da çatı gibi olduğunu" söylemesiyle fark ediyor. Ardından da başkalarına fark ettiriyor. Fugui de buna benzer bir durumu yaşayarak kendi varlığını idrak ediyordu.

Erving Goffman'ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu kitabında bahsettiği üzere rollerin amaçlarla örtüşmediği zamanlarda gerçeği ve amaçları saklayabilme imtiyazı, olayları olduğundan daha önemsiz gösterme girişimidir. Yu Hua ise rol ve rollerin sunumu noktasında tam bir Goffmanvari tutum sergilese de onun için rollerin berlilenmesinde zaman-çevre-ilişkilerin dönüştürücü rolüne vurguda bulunur. Fugui de roman başında başkası, ortalara doğru bir başkası ve roman sonunda bir başkası daha olup çıkıveriyor. Yani biri iken hiçbiri, hiçbiri iken binlercesi oluveriyordu.

Teknik ve kısmen içeriklerini etraflıca vermeye çalıştığım romanın her okuyuşta yeni yorumlara müsait olabildiğini düşünüyorum. Benim gördüklerim bunlar.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann