18 Ağustos 2020 Salı

Bizi insan sıfatında toplayan emsalsiz şey: beynimiz

Bizi “insan” sıfatında toplayan ve diğer canlılardan üstün kılan emsalsiz yapan şey; beynimiz. Geçen yüzyılda aldığımız yola rağmen sonu henüz bulunamadı. Belki daha doğru ifade ile sonu yok ama bu sonsuzluk henüz itiraf edilemedi. John E. Dowling tarafından yazılan ve Ketebe Yayınları’nın bastığı Beyni Anlamak ile bilinen beyin coğrafyası, ilk dört bölüm ve geri kalanı olarak ikiye ayrılmış. İlk dört bölüm beyinle ilgili güncel anlayışı aktarmak için gerekli temel bilgileri sunuyor ki bir nevi meraklısına ön hazırlık. Kalanı ise beynin zihni nasıl ortaya çıkarttığıyla ilgileniyor denilebilir. Görme, algı, dil, bellek, duygu ve bilinç irdeleniyor. Nörobiyolojinin bir psikoloğa zorunlu olarak verilmesinin gerekliliği de tam olarak burada önem kazanıyor.

Sayısal sözel olarak ayırdığımız bilim ile vasıfsızlığın kapılarını araladığımız alanların yüzlerce ispatından biri daha bu alandadır. Nörobiyoloji psikolojide devrim yaratsa da, psikologların bölünebilme kurallarını kavramayı beceremeyenlerden eğitildiği toplumlarda bu devrim pek de sahaya yansımamıştır.

Bilinç, tarih boyunca ne kadar anlaşılmaz ise o kadar üzerine konuşulmuş bir kavram olmuş. Beyin biliminden etkilenmeyen hiçbir tıp alanı olmamış. İnsan vücudunun hatta evrenin bütünlüğünü kavrayamamış meslek erbaplarından beklenebilecek bir kalite pek tabi değildir bu bütün ile amel etmek. Bu nedenle, şayet varsa üç beş meraklısı, meraklarını giderip evrenlerini genişletebilecekleri, kesret bilgisine ulaşıp vahdeti görebilecekleri bir kitap olmuş Beyni Anlamak. Bu kavrama için taşınması gereken can simidi; Nörobiyoloji ile bilişsel bilimin, psikolojide harman edilmesidir. Edilmezse ne olur: Şimdiki gibi aynı cümlenin öznesini yüklemini değiştirip beylik mottolar yazan çok da üstün olmayan dökmeler veya “yolla kocayı keyfine bak” diyen ablalar psikolojinin pirleri arasında kalırlar, raiting rekorları kırarlar. Epifiz bezinin ne olduğunu, bünyenin biyolojik saatlerini bilmeyenlerden “Prozac” medeniyetleri kurulur. Yer miyiz? Yeriz. Yiyoruz. Bu yüzden 21.yy’da Nörobiyoloji’nin en önemli işlevi bu birleşme olmalıdır ve olacaktır.

Aksi halde; vakıf olunamayan bu bütünsellikte, anlattığımız ilimsiz alimlerin yani nörobiyoloji ve davranış arasında köprü kuran mekanizmaları bilmeyenlerin sunabileceği iki tedavi yöntemi vardır. Birincisi yeni nesil: Bir dağ başında hayatın anlamını ara, yoga yap, evrene mesaj yolla ama mümkünse vahşi hayvanlara da yolla ki az öteden geçsinler, der. Yine mekanizmaya hakim olduğundan değil “iyi düşün iyi olur” geyiğinden. Bununla beraber yogacıların çoğu panik bozuklukları olan bireyler olunca demek sayısal bilimi atlayarak olmuyormuş çıkarımına kolaycana varılabilir. İkincisi de klasik ekol: “Kaygı bozukluğu” var sende al bunu uyu, derler. Uyu uyu, uyumak iyi gelir. Gece gündüz uyu. Çok da düşünme. Aman ha düşünme. Düşünüp de n’pcan? Alışverişe git. Tatile git. Kuaföre git. Saat koleksiyonu yap. İç bu ilacı, uyanıkken tekstil ve modaya, uyurken ilaç sektörüne çalış. Üçüncü bir yol yok. Birleşmiş bir yol da yok. Oysa kimyanın da nefes alma biçimlerinin de diyaframındaki oksijen miktarının da çalışan bağırsak, güneşten aldığın enerji, inanç, telkin, koaför veya tefekkürün de; gülümseme, ağlama, doğru sinir resöptörüne yapılan müdahale, beslenme ve kan dolaşımının da senin huzurunda payı vardır.

Bilim bölündükçe hikmetin sadece bir olduğunda kavranan manası silinmiştir. İşte bu birliği kavratma derdindeki yazarın, yıllarca, Harvard’da birinci sınıf öğrencilerine verdiği seminerlerin temel kitabı olarak kullandığı Beyni Anlamak, nörobilime ilgi duyan fakat nörobilim alanında uzmanlaşmaya niyeti olmayanlar tarafından da kolaylıkla anlaşılacak keyfiyettedir. İlk dört bölümde, beynin genel yapısı, beyin hücrelerinin bilgiyi nasıl aldığı, hücrelerin birbiri ile iletişimi ve duyusal reseptörlerimiz ile deneyimlediğimiz dünyanın bilgisini nasıl edindiğimiz, terim ve retoriğe hakim olmayanları da kitaba hazırlıyor. Beşinci bölümden itibaren ise omurgasızların nöral ve davranışsal mekanizmalara ışık tutmasındaki maharetine; mürekkep balığında büyülenip, oradan insan beyninin bölümlerine; beynin en bilindik kısmı görsel algı mekanizmalarına; beynin genişleyebilir oluşu ve esnekliğinin mümkün oluşuna yer veriyor. On ikinci bölümden sonra ise daha çok zihin devreye giriyor. Duygusal davranışlarınla veya rasyonelliğinle neresi ilgileniyor ve bu yer zarar görürse neler olur? Özellikle bu konudaki örnekler ve yazarın her bölümü örnekler ile anlatmasının çekiciliği tahmin edilebiliyordur eminim.

Alan ile ilgili olan bu çekicilik otonom sinir sistemi içerisindeki diyalektikten gelir. Organlar beyinden karşıt tepkileri sempatik sinir sistemi ve parasempatik sinir sistemi olarak ikiye ayırıp emir alırlar. Sempatik sistem kan akışını hızlandırır, kalp hızlanır, göz bebeği büyür, sindirim durur. Bu ortalama herkesin bildiği. Bilinmeyen, sürecin tersine de işlediği. Mesela bağırsağınıza iyi bakmadığınızda aynı duraklar geriye doğru, eksi çalışır ve zamanla sempatik sinir sisteminizin savunmaları göçer. Yani bu sistemi düzenleyecek olan parasempatik sinir sistemi “dinlen ve sindir” emrini yerine getiremediğinde, buna izin verecek beslenmeyi sağlamazsa, hayatın anlamı, yüce dağ başlarındaki mide gazı ile bulunamaz. Mesela, kaza sonucu otonom sinir sistemi zarar görenler daha başarısız daha kaygısız daha umursamaz daha tembel insanlara dönüşebilirler. Huyunun değil beyninin değiştiğini kavrayamayan bir psikolog bu insanların hayatında yorucu bir hal alır.

Hülasa “Zekanın gerçek işareti bilgi değil hayal gücüdür” diyen Einstein düşünülünce ve bilincimizin keşfedilememesinin bizi koruduğu olasılığı ağır bassa da beynin yüzeysel işleyişinden haberdar olmadan anlam olanaksızdır. Hatta yaşam olanaksızdır.

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar/

Tarihçiler ve tarih dersleri neden sıkıcıdır?

Müstesna tarihçilerimiz var elbette ama bunlar hemen her alanda olduğu gibi ilk akla gelenler değil. İlk akla gelenlerse, kolayca tahmin edilebileceği gibi ekran yüzü görmüş, insanların duymak istedikleriyle iktidarların olmasını istedikleri arasındaki açığı tarihten örneklerle kapatma işini iyi becerebilmiş, basiti karmaşık karmaşığı basitleştirerek ilgi çekmeyi başarabilmiş kimseler.

Konu ne olursa olsun ve de tarihi gerçeklik ne derse desin asla boşa düşmeyen, diğer bir deyişle yaş tahtaya basmayan ve bütün bunlar için tarihin engin derinliklerinde her durum için sayısız olay bulup her koşulda kendi konumlarını güçlendiren bir tarihe inanan, bugünün eksikliklerini tarihle kapatan, “geçmiş satıcısı”, mahir ticaret erbabı.

Bu kişiler, bugüne tarihten bakmak, bulanık olana ışık tutmak ya da geçmişin bugünkü yeniden şekillenişini aydınlatmak yerine tarihi bugüne uyduran, güncel tartışmaların dışına çıkmayarak bu tartışmalara derinlik kazandırmak için tarihi bütünüyle araçsallaştırırken bir yandan da tarihsel olayları ve isimleri kullanarak kendi görüşlerine otorite kazandırma hünerine sahip kimseler. Toplumun tarih eksikliğini kapatırken bu arada kendi eksiklerini de tarihle kapatan hünerli eller. Tarihten bugüne gelmek yerine bizi tarihe götürerek istedikleri gibi bir geçmişi birlikte üretmemiz için popüler hale getirerek hem bugünü hem de geçmişi kurtaran kahramanlar ya da!

Benim tarih hocalarım hep sıkıcı kimselerdi. Bu ülkede bunun bana özgü bir kötü şans olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tarihin çok önemli ve tekerrürden ibaret olduğunu, ondan ders almak gerektiğini (hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih!), tarih bilincimizin çok ama çok eksik olduğunu oysa bizim gibi büyük tarihten gelen milletlerin herkesten çok tarih bilmesi gerektiğini ve buradan hareketle, bugün olamayan, yapılamayan, ters giden, başa çıkılamayan ne varsa bunun ana nedeninin tarihimizi iyi bilmemek ve ona sahip çıkamamakla ilgili olduğunu hamasi bir içerikle söyleyen, yaşadığı hayata karşı heyecansız ve hatta öfkeli insanlardı çoğunluğu. Bir çoğu dalga konusu olur, öğrenci sohbetlerinin aranan mizah malzemelerini sağlarlardı.

Biraz da bu hocaların söylediğinin tersinin daha doğru olabileceğine dair içimde beliren sezginin etkisiyle, kişisel olarak bu yaygın, toplumun tarih bilincinin “eksikliği” klişesine hep temkinli yaklaşmayı seçtim. Bu toplum, tarihi bilinçli bir şekilde bilinç dışına atıyor olabilir mi diye düşünüp hep. Geçmişe gidip bugünkü meselelerin cevabını orada aramaktan ve bugünü tarihin doğrusal bir uzantısı saymaktansa onu bugünde yeniden şekillendirip canlı ve yaşanır kıldığını ama bunu açıklayamadığını, tahrif etmeksizin dönüştürdüğünü ama bunun anlatısını yapamadığını çünkü yeterli edebi ve felsefi derinliğe ulaşamadığını düşündüm ve de. En büyük eksikliğinse iktisat tarihi, savaş tarihi, gündelik hayatın tarihi ve hatta siyasi tarihten çok düşünce tarihi alt başlığında olduğunu hissettim. Bizde en az olan tarihçi türünün düşünce tarihçisi olduğunu gördüm zaman içerisinde (Gerçekten de bizde düşünce tarihçisi diye biri var mı?)

Birkaç gün önce, başka bir nedenle Stefan Zweig’ın Geleceğe Güven kitabını karıştırıyordum ki bu sorularımın pek çoğunu cevaplayan “Tarih, Bir Yazardır” yazısıyla karşılaştım. “Tarihle ilk karşılaşmamız okulda olmuştu” diye başlayıp, “Okul çağındaki çocuğa ilk ve en önemli dersi verme görevi hep tarihe düşer” diye devam eden bu yazı bizde tarih bilincinin neden olmadığını açıklıyordu. Okullarda okutulması gereken şey, basmakalıp bilgilerle ve klişelerle dolu sıkıcı oldu-bittiler değil insanlığın “en bilge yazarı” olan tarihin heyecan verici anlatımı ve her an yeniden şekillenen bugünün tarihle buluşması olmalıydı.

Zweig, okul yıllarındaki asık suratlı ve sıkıcı tarih öğretmenlerinin anlattığı tarihi hiç sevmediğini, hepimiz gibi sırf zorunlu olduğu için durumu idare ettiğini, “Tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu” dediği derslerin tarihine ısınamadığını anlatırken bir yerde şöyle der:

Fakat arada sırada öyle olaylar vardı ki, serüvenleri andırdıkları için kitabımızın sayfalarını hızlı hızlı çevirerek coşkuyla okumuş, hayal gücümüzü zorlamış, anlatılanları gözümüzün önüne getirmiş, hayran kaldığımız kişileri kahramanlaştırmış, hatta onların rolünü üstlenmiştik. Kendimizi kimi zaman Konradin, İskender, Sezar veya Alkibiadis gibi hissetmiştik.” (s.170).

Bu gayet normaldir ona göre. Genç insanları heyecanlandıran, gözlerinde büyük kahramanlar yapan o isimlerin tarihte elde ettikleri zaferlerle ünlenmiş kişilerdir. Başka bir ifadeyle, gençlik, zaferden, büyük kahramanlıklardan ve başarılardan hoşlanır. Gençlik tam da böyle bir şeydir oysa belki de tarih bunun tam tersidir! (Buradan bakınca tarihçiliğimiz hep genç!)

Zweig için tarih bir yazar gibidir; yaratıcı ve bunaltıcı, üretken ve verimsiz, sıra dışı ve çok olağan: “Bizler için önceleri bir öğretmen olan tarih, ileriki yıllarda acımasız bir kronikçi, hatta bazı anlarda bir yazar oluverir. Evet, her zaman değil, sadece bazı anlarda. Her yazarın yaşamının her anında, yirmi dört saatinin her dakikasında sürekli yazar olmadığı gibi.” (s.171)

Tıpkı bir yazarın yazabilmesi için sayısız verimsiz gün geçirmesi, uzun durağanlıklardan geçmesi ve güç kazanmasının gerekmesi gibi yani. “Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ dediği tarihten [de] her zaman büyük, heyecan verici, sarsıcı ve etkileyici olaylar yaratıp kahramanlar çıkarmasını talep etmek de çok anlamsızdır. Hayır, tarih de sürekli olağanüstü insanlar, insanüstü büyük kişiler çıkaramaz. Onun da yaratıcılığı sınırlıdır, ara vermesi gereken süreçler vardır. Tarihi, sürekli kurşunlar sıkılan, gerilimi yüksek, her sayfası heyecan dolu bir polisiye roman sananlar onu yanlış tanımışlardır.” (s.171).

Zweig’a göre, tarih zaman zaman tekrarlanıyormuş gibi görünse de gerçekte kendini hiç tekrarlamaz: “O kimi zaman benzerliklerle oynar. Çünkü, elinde o kadar çok malzeme vardır ki, gerektiğinde bu tükenmez kaynaktan istediğini seçer ve yeni durumlar yaratır. Evet, tarih hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini tekrarlamaz. O sadece iletir, değiştirir, aynı melodiyi başka tonda çalan bir müzisyen gibi çalışır. Tabii arada sırada yaşanan kimi benzerliklerle bizleri şaşırtır. Fakat sadece şaşırtır. Tarihin bu üstünkörü oyunlarına aldanan ve tarihteki benzeri örneklere güvenerek kararlar veren politikacılarla devlet adamlarına acımak gerekir.” (s.175).

Zweig için tarih tekrarlanamadığı veya tekrardan ibaret olmadığı gibi -ya da tam da bu nedenle- geleceğin tarihinde olup bitecekleri önceden görmek de mümkün değildir. İlerde ne olacağını kimse hesaplayamaz bu yüzden. O tıpkı bir tiyatro eseri veya romandaki beklenmedik sonlara benzer şekilde sürprizlerle doludur. Hatta, belki de esas işlevi insanı şaşırtmak ve bu dünyanın yaratıcısı ve belirleyicisinin o olmadığını anlatmaktır. “Bu nedenle bizler hiçbir zaman geleceği belirleyemeyeceğiz” dedikten sonra bir kez daha Goethe’ye başvurarak şöyle der Zweig:

‘Hasretini çekeceğimiz bir geçmiş yoktur’ der Goethe. ‘Geçmişin unsurlarından oluşmuş sürekli bir yeni vardır.’ Tarih tekrarlanamaz, o sadece başarılı bir sanatçı gibi benzerliklerle oynar, hiçbir zaman eskileri tekrarlamaz, hep yeni şeyler yaratır. Yaratıcılığı için ona gerekli olan ve hiç tükenmeyen tek madde dünyadır. Tanrı da ona bütün özgürlükleri vermiştir. Her şeyin kurallar ve sınırlar içinde olduğu dünyada özgür ve egemen olan odur. Tarih bu özgürlüğünden çok akıllıca bir biçimde yararlanır. Evet, erişemeyeceğimiz bu yazarın karşısında saygıyla eğilelim! O hep ustamız olacak.” (s.176).

Zweig için tarih, “Hem coşkulu hem de dokunaklı anlatımı çok başarılı kullanan bir yazar, bir sanatçıdır. O kibirli değildir, sadece büyük olayları ele almaz. Başarılı bir polisiye veya dedektif romanı yazmaktan da hiç çekinmez…Dünya tarihi [tıpkı kendi tarihimiz gibi] çok kapsamlı, bütün sayfaları dolu dolu, baştan sona okunabilecek devasa bir kitap değildir. Yüzlerce sayfası ya boştur ya da okunamayacak şekilde bozulmuştur. Oralar ancak kimi bağlantılar ve düşlemlerle doldurulabilir. Tabii tarihteki bütün bu gizemli bölümler, ‘boşluklar’, onları doldurmak isteyen hayal gücü yüksek bir yazar için çok çekicidir. Tarihi olayların eksik yerlerini, bazı bağlantıları da kullanarak kendi düşüncesine göre yorumlar…tarihte tek ve zorunlu bir gerçek yoktur. O, en ufak bir olayda bile önümüze birbirinden çok değişik gerçeği, görüşü ve iletiyi koyar.” (s.177-181).

Başa dönersek, bizim gibi ülkelerdeki ana tarih sorunu, bu alanın belki en yüksek yaratıcılığa ve hayal gücüne ihtiyaç duyması ama buna karşın en sıkıcıların bu alanı doldurmasıdır. Belki de bu yüzden hayal gücü ve yaratıcılığı hayli gelişmiş bir toplum olarak bizdeki durum, tarihin reddinden çok tarihçilerin reddi ve kendi hikayesini kendi yazma arzusu, bugünü tarihe değil tarihi bugüne uydurmama çabası ve bir gün yazacağı eseri için verimsiz gibi görünen bir güç toplama zamanlarıdır.

Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Canı çıkarken can veren karakterler

"Yanımızdan vasiyetler geçiyordu: gömülecek yer, anne babaya ödenecek tazminat, başımıza dikilecek ağaç, taşımıza yazılacak yazı."
- Kemal Varol, Haw

İstanbul'un ister Anadolu ister Avrupa yakası olsun, sevdiğimiz bir kuytusunda kaybolurken aniden öfkeleniriz. İnsanlar, teknolojiler ve zaman bizden bir şeyleri götürdü. Hem de geri vermemecesine. Asla kelimesi insanı çok bunaltır ya hani, İstanbul'a bakınca kocaman bir asla görüyoruz uzun yıllardır... İstanbul'da doğdum ve büyüdüm, İstanbul'da ölüyorum, ama çocukluğuma dair hiçbir şey göremiyorum.

Her şey ya çoktan silinip gitti ya da gözlerimizin önünde bize bir elveda demeden gidiyor. Gerçi ben de çocukluğuma böyle veda etmiştim. Bir sabah nakliye kamyonu evimizin önüne yanaştı ve arkadaşlarımla vedalaşmadan çocukluğuma dair her şeyi orada bırakıp geldim. Nereye geldim? Galiba cehennemin dibine. Ve hepimiz biraz öyle.

Bazen kitabın ilk sayfasından ya da ortasından hiç konuşmadan, sonundan başlamak istiyor insan. Çünkü Kesekli Tarla'da okunan öyküler yazarın annesinin bir sorusuna çok şey borçlu: "Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?"

Kesek, bizim gibi köysüz büyümüş şehir çocuklarının pek aşina olduğu bir kelime değil. "Bel, çapa veya sabanın topraktan kaldırdığı iri parça" demiş TDK. Tezek diye okumak da mümkün ancak ben daha çok yük diye okuyorum. Hani bazı yollar vardır sizi hızlı ve güvenli biçimde ulaştırır gideceğiniz yere. Bazı yollar da vardır kumlu taşlı, çok hırpalar, çok yorar, ulaştığınız yere vardığınızda derin bir oh çekersiniz. Şunu da unutmamalı: bir yol yoruyorsa, orada olgun meyveler çoktur. Maalesef koca bir ülke olarak ergenlikten çıkamıyoruz. Ya biz büyümek istemiyoruz ya da geçmişten kalan ve kapanmamış çok hesap var. Figen Şakacı güldürürken ürküten bir kadın. Kesekli Tarla'da özellikle karakterler bu yönden okunduğunda çok ilginç bir hâl alıyor. Çoğunun canı çıkıyor, canını çıkarıyorlar, ama sanki o can çıkarken bir öğüt bırakıyor geriye, bir teselli, bir yaşam amacı. Dolayısıyla can veriyor.

Bazı öykü kitaplarına dair yazarken kitabın çok dışına çıktığımı fark edip duraksıyorum. Sonra, demek ki bu öyküler anıları, hatıraları, kayıpları, yasları tetiklemiş ki bunlardan bahsetmek istiyorum diye düşünüyorum. Aileden başlayan, çocukluğa inen, artık maalesef ki yaşamın merkezinde olan adaletsizlik, şiddet, yoksulluk gibi durumların işlendiği öyküleri bu yüzden çok değerli buluyorum. Sadece bunlardan bahsedersek edebiyattan çok uzaklaşırız ama alıp bunları edebiyatın içine yerleştirirsek işte o çok kuvvetli oluyor. Nasıl bir kuvvet bu? Edebiyatçının tarihçi oluverdiği, zaman zaman terapistliğe büründüğü ama her zaman okuyana kapı komşusu gibi yakın olan bir kuvvet. İşin tuhafı; tarihçiler de terapistler de kapı komşuları da çoğu zaman ürkütücüdür. Ne çok yanaşmak istersin ne çok uzaklaşmak. Hepimiz "çok parçalı biriyim ben; gözlerimin ta içine bak da tamam olayım" demek isteriz çünkü çoğu zaman. Açığımız boldur, kapatılsın isteriz, bilmeyiz ki tamam olmak diye bir şey yoktur.

"Kim konuşursa konuşsun daha ilk cümle ilgimi çekmiyorsa sağır kesilirdim" demez miyiz kendimizi kendimize anlatırken? Çünkü bu başkasına söylenmez. Ukala oluveririz. Dürüstlüğün ukalalık, haysiyetin kibir, varoluşun sancı olduğu zamanlarda bir kanepe rahatlığı arıyoruz hepimiz: "Kanepede uyuyakalanlara has bir yalnızlığın koynunda sabahın olmasını, sonra akşamın inmesini, gecelerin mümkünse fazla uzamamasını, zamanımın dolmasını bekliyorum."

Başımız ağrıyorsa ekrana çok bakmaktan değildir belki de. Bir kaygı yükleniyordur kafatasımıza mesela. Şu omuz ağrısı, acaba geçmişe duyulan öfkeyle ilgili olabilir mi? "Kambur dediğin yaşantı yüküdür; ha deyince sırtında bitmez insanın" çünkü. Banyodan bir türlü çıkmayanlar vardır hani, yaşanmış kirli bir tanıklık suyla olan ilişkiyi şekillendirir. Suyun altına gir ve her şeyi unut, çocukluğa sığın: "Her pazar günü evimize bir evliya geliyor sanıyordum. Adı Hacı Şakir'di. Onun elinin değdiği her şey kutsaldı."

Öykülerin arasındaki bağı kavramak -belki de koparmak- okuyucu için eğlenceli olabilir. Aygül, Fidan, Suat, Ömer gibi bazı karakterler farklı öykülerde görünebiliyor. Düştüğü yerden kalkmak için arkadaşlarıyla ortak bir 'çöküş' romanı yazmak isteyen İrfan, yüzündeki çocukluk ve ellerindeki yorgunlukla karısının duygularını kanırtan Samet, yaşaya yaşaya iyi bir bekleyici olmuş Âdem, kazandığı ödülü "hepinizden daha çok emeği var üzerimde" diyerek Bakkal Hüsnü'ye vermek isteyen beyaz yakalı, hemen hepsi içimizde bir yerlere bağdaş kuruyor. Çünkü biliyoruz ki içimizde bir düzen kuramadıkça dışarıda hep dağınık olacağız, dağınık kalacağız. Karakterlerin yaşamları bu sebeple içimize işliyor. Oradan kendimize bir yol çıkarmaya çalışıyoruz, bir iş, bir gaye, amaç, anlam.

"İçim tıkış tepiş, içim tıknefesti. Kendime dar ettiğim bu dünyayı anca içimi genişletirsem, oraya her şeyi yerli yerine gelecek şekilde yerleştirirsem rahat edecekmişim inancına nasıl ermiştim, vallahi de billahi de bilmiyordum."

Bir kitabı anlatmaya yaşadığımız şehirden ve çocukluğumuzdan başlıyorsak, o kitabı dolduran öyküler içimizdeki bir şeyleri yerinden oynatmıştır. Yol mu sahiden zordu yoksa biz mi yürümeyi beceremedik? Kim bilir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Cehaletin sözde masumiyeti

“Söz; öyle büyük bir güçtür ki küçücük, görünmez gövdesiyle korkuyu dindirmek, acıyı yok etmek, neşeyi arttırmak, merhamet uyandırmak gibi büyük işler başarır.”

Dilimizin sınırlarının dünyamızın sınırları olduğunu iddia eden Wittgenstein ile tanıştığım günden beri dil üzerine kafa yoruyorum. Gündelik dildeki dönüşüm, bireylerin düşüncelerine ve yaşam biçimlerine hızla yansıyor. Birlik de yansıyor, nefret de… Bunu çoktan fark eden hükümetler, markalar, kültür inşacıları, algımızı, tercihlerimizi, yaşantımızı değiştirmek için sık sık dil üzerinden bizi istedikleri yöne sürüklüyorlar.

İktidarlar, varlıklarını sürdürmek için kendilerine daima “radikal şık”lar yaratır. Mevcudiyetlerinin devam etmesinin tek yolu, birilerini ötede göstererek yeni düşmanlıklar yaratmaktır. Hedef değişebilir ancak sonuç aynıdır. Radikal Şıkların Sayımı, Esma Fethiye Güçlü’nün çevirisiyle okuduğumuz bir roman. Beyazperdedeki, “Bu romandaki bütün kurumlar ve kişiler hayal ürünüdür.” ibaresi gibi burada da kitabın “kurgu” türünde olması yazara gerçekleri işaret etmek için bir konfor alanı sağlıyor. Anlatılanlar, hayali bir İtalya’yı işaret etse de romanı okurken fark edeceksiniz ki her şey gerçekle oldukça uyumlu ve anlatılanlar, sadece İtalyanlar ile sınırlı değil.

Radikal Şıkların Sayımı’nda işler ne zaman çığırından çıkıyor, emin değilim. Ancak, “entelektüel” yerine “radikal şık” sözcüğünün kullanılmaya başlaması ile bilgili insan olmak bir nefret nesnesine dönüştürülüyor. O andan sonra artık kitap okumak bile radikal bir eylem. Halkı aşağılama aracı. Masum cahillerin entelektüeller yüzünden acı çektiği dünyaya hoş geldiniz! Cehaletin keyfini çıkarın yoksa ölürsünüz.

Gündüz kuşağı programında Spinoza’dan alıntı yaparak adeta ölüm fermanını imzalayan Profesör Giovanni Prospero’nun cesedi, hemen o akşam evinde bulunur ve roman, tanınan bir radikal şıkkın elenmesi ile açılır. Bu ünlü akademisyenin ölümü, hükümetin istediği ortamı hazırlar ve radikal şıkların güvenlikleri için kayıt altına alınmaları gerektiği ile ilgili bir çalışma başlatılır. Prospero’nun kızı Olivia, tüm bu yaşananları mantıksız bulur ve babasının öldürülmesine yol açan şeyleri araştırmaya başlar. Bir kadının, kendisine verilenle yetinmeyip sistemle kavgaya tutuşması bir tesadüf mü, sanmıyorum. Gerçek hayatta da sıklıkla kadınların isyanlarına ve kendilerine biçilen rollerle yetinmemelerine şahit oluyoruz. Size söylemiştim: Bu tam anlamıyla gerçeğin parçalarından oluşturulan bir kurgu. Bu kurguda, dili dönüştürme görevi İtalyan Dilini Sadeleştirme Kurumu’na veriliyor. Kurum, bu sadeleştirme sürecini o kadar dikkatle yürütüyor ki, elimizdeki kitap da kurumun sıra dayağından kurtulamıyor. Sözde daha kolay anlaşabilmek için sadeleştirilen dil, entelektüeller ve kültür için zehirle yıkanmış bir hançere dönüşür.

Prospero’nun kızı adalet mücadelesinde birçok kişinin kapısını çalar. Kimi eskiden tanıdığı kişilerdir, kimileriyle ilk kez karşılaşır ancak diyalogları hep aynı şekilde sonuçlanır: Babası, ne kadar bilgili olduğunu göstererek halkı aşağılamıştır. Ona, “Babanız ölmeyi hak etti” diyemezler ama “Peşinde düşülecek bir şey yok, önümüzdeki döneme odaklanalım” derler. O dönem gücün kimin elindeyse, adaletin anlamını da o kişiler kendilerince inşa eder. Bu yeni anlamı kabullenmemek, genellikle ölüm ile cezalandırılır.

Yazar Giacoma Papi, tüm politik mesajlarını metnin bir yerlerine iliştirmiş ancak hiçbiri slogan vari, “ben buradayım” diye bağıran mesajlar değil. Radikal şıkların bir arada hareket etmeye yanaşmaması, günümüz entelektüellerinin dünyada yaşanan bu talan ve yıkıma karşı bir araya gelememesiyle paralel okunabilir. Sürüden ayrılanı kurt kapar masalı çoktan unutuldu, artık güçlenmiş ve bilinçlenmiş bireyler dünyasında yaşıyoruz ancak şunu da hatırlamak gerekir: “Asla yalnız yürümeyeceksin.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

11 Ağustos 2020 Salı

Tel örgülere asılı yaralar

Asıl adı Feyyaz Fergar olan Feyyaz Kayacan, iki dünya savaşını da görmüş bir yazar. Buna rağmen Türk edebiyatının şen kirpisi olarak anılıyor. Kayacan savaşın edebiyatını yaparken kara mizah anlatımını tercih ediyor. İkinci öykü kitabı olan ve 1962 yılında basılan Sığınak Hikâyeleri’nde II. Dünya Savaşı esnasında yaşanan bombardıman günlerini anlatıyor. Kitapta altı öykü var ama giriş, gelişme ve sonuç bağlamında çerçeve öyküler olarak oluşturulmuş. İlk yayımlandığında 1963 yılı Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülünü kazanan bu kitapta her öykü Henry Moore’un sığınak desenleriyle başlıyor. Henry Moore, 1940-42 yıllarını resmettiği eserlerinde II. Dünya Savaşı sonrası sığınaklarda yaşayan insan hallerini tasvir ediyor. II. Dünya Savaşı’nda Fransa ve İngiltere’de olan Kayacan da savaşı ve savaşın insan üzerindeki etkilerini, dilin olanaklarını sonuna kadar kullanarak öykülerinde işliyor.

Sığınak Hikâyeleri’ndeki öyküler için Necip Tosun, "Feyyaz Kayacan: Erken Bir Postmodern" eleştiri yazısında “insan sevgisi, savaş karşıtlığı üzerine oturan ve ölüme karşı hayatı, nefrete karşı sevgiyi yücelten bu yeni ses, kuşağının yazarlarını da derinden etkiler” demiştir.

Sığınak Hikâyeleri’nde, bombardıman esnasında çalan bir düdükle, insanların sığınaklara girişinden sonraki zaman dilimi anlatılıyor. Kayacan odaklandığı birkaç insanı, anılarını anlatır gibi okuyucuya anlatıyor ve onların yaşamlarına dahil ediyor bizi. Mr. Ellis’in bahçesi ve cebinde taşıdığı tohumlarla konuşması; Mrs. Valley’in ölüme karşı diklenişi; şair Alvin’in uzun uzun yazdığı şiirlerini ilham perisinin saçlarına benzetmesi derken son derece soyut kavramlarla harikulade betimlemeler yapıyor. Savaş sahnelerini anlattığı cümlelerini gerçeküstü öğelerle donatıyor:

Yüreği ağzına gelen toprağın sarası tutunca tava devrildi.

Savaşın tüm yıkıcılığı içinde Şen Kirpi, üstü örtülü ironiler yapmaktan da çekinmiyor.

Tüfeğin içindeki kedi yerde sürünen askerin içindeki fare ile oynuyor.

Kayacan, öykülerinde savaşa da toprağa da tarihe de kızıyor. Tarihi, kinlerin hazinesi olmakla suçluyor ama “unutmak ölmektir” demeden de kitabını bitiremiyor. Sığınağı tüm öykü boyunca ıslak ve karanlık olarak tasvir ediyor. Uçan bombalar için çalan uyarı düdüğüne canavar düdüğü diyor. Bu sesi işitenler sığınaklara doluşuyor ve Kayacan da onları izliyor. Kayacan izliyor diyorum çünkü kahramanımızın adı geçmiyor. Ben anlatıcı olarak ona dair öğrendiğimiz ilk şey Forrest Hill’de oturuyor olması ve eşinin ise York’ta kalıyor olmasıdır. Sığınak hikâyeleri olsa da zamanda geriye giderek hayatlarını anlattığı insanlarla ilk tanıştığı anlardan da bahsediyor. Tütüncü Gareth’in dükkanına gidince yaptığı sohbette Türk olduğunu seve seve söylüyor. İş o ki Gareth de Çanakkale Savaşı gazisi çıkıyor. Tütüncü dükkanında gerçekleşen bu konuşma sonunda kahramanımız kendini yeni geldiği o ülkeye daha ait hissediyor. Sığınak içinde insanları izleyip, onların hayatlarını anlatırken bir satır aralıkta memleket özlemini de dile getiriyor: “İstanbul’u düşündükçe içi minarelenen, içi kandil fenerleri gibi renklenen, donanan ben varım ben.

Kayacan, şair Alvin’in ağzından yazdığı satırlarda da Postacı Kızı Vera’nın güzelliğini anlatmak için kurduğu cümlelerde de öykülerine şiirsel bir dil kazandırıyor. Dille uğraşan Kayacan, açıkça bir öyküsünü dille oynayarak yazıyor. Öykünün bu kısmında Mrs. Valley ondan Türkçe öğrenmek istiyor ama tek şartının gramer kurallarını es geçmek olduğunu söylüyor. Sığınakta vakit geçirmek için ona kelimeler öğretirken bıçak gibi sözleri, sözlerin en kalın kemiklilerini, en dayanıklılarını tercih ediyor. Mrs. Valley duyduğu kelimelere kendi anlamlarını yüklüyor. Her dili böyle azar azar öğrenen Mrs. Valley, daha sonra sığınakta yaptığı bir konuşmada bunları kullanıyor: “…om mani hop hop padme hop open open Upanishad blood and sesame ölüm and death taboo and tabut…

Çok anlamsız gibi görünen bu manifestoda, “om mani padme hum”u Asaf Halet Çelebi’nin şiiri ile birleştirince kelimelerin ağaçlarla alakasını kavrıyorsunuz. Öykünün merkezinde olmasa da her öyküde karşımıza çıkan Mr. Ellis’in bahçesi ve ağacının ölümle kurulmaya çalışılan felsefi bakış açısı da ortaya çıkıyor. Metinde geçen Upanişadlar'a göre de her şeyin özünde Atman vardır. Bu Atman bir ağacın özünde de olabilir. Atman bu ağacı terk ederse ağaç ölür ama o öz ölmez. Bu felsefeden direkt olarak bahsetmek niyeti var mıydı bilemiyorum ancak öykülerdeki ağacımız hakkında şöyle diyor Kayacan:

Mr. Ellis sığınağa gelmişti o gün. Elma ağacı yemiş vermiyor ölümün yolunu siz gösterdiniz bana, ölümü ben sizden öğrendim, elmalarımı ben artık salt karanlığa yuvarlayacağım ben size yemişimin bir çekirdeğini olsun yedirmeyeceğim diyor demişti Mr. Ellis ve ben kızmıştım topunuzu birden yanıma alıp ağacın köküne okumaya gitmiştim neler neler okumuştum sonra?

Bu şekilde dille oynamasının yanı sıra öykülerinde kullandığı nesiçlenme, löngöz, mostralık, dekteş, perende, anlak gibi kelimeler de kendine has bir dil oluşturmuş olduğunu gösteriyor.

Soğuk savaş günlerinin başlangıcı ile bitişi arasında bir sığınakta bir arada yaşamak zorunda kalan insanların ruhsal durumlarını anlatan bu öyküleri özetleyen en güzel cümleyi de yine Kayacan kuruyor:

Bütün yolların ucunda tel örgülere asılı yaralar sallanıyor.

Büşra Yıldırım
twitter.com/busraylldrrm