10 Mayıs 2020 Pazar

Algı her şeydir!

“Post-truth, pro-faşizmdir.”
(Hakikat-sonrası, faşizm öncesidir.)
- Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine

‘Algı her şeydir’ mottosu iletişim fakültesinde ilk öğretilen şeylerden biridir. Sebebi açıktır: Düşünce ve davranışları etkileme ve değiştirme algı üzerinden sağlanır. Bu meselede en önemli nokta algıyı oluşturma aşamasıdır. Önemini, ahlaki değer ve etik kodların rafa kaldırılmasına tekabül edişinden alır. Daha net ifade edersek; algı oluşturmada gerçek ve/veya hakikat önemsizdir. Önemli olan tek şey muhatabı etkisine alarak kontrol altında tutmak ve ‘kullanılabilir’ hâle getirmektir.

İlk bakışta gaye meşruiyet sağlanarak siyasi kazanım elde etmek gibi görünse de her daim amaçlanan maddi çıkardır. Yani, birey ve toplum sermayenin talepleri doğrultusunda kullanılabilir olmalıdır. Esasında yapılan şey bir nevi illüzyondur. Bu süreçte direkt çarpıtma ve yalanın yanında makulmüş gibi görünen ama mantıksal açıdan sorun teşkil eden malumat ya da önerme (safsata) kullanılır. Önemli nokta, meseleye dair bilinç kazanmış birey illüzyonun farkında olacağından bu tuzağa düşmeyecektir.

Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti’nde bu illüzyonun nasıl yapıldığını işleyiş ve türleriyle birlikte ele alıyor. Destek Yayınları tarafından yayınlanan eser yüz seksen dört sayfadan oluşuyor. Kitabın iki temel konu (bölüm) üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. İlk konusunu Batı literatüründe ‘post-truth’ olarak geçen olgunun oluşturduğu çalışmanın ikinci konusu ‘safsata’ kavramı. Bu bağlamda en genel tabiriyle mevzuyu, gerçeğin ve/veya hakikatin modern ve daha çok postmodern dönemde anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan ‘kaygan’ zeminde birey ve/veya toplumların bundan nasıl etkilendiğini belirlemek şeklinde özetleyebiliriz.

Yalın Alpay evvela İngilizcesi ‘post-truth’ olan kavramı anlamsal açıdan analiz ederek Türkçe’de “hakikatin önemsizleşmesi” şeklinde kullanmayı öneriyor. Hemen arkasından önerdiği kavramı çeşitli cihetleriyle detaylandırarak bir anlamda gerekçelendiriyor. Bu girişten sonra yalan ve gerçek yanılsamasının modern dönemde şimdiki kadar ayyuka çıkmamasının nedenleri üzerinde durarak sürecin neden bu yöne evrildiğini ve nasıl işlediğini ortaya koymaya çalışıyor. İlk ayrımı modernite/postmodernite arasında yapan Alpay, postmodernitenin özelliklerini sıralıyor. Postmodernitenin çerçevesini çizdikten sonra “hakikatin önemsizleşmesi” ile aralarındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Böylelikle konuyu temellendirerek bu iki kavram arasında hakikat olgusu özelinde var olan dışlayıcı ortak ilişkiyi açığa çıkarmış oluyor.

Yazar, postmodernite ve “hakikatin önemsizleşmesi” arasında yaptığı ilişkilendirmeyle kavramların etkileşimsel boyutunu belirledikten sonra konuyu dil üzerinden insanları etkilemenin nasıl sağlandığına getiriyor. Esasında bu etki faaliyetleri bir dil oyunudur. Yani, mesele dilin yapısal özelliklerinin insanın psikolojik zaafları üzerindeki etkisinden faydalanmaktan ibarettir. Alpay, söz konusu dil oyununu açıklarken Aristoteles’in (MÖ 384-322) dil kullanımına dair yaptığı kategorizasyondan yola çıkıyor. Yalnız, önce mantık, aklın ilkeleri akıl yürütme konularına felsefi açıdan kısaca değinerek konuyu temellendiriyor. Sonrasında Aristoteles’in “Beş Sanat” şeklinde formülüze ettiği ‘savlar hiyerarşisi’ sınıflandırmasına geçiyor.

Bu hiyerarşi, sadece gerçeğin kanıtlandığı tanıtlama, gerçeği kanıtlamak yerine rakibi susturmanın yöntemi diyalektik, salt iknayı sağlayan retorik, doğruluğu olmayan ve düşsel bir alan olan şiir ile muhatabın algısını çarpıtarak yanılmasına yol açan safsata olarak tanımlanıyor. Buradaki sıralama aynı zamanda giderek gerçekten/hakikatten uzaklaşma şeklinde kendini gösteriyor. Yalın Alpay ilk dört başlığa kısa kısa değindikten sonra kitaptaki ikinci önemli konuyu oluşturan safsata meselesine geçiyor.

Müellif, safsata kelimesinin anlamı üzerine detaylı bir giriş yapıyor ve zihnin safsataya neden kapıldığını başlıklar hâlinden açıklamaya çalışıyor. Bu başlıkları safsatanın zihne sızdığı içsel ve dışsal çatlaklar olarak tanımlıyor. İçsel çatlakları insanın zaafları oluştururken dışsal çatlaklar sosyo-kültürel yapının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yalın Alpay bu çatlaklara dikkat çekerek ne kadar farkındalık oluşturulabilirse sızmanın o derece engellenebileceğini belirtiyor.

Kitapta safsata kavramıyla ilgili tanımlar yapıldıktan ve oluşma nedenleri belirtildikten sonra yazarın öznel olarak belirlediğini söylediği safsata örneklerine geçiliyor. Yazar buradaki örnekleri saptadığı en çok kullanılan safsata türleri şeklinde açıklıyor. Verilen örnekler günlük hayatta farkında olmadan ya da görmezden gelerek yaptığımız hataları gözler önüne seriyor. Bu hataların çokluğu ve kullanım sıklığı konuştuğumuz dilin neredeyse tamamen safsatayla örüntülü olduğu endişesi doğuruyor.

Yukarıda yazılanlardan sonra en önemli konuya; safsatanın ne olduğuna değinmemek olmaz sanıyorum. Genel olarak saçma, yalan, palavra gibi kelimelerle ya anlamlarıyla karıştırılan safsata, ‘doğru gibi görünen ama aslında doğru olmayan hileli akıl yürütme yöntemidir’. Daha net ifadeyle ‘mantıksal açıdan tutarsız akıl yürütmedir’. Günlük dilde dikkat edilmediği takdirde pek fark edilemeyen bu yöntem özellikle politik söylem ve medya ortamları başta olmak üzere -birebir ilişkiler de dâhil- hayatın her alanında kullanılarak bizleri doğrudan etkiliyor. Hayatımızın artık vazgeçilmezi olan sosyal medya ile birlikte ‘post-truth’ (hakikatin önemsizleşmesi) kavramının da muazzam etkisiyle maruz kaldığımız çarpıtma ve yalanın boyutu gün geçtikçe artıyor. Bu bağlamda safsataların doğru karar vermemezi etkileyen hatta engelleyen ve zarar görmemize sebep olan süreçleri ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu engellemenin yolu ise safsata konusundaki farkındalığı arttırmaktan geçiyor.

Yalanın Siyaseti bir yandan safsataya dair farkındalığı artırırken bir yandan da safsatanın varoluş koşullarını gösteriyor. Postmodernite ile birlikte ele alınışı fotoğrafı daha geniş perspektiften görmeyi sağlıyor ve verilen güncel örnekler ve değerlendirmeler anlamı pekiştiriyor.

Kitaba dair iki konuda şerh düşmek gerekirse, Yalın Alpay’ın modernitenin bittiği ve postmodernitenin yeni bir paradigma olduğu söylemine katılmadığımı belirtmek isterim. Bu konuda postmoderniteye ithafen “modernite-tamamlanmamış bir proje” diyen Jürgen Habermas’ın görüşünün daha isabetli olduğu kanaatineyim. Zira postmodernite paradigmayı değil sentagmayı, yani ‘değerler dizgesini’ değil ‘değerler dizilimini’ değiştirmiştir. Sistem özünde aynı arkaik köklere sahiptir. Paradigma değişimi, modernitede olduğu gibi uygulayıcı ve uygulamanın tüm yönleriyle değişimidir. İkinci şerh konusu; Yalın Alpay’ın Türkiye için verdiği örneklerde ‘sağ muhafazakârlık’ kadar ‘sol muhafazakârlığa’ değinmemesidir. Konuyu siyasi angajmana çekmeden belirtmek gerekirse, bu toplumun sorunlarında sağ muhafazakârlık ne kadar sorumluysa sol muhafazakârlık da o kadar sorumludur. Dolayısıyla her iki kanat da safsata açışından diğerine rahmet okutacak kadar sorunludur.

Hamiş: Her ne kadar sevgili Yağız Gönüler seri yazıları ekstra bir yük ve sorumluluk olarak üzerimize almamamızı rica etse de post-truth ve safsata konuları birkaç kitap değerlendirmesi daha olacak gibi görünüyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Gölgeler ve parlak ışıklar altında insanın durumu

Koreli filozof Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak adlı kitabında estetik, sanat ve güzel kavramlarını detaylıca işlemiş ve gerçek bir sanat eserinin en önemli noktasının, kendisini sır olarak temsil etmesi olduğunu belirtmiş, sanat eseri için “son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü kavranamaz” demiştir. Yine başka bir Doğulu yazar Tanizaki, geçtiğimiz yılın Mart ayında Jaguar Kitap’tan yayımlanan Gölgeye Övgü adlı eserinde, gölge kavramının ve bildiğimiz manasıyla somut gölgenin Japonlar ve Avrupalılar için ne anlamlara geldiğini, neleri etkilediğini, insanın tasavvur dünyasında ne gibi gerçekler ortaya çıkarabileceğini on altı deneme boyunca irdelemeye çalışmıştır. Gölge kavramının Japon milleti için öneminden, gölgenin şehirlerde, evlerde hatta tiyatrolarda ve eski Japon kültüründe ne şekilde kullanıldığından bahsetmiş, bunun insan ruhunda ne gibi olumlu değişimler yaptığını, bazen son derece ciddi bazense daha komik mevzular üzerinden incelemiştir. “Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soluk renkli bırakıyoruz” diyen Tanizaki, gölge ve parlak ışıklar altındaki insanın durumunu ayrı ayrı değerlendirmiştir.

Tanizaki Batı ve Doğu insanının gölge ve parlaklık kavramlarına niçin ayrı manalar verdiğini incelerken aslında psikolojik ve sosyolojik tespitler de yapıyor. Sadece estetik üzerinden değerlendirmeleri olsa da genel anlamda Batı ve Doğu toplumlarının (Doğu’dan kasıt daha çok Japonya ve biraz Çin) gölge ve karanlık hakkındaki tutumlarından hayata bakışlarıyla ilgili çıkarımlar yapıyor. Yazara göre Doğu toplumları elindekiyle yetinmeyi bilir. Şartlara göre hareket eder ve elinde olmayan şey için gereksiz bir hırs bürümez gözünü. İslami bir yönü de vardır bunun. Neredeyse ne gelirse Allah’tan, biz elimizdekiyle başımızın çaresine bakmalıyız, der Tanizaki. Bu da bu kitabın yazıldığı zamanlarda iki dünya savaşı arasında olan Avrupa hakkında söylenecek doğrulardan biridir:

Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz. Ancak yenilikçi Batılı yetinmeyip elindekini iyileştirmekte kararlıdır her zaman. Mumdan gaz lambasına, gaz lambasından elektrik ışığına daha aydınlık bir ışık arayışı asla bitmiyor, en önemsiz gölgeyi bile yok etmek adına hiçbir zahmetten kaçınmıyor.

Tanizaki bu sözleriyle bana yine Byung-Chul Han’ın dilimize çevrilen son kitabı Eros’un Istırabı’ndan bir parça hatırlattı. Han kısaca, modern insanın ya da modern toplumun, hayatın içinden negatifliği yani birbirinden farklılığı kaldırdığını, herkesi aynı hizaya çektiğini söyler. Şeffaflık Toplumu adlı eserinde ise tüm bunlara paralel olarak sır ve karanlığın hayranlık uyandırdığını belirtir. Tanizaki’nin denemelerinde genel olarak değinmek istediği de tam olarak budur aslında. Karanlık ve gölge insan ruhuna uygun olandır. Parlak ışık bizi rahatsız eder ve fıtratımız dışındadır.

Tanizaki karanlık ve parlaklık, beyaz ve gölge arasındaki ilişkiyi incelerken dünya üzerinde toplumsal sorun oluşturmuş birçok şeye de değinmeye çalışır. Bunlardan biri de insanların rengidir. Sarı ırk, beyaz ırk, siyahîler olarak adlandıracağımız bu durumu da eskiden beyaz ırkın, renkli ırkları kabul etmemesinin ardındaki psikolojiyi de anlayabiliyoruz diyerek açıklamaya çalışır. Tanizaki’ye göre hassas beyazlar, farklı tendeki kişilerin sosyal buluşmalarda yaydıkları gölgeden rahatsız olurlar. Bunu da, Amerikan İç Savaşı döneminde sadece zencilere eziyet edilmediği, aynı zamanda melezlere, melezlerin çocuklarına ve hatta melez ve beyazların çocuklarına da eziyet edildiği örneğini vererek kanıtlamaya çalışır. Biraz zorlama bir yorum gibi görünse de durumun iç yüzünü anlamaya çalıştığımızda, yine buradan Han’ın, farklılıkların yok edilmeye çalışılması tabirine yaklaşıyoruz.

Kitap bir bütün oluşturabilecek şekilde başlıyor ancak denemeler ilerledikçe Tanizaki’nin daha dağınık bir konu skalasını tercih ettiğini görüyoruz. Gölge kavramını elden bırakmıyor yazar fakat bu gölge kavramını temel alarak yeri geliyor geleneksel Japon ev mimarisini yeri geliyor modern ve eski Japon tuvaletlerini yeri geliyor mum ışığında yemek yenen bir restoranı inceliyor ve bu konular üzerinden çıkarımlar yapıyor. Ayrıca ara ara da olsa Batı ve Japon kültürleri arasında değerlendirmeler yaparak Japon kültürünün Batı’dan etkilenmesini eleştiriyor:

Batılı sıralı adımlarla ilerleyebildi ancak biz daha üstün bir medeniyetle karşılaşıp ona teslim olduk ve aynı zamanda binlerce yıldır izini sürdüğümüz yoldan ayrılmak durumunda kaldık. Kanımca bunun yarattığı yanlış adımlar ve güçlükler çoktur.

Tanizaki aslında Japon kültürünün ve geleneğinin Batı karşısında üstünlüğünü gölge kavramı üzerinden vermeye çabalıyor ancak bir taraftan da karşılaştıkları medeniyetin kendi medeniyetlerinden üstün olduğunu kabul ediyor. Bu durumu Tanizaki’nin 1923’teki büyük depreme kadar Batılı bir tarzda yaşamını sürdürerek yazmasına bağlıyorum. Herhalde o taraflardan bir şeyler kalmış olmalı. Ayrıca yazar savunduğu şeylerin karşısında yer alan modern hayatın getirilerini de tam olarak reddedemiyor. Yaşam olarak değil, fikrî olarak. Bir arada kalmışlık hissediliyor yazdıklarında. Ne diyelim, şairin dediği gibi belki de asfaltta yürürken asfaltı eleştirme hakkını kullanmak istiyor. Zaten bunun açıklamasını da kitabının son paragrafında okurla paylaşmış:

Çağımızın imtiyazlarının farkındayım ve onlara müteşekkirim. Ne kadar şikâyet edersek edelim, Japonya Batı’yı takip etmeyi seçti ve artık bu yolda cesurca ilerleyip biz yaşlıları geride bırakmaktan başka çaresi yok. Tenimiz olduğu renkte kaldığı sürece verdiğimiz kaybın çaresinin olmadığını kabullenmek zorundayız. Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta, hâlâ kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını kalın ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum. Bu her yerde yapılsın demiyorum ama en azından biri böyle olsa yeter. Nasıl olurdu acaba, ışıkları söndürüp onlar olmadan etrafın neye benzediğini görmek…

Kitabın sonunda Thomas J. Harper’ın bir sonsözü bulunuyor. Bu sonsözde okurlar hem kitap hakkında Harper’in fikirlerini okuyup kendi düşünceleriyle bir harman yapabilecek hem de Tanizaki hakkında birkaç bilgi daha öğrenebilecektir.

Gölgeye Övgü Japonca aslı yerine İngilizceden çevrilmesine rağmen Didem Kizen çok başarılı bir iş çıkarmış ve neredeyse araya bir üçüncü dil girmediğine okuru inandırmış. Yazarın da romanlarından bildiğimiz gibi dili yalın ve üslûbu son derece sade ancak bu seferlik buna çeviri de ekstra katkı sağlamış.

Tanizaki büyük bir yazar. Hatta kimilerince en büyük modern Japon yazar (bence bu unvan Soseki’ye ait ancak bu Tanizaki’nin büyük yazar olduğu gerçeğini değiştirmez). Sadece kurgu eserleriyle değil onu bir de denemeleriyle tanımak isteyenler için Gölgeye Övgü’nün okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Tanizaki biz’e çok uzak değil.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Mayıs 2020 Cuma

Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim

"Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz
Tüm unsurlardan fazladır iktidarı."
- William Wordsworth

"Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sürdürmenin yollarından biridir" diyor Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar'da. Bizdeki havf ve reca arasında yaşama gerekliliğini çağrıştıran bir cümle. Çocuklar, özellikle de yeni doğanlar insana kadim kanunları hiç zorlamadan, halleriyle hatırlatıyorlar. Hem bu dünyanın geçiciliğini hem de her şeye rağmen yaşamanın o mutlak sevincine olan ihtiyacımızı bazen cıvıldayıp, bazen de ağlayıp meşk usulü öğretiyorlar anneye, babaya. Yine kitapta, "çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır" diye yazıyor Britanyalı psikiyatrist. Güçlü olmak ve başkasına da güç vermek mecburiyetini hep olduğu gibi edebiyatın sağladığı kuvvetle aktarıyor. Tam şu zamanlarda, bana iyi geliyor Adam Phillips. Okuduğum her kitabının iyi geldiğini ve çok ufuk açıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sadece çocuk psikolojisine ve gelişimine dair bir kitap değil elbette Dehşetler ve Uzmanlar. Otoriteler, semptomlar, korkular, rüyalar, cinsiyetler ve zihinler başlıklarıyla hem psikanalist adaylarına meselelere nasıl bakmaları gerektiği konusunda yeni açılar kazandırıyor hem de her şeyin ille de, net bir biçimde çocuklukta yattığına 'sopa sallamadan' işaret ediyor.

Psikanalisti 'muhalif seslere kulak kabartan kişi' olarak tanımlıyor Phillips. Onun en büyük riski, bu seslere kulak kabartmamak ve hastaya -danışana- tepeden bakmak. Burada günümüzün her yerden fışkıran uzmanlarına da bir işaret var. Çünkü uzmanlar, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair bilgileri özümsemiş, tecrübe sahibi, 'her şeyi bilen' kılıfına bürünüyorlar. Psikanalistler de bu kılıf(lar)a bürünme riski taşıyor. Şurası konuya açıklık getirmesi açısından önemli: "Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur."

Adam Phillips, iflah olmaz bir Freud'cu. Tabir çok kesin gözükebilir ancak o birçok şey için bilimin ve insanlığın Freud'a borçlu olduğunu düşünüyor. Haklı olduğu tarafları var elbette ve bunları söylerken gayet sakin, bilge bir üslup kullanıyor. Böylece okuyucu Freud'dan soğumuyor. Phillips kendi görüşlerini ifade ederken de çocukla ebeveyn arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu birçok farklı kapıdan aralıyor, ışık tutuyor. Işık tuttuğu yerin ne kadar karanlık olduğu herkesin malumu. Burada yaptığı psikanaliz tanımı, okuyucunun kitabı nasıl okuması gerektiğine dair de önemli bir bilinç kazandırıyor: "Psikanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil, kaybedilenleri kazandırır."

Çocuğun ve dolayısıyla insanın, 'ebeveynine doğru inanma'ya olan ihtiyacı konusunda Phillips; çocukların sadece onların otoritelerini ve kendilerine sundukları bakımı veri olarak kabul ettiklerini söylüyor. Burada üzerinde durulması gereken konu neden inanıldığı, inanmaya itenin ne olduğu. "Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar" diyor Phillips. Freud'un bilinçdışı tanımının her ne kadar düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sürse de insanların psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için geldiklerini söylüyor. Yani Freud'a itiraz ettiği, ayrıldığı noktalar da yok değil elbette.

Rachel Wetzsteon, "Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen kural nedir?" diye soruyor Kaçış Kıssaları'nda. Acı içinde sır barındırır, hatta neredeyse sırdan ibarettir. İnsan acılarını olduğu gibi sırlarını da kolay kolay kimseye açamaz. "İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler ya da konuşacak birini seçerler" diyor Adam Phillips. Dilin kuvvetleri. Özgürce konuşmanın tehlikeleri ve faydaları. Hepsi iç içe. Dünyayla gerçek bir temas kurmak isteyen insanın dünya ile arasına mesafe koymasını öneren Maurice Blanchot haklı. Bu mesafe biraz da delilik barındırıyor. Çünkü İngiliz edebiyatının 'çılgın' yazarlarından Gilbert Keith Chesterton öyle diyor: Deli, mantığını yitirmiş kişi değildir. Deli, mantığından başka her şeyini yitirmiş kişidir. Mantık devre dışı kaldığında özgürce, hisli biçimde konuşmak mümkün. Bazen en büyük dehşeti barındıran mantık oluyor. Başımıza uzman kesiliyor. Bu durumda kalp devre dışı kalıyor ve zamanla insan nerede olduğunu bulamıyor, hatırlamıyor. İşte tam da buralarda kaygı ve korku meselesi yatıyor.

"Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir" diyen Phillips'e göre savunmacı çocuklarda egonun işlevi, korkuyu kaygıya dönüştürmek. Tedavi edilmesi gereken de bu. Çünkü korkusunu kaygıya dönüştüren çocuğun bunu yapmaktaki amacı korkuyu nesnesinden ayırmak. Halbuki korkunun nesnesi bulunduğunda, yani kaygılar korkulara dönüştüğünde psikanalitik yorum yapılmış, çocuk yüzleşmiş ve dolayısıyla tedavi yönünden büyük bir gelişim imkânı yakalamış oluyor. Ve zaten: "Büyümek bir travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu, hammaddesidir."

Freud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme, istemsiz bir kendini bilme ifadesidir. Sartra'a göre ise kendini bilmek bir tür kötü niyettir. Korkunun kötü bir duygu olduğu bu kadar bariz bir biçimde ortadayken, ardında yatan iyileşmeye dair imkân da bir o kadar ortada. Kaygı, insanın kendi kendinden bir şeyler gizlemesinin yoludur Phillips'e göre. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir: Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim. Freud için de kaygı bir kez devreye girdi mi geriye kalan bütün duyguları yutar. Gerçekliğin kaybı.

Dehşetler ve Uzmanlar, bizleri sürekli dışarıda bırakmaya çabalayan uzmanlara, dehşetin avukatlarına bir itiraz kitabı. Dehşeti önce biz bilelim ve önce kendimizin uzmanı olalım diye. Tüm bu farkındalığı yakalarken yazarın "asla şu ya da bu değiliz, daima bir derlemeyiz" cümlesini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü "iş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz" ama "ne dediğinizi bildiğinizi sanırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya. Çok fazla tanım yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Nisan 2020 Cumartesi

Yaşamayı umursamayanlar, hep boşlukla yüzleşenler

“Gece benim ardımda
Taşıdım kara gençliğimi dağların damarında
Hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya
Beynimde hep manalı bir uçurum.”
- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

Davranış problemi veya kötü bir alışkanlığı/bağımlılığı olan bir insandan o bağımlı olduğu maddeyi veya davranışı alırsak, yerine bir şey koymamız, oradaki boşluğu daha yararlı bir şeyle, en azından zararsız bir şeyle doldurmamız gerekir. Bağımlılığın en temel kurallarından biridir bu. Çünkü hayat/doğa boşluk kabul etmez, psikoloji de boşluk kabul etmez. Peki, ya bu boşluk bir hissedişse ve zihnimizdeyse…

Modern insanın boşlukta olma duygusu aslında çok eski değil. Teknolojinin gelişmenin ötesinde bir atılım göstermesi, alım gücünün artması, bireyselleşme vb. neticesinde belli bir daireye hapsolan bireyin psikolojik açıdan çok sağlam olması, olmamasından daha düşük bir ihtimal. Artık kazanılan gelirin belli bir miktarının psikolog veya psikiyatrlara gitmesi, okullarda görülen ruhsal hastalıkların ve farklılıkların artması bu durumun başlıca emarelerinden. Üstelik iyi bir maaş, mutlu bir çevre/aile de bu psikolojik iyi olma halini veya boşlukta olma hissini engelleyemeyebiliyor. Mânâ, yaşama amacı gibi şeyler olmadığında boşluk başka şeylerle doldurulmaya çalışılıyor veya doldurulamıyor. Her ikisinde de ortaya bir problem çıkıyor.

Viktor Frankl ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda ‘hayata mânâ/anlam verme’ konusunu detaylıca işlemişti. Kısaca özetleyecek olursak, Nazilerin toplama kampında sağ kalanların, o zor şartlara dayananların hemen hepsinin hayatta belli bir amacı olan insanlar olduklarını, çok basit sebeplerden ölenlerin ise hiçbir amaçlarının olmadığını ve boşlukta olduklarını keşfetmişti. Yazar da bu toplama kampındaydı ve en yakından gözlemlemişti bu kişileri. Zaten kurucusu olduğu logoterapi de bu kampların bir ürünüydü.

Behçet Çelik işte böyle bir kahraman oluşturuyor Dünyanın Uğultusu adlı romanında. Tam anlamıyla boşlukta ve kitaptaki karakterlerden biri olan Aynur’un deyimiyle tam anlamıyla ‘yaşamasız’. Bir nevi Oğuz Atay’ın meşhur tutunamayan kahramanları gibi:

…Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi –ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği.

Bir Selim Işık havası da seziliyor Dünyanın Uğultusu’nun başkahramanı Ahmet’te. Fakat Ahmet’in bu ‘yaşamasız’lığı, tutunamaması doğuştan gelir gibi değil. Çalıştığı yerden ekonomik sebepler dolayısıyla çıkarıldıktan sonra zaten ruhunda olan dertler bir bir akın ediyor ve yeni dertler ekleniyor zihnine. Eski sevgilisi Özlem, çay bahçesinde tanıştığı ve kitabın en gizemli kahramanı Ayla, bir miting yürüyüşünde karşılaştığı ve üniversiteden arkadaşı Buket’in kardeşi Aynur… Hepsi Ahmet’in etrafında, sanki Ahmet’in ne kadar boşlukta ve savunmasız olduğunu haykırır gibi davranıyor ona. Bazen ortaya çıkarak bazen basit bir el hareketiyle bazen de tamamen ortadan kaybolarak, onu günlerce aramayarak Ahmet’in bütün boşluğunu yüzüne yüzüne vurup Ahmet’in kendini iyi bir sorgudan geçirmesine sebep oluyorlar.

Cioran, Türkçeye Burukluk olarak çevrilen kitabında “İnsanlarla düşüp kalktıkça düşüncelerimiz kararır ve bunları aydınlığa kavuşturmak için yalnızlığımıza döndüğümüzde, düşürdükleri gölgeyi buluruz” der. Ahmet’in kitap boyunca ve kitabın zaman olarak geçtiği birkaç ay boyunca yaşadığı tam da budur aslında. Gerek Ayla’nın gerek Aynur’un hatta kısmi de olsa eski sevgilisi Özlem’in Ahmet üzerindeki etkisi, hem onlarlayken hem de onlardan sonra devam eder. Ahmet aslında tam bir girdaptadır. Sürekli olduğu yerde döner döner döner ve buna da bir çare üretemez. Çünkü hayatındaki kadınların gölgesi üzerindedir. Onu sar(s)mıştır.

Behçet Çelik romanını üç karakter üzerine kurar. Bunların merkezinde başkahraman Ahmet vardır ancak romanın yan karakterleri de kitaba etki ederler. Aynur’un annesi, Ahmet’in bazı arkadaşları, Ayla’nın yanındakiler de Ahmet’in psikolojisi üzerinde etkili olabilecek karakterlerdir.

Yazar kitabı hâkim bakış açısıyla kurgulamıştır. Her şeyi görür bu sayede hem yazar hem de okuyucu. Sadece yaşananlar değil kahramanların iç konuşmalarını ve düşüncelerini de (Ayla hariç) öğreniriz. Felsefi ve psikoloji yönü de ağır basan bir kitap olduğu için, bu iç konuşmalarda sık sık sorgulamalar okuruz. Özellikle bu sorgulamalar bizi gene kahraman(lar)ın boşluk duygusuna ve bundan yola çıkarak toplumsal bir psikoloji okumasına getirir:

Birden ayıkıverdi. İnsanlar sadece para kazanmak için iş güç sahibi olmuyordu. Başka boşlukları da dolduruyordu çalışmak. Bunun içten içe farkında oldukları için düşük aşa, sömürülmeye ses etmiyorlardı. Boşluk dolsun da nasıl dolarsa dolsun.

Bazı yazarlar boşluk duygusunu deneme, felsefe veya roman türündeki kitaplarında işlemişlerdir. Örneğin Simone Weil bu duyguya daha mistik bir havada yaklaşırken yukarıda kendisinden bir alıntı da paylaştığım Cioran daha ironik ve nihilist bir tarzda yaklaşır. Behçet Çelik’in de yaklaşımı Cioran’la benzeşir. Başkahraman Ahmet’in genel ruhsal durumu değişken olmakla birlikte kötümser ve nihilist bir düşünceye yakındır. Tamamlanamamışlıklar da Ahmet’in psikolojisinde etkilidir.

Üç karakterin de hayatının bir bölümüne ve zaman zaman geçmişine ışık tutan Behçet Çelik’in bu romanı bence bir devam kitabını hak ediyor. Çünkü karakterlerin hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış. Böylesi daha mı iyi daha mı kötü, buna her okuyan kendine göre bir yanıt verecektir.

Sade bir üslûbu, yalın bir dili var kitabın. Fakat kitabın her yerinde aynı şekilde akmıyor roman. Genel anlamda akıcı ancak bazı yerlerde bunun dozu değişiyor. Diyaloglar açısından bunu söyleyebiliriz. Özellikle Ahmet’in iç konuşmalarında ise biraz daha yavaşlıyor kitabın okunması.

2009 yılında Kanat Kitap’tan, 2011’de ise Can Yayınları’ndan yayımlanmıştı Dünyanın Uğultusu. Son olarak ise içinde bulunduğumuz yılın Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 17 bölüm ve 275 sayfadan oluşuyor Çelik’in eseri.

Yusuf Atılgan’ın büyük eseri Aylak Adam’da başkahraman C. kitabın sonunda her şeyi bırakmış bir şekilde, umutsuz bir havada kimseye ‘ondan’ bahsetmeyeceğini, nasıl olsa anlamayacaklarını ifade ediyordu. Ahmet’in de ruh hâlini zaman zaman C.’ye benzetmek mümkün bu kitapta. Çünkü Ahmet’e göre de “filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benzemiyordu dünya – uğulduyordu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

23 Nisan 2020 Perşembe

İstanbul'a özlem, erguvana hasret


Rahmetli Âkif Emre ağabeyi çok severdim. Vefat ettiği gün bir fotoğraf paylaşılmıştı. Masasında yarım kalan bir çay ve poğaça, kalp krizi... Onun gündemin nabzına irfân nazarıyla bakarak yazdığı yazılar hep bana örnek teşkil etmiştir. Hâlâ da ediyor zira Büyüyenay Yayınları tüm kitaplarını basıyor, yazılarını derliyor.

İstanbul'u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname kitabında Âkif Emre'nin İstanbul'a dair yazdıkları bir araya getirilmiş. Kitabın sonunda erguvan üzerine düşünceleri de var. Bu bölüme giriş sayfasında kendi el yazısıyla yazdığı Erguvanname başlığı, onun ileride böyle bir kitap düşlediğini de gösteriyor. Yazıların toplamına baktığımızda, kendi çektiği fotoğraflarla beraber İstanbul'da yaşayıp İstanbul'u özlediğimiz şu günlerde Âkif Emre hem kitaba seçilen isim gibi yeniden düşündürüyor hem de önemli bakış açıları kazandırıyor. Her zaman yaptığı gibi... Âşıklar herhalde bu yüzden ölmüyor. Onlar hakikatin adamları. Yazdıkları ve söyledikleri, bu dünyadan gittiklerinden sonra da yankı buluyor. Ne mutlu. Bu vesileyle de rahmet olsun. Yolu Edirnekapı'ya düşenler ağabeyi bulsunlar, Mehmet Akif Ersoy'un hemen karşı sağ çaprazında. Çok sevdiği İstanbul'un koynunda.

"Geleceği inşa edebilmek için tavır ve tercihlerimizin tarihini bilmek zorundayız" der Turgut Cansever. Âkif Emre de hemen kitabın başından, yani İstanbul'a dair yazmaya başladığı metinlerden anlaşıldığı gibi bu bakış açısını kavramış, yaşadığı şehirdeki mimarî gelişmelere bir tavır ve tercihler bütünü nazarıyla bakmış. Böyle bakınca da insanların daha güzel bir çevrede, ölçüyü esas alarak yaşama imkânına kavuşmaları için kaleminin eleştiri yönünü sivriltmiş. Son derece haklı olan bu eleştirilerde anlaşılıyor ki yazar, değişimin fikirsizliğini ve köksüzlüğünü hemen fark edenlerden. 2005 yılında yazdığı metinden bir paragraf şöyle:

"İstanbul'u kötü bir New York kopyasına indirgeyerek rant ekonomisinin kollarına teslim etmek isteyen, tarihi ve kültürel aidiyetinden sıyırarak seküler bir kimlik kazandırmayı amaçlayan ideolojik gayretlere karşı İstanbul bu muhafazakar zihniyetle savunulamaz. Tarihten intikam almak isteyen bir anlayışla sözüm ona modern şehircilik yapılmıştır. Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

İnsanlara her ne kadar faydalanma imkânı verilse de toprak, tıpkı yeryüzünün her karışı gibi Allah'ın mülküdür. Bunu bilen bir Müslümanın keyfî tutumlar ve bir takım dünyevî kaygılar için yaşadığı şehirlerin, mahallelerin kadim değerlerini hırpalamaması, o değerlerle asla oynamaması gerekir. Nitekim Bursa'nın hâli ortadadır. Osmanlı'ya başkentlik yapmış ve seyyahlardan şehir bilimcilere, mimarlardan siyasîlere kadar yerli-yabancı herkesi kendine hayran bırakmış olan Bursa, tabiri caizse talan edilmiş bir görünümdedir. Bursa ovasına saplanmış beton hançerler zevksizliğin olduğu kadar bilgisizliğin de göstergesidir. İşte bu 'değişim'den İstanbul da nasibi almıştır. Zannedilmesin ki son yirmi yılda olup bitmiştir her şey. İstanbul ne hikmetse yine muhafazakârlığıyla takdir görmüş bir parti ve onun temsilcileri tarafından kadim değerlerinden koparılmıştır. Adnan Menderes ve Demokrat Parti öncülüğündeki 'yıkıp geçme' faaliyetleri Amerika ziyaretlerinde hayran hayran baktığı gökdelenlerle İstanbul'u da donatma hayalini kuran Turgut Özal'la devam etmiş, 2000'li yıllardan sonra da AKP eliyle nihayete ulaşmıştır. Şimdi birkaç yıl arayla Âkif Emre'den okuyalım:

"Sayfaları tarumar edilmiş metinlere benzedi İstanbul. İstanbul, fizik planda yazıları silinen bir kitap. Metinlerini okuyamadığımız elimizdeki kitabın sadece sayfa numaraları var." (1997)

"İstanbul'un bir 'dünya kenti' olmasını önermek İstanbul'un Müslüman kimliğini reddetmeyi içeren bir siyasal projenin sözcülüğüne soyunmaktır. Dünya kenti İstanbul, farklı kültürleri, dinlerin zenginliklerini yaşatan Müslüman İstanbul'a rağmen arkaik kültürlerin müzesi, ölü bir İstanbul projesidir. 'Dünya kenti İstanbul', İslam ve hatta Türk kimliğinden arındırılmış bir İstanbul önermesidir." (2005)

"Hesaplaşılması gereken; Ayasofya'nın, Sultanahmet'in kubbesine hançer gibi saplanan görüntü kadar bu görüntüye sebep olan insan tipi, siyaset anlayışı ve medeniyet, şehir-medine tasavvurundan yoksun/yabancılaşan zihniyet olmalı." (2011)

İstanbul'un eski zamanlarından yola çıkarak evleri, hatta o evleri oluşturan yapı malzemelerini, erguvanı ve erguvan mevsimini, erguvana en çok yakışan ahşabı ve havuzu da yorumluyor yeniden Âkif Emre. Ona göre eski İstanbul evlerinin en temel özelliği tabiatla uyum içinde olması. Bu da güzelliği ve ölçüyü belirginleştiriyor ve ortaya tevazu çıkıyor. İnsanı en çok şaşırtan ve hayret ettiren yapılarda bile bir tevazu bulunuyor. Burada malzeme de kendini ortaya koyuyor. Çünkü ahşap; belirli bir ömrü olan, bütün ömrü boyunca doğal kalan, kullanıldığı yıllar içinde yenilenebilen ve dolayısıyla onu kullananları bir şeylere mecbur eden, zorunlu kılan tarafı olmayan, rehin almayan, ferahlık ve huzur saçan bir malzeme. "Büyük yangınlarla kül olmamışsa bile, değişen zamana uyum gösterecek kabiliyette ya da fanilikteydi." diyor Âkif Emre ahşap için. Tıpkı erguvan gibi: "Bir fanilik hafızası olarak erguvan her an solmaya mahkum renkleriyle ebedi ve ezeli güzelliği hatırlatır."

İnsanın doğadan ve şehirden elini eteğini çektiğinde nelerin değiştiğini birkaç haftada gördük. Demek ki yeniden düşünmeliyiz. İstanbul'u, erguvanı, güzeli, iyiyi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf