28 Şubat 2020 Cuma

Arayışa ve arınma ihtiyacına dair denemeler

Deneme okumayı ne kadar sevsem de son zamanlarda bu türden oldukça uzaklaştığımı fark ettim. Bunda hem son yıllarda farklı türlere yoğunlaşmam hem de Türk edebiyatında iyi deneme kitaplarının çok da yayımlanmaması etkili oldu.

Durup durup aynı yazarların kitaplarına yoğunlaşmak da bir yerden sonra bilinen bir yolu ezbere gitmek haline dönünce farklı bir arayışa girdim. İsmet Emre bu arayışım sonunda çıktı karşıma, iki kitabıyla: Turuncu Hüzünler ve Sular ve İnsanlar. Bu yazının konusu, Haziran 2019'da yayımlanan Sular ve İnsanlar kitabı olacaktır.

Şunu söylemek gerekir ki İsmet Emre velûd bir yazar. Bilimsel kitapları, romanları, öyküleri, şiirleri, denemeleriyle edebiyatın hemen her alanında eser vermiş bir akademisyen. İlk defa okuduğum yazarın bende bıraktığı intiba gayet olumlu oldu. Çok şey bilen, çok şey anlatmaya çalışan ve bunları bir lirizmle okura aktarmaya çalışan bir imaj oluşturdu İsmet Emre. Buradan Turuncu Hüzünler'e de bir kapı açmış oldum kendi açımdan.

Sular ve İnsanlar, Karakum Yayınevi etiketini taşıyor, iki kısımdan ve 112 sayfadan oluşuyor. Bunlardan ilki ve kitabın daha çok hacmini kaplayan kısmın ismi Sanat ve Edebiyat. Yirmi yedi denemeden oluşan bu bölümde, isminden de anlaşılacağı gibi yazarın edebiyat ağırlıklı olmak üzere fikirlerine vakıf oluyoruz. Geniş bir kapsamda oluşturmuş Emre bu yazıları. Yazı yazmanın insana ve yazara ne anlam ifade ettiğinden okumaya dair düşüncelerine, edebiyat ve siyaset ilişkisinden Malatya’yla ilgili bazı kültürel meselelere kadar geniş bir skala okuru karşılıyor. Hiçbir kanıtlama ihtiyacı duymadan, karşısındakiyle sohbet eder gibi, bir akademisyen olmasına rağmen denemelerinde bunun hissedilmediği bir tarzı var İsmet Emre’nin. Bu da elbette daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor okura. Tabii bu daha kolay ve konforlu okuma imkânı kimseyi yanıltmasın, esaslı fikirleri var yazarın okuma-yazmaya dair. Okuma yazma eylemine kaçınılmaz olarak insan unsuru da girince gayet doyurucu denemeler çıkmış ortaya.

Yazı yazan, özellikle deneme yazan yazarları seviyorum. Çünkü bu yazarlar ne akademik veya bir araştırma kitabının kurallarıyla hareket etme zorunluluğu duyuyor ne de bir kurgu oluşturma ihtiyacı. Aklına takılan meseleleri, kanıt adlı o bilimsel ‘şey’e bulamadan gönlünden geldiği gibi anlatan deneme yazarları aslında bir şeyler arıyor: Varlığını, insanlığını… Aynı zamanda da bir arınma ihtiyacı duyuyor bu yazarlar. Bunu ister varoluşçu edebiyat bünyesinde yapsın ister başka bir tarzda yapsın, sonuç olarak bir arayışın ve arınma ihtiyacının görüldüğü tür oluyor deneme. En rahat ve günlük konulara değinenlerde dahi bu kıvılcımı görmek mümkün bence. İsmet Emre’de de bu durum var ve bunu daha ilk denemelerinde okurla paylaşıyor:

Dünyayla arandaki köprüyü tamir ediyor yazı. Doğası itibariyle dünyaya sayısız bakma olanağı verdiği için, dünyayı bulunduğun mesafenin biraz daha berisinden seyretme olanağı verdiği için, kurumuş, kurumaya yüz tutmuş uçlarına hareketlilik verdiği ve duygusal tomurcuklanmaya imkân tanıdığı için insan eylemleri arasında, insan soyunun en çok ihtiyaç duyduğu eylem biçimlerinden biri yazmak… Ve onu terk ettiğimizde bedenimizi terk etmiş gibi oluyoruz.

İnsan tipi olarak çok farklı ve ilginç bir toplumda yaşıyoruz. Gerek olaylar karşısındaki duruş ve tepkilerimizden gerekse düşünüş şeklimizden bunun emarelerini toplumda görmek mümkün. Okuma yazmayı sevenler açısından durum daha da ilginç bir hâl alıyor. Çevremizde, okuma yazmayla pek işi olmayanlarca fazla okuyanların ne maksatla okumayı sürdürdükleri bir merak konusudur. “Bu kadar okuyorsun da, bunlar ne işe yarayacak?”, “roman okumak sana ne kazandırır ki?” ya da “âşık mı oldun da şiir okuyorsun?” (ne alakaysa) gibi soruları, hayatının merkezine okuma yazmayı koymuş olanlar sıkça duymuştur. Burada benim durduğum yerle İsmet Emre’nin durduğu yer çok yakın. Dünya öyle bir noktaya geldi ki, maddi kazanç getirmeyecek (sadece para değil, şöhret, makam, mevki vb.) şeyler boş uğraş olarak görülüyor insanlarca. Maalesef ki bizim toplumumuz bunun en net örneğini gösteriyor. Bir menzile varış hesabında herkes, kimse yolda olmanın büyüsüne talip değil. Birçok kimse okumanın büyüsüne de talip değil. İsmet Emre de bu dertten mustarip olacak ki şöyle diyor Okumaya, Suya ve Hayata Dair adlı denemesinde:

Okumanın, sürekli okumanın sizi nereye götüreceğini düşünüyorsunuz? Hiçbir yere. Bir yere gitmek istemiyorum zaten, sadece gitmeyi seviyorum, gitmenin kendisini, yalın hâlini. Bir yere varmaksa başka bir şey. Bir yere varmak için yürümenin hesabı kitabı var, benimse yok. Bir yere varmanın mantıkla akrabalığı var, benimse yok. işin doğrusu, hayat bir formülse, çözülmesi gereken şifreleri varsa, mantıktan ibaretse ben başak bir yerde yaşıyorum. Başka bir yerde, başka bir boyutta, başka bir zaman ve zeminde…

Sonuçta, okumasa kendini kaybedecek bir yazar var karşımızda, ondan da okumayı dünyevi bir mantığa oturtmayı bekleyemezdik zaten.

İnsanın okuma yazmayla, kitapla, kitap kafelerle ilişkisi ilk bölümde bolca irdeleniyor. Ayrıca ilk bölümün en önemli denemesi, kitaba da adını veren Sular ve İnsanlar adlı denemedir. Emre burada insanı çeşitli sulara benzeterek mükemmel bir analoji yapmış. Kitap bu deneme için dahi okunur. Ayrıca edebiyatımızın bazı konulardaki eksikliklerine dair de sağlam eleştirileri var yazarın (örn: Çanakkale zaferinin edebiyatımızda yeterince yer almaması gibi). Klişe bir eleştiri konusu gibi dursa da İsmet Emre’nin satırlarında anlam kazanıyor eleştiri cümleleri, bir de bu durumu unutturmaktansa klişeye düşüp bu eleştiriyi yapmak daha onurluca diye düşünüyorum.

İkinci bölüm Kültür ve Edebiyat isminden oluşuyor. Bu bölüm hem sayfa hem de deneme sayısı olarak çok daha az kısımdan oluşuyor. On denemeden oluşan bu bölümde İsmet Emre edebiyatın toplumsal yönüne daha çok değiniyor. İlk bölümdeki yazıların aksine bu bölüm daha genel konulardan oluşuyor. İlk bölümdeki ayrıntıyı bu bölümde bulamayacaktır okur. Ayrıca bu bölüme eleştirilerini, lirik ve öznel değerlendirmelerindense daha ciddi denemelerini koymuş yazar. Elbette üslûbu değişmiyor yazarın, lirizm var ancak ilk bölümdeki gibi değil. Satirik anlatım da yoğun bu bölümde: “Güzel rüyalar görüyor, kötü sabahlara uyanıyoruz ne yazık ki! Yazık ki güzelliklerimiz rüya, çirkinliklerimiz gerçek oluyor!

Okumayı seven kişilerin yolunun denemelerden geçtiğine inanıyorum. Aslında deneme geçilecek bir tür değil, her zaman elimizin altında olması gereken bir tür. Kasıntı, sanki makale yazar gibi oluşturulan ve bunların daha ciddiye alınacağı düşünülen denemelerdense daha serbest, daha dokunaklı ve daha hayatın içinden gelen denemelerdir kastettiğim, tıpkı İsmet Emre’ninkiler gibi. Herkes bu denemelere ekstra katkı sunabilir ya da eleştirileriyle farklı bir tartışma zemini açabilir. Zaten böyle olması gerekir. Benim de var farklı düşündüğüm konular bu kitaptakilerden. Fakat bu, denemeleri başarılı ve değerli bulduğumu gölgelemez; aksine bir düşünme kapısı açar okuyana.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Bir Türk başlığının tarihî serüveni

Börk” kavramının etimolojik kökenleri üzerine bu hususta söz söyleme zahmetine katlanmış pek çok ismin ifadeleri ile açılıyor eser. Kelimenin kökenine ilişkin serdedilen belli başlı iddialardan biri de bürgü/bürme kökünden türetilmiş olması ihtimalidir. Tarihsel süreç içerisinde gerek kaleme alınmış ciddi yapıtlarda gerekse toplumsal hafızada börk kavramını karşılayan çok sayıda başlık adına rastlıyoruz.

Eserde de bu başlıkların neler olduğuna ilişkin kısa fakat bir o kadar da doyurucu-zihin açıcı beyanlarla karşılaşıyoruz. Sözgelimi, Mevlevî dervişlerinin başlarına iliştirdikleri külahların börkle olan yakınlığına daha evvel yazılmış sözlüklerdeki kullanımlar aracılığıyla ikna oluyoruz. Benzer biçimde üsküf, keçe, kalpak, takke gibi çeşitli başlıklarla börk arasında kuvvetli ilgiler kurma imkânı da sağlıyor bu eser.

Mehmet Kökrek, börkün salt bir başlık olarak Türk’ün hayatında yer etmediğini, kültürel bir zenginlik unsuru olarak yaygın şekilde var olduğunu örneklerle gözler önüne seriyor. Yazar, Selçuklu hükümdarlarından Melikşah’ın oğlu Berkyaruk’un isminin büyük ihtimalle yırtık börklü anlamına gelen Börkü Yaruk’tan dönüştüğü tezini ortaya atıyor. Börkün kavramsal olarak dipdiri durduğu atasözleri ve deyimlere de kısaca değinen Kökrek, okurlarına kültürel anlamda geniş imkânlar da açıyor (Taz keligi börkçigedir = Kelin geleceği yer takkeci dükkânıdır). Şahıs, soyadı ve lakaplarda da rast geldiğimiz börk kavramının ilk örneğine ise Manas Destanı’nda rastlıyoruz. Tarihî kayıtlarda Kayıp Han’ın kızının adı Karabörk olarak geçmektedir, mesela. Türk dil ve edebiyat tarihinin son derece mühim kaynaklarından biri olan Atabetü’l Hakayık'ta da börk kavramının kullanılmış olması epey dikkat çekici. İfadenin geçtiği dörtlüğün açılımı şöyledir:

Aslı güzel olan, adamın huyu güzel olur;
Güzel huylu adama gönül bağlanır.
Adamdan adama fark çoktur,
Fakat görünüşte hepsinin börkü vardır.

Tüm bu değiniler bir tarafa, şaman merasimleri sırasında kamların dualarında börkten bahsedildiğinden tutun da destanlara, Vehbî ve Bâkî divanlarına kadar nüfuz etmiş bir börk gerçeğini keşfetmek okuru epey şaşırtacak gibi görünüyor.

Börkçi esnafı tarafından börkçige adı verilen dükkânlarda ipek, keçe gibi malzemeler, ilk olarak batga isimli bir tahtanın üzerinde kesilir ve börk yangı biçiminde tabir edilen kâğıttan yahut çamurdan üretilmiş kalıplarla belli bir şekle sokulup kullanıma hazır hâle getirilirmiş. Börk geleneğinin üretim kademesinde mesai harcayan Osmanlı börkçüleri hakkında sahip olduğumuz bilgiler ise Evliya Çelebi’nin sunduklarından oluşuyor. Yeniçeri börkü ve üsküfü üreten yeniçeri börkçülerinin Orta Cami civarında on adet dükkâna sahip oldukları ve her dükkânda da altmış kişinin çalıştığı bilgisine ulaşıyoruz.

Kökrek, Türkler’ in İslâm’la şereflenmesini ayırıcı bir tarihsel hadise olarak değerlendirip börkün İslâmiyet öncesi ve sonrası kullanılışını iki ayrı başlıkta incelemiş. İslâm’la tanışan Türk’ün, İslâm kültürünün etkisiyle sarığı tanıma fırsatı bulduğunu belirten yazar, Müslüman olan Türkler’ in börkleri hakkında en geniş ve toplu bilgiye ulaşmak isteyen okurlarını yine Divânu Lügati’t Türk'e yönlendirir. Börk, yalnızca kültürel bir öge olarak Türk’ün hayatında var olmuş değil. Bunun yanında siyasî hâkimiyet göstergesi de aynı zamanda. Mağlup edilen meliklerin başındaki börke el konulması da zaferle dönen kişilerin börk verilerek taltif edilmesi de bununla ilintilidir. Osmanlı börklerinde kullanılan sorguçlar, turna teli, balıkçıl ve süpürge olmak üzere üç türlüydü. Yazar, süpürge sorguçların ortaya çıkış serüvenini açıklarken belgelere dayanmasa da rivayetlere başvurarak okurun dikkatini mevzuya yoğunlaştırıyor.

Yıldırım Bayezid döneminde Hacı Bektaş-ı Velî Türbesi’ne yapılan ziyaret esnasında yeniçeriler devekuşu tüylerinden süpürge yapıp türbeyi temizlemişler. Temizlik sonrası bir yeniçeri uğur getirmesi adına süpürgelerden birini başına iliştirmiş, bunu gören diğer ziyaretçiler de o tüylerle börklerini süsleyince süpürge sorguç takma âdeti oluşmuş. Her ne kadar rivayet bile olsa ciddiyetini ve ağırlığını elden bırakmayan bu tür anlatı tekniklerinin varlığı merakı da tetikler nitelikte görünüyor. Osmanlı devrinde kullanılan resmi börklerin incelendiği bölümde ise kızıl ve ak börkler, bunların tipolojisi ve hukuki prosedürü arasındaki farklar ve neyi temsil ettikleri, yeniçeri börkleri, ak börkün Bektaşiliğe nispet edilmesi gibi kültür tarihi açısından önemli meseleler birincil kaynaklar ışığında ele alınıyor. Börklerle ilgili bugün en tatmin edici bilgileri alabildiğimiz mezar taşlarına yer verilen katalog kısmında ise Edirne’de tespit edilen 100 adet börklü mezar taşının görselleri ve haklarında bilgiler bulunuyor.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
*Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası dergisinde (Kasım 2019) yayınlanmıştır.

23 Şubat 2020 Pazar

Kendi zindanında arınmış bir zihnin notları

Özgürlük için savaşanları hapsetmek büyük bir korkunun göstergesidir ve bu hapis müstakbel zaferin ayak sesidir. Dünya tarihinde örneğini çokça gördüğümüz tutuklu özgürlük savaşçılarının içinde Batı medeniyetini, Uzak Doğu ve İslam kültürünü onları meydana getiren dini, siyasi, ilmi ve estetik değerleriyle beraber yakından tanıması itibariyle özel bir yere sahip Aliya İzzetbegoviç. Entelektüel birikimi, keskin zekası ve güçlü iradesiyle çağının ihtiyaç duyduğu lider tipini en güçlü şekilde temsil etmiştir. Akif Emre kitaba yazdığı sunuş yazısında Aliya'yı "özgün bir lider ve düşünür prototipi" olarak tanımlarken içinde bulunduğu zor şartlar altında ortaya koyduğu fikirlerin çarpıcılına bakarak onun ne büyük bir mütefekkir olduğunu anlamanın mümkün olacağını ileri sürüyor.

Kendi önsözünde Aliya: "Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey benim özgürlüğe kaçışımdır" diyor. Zindan, elbette sadece bedeni bir kısıtlamayı amaçlamıyor; esas itibariyle zihinsel ve duygusal bir yıpratma amaçlanıyor. İşte bu zihinsel hapisten okuyarak ve düşünerek kaçıyor Bilge Kral. Gizli gizli tuttuğu notları numaralandırarak tasnif ediyor. 1983-1988 yılları arasında hapiste geçirdiği beş yıl boyunca demokrasi, özgürlük, din, ahlak, kominizm, İslam gibi konular başta olmak üzere pek çok konuda fikir ortaya koyuyor. Bilge bir liderden bekleneceği gibi hapis hayatını bir çeşit arınma ve aydınlanma sürecine dönüştürüyor.

Bilge Kral'ın notlarında öne çıkan en önemli unsurlardan biri Hristiyanlık ve Roma tarihine ve tabi Avrupa tarihine derin ve objektif bir bakış geliştirmiş olması. O, Hristiyanlıkta bir estetik ve etik bakış buluyor ve Roma'nın yıkılışını bu estetik ve etikten uzaklaşmaya bağlıyor.

Medeniyet ve kültür kavramlarını da kendince tanımlıyor ve medeniyetin bilim ve teknikle birlikte ilerlediğini belirtirken kültürün din ve sanatla birlikte var olduğunu ifade ediyor. Bilimde bir tekamülün mümkün olduğunu ancak sanatta tekamül diye bir şey olamayacağını dile getiriyor. Bunu örneklerken Afrika'daki ilkel topluluklardan birinin yaptığı ahşap maskelerin estetik açıdan yirminci yüzyıl sanat otoritelerince oldukça beğenilmiş olmasını öne sürüyor. Yine Aristo'nun estetikle ilgili düşüncelerinin bugün bile geçerli olmasına rağmen bilimsel önermelerinin bugün oldukça saçma bulunması da Aliya'ya göre bu fikri destekliyor.

Darwin ve Michelangelo'yu da insanı ele alışları ya da alamayışları itibariyle eleştiriyor. Darwin insanı salt "beden" olarak ele almışken Michelangelo onu sadece "ruh" olarak görmüştür. Aliya ise insanın bu ikisinin terkibi olması hasebiyle bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünügor ve bu muhteşem terkibi ancak bir Tanrı'nın yaratmış olabileceğini de ekliyor.

Notların içinde resim, şiir, roman heykel gibi muhtelif sanatlara ilgili derin tahliller de var; komünizm, kapitalizm, nazizm gibi ideolojilere dair çıkarımlar da. Hatta Mustafa Kemal'in harf inkılabına dair görüşlerine de yer veriyor ve bu kararı kültürel bir yıkım olarak görüyor.

Okumak eylemiyle ilgili şöyle bir notu var Bilge Kral'ın: "Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe 'yutarlar'... Bir arının poleni bala dönüştürmesinin 'dahili' çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir.". Bu dizeler onun okumasının derin bir tefekkür içerdiğini de gösteriyor.

Bir başka notunda: "Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir." diyerek kültürlerin yok olma sebeplerini de açıklıyor. Bu durum Roma İmparatorluğu'nda da geçerli Osmanlı İmparatorluğu'nda da.

Aristo'yla Beydeba'yı, Freud'la İbnü'l-Arabî'yi, İncil'le Kuran'ı aynı objektif bakışla okuyabilen; Hristiyanlık ve İslam'a aynı objektif bakışla yaklaşabilen; komünizm ve kapitalizme karşı İslam'ı aynı gerçekçi ve objektif izahlarla savunavilen asil ve güçlü bir irade. İyi okumalar…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

20 Şubat 2020 Perşembe

Cioran yara açıyor okurda, yumruk gibi iniyor sözleri

Hakikat ve tarih… Cioran’ın felsefi denemelerinde üzerinde en çok durduğu kavramların başında geliyor. Tabii hakikate eklemlenmiş olarak gelen anlam/anlamsızlık halini de bu hesaba katabiliriz. Çağın uykusuz ve deli filozofunun aklını ve uykularını niye kaybettiğinin somut örnekleri belki de bu konudaki görüşlerinde saklı. Kimilerine göre ters bir tarih anlayışına sahip olsa da ve kimilerine göre hakikat çabası onu anlamsız konuştursa da içinde bir çelişki barındırmıyor. Çünkü o bir 20. yüzyıl filozofu ve baktığı yer de yaşadığı yüzyılın getirdiği hayat tarzının tersinden olabiliyor (kendisinin de ters olduğu onu okuyan herkesin malumu). Fakat ‘gerçeği’ de kendisinde nefes darlığı yapacak kadar önemsiyor. Gerçeği önemsiyor ancak ‘uyanık’ olma ve ‘hakikat’ ona göre bu tarz bir hayatın içinden geçerek gelecekse, bunun kimseye faydası olmayacak, ne bireye ne de topluma. Çünkü Cioran devingenlikle gelen bir tarihsel hakikatin peşinde değil. Ona göre bu bir çürüme. Üstelik toplumun geleceğini de mahvedecek bir çürüme. Tarihin dışına çıkarak yapılacak özveri ise fert ve toplum olarak yaşamamızı devam ettirecek, var olma sebeplerimizi muhafaza edecek bir durum. Çünkü ancak bu şekilde devingenliği aşarak, ‘sürekli yenilik’ fikrinden cayabiliriz. ‘Durağanlığın tekeli’ni bırakmak intihar olacaktır:

Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.

İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:

…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.

Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.

Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.

Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:

Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.

Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:

…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.

Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.

Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.

"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Görünenler ve gerçekler arasında modern çağın putları

Güneşin ve yağmur damlalarının orada olduğunu fakat gökkuşağının olmadığını kabul ettiren bilgi mutsuz mu eder? Bilmenin ayrı bir hazzı mı vardır? Gökkuşağına her bakışta, baktığın açıya göre var olduğunun tadı mı çıkartılır? Gökkuşağının orada olmaması yokluk mudur? Yoksa görünür olanın sana ait ve özel olması daha değerli bir varlık mıdır?

Ketebe tarafından yayımlanan, Orhan Tuncay’ın oldukça başarılı bir öz ile Türkçe’ye çevirdiği Görünüşleri Kurtarmak, Owen Barfield’ın birinci bölümde ortaya koyduğu “gökkuşağı analojisi” ile okuru etkiliyor.

Kitabın bir metafizik gerçeklik kuramı ortaya koyduğuna ikna olup kaygan da olsa bir zeminde toplayabilir diye düşünmeye başlamışken; yazar, bunu kitap içerisinde defaatle reddediyor. Gerçeğin derdinde olmak ya da gerçeğin ne olduğu ile ilgili iddialı kelam etmek yerine, bilincin zaman içerisindeki evrimini anlamaya çalışmış denilebilir. Bir doğru var ise şayet, insanın henüz birikmemiş bilgideki görüntülerinin gerçek; şu an görülenlerin, birikmiş bilginin putları olduğudur. Bu cümlelerden bakınca oldukça karmaşık bir ifade dizimi yapıyor gibiyiz zira kitabın da taze kavrulmuş leblebi olduğu söylenemez. Demir gibi bir lokmayı, demir çiğnemiş dişlerimizden kalan sesle dile dökebilmekteyiz.

Yazarın alt başlık olarak aldığı “putperestlik üzerine bir çalışma” ifadesi ise zamanımıza kadar biriken bilgiyle görüntülere putlar taktığı için asıl suretleri göremediğimizle alakalı bir ön hazırlık olsa gerek. Bir örnek vermeden şekillenemeyecek görülen konu şudur: Hayal edin! Issız bir çayırda uzandınız. Bülbül ötüyor. Dünyalar güzeli bir kuşun, dünyalar güzeli sesi... Tanıdık bir ses. Gülümsetiyor. Tekrar hayal edin! İlk insansınız! Çayırdasınız! Henüz geldiniz dünyaya. Bülbül ötüyor! Güzel tanımı kodlu değil; korku, merak, endişe… Yani bugünün dünyasında bir ses duyduğunuzda sadece duymuyorsunuz. Duyduğunuz bu sesi aynı zamanda görüyor, tadıyor, kokluyor, sese dokunuyor olmanız, sizin aslında ses ile ilgili gerçekliğinizin bilgilerinizin önyargısında olduğunun ispatıdır. Zihinsel alışkanlıklar ile akışkanlık kazanan bu bilgileri kolektif temsiller olarak adlandıran yazar; gökkuşağının olmadığı dünyanın da olmadığı anlamına gelmez fakat; “ya bu kolektif temsiller nesiller boyu süren alışkanlıklar olarak, zannettiğimizden daha çoksa” diye bir soru bırakmadan da edemiyor zihnimize. Korkunç ve heyecan verici bir şüphe! Böylece Levy Buruhl’ın “ilkel olanlar da bizim gözlerimizle görürler ama bizim gibi algılamazlar” sonucuna varıyor.

Galile’nin kilise ile arasını bozan “motomot olma” konusunu; Herakleitos’un iki kez yıkanılmayan suyunu; Platon’un tüm bilimsel verilere hipotez gözü ile bakmamız gerektiği uyarısını; “bilgi yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de aktaramazdık” diye bağrışsa da makbul olmayan adamları; “fiziğin teorileri sadece fenomenleri anlamaya yarar” diyenleri düşündürürken, yüzyıllar öncesinden ayın hangi köşesinden karararak hangi tarihte tutulacağını bilen bir bilim gerçeğini de elden bırakmıyor.

Kolektif temsilleri, ortaçağ ortamında ve sonrasındaki gelişmeleri, Greko-Romen çağın zihin ve hareketlerini de konu dahlinde etüt ediyor kitap. Diller ile ilgili ise biraz geriye gidince her kelimede ulaşılan bir sesin varlığı üzerine duruyor ki bir parça J. J. Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine”den esinli anlattığı hissedilmiyor değil. Sonlara doğru “İsrail” diye bir bölüm ile Yahudiliği; bu fenomenler üzerine düşünmeyi, Tanrı ile ilgili Platonik duyguya bağlayan tek din gibi bir iddia ile Yunan veya Ortaçağ’ın karşısına koyuluyor. Putun yasaklanmasını keza Musa ile başladı ve son buldu algısına çekiyor. Katılım karşıtlığını da bu algının devamında yine Yahudi ırkına özel kılıyor. Böylece Animalist inancın temsilcisi olarak evrenin tamamını canlı görmeyi İsrail dininin tekeline veriyor. Oysa Kuran, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir.” (59:1) diyor.

Şükürler olsun ki biz kitapların sonuçsuz olanlarını severiz ve şükürler olsun ki J. P. Sartre’ın da dediği gibi “insan özgürlüğe mahkum bir varlıktır”. Bu yüzden, bu bahsi geçen insan, orijinal katılımı ortadan kaldırıp saf beyin aktivitesine geçebilir veya şaraba bakıp üzümü, yoka bakıp varı görmenin tadını çıkartmayı da seçebilir. Marifet nerede olduğunda değil nerede olduğunu bilmesindedir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

14 Şubat 2020 Cuma

Mağrur ve haklı haykırışlar

Ülkemizde bir dönem en çok okunan kitaplar arasına girmiş, askeri okullarda zorunlu ders kitabı olarak okutulmuş olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını ilk okuduğumda bir parça romantik ama kâfi derecede idealist bulmuştum. İkinci defa okuyunca bir yerlerin eğreti olduğu hissi uyandı bende. Zamana ve zemine yeterince uymayan bir yön vardı sanki. Belki de coğrafi uzaklık yer ve şahısların zihnimde yerli yerine oturmasına engel oluyordu. Necip Fazıl Kısakürek'in İman ve Aksiyon'unu okuduğumda esas eksikliğin ruhi özdeşleşme olduğunu gördüm. Birincisinde kime seslendiğini bilmediğimiz bir anlatıcı çıkıyordu karşımıza. İkincisinde ise doğrudan bizim beynimize, bizim kalbimize ve en şiddetli biçimde bizim ruhumuza seslenen bize ait bir ses vardı. Bize ait bir ses diyorum, gerçek manada bize ait bir ses. Türkçe olmanın ötesinde, Türk ve İslam ahlakının, kadim kültürümüzün ve şanlı tarihimizin sözleriyle konuşan bir ses.

Erzurum ve Ankara'da verdiği, sırasıyla "İman ve Aksiyon", "Özlediğimiz Nesil" konferanslarının metni. Üstad ilk olarak geniş bilgi birikimi ve analiz yeteneğiyle hayran bırakıyor kendine. Avrupa tarihinin farklı dönemlerine ait şahıslara dair bilgileri birlikte ele alarak onları harekete geçiren esas gücün yani aksiyonu doğuran gücün tanımını yapıyor. Türk ve İslam tarihinin dönüm noktalarında öne çıkan şahısları aksiyona yönelten imanı gençlerin önüne örnek olarak sunuyor.

Napolyon, Sezar, İskender, Frederik gibi Batılı liderlerle Hz. Muhammed (sav), Hz. Ebu Bekir, Alparslan, Fatih, Yavuz gibi İslam liderlerindeki ortak noktanın aksiyon olduğunu ve bu aksiyonun da aşktan doğduğunu görüyoruz. Bir farkla ki İslam'da söz konusu olan aşkta iman, diğerlerinde ise inanç esastır. İnanç ve iman sözcükleri ise aynı manaya gelmezler. İnanç varlığına, iman doğruluğuna inanmaktır ki iman daha üstün bir mana ihtiva eder.

Aksiyon sözcüğüne de kuru bir "hareket" anlamından öte "planlı, hedefi belli olan, şuurlu bir hareket" anlamı yüklüyor üstad. Buradan da hareketle aksiyonun ancak imanla mümkün olabileceğini çıkarıyoruz.

Özlediğimiz Nesil'de ise imanla harekete geçecek bir aksiyonu yüreğinde taşıyan bir gençlik hayalini haykırıyor Üstad. Bu konuşmada "genç" sözcüğünü de alışılagelen anlamıyla tanımlamıyor ve esas gencin tanımını tarihi aksiyon sahnelerinden veriyor. Üstada göre genç, ruhunda harekete geçme kabiliyeti ve iradesi gösterebilen inançlı ve bilhassa imanlı adamdır. Bu konuşmada da yine sahabiden, Evliyaullahtan, İslam ve Türk komutanlarından örneklerle gençliğe yüklediği misyon olan "şuurlu eylem"e dair örnekler veriyor.

Üstad, "özlediğimiz nesil" dediği gençliğin on bir vasfını şöyle sıralıyor: aşk, üstün akıl ve sır idrakı, nefs muhasebesi, eşya ve hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacı, aksiyon ruhu, gözü karalık, fedakarlık ve disiplin, en derin merhamet içinde en derin şiddet, başta samimiyet, her şubesiyle O'nun ahlakı, zarafet ve estetik, tek ümmet modeli olarak sahabiyi almak.

Konuşmaların her ikisinde de Üstad'ın değindiği bir konu var ki aksiyonun bir çeşit İlahi düzen olduğunu göstermesi açısından çok önemli: "İslam tasavvufunun canlılardan başlayan tekamül akışı insana ve insandan öteye kadar gider. Cemadın ufku, yani -son noktası- mercandır. Mercan tıpkı bitki gibi kök atar, yani bitkileşmeye doğru gider. Bitkinin ufuk noktası hurma ağacıdır. Dişisinin üstüne abanarak tohumunu gönderir. Hayvana yaklaşır böylece... Hayvanın ufuk noktası attır; tıpkı insan gibi rüya görür, bunu (veteriner) ilmi bile tesbit etmiştir. İnsanın ufku ise sonsuzluk... İlahi marifet ve ebedi kemal... Bütün olmuşlar hummadan hummaya geçerek olur, böyle miskin miskin oturmakla hiçbir şey olunmaz."

Bu iki konuşma ve Anadolu’nun diğer şehirlerindeki konuşmalar bağrından kopup geldiğimiz yüce bir dinin, şanlı bir mazinin, güçlü bir hatıranın kırık ve kırgın ancak asla yenik olmayan, mağrur ve haklı bir haykırışı. Evinden, ailesinden, bütün bir geçmişinden koparılıp bambaşka bir çevrede, ait olmadığı insanların arasında büyütülmüş bir sefil çocuğun kulağını delercesine ama geçmişini hatırlaması için rahmet dolu bir haykırış.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Şubat 2020 Çarşamba

Tarihi farklı okumak - II

Tarihi farklı okumak başlıklı yazıda resmî tarih kurgusunun dışına çıkabilen tarih yazımının gerçekle ilişkisinin çok daha tutarlı olduğundan bahsetmiştim. Aynı şey salt batı merkezli tarih anlayışı için de geçerli. Muhalif düşünce için alternatif tarih yazımı… Fakat bu sefer de hesaplaşma içine girmemeye dikkat etmek gerekiyor. İçine doğduğumuz ve içinde yoğrulduğumuz sistem maalesef bize batı merkezli resmî tarih anlayışını dikte ediyor. Bu bakış açısının tam karşısında yer alan anlayış ise rövanşist tavırlı olduğundan gerçekle sağlıklı bir ilişki kurulamıyor. O da resmî tarih gibi ideolojik, hamaset içerikli, popülist söylemleriyle tarihi keyfince eğip büküyor. Hakikat açısından daha sağduyulu, daha tutarlı, daha metodolojik bir bakış açısı geliştirilebilir mi sorusu boşlukta öylece savruluyor. Bu yazı, bağlantı eklenen yazıda da olduğu gibi tarihi farklı okuyabilme ihtimalini sorguluyor.

Düz mantığa göre ‘malumat’ ne kadar çok tekrar edilirse etkisi o doğrultuda büyük olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse; çok tekrar çok iz, çok etki bırakır diye düşünülür. Yalnız, bu düşüncenin geçerlilik payı düşünüldüğü gibi olmayabilir. Yani çok tekrar istenilen etkiyi yapmayabilir. Sosyal bilimlerin araştırma alanlarından iletişim ile ilgili oluşmuş literatürde ‘doygunluk’ denilen bir olguya yer verilir. Bir olay ya da duruma dair her türlü bilgi/belge, duygu veya düşüncenin doygunluk eşiğini aşacak seviyede tekrarı hissizliğe yol açar ve muhatap ya da hedef kitle iletiyi algılasa bile içeriği alımlamamaya başlar. Dolayısıyla etki derecesi de ortadan kalkarak amaç ıskalanmış olur. Elbette iletinin içeriğinin alımlanması isteniyorsa böyledir. Yoksa günümüz dünyasında istenen şey zaten doygunluk eşiğinin aşılmış olmasıdır. Böylelikle kitleler tepkisizleştirilerek pasifize edilir ve kolaylıkla yönlendirilir/yönetilir.

Sosyal medyada uzun zamandır takip ettiğim Emrah Safa Gürkan’ın bu aşamaya geldiğini düşünüyorum. Tarih konusunda toplumun ilgisizliğini ve saplantılı/patolojik tarih yazıcılığının pervasızlığını ‘popüler tarih’ anlatımıyla etkisizleştirmeye çalışan Gürkan’ın yönteminin bir yerden sonra popülist söylemden farkı kalmayacak gibi görünüyor. Aslında, Emrah Safa Gürkan Türkiye şartlarında bir akademisyenin sahip olması gereken bilgi ve donanımın fazlasına sahip. Tarihi doğru anlamak ve anlatmak konusunda canhıraş mücadelesinde son derece samimi olduğunu da gönülden kaniyim. Benim dikkat çekmek istediğim mevzu, tıpkı Gürkan’ın tarih konusunda metodolojik bir bakış açısını oluşturmaya çalışması gibi teknik bir konu. Ne yazık ki haklılık ihtimalimiz ters orantılı. Umarım benim düşündüğüm şey yerine toplumda Gürkan’ın ‘hayalini kurduğu’ metodolojik tarih anlayışı/yorumlaması oluşur da o entelektüel seviye yakalanır.

Yeni nesil akademisyen olarak kullandığı ‘dil’ ile gençlerin nabzını tutmayı başaran Emrah Safa Gürkan yalnızca akademik çalışmalarda bulunmuyor. Çok geniş bir spektrumda at koştururken dijital oyunlardan bahsediyor, sinemaya dair bilgisini konuşturuyor, videolar çekiyor, televizyon programınlarında boy gösteriyor, ödüller alıyor ve sosyal medya fenomeni olarak karşımıza çıkıyor. Elbette alanındaki yetkin birikimiyle kitaplar da yazıyor. Son yılların tarih yayıncılığının lokomotifi hâline gelen Kronik Kitap tarafından yayınlanan Bunu Herkes Bilir, Gürkan’ın yeni kitabı. Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar alt başlığını taşıyan eser üç yüz dört sayfadan oluşuyor. Önsöz ve Sonsöz haricinde on iki bölüme ve birkaç dili içeren kapsamlı bir kaynakçaya yer verilmiş. Yazar, metnin akademik bir çalışma olmadığını ve olmaması için çaba sarfettiğini belirtiyor. Kitaba dair yapılan tanıtımlarda ‘bilginin mizahla birleşimi’ şeklinde lanse ediliyor. Evet, kitabın dilinin akademik olmaması doğru fakat mizahi yönü de yansıtıldığı kadar değil. Sözlü ve yazılı iletişim farkı kendini belli ediyor. Gürkan’nın konuşurkenki mizahi üslubu yazarken o kadar ortaya çıkmamış lakin bilgi kısmı için söylenecek çok fazla bir şey yok. Zira bilgi ve yorumlama konusunda üst düzey bir kitap. Bu bağlamda anlamak için de belirli bir seviye gerektirdiğini kabul etmek lazım. Bunların yanında kitaptaki bazı tekrarlar ve özellikle denizcilik/korsanlık konusundaki detaylar yoruyor. Fakat hepsinin ötesinde son bin yıllık tarihe güzel bir panoramik bakış yapılmış. Elbette arada önceki dönemlere de değinilmiş ama asıl olarak Osmanlı’nın kuruluş dönemi ve sonrasında dünyada meydana gelen gelişmeler ele alınmış. Kitapta izi sürülecek en önemli detayın Osmanlı ve Batı’daki gelişmelerin eşzamanlı olarak anlatılışı diyebiliriz. Bu yöntem her iki yapının geçirdiği aşamaları karşılaştırmalı olarak anlamayı mümkün kılıyor. Batı’da yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler sırasında Osmanlı İmparatorluğu özelinde doğunun neden ve ne ile meşgul olduğu gösterilmeye çalışılmış. Emperyalizm ve kapitalizmin kurumsallaşma süreçleri ile Batı’nın dünya genelinde tahakküm kurma aşamasında elini güçlendiren determinist ve konjonktürel unsurlar başarılı şekilde sıralanmış. Osmanlı başta olmak üzere doğu toplumlarının Batı’nın gücü ele geçirmesine zemin sağlayan zorlu şartlara maruz kalmayışı net olarak açıklanmış. Doğuluların görece rahatlığı rehavete neden olduğundan batı gibi kabuğunu kırmaktan uzak durduğu anlaşılıyor. Batı risk alırken doğu garantici davranıyor. Gürkan, doğu ve batıyı birlikte ale alarak bildiğimiz Batı merkezli tarih yazımının az da olsa dışına çıkmayı başarmış. Bu açıdan hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım bugünkü dünyayı anlamayı kolaylaştırıyor.

Metnin en önemli özelliğinin, eğitim sistemimiz başta olmak üzere hayatımızın her alanında fazlasıyla maruz kaldığımız hamasete, ideolojiye ya da popülizme kapı aralamayışı olduğu kanaatindeyim. Zira bizler tarihi bu kalıplarla öğrenmiş olan ve meşrebimize göre devam ettiren bir toplumuz. Bu özelliğimiz kurumsallaşamama sorunumuzu ortaya çıkarıyor. Metinde çok öne çıkmasa da beni en heyecanlandıran yaklaşım Anadolu üzerindeki Farisî etkiye dikkat çekilmesi diyebilirim. Şahsen bu etkinin/etkileşimin dini, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda sanıldığından çok daha fazla olduğunu düşünüyorum.

Emrah Safa Gürkan eserinde toplum tarafından doğru bilinen hatta kanon kabul edilen konuları masaya yatırıyor. Efsaneci, rivayetçi tarihçiliğin açmazlarına işaret ediyor. İdeolojik kutuplaşmaların sırf mevzi ve dolayısıyla rant kazanmak için öne sürdüğü görüşlerde eldeki veriler doğrultusunda neden tutarsız olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Gerçekçi davranarak ve aklı kullanarak yapılacak yorumlarda tarihe belli bir disiplinle metodolojik bakmayı öneriyor. Bu önerisini, “çağın bilgiyi elde etmekten öte farklı alanlardaki bilgileri meczederek yorumlayabilme çağı” olduğu savıyla destekliyor. Hasılı, tarihe ve dolayısıyla hayata esaslı ve kapsamlı bir bakış açısı oluşturabilmeyi deniyor. Bunu Herkes Bilir sadece giriş yazısı için bile okunması gereken bir kitap. Bunu herkes bilmeli.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp