17 Mayıs 2019 Cuma

Sokakta bıraktıklarımıza bir derviş isyanı

Bahaeddin Özkişi; İslam tefekkürüyle yetişmiş, maddenin ötesindeki manayı kavramış hâl ehli bir münevver olarak Batılılaşma sürecinin toplumumuzun dinamiklerinde oluşturduğu tahribatı kendi üslubuna yaraşır bir biçimde gözler önüne seriyor Sokakta romanında.

Değişim sokakta başlıyor yazarın deyimiyle ve direnme de sokaktan başlamalı. Bu nedenle olsa gerek bir çeşit polisiye olaylar silsilesi içinde naklediyor değişim ve direnme sürecini. Roman kişilerinin her biri Şeytanî bir değişim ve Rahmanî bir direnmenin sembolü olacak şekilde karakterize edilmiş özel kişiler. Doktor, bu kurgunun içinde en azından ilk başta tarafsız görünen tek karakter. Mahalle sakinleri ise olayların gidişatına göre kendilerini konumlandıran bir kitle görüntüsünde. Komiser ve arkadaşı Rahmanî direnişin en güçlü temsilcileri iken emniyet müdürü ve doktor onların yardımcıları durumundalar. Bu konumlandırma da aslında Müslümanlar arasında imanî safiyetin tezahürü gibi okunabilir. Benzer bir konumlandırma değişim taraftarlarında da söz konusu. Küçük Bey ve katil Şeytanî değişimin en güçlü savunucuları, Komiser ve arkadaşının en azılı düşmanları olarak görülüyor. Öte yandan katilin kurtulması için araya giren hatırı sayılır kişiler de onlara yardımcı konumundaki karakterler. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da bu karakterlerin toplumun hangi kesiminden seçilmiş olduğudur. Emniyet müdürlüğü bünyesindeki bir soruşturmaya müdahele edebilecek kadar güçlü olan şeytanî değişim taraftarları bir anlamda devlet içinde konumlanmışlar. Öbür taraftan komser, bir tesbihçinin oğludur. Yazar burada Şeytanî değişimin devlet politikası ile halka dayatıldığı, halkın da buna karşı bir tepki ortaya koyduğu gerçeğini vurguluyor.

Romanın hikâyesi kısaca; aynı sokakta yaşayan Batılılaşma yanlısı bir paşazade ile muhafazakar bir adam olan Tespihçi arasında yaşanan çatışma ve bu çatışmayla ilişkili biçimde gerçekleşen seri cinayetlerin araştırılması biçiminde okunabilir. Yazar, karakterlerin konuşmaları ve tutumları yoluyla Batılışmanın toplumumuzda meydana getirdiği tahribatı işliyor.

Yazar, kahramanının ağzından anlattığı bir hikâyede Batılılaşma sonucu ortaya çıkan durumu şöyle anlatıyor: "Sen belki hatırlarsın. Bahçemizde yaşlı bir kavak vardı. Onun dibine komşunun söküp attığı bir asmayı dikmiştim. Tuttu ve gelişti. Kavağın boyunca uzadı gitti. Mevsim geldikçe bakımsızlığına rağmen iri taneli ve güzel üzümler verdi. Sonra yaşlandı ve yozlaştı tabiî. Bir gün onu söküp atmak gerektiğini düşündüm. Hem verimsizleşmişti hem de bana kavağı rahatsız ediyormuş gibi geliyordu. Bu düşünceyle erişebildiğim en yüksek noktadan onu kesip attım. Bu olay ağaçlardan şu çekilme mevsimiydi. Kavağın üzerinden o ağırlığı aldığım için memnundum. Olayı unuttum gitti. O yılın güzünde yaprakların döküm mevsiminde tesadüfen kavağın tepesine baktım ve gözlerim hayretle açıldı. Ağaç nefis görünümlü salkımlarla donanmıştı. Belki erişebilmenin zorluğu onları gözümde daha da imrenilir gösteriyordu. Binbir zorlukla tepeye tırmandım ve altın renkli salkımlardan indirebildiğim kadar topladım. Gördüm ki kökünden kaçtığım asma kavağın çatallaştığı noktada kök salmış. O üzümleri yazık ki yiyemedik. Çünkü güzelliklerinin aksine acı bir tada sahiptiler. Bu olay beni çok düşündürdü. Kavağın köklerinin topladığı özsu üzüm için uygun değildi."

Yazar, kahramanı üzerinden bu hikayenin sonunda şu çıkarımı yapıyor: Batılılaşma maskesiyle toplum yaşantımıza sokulan alışkanlıklar uzaktan güzel ve hoş görünse de bu toplumun özlerine uygun değildir. Bu nedenle acı ve zehirlidir.

Yazarın yumuşak ve içten üslubu romanın kolay okunmasını sağlarken toplum hayatına dair sağlam ve güçlü tespitleri de okuyucuyu sarsıyor. Geleneksel hikaye anlatıcılığının ötesine geçen yazar modern, postmodern unsurlardan da yararlanarak sokağı laboratuara taşımayı başarmış.

Türk-İslam kültürü içinde sokak; maddi ve manevi değerlerin korunduğu, aktarıldığı ve canlı bir biçimde yaşatıldığı mekanlardır. Toplumumuzu güçlü kılan her türlü değer sokaktaki bir yapı, karakter, davranış vb. ile temsil edilirdi. Değişim bu temsil ediciler üzerinde tahribat girişimiyle başladı ve zamanla kararlı ve güçlü bir biçimde toplumu etkisi altına aldı. Bahaeddin Özkişi, hepimizi bu değişim karşısında nöbete çağırıyor.

Keyifli okumalar...

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Dublörün Dilemması'nın gölgesinde Antika Titanik

Bir yazarı ilk defa okuduğunuzda, okunulan metni severseniz, yazarın sonraki her kitabını sevmeye yönelik –yanlış- bir tutum içine girebilirsiniz. En azından bu durum -bazı yazarlar- için bende bu yönde seyretti. Okuduğum ilk kitabını sevdiğim, beğendiğim yazarların sonraki kitaplarını da hep sevmeye zorladım kendimi. Fakat aynı yazarın beğenmediğim bir kitabı olduysa, içten içe bunu bilsem bile hep sevecek bir şeyler aradım. Murat Menteş’in Ruhi Mücerret romanında olduğu gibi.

İlk olarak -yazarın da ilk romanı olan- Dublörün Dilemması kitabıyla tanıdığım Murat Menteş’in tarzı, anlatım gücü, kelime oyunu becerisi, kitabın konusunun değişikliği gibi özellikleri beni etkilemişti. Daha önce bu tür bir roman okumamıştım. Yazarı biraz araştırdığımda bir romanı daha olduğunu öğrendim: Korkma Ben Varım. Üstelik aynı yazarın hiçbir yerde bulunmayan Kaosa Mütevazı Bir Katkı ve Aynalı Barikatlar adlı iki deneme kitabı ve bir de Garanti Karantina adlı şiir kitabı vardı. Elbette ulaşabildiklerimi hemen edindim. Şiirlerinde rastladığım dil, Dublörün Dilemması’ndan çok da farklı değildi ve hâlâ ilgi çekiciydi. Korkma Ben Varım adlı romanı ise yine severek, merak ederek okudum fakat yazarın aynı anlatım tarzını ikinci defa kullanmasının sebebini çok anlayamadım.

Hakkındaki olumsuz fikirlerimin o zamanlarda çok az miktarda olduğu yazarın, Ruhi Mücerret adlı kitabını ise her gün kitapçının yolunu aşındırarak bekledim. Hatta diyebilirim ki hiçbir kitabı bu kadar beklemedim. Çünkü diğer iki romanın anlatımı ve içeriği beni öyle sarmıştı ki farklı bir şeyler okuyor havasına girmiştim. Fakat Ruhi Mücerret’ten beklediğim birçok şeyi alamadım. Sanırım yazarın üslûbu beni yormuştu. Konuyu işleme şekli ise yeni bir şey vaat etmiyordu. Üstelik İletişim Yayınları’ndan April Yayınları’na geçtiği için mi olacak, yazar, kitap kapaklarında da köklü bir değişikliğe gitmişti. Dublörün Dilemması’nın nefis kapağından (İletişim Yayınları) ve Korkma Ben Varım’ın fena sayılmayacak kapağından sonra afili, yanarlı dönerli, ekranlı, bol görsel içeren, belki de bir çizgi roman kapağını andıran kapakla karşımıza çıkması da benim için ilk kırılma noktası oldu. Burada, kapağın önemli olmadığını da savunan birçok kişi olabilir. Fakat görselliğe bu kadar önem veren bir yazardan, daha başarılı bir kitap kapağı beklemek, hatta daha kaliteli bir kitap baskısı beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum. Çünkü bunun Murat Menteş’le alakalı olduğu kanaatindeyim. Aynı yayınevi Alper Canıgüz’ün kitaplarını çok daha iyi basıyor bence. Dikkat çekici kapak tasarlamakla özensiz bir kapak tasarımı oluşturma arasında, Menteş, maalesef ikinci tarafa daha çok kaymıştı. Dikkat çekmeye çalışırken gözünü kanatmıştı okurun.

Gelelim günümüze… Murat Menteş’in yeni kitabını yayınevine gönderdiğini twitterdan açıklaması, bende yine yeni yeniden bir heyecan uyandırdı. Aslında ne ile karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum ama bir kere, hakkını vereyim ismi ilgi çekiciydi: Antika Titanik. Titanik zaten başlı başına ilgi çekici unsurken onu romanla birleştirip nasıl bir konu oluşturduğunu merak ettim. Ancak çıktığında gördüm ki kapak yine çok kötüydü. Bir kere artık her romanında yazan Dublörün Dilemması’nın yazarından ibaresi bu romanda da var. Murat Menteş hâlâ Dublörün Dilemması’nın ekmeğini yiyorsa orada bir sorun var demektir. Ucuz bir tanıtımdır bu. Bunu sadece tek kitabı başarılı olmuş yazarlar yapar (Acaba Menteş de mi öyledir?). Murat Menteş’in bu tür bir ibareyi kitabına eklemesine ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. (Sadece Murat Menteş’in değil, hiçbir yazarın ihtiyacı olmadığını-olmaması gerektiğini düşünüyorum.) Yine yanarlı dönerli bir kapak ve yine hareketli bir ekranla karşımızda yeni kitap. Murat Menteş’e bu fikri kim veriyorsa bence bir an önce bundan vazgeçmeli. Eğer ki bu fikir Murat Menteş’e aitse, o zaman durum daha vahim. Kitabın kapağında Murat Menteş yazmasa, ben bu kitabı almazdım ve hatta bu kitabı marketlerde görsem hiç yadırgamazdım (Belki de satılıyordur, bana denk gelmedi). Bir kitap, önce ön kapağıyla daha sonra da arka kapak yazısıyla dikkat çeker. Can Yayınları’nın klasik tasarımını değiştirmesinin en önemli sebebi de budur. (İyi oldu kötü oldu ayrı bir tartışma) Maalesef ki Antika Titanik iki özelliğiyle de kendinden uzaklaştırdı beni ve birçok tanıdığımda olduğu gibi benim kütüphanemde de uzun sayılabilecek bir süre rafta bekledi (Ruhi Mücerret için her gün kitapçıya mekik dokumamla kıyaslarsak çok çok uzun bir süre).

Bu bir eleştiri yazısıysa, kitabın hem dışı hem de içiyle ilgili olumlu şeyleri de belirtmem gerekir. Kapak için söyleyecek olursak, ön kapağın içinde kitaptaki önemli karakterlerin birkaç kelimeyle tanıtılması hoş olmuş. Bu olmasa kitap olumsuz bir özellik daha kazanmazdı. Bunu bazı Agatha Christie romanlarında ya da bazı yayınevlerinin Rus Klasiklerinde de görüyoruz. Okuru tembelleştirdiğini düşünmüyorum bu durumun. Aksine kitabın başından itibaren daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor. Burada kitabın ne anlattığına uzun uzun değinmeyeceğim. Eğer değinirsem bu yazıyı okuyanlara istemeden de olsa ‘spoiler’ verebilirim. Çünkü Murat Menteş’in her kitabında olduğu gibi bu kitabında da zamansız öğrenilecek bir şey, bütün hikâyenin merak unsurunu zedeleyebilir hatta kırabilir. O yüzden bazı karakterlere, işleniş şekillerine ve yazarın anlatım tarzına değineceğim (Fakat yine de kitap hakkında bazı şeyler söylemek zorunda kalabilirim).

İsimler konusunda Murat Menteş yine tarzını korumuş ve dikkat çekici şekilde karakterlerini ve isimlerini oluşturmuş: Marco Montes, Refik Risk, Şifa Şavk, Igor Jaguar, Owen Wow, Varda Rowa bazı karakterlerden. Kitap Marco Montes, Refik Risk, Şifa Şavk ve tekrar Refik Risk’in bakış açısından anlatılıyor. Tıpkı yazarın diğer romanlarında olduğu gibi. Fakat bunlardan önce bir de birkaç başlık halinde romanın geleceği yer hakkında, gelinen yerin neresi olacağı konusunda malumat veren 10-15 sayfalık giriş diyebileceğimiz bir bölüm var. Bu bölüme de, Titanik’in dört bacasından da kan püskürüyor şeklinde enerjik bir giriş yapmaya çalışmış yazar.

Menteş, oşinografik bir hüsran, mutantan bir mutant izdihamı, kambur pompuruğun sırtından çekilen bıçak gibi kelimelerle, koridorda in cin golf oynuyor gibi, deyimlerdeki kelime değişiklikleri ve az bilinen sözcüklerle okurunu yine yoruyor. Niye böyle bir şey yaptığını çok merak ediyorum. Elbette Dublörün Dilemması’nda bu tarz, ilk olduğu için iyiydi fakat orada dahi dozu bu kadar yüksek değildi. İlk kitap olduğu için de çoğu okurun hoşuna gitmişti. Bu kitapta neredeyse her cümlesi aforizma olan paragraflar okuyoruz. Evet, kitabın enerjisi yüksek fakat benim gibi “her cümleyi anlayarak okumam gerekir” diye düşünenler için çok zorlayıcı. Akmıyor. Teoman’ın dediği gibi vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor. Yani bakıyorsunuz ilerlemişsiniz ama sanki sürülmüş bir tarlada koşmaya çalışır gibi. Bir şekilde hedefe ulaşıyor okur, yara bere içinde de olsa (Okuduğum yüzlerce kitaptaki sinir bozucu betimlemeleri bile sonuna kadar okuyan biri olarak, özellikle Refik Risk’in Şifa Şavk’a yazdığı e-maillerin okuru bayıltacak cinsten olduğunu söyleyebilirim. Hâlbuki dozunda olsaydı, bu e-maillerle romanı daha da hızlandırabilirdi yazar). Aforizmaları çıkardığımızda -abartarak söylüyorum- kitabın hacmi yarı yarıya azalabilir.

Kitabın ne anlattığına değinip, karakterleri de kısaca incelemek istiyorum. Igor Jaguar adlı zengin bir mafya lideri, 2019 yılında, orijinal Titanik’in replikasını yaptırır ve bununla yine Southampton Limanı’ndan New York’a 2.222 kişiyi götürecektir. Fakat gemi, seferine uzak doğudan başlar ve asıl limanı olan İngiltere’den çoğu yolcusunu aldıktan sonra Amerika’ya doğru açılacaktır. Hikâyenin çok büyük kısmı, gemi Southampton’a varana kadarki zamanda geçer. Aslında geminin niye inşa edildiği sonradan ortaya çıkacaktır, zaten düğüm noktası da burasıdır. Okurlar kendilerine geminin adı niye Titanik ya da niye böyle bir şey yapma gereği duydu Igor gibi sorular sorabilirler fakat Menteş bu tür soruları açıkta bırakmamış ve hepsini cevaplandırmış. Tabii ki akla yatmayan çok şey var. Zaten hikâyenin tamamı sürreal bir anlatı. Yani felsefeci Refik Risk’in yaşadıklarında nasıl gerçek bir şey bulmakta zorlanıyorsak gemide olanlar konusunda da bu durum geçerli. Fakat Murat Menteş’in yapmak istediği de bu: Okuru avucunun eline alıp sersemletmek sonra da kitabın sonuna bırakmak. Dediğim gibi bir şekilde bu gerçekleşiyor ama okur da gerek kitabın hızından gerekse anlatımından çok yorgun bir şekilde kitabın sonuna ulaşıyor. Bu benim için içerikten bağımsız bir yorgunluk olduğu için olumsuz bulduğum bir şey.

Kitaba felsefi bir polisiye özellikleri taşıyor diyenler de var. Katılmakla birlikte, bu açıdan daha iyi işlenebilirdi diye düşünüyorum. Aşk-yaşlılık-gençlik üçlüsüne bolca yoğunlaşmış Menteş, felsefeyi de kullanarak. Konusunu da bu üçgene oturtmuş zaten ancak konunun işlenmesi biraz yüzeysel kalmış. Ancak kitaptaki bazı karakterleri ise iyi seçmiş fakat yeterince işleyip kullanamamış yazar. Örneğin Varda Rowa kitabın ilginç ve romana enerji katan karakterlerinden. Menteş, keşke daha çok yer verseydi bu karaktere. Şifa Şavk’ın bir anestezi teknisyeniyken bir anda hayali bir örgütün liderine dönüşmesi ise keskin geçiş oluşturmuş. Daha yumuşak bir geçiş oluşturulmalıydı diye düşünüyorum. Hele Mısır Hükümeti-komünizm ve Şifa Şavk ilişkisinin ise çok sırıttığını düşünüyorum. Bunları birbirine bağlayıcı şeyler daha net olmalıydı. Ayrıca Marco Montes’in Titanik’e biniş şekli rastlantının zirvesi olmuş. Yok artık dedim bu ayrıntıyı öğrenince. Olağanüstünün de olağanüstüsü diyebiliriz yanlış bir söyleyişle. Fakat bu yok artık, olumlu anlamda, heyecanlandığım için değil, bu kadar da olmamalı anlamında oldu.

Kitapta politik ögeler var diyemeyiz ancak Murat Menteş’in bir tavrı olduğunu da hissediyoruz birkaç yerde. Bu benim hoşuma gitti. Dozunda tutmuş yazar bu durumu. Hatta konuya çok vakıf olmayanlar bu tavır almayı fark edemeyebilirler bile. Ancak Murat Menteş’in ilk tanındığı yıllardan bu yana geldiği noktayı bilen sadık okurlar bu durumları kaçırmayacaktır. Bu ‘mahalle’ değiştirmenin ipuçları romanda yer yer görülüyor. Orhan Gencebay üzerinden dahi fark etmek mümkün. Yazar muhtemelen, bir önceki kitabının hareketli ekranına Gencebay’ı koyduğu için pişmandır.

Kontrollü bir kahkaha attı: ‘Çünkü bizim hem Rusya hem de Britanya’dan talimat ve lojistik destek aldığımızı düşünüyorlar. Aslında küçük bir grubuz. Seçmenleri ‘iç tehdit’ ve ‘dış mihrak’ martavallarıyla kandırmayı sürdürebilmek için bizi tümden yok etmiyorlar. Uydurdukları teranelere, zamanla kendileri de inandılar.

Murat Menteş zeki bir yazar. Zekâsını deneme olsun, şiir olsun, roman olsun bütün kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak özellikle yazarın son iki romanındaki düşüşü neye bağlamamız gerekir? Medyatik ve popüler olmak acaba daha zayıf romanlara mı götürüyor yazarı? Gerçi Murat Menteş Ayşe Arman’a verdiği röportajda (Menteş Arman’a röportaj verme gereğini niye duyar, anlamış değilim) bu kitap için 3000 sayfa not aldığını ve çok çalıştığını belirtmişti. Fakat her romanında biraz geriye gidiyor bu romanların kalitesi. Hadi Antika Titanik’i Ruhi Mücerret’ten bir seviye daha iyi bulalım; ancak Menteş Dublörün Dilemması gibi bir çıtayla başlayınca, sanırım bu eleştirileri yapmak hakkımızdır diye düşünüyorum (Maalesef o çıta orada kalmadı, hep aşağı indi).

Murat Menteş yine kitap yazacak, biz yine okuyacağız. Bilinen şairlerden biri, “Murat Menteş ne yazsa okunur, okuyun” tarzı bir şey söylemişti bu kitap çıkmadan evvel. Fakat o işler öyle olmuyor. Dostoyevski’nin bile her romanının aynı kalibrede olmadığı bir dünya burası. Murat Menteş konu bulmakta sorun yaşamayacaktır ama bir an önce bu anlatımını değiştirmesi gerekir kanaatimce. Yoksa sadık okurlarını da kaybedecektir. Ha, ben kazandığım paraya bakarım derse de bir şey deme lüksümüz yok. Fakat her şeye rağmen, yazardan en azından Korkma Ben Varım kalibresinde bir roman okuma isteğimiz de her zaman kenarda duracaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Çağrılan: Kars'ta bağdaş kuran yapay zeka

"Yaratanın aşkına tutulan birisi, yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."
- Ebu'l-Hasan Harakanî

2019 Nisan'ının sonlarına doğru, tasavvufa dair türlü merakları olan insanları bir sempozyum kuşattı. "Füttüvvet Sultânı Ebu'l-Hasan Harakanî" başlıklı bu sempozyum, 27-28 Nisan 2019 tarihleri arasında gerçekleşti. Kars'ın ve Anadolu'nun büyük velîlerinden Harakanî Hazretlerinin iklimi, iki gün boyunca konuşanları, dinleyenleri ve takip edenleri tabiri caizse büyüledi. İhtiyacımız vardı böyle bir iklime, hem de çok. Buraya kadar okuyan muhibban-ı kütüb sual edecektir, "Ne alakası var efendim şimdi sempozyumla kitabın?" deyu, vallahi azizim cevabı eminim ki ziyadesiyle yetecektir.

Sempozyumdan birkaç hafta önce kitapçıların raflarından kapağı ve ismi oldukça ilgi çekici bir roman gözümüze çarptı. Hecelenmiş bir biçimde Çağrılan yazıyordu, altında da küçük fontlarla KarsH. Romanın yazarını neşrettiği birçok kitapla zaten tanıyorduk. Kimi ismini biliyordu sadece, kimi de metinlerine aşinaydı. Şimdi şöyle düşünelim; diyelim ki sempozyumdan haberdarsınız ve tasavvufa dair kuvvetlice bir merakınız var. Okuyorsunuz, dinliyorsunuz, paylaşıyorsunuz ve hatta belki de bir 'yol'un sadıklarındansınız. Harakanî sempozyumuna günler kalmış ve elinizde tuttuğunuz kitabın arka kapağında şunlar yazıyor: "İstanbul’da yapılması planlanan bir bombalı eyleme engel olarak dikkatli gözlerin ilgisini çeken firari yapay zekâ, Kars’ta yeniden ortaya çıkmak üzeredir. 11. yüzyılda yaşamış ünlü mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî hakkında yapılacak önemli bir sempozyumun hazırlıkları bütün hızıyla devam ederken Kars, birdenbire yabancı istihbarat örgütlerinin, gözü kara ajanların, kurnaz dijital casusların ortaya çıkıverdiği bir savaş meydanına dönüşecektir."

Öncelikle bizleri nasıl bir senaryo beklediğine dair müellifle ilgili kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Sadık Yemni, 1951 doğumlu. Yani bugün birçok yaşıtının "evlerden ırak!" dediği kavramları çoktan öğrenmiş, özümsemiş, bir de üstüne oldukça özgün kurgularla okuyuculara sunmuş biri. Kitapları yalnız ülkemizde değil Hollanda'da da oldukça ilgi görüyor. Çağrılan, otuz ikinci kitabı. Daha çok bilim kurgu ve polisiye türünde eserler vermiş bir isim olan Yemni, bu sarsıcı arka kapak yazısıyla bilim tutkunlarını ve tasavvuf metinleri okumayı sevenleri yakalarından tutup kafa kafaya getireceğini belirtmiş gibi. Belki de bu bir tevhid vurgusudur, kim bilir?

Kitabın çıkış öyküsüne geçeyim. 5 Nisan 2018 tarihinde, metinleriyle ve mizacıyla o meşhur şarkının "tavrına hayran olayım" nakaratını akıllara getiren Sadık Yalsızuçanlar, adaşı Sadık Yemni'yi arar. Yanında Harakanî Vakfı'nın başkanı, aziz ve muhterem büyüğümüz Yavuz Selim Uzgur da vardır. 'İş dili'yle konuşacak olursam, telefonda Yalsızuçanlar bir 'brief' geçer Yemni'ye: İnsanların Harakanî ismiyle ve o yüce ruhun düşünceleriyle buluşması için yurt dışında neler yapılabilir? Harakanî  ismi bilhassa gençlerin nezdinde nasıl popüler bir hâle gelebilir? Bu konu istişare edilirken Yemni, Harakanî Hazretlerinin evvela "Sûfî mahlûk değildir", akabinde de "Her kim bu kapıya gelirse, ekmeğini veriniz ve inancını sormayınız" sözlerini işitir ve kısa bir süre sonra romanın ana hattını kafasında kurar. 5 Nisan 2018 denmişti bu telefonun tarihi için, Çağrılan çıktığında henüz Nisan 2019 olmamıştı bile. Yemni birkaç zamandır yapay zeka ve bedensizlik özlemi üzerine araştırmalar yapmaktadır, çeşitli fikirlerle metinler biriktirmektedir ve Yalsızuçanlar'dan gelen bu telefon romana kendisini iyice yaklaştırır. Yapay zeka bedensizdir ve kadim sufiler de bedenlerinin onlara ait olmadığına dair çalışmalarla (inzivâ, murakabe, mücâhede, riyazet, tefekkür vb.) tekamül etmeye gayret gösterirler.

Sempozyumun konuşmacılarından biri olan Yemni, özellikle bir diziye ve bir filme dikkat çekerek "bakın bize aslında neleri okutuyorlar?" diye sual eder. 2016 yapımı TV dizisi Westworld'de Dolores karakteri "Bizi kendi suretinizde yarattınız" gibi sözlerle birçok dinî bilgiye ve Eski Ahit'te rastlanan metinlere göndermeler yapar. 2014 yapımı sinema filmi Ex Machina'da ise ana karakterlerden olan robot kızın adı Ava'dır, yani Havva. Filmde; gelecek zamanlarda artık insanların, insan olmayan kimselerle de aşk yaşayabileceği ve arama motorlarının biz bir şeyler ararken ne düşündüğümüzün değil nasıl düşündüğümüzün fotoğrafını çektiği gösterilir. Dolayısıyla Çağrılan, aslında bizim bu çevrilen numaralar karşılığında ne söylediğimize dair de bir roman. "Bakın biz yapay zekaya böyle bakıyoruz, bedensizlik bizde şöyle de tasavvur edilebilir" diyen bir roman. Hani eskilerin tabiriyle, "Bilimin bittiği yerde inanç başlar" der gibi.

Çağrılan; New York, Amsterdam, İstanbul, Kars gibi dünyanın 'sinir ucu' olarak tabir edilebilecek şehirlerinde gezdiriyor okuyucuyu. Yerinde duramayan yapay zekalar, doğduğu toprakların düşmanı olan devletlere hizmet eden ajanlar, modern teknolojinin ve onu acımasızca kullanan reklamların algoritma dünyasını didikliyor, dünyanın en sırlı hacker'larından birini Anadolu'nun en sırlı zâtlarından birinin şehrinde gizliyor, İbnü'l-Arabî'nin "Hakk, kuluna ihtiyacı suretinde tecelli eder" sözüyle Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Neylerse güzel eyler" sözünü birliyor.

"Aşkların en çetrefillisi, nefse en zor geleni yaradılanı yaradandan ötürü sevmektir" cümlesi, roman üzerinden Yemni'nin tasavvufa bakış açısını gösteriyor. Çağrılan, yapay zekadan kadim hikmetlere koştururken Kars, Harakanî Hazretleri ve Yavuz Selim Uzgur ikliminden şu hatırlatmayı da yapıyor: "Nefis Allah'ın insandaki en büyük oyunudur. O oyunu ancak ruh bozabilir. Kulun Hakk'a secde ettiği yere mihrap denmesi bu yüzden midir? Evet. Mihrap, harp yeri demektir. Nefsle cenge tutuştuğun yer."

Modern teknolojinin insan üzerinde kurguladığı oyunların yanı sıra, 'sorunsuz' büyütülenlerin 'sorunlu' insana dönüşüvermesi de farklı bir boyutta okuyucunun ilgisine sunuluyor romanda. "İnsan sınırsızı üretirken sınırlı hayatının dokunulmaz kalacağını hayal etmeyi seven bir hayalperesttir." cümlesiyle, günümüzde yaşanan kavgaların ve meleklerle yaşadığını unutan insanların kaotik yaşamının fotoğrafını çekiyor. Okuyucuya da bu fotoğrafın çıktısını alıp, arkasına okuduğu tarihle birlikte - ki bu tarih bir yeniden doğuş tarihi de olabilir- şu muhteşem Harakanî cümlesini yazmak düşüyor:

"Nerede niyaz varsa orada Allah vardır, nerede kavga varsa orada insanlar vardır."

Yağız Gönüler

14 Mayıs 2019 Salı

Bağımsız bir duruş, sahih bir derinlik: Aliya

Bugün zihnimizdeki “Aliya” imgesinin inşasında merhum Âkif Emre’nin büyük bir payı var. Bizi Aliya İzzetbegoviç’i okumaya sevk eden sebeplerin başında Âkif Emre’nin onu merkeze alarak gerçekleştirdiği yazı ve röportajlar geliyor. Âkif Emre’nin vefatından sonra onun bütün yazılarını okurla buluşturmayı amaçlayan Büyüyenay Yayınları, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili mesaisini Aliya ismiyle kitaplaştırdı.

Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.

Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.

Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.

Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.

Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.

Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.

Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Kültürel dindarlığın anatomisi

Türkiye’de çok gündeme gelmeyen ama önemli şeyler söyleyen bazı isimler var. Şahıslarını geçelim söylediklerinin kıymetini bilemediğimiz isimler bunlar. Hamasete pirim vermeyen, boş lakırdı etmeyen, aklı önemseyen bu söyleme, kendinden emin bir karakterin farklı bedenlerde görünen tezahürleri diyebiliriz. Birbirinden bağımsız gibi görünen ama esasında aynı bütünün parçaları olarak birbirini tamamlayan ve kendi hâlinde akan bu mütevazı damar tarih boyunca var olmuştur. Epey çaba ister ama bir ucundan tuttuğunuzda sizi digerlerine mutlaka götürür. Gönül, daha planlı, daha istikrarlı, birbirinden beslenen, birbirini destekleyen bir entelektüel mirasın oluşturulmuş olmasını arzuluyor. Maalesef bugüne kadar bu başarılabilmiş değil. Kanımca gidişat bundan sonrası için de ümit vermiyor. Buraya bahsettiğim kişilerin bir listesini yazacak değilim. Zaten konuyla ilgili okuyucu kendince bir isim listesi oluşturmuştur. Yalnız yazının devamı gereği şahsi listemde ön sıralarda yer alan bir ismi anmak durumundayım: Celaleddin Vatandaş, disiplinlerarası çalışma imkânı bulmuş ve değerli işler çıkarmış bir akademisyen. Eserlerini dönüp dönüp tekrar okuduğum birisi.

Vahiyden Kültüre onun değerli eserlerinden sadece biri. Dolu dolu üç yüz atmış sekiz sayfadan oluşan kitap Pınar Yayınları etiketini taşıyor. Üç bölüm olarak hazırlanan çalışma kısmi akademik diliyle okuyucuyu biraz zorlayabilir lakin konuya ilgi duyan ve literatüre az çok aşina olanlar için hem keyifli hem de entelektüel anlamda kazançlı bir okuma vaad ediyor. Vatandaş bu çalışmasıyla Müslümanların tarihini kronolojik bir eleştirel okumaya tabi tutuyor.

Kitabın temel meselesi, isimden de anlaşılacağı üzere dinin, Vahiy bağlamından kopartılarak kültürel bir olgu hâline getirilmesi diyebiliriz. İslam toplumu nicel olarak arttıkça ve coğrafi olarak genişledikçe mevcut kültürlerle etkileşim içine giren Vahiy yorumu bazı değişimlere uğramıştır. Müellife göre tarihsel süreç içerisinde İslami kültürün bir parçası hâline gelmiş Vahiy, bu özelliğiyle kendini bir din olarak ortaya koymuş şekli ile Vahiy olarak bildirilen (tebliğ edilen) şekli arasında şüphesiz farklar oluşmuştur. İslami olduğu kadar İslami olmayan bu gerçeklik, Müslümanların tarihinin İslam’a izafe edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Bu anlamda Vahiyden Kültüre bu problemi sorgulayan ve çözümler öneren değerli bir calışma.

Vahiy’den Kültür’e Geçişin Şartları ismini taşıyan ilk bölümde konu tarihi, fikri ve siyasi şartlar üzerinden değerlendiriliyor. Risalet öncesi dönemden başlayan süreç kronolojik bir akışla ele alınıyor. İslami anlayışın bilgiye yaklaşımı ve sosyal yapının bu konuya olan mesafesi en başta göze çarpıyor. İlk dönem fikri farklılıklar ve siyasi ayrışmaların sonraki dönemlere hatta günümüze nasıl etki ettiğinin analizini yapmak mümkün. En tepedeki yöneticiden en alt kademedeki görevliye ve vatandaşa kadar ruh hâlimizi, zihinsel haritamızı, sosyo-kültürel kodlarımızı önümüze seriyor. Elbette biz toplum olarak yüzleşmekten korkuyoruz, o ayrı konu.

Çalışmanın yarıdan fazlasını oluşturan ikinci bölüm Kültür İslamının Oluşum Süreci ve Temel Dinamikleri ismini taşıyor. Müellif kısaca İslami ilimlerden kelam ve fıkıh konularına değinerek oluşum süreçlerinden bahsediyor. Aynı şekilde İslam felsefesinin doğuşu, başlıca temsilcileri ve ele aldıkları konular hakkında bilgi veriyor. Buradaki değerlendirme, konuyla ilgili bilgi vermesinin yanında dönemin ilmi haraketlerinin gündelik hayatla olan ilişkisini de gösteriyor diyebiliriz. Birinci bölümde ele alınan ve iktidar denilen seçkinci sınıf siyasi ayrışmada zaten kendine yer bulmuştur. Burada bir diğer seçkinci sınıf olan ulema ile alt sınıf teba arasındaki uçurumun kendiliğinden ortaya çıktığını görüyoruz. Siyasi ve ilmi sınıf ile halk arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik bir hareket olarak başlayan tasavvuf, müellifin ikinci bölümde kapsamlı olarak ele aldığı konulardan bir diğeri. Vatandaş, tasavvufun oluşumundan itibaren yedi asırlık geçirdiği aşamaları dinsel, kültürel, etnik etkileşimleriyle birlikte esaslı bir analize tabi tutuyor. Tasavvufun dini ve etnik etkileşimini kısaca açmak gerekirse, Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, Mecusilik, Şamanizm inançlarının yanı sıra Hint mistisizmi, Fars kültürü, İsrailiyyat ve çok geniş bir coğrafyanın paganist ögelerini sayabiliriz. Buraya daha çok ilmi çevreler nezdinde etkileşim imkânı bulan ‘tercüme hareketleri’ni de eklemek gerekiyor sanırım. Zira Yunan felsefesi ve kültürü bu yolla Müslümanların zihni alanına girmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir detay olarak, tasavvufla beslenen kültürel dini anlayışla birlikte yeni bir seçkinci sınıfın nasıl oluştuğudur muhakkak. Süreç sonunda dinin hayatı biçimlendirmesi gereken o canlı etkisi pasifize edilerek (örneğin içtihat kapısının kapatılması) donuk bir anlayış peyda oluyor.

Kitabın değerlendirmesi babında Sonuç kısmının da yer aldığı üçüncü bölüme Değişim Sürecinde Sosyal Hayat başlığı verilmiş. Önceki bölümlerde Müslüman kültürünü oluşturan ögeleri kapsamlı olarak ele alan müellif, bu bölümde tarihsel süreç içinde Vahiy’in kültüre dönüşümünün sosyal hayat içerisinde nasıl kanıksanır hâle geldiğine değiniyor. Sonuç itibariyle İslam toplumlarının İslami olmayan yönlerini sorgulama ihtiyacı duymadığı bir ‘dini’ (ya da kültürü) yaşamayı olağan saydığı bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. Özü Vahiy olan ve o hâliyle tebliğ edilen din, insanların yaşam pratiği içerisinde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bugün hayatımızı etkileyen ve şekillendiren ne varsa tarihsel kökenlerinin buralarda olduğu şüphesiz. Celaleddin Vatandaş bu eseriyle kültürel bir aidiyete dönüştürdüğümüz dini anlayışımızın sorunlu yönlerini açığa çıkarmayı denemekle kalmıyor. Bunu kesinlikle başarıyor. Sormayan öğrenemez, en iyi ihtimalle taklit edebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sabahattin Ali öykülerindeki Anadolu

Sabahattin Ali'nin öykülerinde; çıplak bir gerçeklik, sert bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Köşe bucak kaçtığımız gerçekler kendi dilimizden kendi kulağımıza bir çığlık gibi giriyor. Gerçekçi bir gözlem ve romantik bir üslup birleşiyor öykülerin kurgusunda. Öykülerde; tehdit etmeyen, kabullenilmiş bir çaresizliği andıran bir yoksulluk ve zulüm göze çarpıyor. Kağnı adlı öyküde, Sarı Memedin anası oğlunun öldürülmesi karşısında ağaya karşı sesini çıkaramayıp her şeyi sineye çekerken candarmaların zoruyla oğlunun ölüsünü kağnıya yükleyip doktor muayenesi için şehre giderken çektiği eziyet ve üzüntüyü de derin bir kabullenişle karşılıyor. Kadın, içindeki üzüntüyü dahi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle dillendirebilir. Hikayenin sonunda kağnının ardından gidemeyip yere düşen kadının görüntüsü okuyucuda gerçek bir isyan hissi doğuruyor.

Kürk Mantolu Madonna romanında gördüğümüz çarpıcı son, öykülerinin pek çoğunda denenmiş ve ustalıkla başarılmış. Bu beklenmedik ve çarpıcı son Stefan Zweig öykülerinde de görülebilir. Her iki hikayecide de "okuyucuyu ürkütmeden gerçekleri yüzüne vurabilmek" yeteneği var. Anlatıcının rahat ve samimi üslûbu öykülerdeki gerçeklik hissini artırıyor.

Pek çoğu 1929-1930 yıllarında yazdığı öykülerinden oluşan Değirmen adlı kitapta genellikle romantik aşk temasını işlerken birkaç yıl sonrasına ait öykülerini topladığı Kağnı ve Ses'te Anadolu insanının dramını, ağalık zulmünü, küçük kasabalarda devlet adamlarının basiretsizliğini okuyucunun gözleri önüne seriyor.

Değirmen, aynı isimli bir öyküyle başlıyor. Bir çingene gencinin değirmencinin kızına duyduğu aşk uğruna kolunu değirmenin çarkına kaptırmasını destansı bir dille aktarıyor yazar. Bu kitaptaki diğer öykülerde de destansı-romantik aşk hikayeleri geniş ter tutuyor. Kağnı ise yazarın toplumcu gerçekçi çizgiye yaslandığı hikayelerden oluşuyor. Öyküleri sırayla be bütün olarak okumak, yazarın teknik ilerleyişini ve sanat anlayışındaki değişimini görmemizi sağlıyor. İlk dönemdeki romantik üslup zamanla yerini gerçekçi bir bakışa bırakıyor.

Devlet, daha çok kaymakam ve candarma karakterleriyle çıkıyor karşımıza ve halk kimi zaman yoksulluk sebebiyle işlediği, çoğu zamansa işlemediği bir suçtan ötürü mahkum edilmek istenen bir vatandaş olarak. Candarmalar basit, anlayışsız, cahil, kötücül insanlar olarak çizilirken kaymakamlar kasabanın ileri gelenleri ile işbirliği yapıp halkın üzerinde her türlü aşağılık tahakkümü sergileyen tipler olarak görülüyor. Vatandaş, her seferinde bir yoksulluk fotoğrafı biçiminde çıkıyor karşımıza. Fiziksel ayrılıkları pek belirgin olmazken ruhsal yılgınlıkları ve kaderlerini kabullenişleri itibariyle neredeyse aynı kişi olarak görünüyor. Adeta Anadolu insanının acısını bir ve bütün olarak okuyoruz onun öykülerinde.

Kamyon, çoban, ağa, candarma, köylü, kaymakam karakterleri bile öykülerin içeriği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor.

Her yazar kendi hayatından izleri mutlaka yansıtır eserlerine. Kimisi bilinçli ve planlı bir şekilde yer ve kişi isimlerine varana kadar gerçek hayatı kurgusal dünyanın içine sokarken kimisi gerçek hayatı kendi bakış açısına yansıdığı ölçüde sunar okuyucuya. Anadolu'nun pek çok yerinde öğretmenlik yapmış, dergicilik ve gazetecilikle uğraşmış, bir dönem kamyon işletmiş bir kişi olarak Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterler dikkate alındığında adeta kendisi de gerçek dünyadan kopup gelmiş bir öykü kişisi olarak durur diğerlerin yanında. Bir Şaka adlı öyküde bu durum çok daha açık bir şekilde görülür. Öyküdeki kahramanımızın Sabahattin Ali'nin kendisi olduğunu düşünmek hiç de zor değil. Duvar adlı öyküde de Sinop Cezaevi'nde yaşanmış bir firar eylemi anlatılır. Bu hikaye de muhtemelen Sabahattin Ali'nin cezaevinde dinlediği bir hikaye olabilir. Bunun yani sıra Fikir Arkadaşı adlı öyküde gördüğümüz karakteri de Düşman adlı öyküdeki kişileri de mutlaka gerçek hayatında tanıdığını düşünmek işten bile değil.

Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Güvelik çağından korku çağına: Avrupa ve Zweig

Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 yılında karısıyla beraber yüksek dozda veronal alarak intihar etti. Onu intihara götüren sebeplerin arasında yer alan ‘ümitsizlik’, bünyesini sadece intihar ettiği zamanlarda değil, aslında çok daha önceleri ele geçirmişti. Edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından olan, bana göre psikolojik çözümleme konusunda Dostoyevski’den pek de aşağı kalmayan, ancak değeri (!) Türk okurlarca, yayınevleri kitaplarını ince ince bastıktan sonra anlaşılan Zweig’ın, anılarını anlattığı Dünün Dünyası’nda, intihar aşamasındaki ümitsizliğin alt katmanlarının izini sürüyor okur. Dünün Dünyası’na hem Zweig’ın kişisel tarihi olarak hem de Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm olarak bakarsak kitabı daha iyi özümsemiş oluruz. Güvenlik çağından korku çağına gelene kadar, Avrupa’yı çok seven -hatta tapan-, birliğine önem veren, birleşmiş bir Avrupa hayali kuran ve hayatını buna adayan yazarın yaşadıklarını çıplak bir şekilde görüyoruz bu eserde.

Dünün Dünyası kısımlara ayrılmış bir eser; ancak bu kısımlar sadece Zweig’ın anılarıyla ilgili değil Avrupa’yla ve Avrupa’nın geçirdiği dönüşümle de ilgili. Çünkü Zweig hiçbir zaman kendi tarihini Avrupa’nın tarihinden ayırmamış, kendini Avrupa’ya adamış bir dünya vatandaşı. Bunu anlattığı anılarından ve anılarını anlatırken ortaya koyduğu fikirlerden de apaçık görmek mümkün. Elbette kendini Avrupa’yla özdeşleştiren birinin, Hitler’in gazabından sonra, Avrupa’nın bir daha geri dönülmeyecek bir yola girdiğini düşünüp intihar etmesi de anlaşılabilir bir olay. Hâlbuki biraz daha bekleseydi…

Avrupa’mızda ardı arkası kesilmeyen volkanlara benzeyen sarsıntıların etkilerini her birimiz varlığımızın en derinliklerinde hissettik; sayısız mağdurla karşılaştırınca kendime mal edebileceğim tek ayrı özellik, Avusturyalı, Yahudi, yazar, hümanist ve pasifist biri olarak, bu sarsıntıların en şiddetli sonuçları nereyi vurduysa her defasında orada bulunmuş olmam” diyor önsözde yazar. Bu cümlede yazan her şeyi doğrulayacak bir şekilde anlatısını sürdürüyor. Düşüncelerinin değiştiği tek konu, intiharına birkaç yıl kala, Avrupa iyice batağa bulanmışken ve Hitler her yeri bir ur gibi sarmaya başlamışken hissettiği vatansızlık duygusu. Çünkü o ana kadar Avusturya pasaportuna sahip, ne kadar güçlü olmasa da bir yere bağlı olan Zweig, kendini İngiltere’de mülteci olarak bulunca bu duygu gelip kalbine yerleşiyor: “Neredeyse yarım yüzyıl boyunca yüreğimi dünya vatandaşı gibi atması için eğitmemin bana hiçbir faydası olmadı. Hayır, pasaportumun elimden alındığı o gün, ancak elli sekiz yaşında, insanın vatanıyla birlikte kaybettiğinin bir tek etrafına sınır çekilmiş bir toprak parçası olmadığını keşfettim.

Yazar bu bahiste hem vatan/vatansızlık hem de göç olgusu hakkında kritik sosyolojik tespitler yapmış. Ve bunu kendi düşünceleriyle çelişme pahasına, bütün kalbini açarak gerçekleştirmiş. Kitabın başarısı zaten buradan geliyor: Yazarın sakınmadan kalbini okura açması, en hassas olduğu konularda dahi. Bu açıdan bakınca, özellikle ülkemizin ve tüm dünyanın yaşadığı göç ve mülteci durumuna Zweig’ın bakışıyla bakabilmek, -tüm ekonomik, toplumsal ve politik konuları ayrı tutarak söylüyorum- empatik bir bakış kazandırabilir okura bu konuyla ilgili. Çünkü göç ve vatan kavramlarıyla ilgili bu satırları ve kitapta daha çoğunun bulunduğu pasajları yazan kişi, ününün doruğunda, maddi hiçbir zorluğu olmayan ve bir vatana bağlı olmayı doğru bulmayan biri. Zweig bile son tahlilde bunu hissettiyse, üstelik kendi açısından refahın bol olduğu İngiltere’de, diğer vatandaşlar ve görece daha zor şartlarda bulunan diğer ülkelere göçmüş vatandaşların duygularını fark etmek biraz daha anlaşılır olabilir.

Kronolojik bir sıra takip ediliyor kitapta. Yazar, çocukluğundan başlayarak intiharından bir süre önceye kadar götürüyor zamanı. Fakat yazarın Brezilya günleri yer almıyor kitapta. Öğrencilik hayatı ve üniversiteye kadar olan kısımdan bahsederken hem yazı hayatını es geçmiyor hem de eğitim sistemiyle ilgili eleştirilerini de sıralıyor. Zaten daha önce de dediğim gibi, bilindik bir anı kitabı değil bu kitap. Biraz deneme biraz Avrupa tarihi biraz sosyoloji. Hatta kişisel anılar oldukça az yer alıyor desek yeridir.

Kitabın seyriyle Avrupa’nın gidişatı paralel bir şekilde ilerliyor. Zweig’ın başlarda bahsettiği konular daha çok sanat, edebiyat, şiir, refah hayat vb. konularda ilerlerken daha sonraları savaşa kayıyor. Yani hayata bakış sanat üzerindeyken bir süre sonra savaşa geçiyor. Tabii bunun olması kadar doğal bir şey olamaz. Birebir etkilendiği ve dolaylı yoldan etkilendiği savaşlar hep yer almış 1881 doğumlu yazarın hayatında. Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yazarın en çok etkilendiği olaylar. Hatta 2. Dünya Savaşı’nı insanlığın yaşayabileceği en büyük felaket olarak tanımlıyor. Sonunu bekleyemeden de zaten bu dünyadan ayrılmayı tercih ediyor.

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “Avrupa’da mutluluk Viyana’da sona erdi. Ötesi, oldum olası, lanet üstüne lanet” der. Bu, Zweig’ın bakışıyla örtüşen bir yorumdur. Çünkü Zweig özellikle 2.Dünya Savaşı’nda, Hitler’in işgal etmesi durumunda her şeyin daha kötü olacağı kritik yerin Avusturya ve Viyana olduğunu düşünüyor ve bunu uzunca bir şekilde de temellendiriyor. Gerçekten de öngörüsünde haklı çıkıyor Zweig. Aslında yazar, Avrupa’nın geçirdiği/geçireceği dönüşümlerle ilgili birçok yerde, ‘bu kadar olacağını tahmin edememiştik’ şeklinde ibareler kullanıyor ama bunun çok da doğru olduğunu düşünmüyorum; çünkü Zweig ilerisini doğru tahmin edebilen bir yazar. Hatta yazar satır aralarında, insanların bu savaş durumlarını, son raddeye gelene kadar pek ciddiye almadıklarını ve bu konudaki karamsarlığında yalnız kaldığını okura hissettiriyor. Fakat yanında en azından bir dost buluyor. Savaş başladığında otoritelerce düşman olarak görünen ülkede yer alan dostu Romain Rolland. Herhalde kitapta kişisel anılarına en fazla giren kişi Rolland’dır. Bu ikilinin bolca konuşmasına tanıklık ediyoruz okurken.

Kitapta yer alan, Zweig’la büyük veya küçük bir ilişkisi bulunan, Zweig’ın anılarında yer etmiş diğer kişiler ise; Rilke, Freud, Verhaeren, Joyce ve Gorki’dir. Tabii bunlar en tanınan sanatçılar ve yazarlar. Avrupa’nın bunalımını okurken bu tür arkadaşlıkların ne şekilde oluşup geliştiğinin seyrini takip etmek, okura anı kitabı okuyor hissini yaşatıyor.

Farkındayım, bu yazıda hep Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm, bunalımdan ve savaşlardan bahsettim fakat Zweig da anı kitabı olarak düşündüğü bu metinde aynısını yapmış. Avrupa’yı taparcasına seven bir adamı Brezilya’ya kadar sürükleyen savaşın ve savaşların, yazarın anılarını kaplaması da doğal aslında. Aklıma Zweig adının geldiği her anda Hitler’in de beynimde yer alması, sanırım bu anıları okuduktan sonra iyice pekişecektir.

Kitap birkaç yayınevinden neşredilmiş. Şu anda İletişim Yayınları, Can Yayınları, Doğu Batı Yayınları ve Palet Yayınları’ndan temin etmek mümkün. Ben İletişim Yayınları’ndan okudum kitabı. Gülçin Wilhelm çevirmiş ve başarılı bir iş de ortaya koymuş; fakat kitapta aşırıya kaçmayacak şekilde editör hataları mevcut. Yeni basımında bir kez daha ‘son okuma’ gerekiyor.

Önemli bir yazarın, deneme-anı-otobiyografi karışımı, hatta biraz da Avrupa tarihi diyebileceğimiz bir kitabı Dünün Dünyası. Yazarın öykülerinde karakterleri için yazdığı psikolojik çözümlemeleri bu kez kendi iç dünyasını yazarken görüyoruz. Avrupa’ya bir ağıt demek de mümkündür bu kitaba. Daha doğrusu Avrupa’ya ve kendine.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10