12 Mart 2019 Salı

Muhtelif zamanlarda eylülü yaşamak

“Dünyadan kaçmak için şiire koşar gibi…” 

Daha ilk çıktığında, eylülde okumaya niyetlenmiştim Eylül Biraz’ı. Şubata nasipmiş, karlar altında biraz da eylülü hissetmekmiş nasibim. Zira kitabın da bazı sayfalarında buz gibi olurken bazen de ısınıveriyor kalbimiz. Yine kelimelerle ve hep kelimelerle…

Üç bölüm ve yirmi bir şiirden oluşuyor, Eylül Biraz. Uzun Yol Telaşı başlıklı şiirle başlıyor ve ırmak gibi sevmek diye bir terkiple bizi düşünmeye sevk ederken bir yandan da gönlümüze su serpiyor: "Ben savaşı karıncadan öğrendim / Kahraman değilim ki sevgilim / Irmak gibi sevmek hünerim belki / Kavgada mahir değilim.". Şiirin devamında ise dünyaya meydan okurcasına seven birini tasvir ediyor şair bize: "Ben seni anlatıyorum hâlâ / Dünyaya meydan okurcasına.". Sevinmeye varan en güzel yolun “sevmek” olduğunu ise devam eden mısralarda görüyoruz: "Sen gülünce diyorum / Gamzemdeki çukur derinleşiyor biraz daha.". Her şey gibi insan da sevdikçe güzelleşiyor haddizatında. Bunu anlatan mısralar da şiirin devamında: "Ben seninle güzelim / Artık söylenmiyorum kaçırdığım tramvaya / Hatta bıraktığım sigaraya da."

İlerleyen sayfalarda yer alan Koşarken Çocuklar başlıklı şiirinde Serap Kadıoğlu, "Duru bir gökte uçurtmalar uçursun diye / Koşarken çocukların peşinden" diye yazmış. Aslında tüm çabamız bunun için olmalı, çocukların duru bir gökte uçurtma uçurabilmesini sağlayabilmek için. Okuduğumuz her sayfada, yazdığımız her cümlede, biten her öyküde, nihâyete eren her şiirde “duru bir gökte uçurtma uçuran çocukların” hayali gönlümüzde, adı dilimizde olmalı. Çünkü ancak çocuklara pırıl pırıl bir gökyüzü bırakabilirsek “huzurlu bir gelecekten” söz edebiliriz. “Lafa gelince mangalda kül bırakmayanlardan” değil de “elini taşın altına koyanlardan” ya da “bir şeyleri değiştirmek adına çabalayanlardan” olursak geleceğe dair birkaç kelâm etme hakkını kendimizde bulabiliriz. Gerisi kuru gürültüden öteye gidemiyor maalesef. Durmadan yakınan insanlarla dolu bir coğrafyada, harekete geçebilmek de bir devrimdir neticede. “Dokunduğu yere değer katan” bir nesil yetiştirebilmenin yolu dokunduğumuz yere değer katmaya çalışmaktan geçiyor ve söz konusu şiir de şöyle bir duayla son buluyor: "Bırakıyorum son duamı meleklerin avucuna / Beni hep sevgimle hatırla."

Şair, Gül Bozumu şiirinde "Nefes almak şehirde pek afili bir mola" dizesiyle başlattığı beton şehir yakınmasını Akşam Olmadan şiirinde şöyle sürdürüyor: "Göğe uzanan çetrefilli yolda / Mavimi deşiyor gâvur betonlar.". Aslına bakarsak hepimiz aynı şeyden şikâyet ediyoruz, sonra dönüp dolaşıp akşam olunca yine o “betonlara” sığınıyoruz. Yaşamıyoruz belki de sadece o betonların arasında yaşlanıp gidiyoruz. Zira kendi adıma, bir köyün havasını soluduğumda, o betondan sığınaklarımıza dönesim gelmiyor asla. Keşke Biraz Ölsem başlıklı şiirinde de şair yine devam ediyor benzer yakınmalara: "Acelesi var artık herkesin / Tenhası kalmamış yorgun hayatlar / Ötelerden bir şey söylemiyorlar / Çamurlu çeşmelerden akan / Berrak sular yok artık / Paslı kurnalardan akan klorlu sularla / Yüzümüzü yıkıyoruz sabahları / Yüzümüzde vebal, ah / Yüzümüzde günah dizeleri" yaşadığımız çağın eleştirisi olsa da geçmiş hasretini de düşürüyor aklımıza.

Bütün bu olmazlardan, çıkmazlardan, dar boğazlardan biraz İstanbul ve biraz şiirle çıkıyoruz en sonunda; biraz da eylülle hatta: "Biraz Emirgân olurdum eylül biraz da / Kayıp kumrular ve boş aşiyan / Gül yanığı mestâne akşamlarda / Bir Fuzûlî kasidesi yetişirdi imdada / Söylerdi beyitler, raks ederdi rüzgâr" diyor Serap Kadıoğlu Hüzn-ü Şah şiirinde ve ekliyor: "Bazen sükût-u hayâl bazen pürmelâl / Tükendiği yerden yine başlardı hayat / Göz kırpardı bahar, gülümserdi erguvan…"

Velhâsıl Eylül Biraz; dünyadan kaçarken şiire koşanlara, derin nefes aldıran bir mola…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

8 Mart 2019 Cuma

Ütopya eşittir distopya mı?

İnsanlığın ‘bulduğu’ en iyi yönetim sistemi demokrasi midir? Şu, teoride muhteşem olan ama pratikte teoride durduğu gibi durmayan ve bir türlü işle(ye)meyen demokrasi. “Demokrasi en kötü yönetim sistemidir fakat daha iyisi henüz bulunamamıştır.” sözü Winston Churchill’e (1874-1965) isnat edilir. Sadece demokrasinin ya da sistemin değil insanın da özetidir bu cümle. Yönetme sorunlu ve iktidar meraklısı insanın kadim meselesidir ‘sistem’ mevzusu. Bu mesele aynı zamanda insanın bir arayış sürecidir de. En iyisini arayış. Yalnız, bu iyiliğin kime ve neye göre olduğu muallakta kalmıştır hep. Tuhaf bir bil(in)mezlik hikâyesi. İnsanın bilmek ya da bilmemek ile de sorunu olmuştur her daim. Biri çıkıp ‘cehalet (bilmemek) mutluluktur’ deyince bir diğeri çıkıp ‘insan bilmediğinden korkar’ deyivermiştir. Korkunun mutluluk vermesi tam da insana yakışan bir iddiadır. Mantıken bil(in)mezliğin korkutarak olumsuza kapı açması beklenir. Fakat malzeme insan olunca sonuç da başka oluyor. O insan ki, korkudan heyecan türetir ve düşüncelerini, duygularını fanteziye dönüştürerek ‘satar’. Mistik hikâyeler, mitik kurgular, ütopik mülahazalar filan. En iyi sistem, en kusursuz yönetme biçimi ve en mükemmel iktidar organizasyonu kurgulanır; aciliyet duyulan kurumlar tasarlanır, kurtuluş reçeteleri hazırlanır. Uygulamak ne mümkündür! Zira ütopyadır bu, olmayan yerdir, namümkündür.

Ütopik tasarımlar fıtratı yadsıyarak oluşturulur. Fıtratı yadsımak insanın özünde var olan asıl şeydir zaten. Çünkü en iyi bilen de insandır! Sadece bilmediğini bilmez. Ana kaide; ‘ideal’ sistem oluşturulurken ‘mevcut’ yadsınır. Yani, fıtrat yadsınarak bozulan, yozlaştırılan yaşam ve değerler yine fıtrat yadsınarak ikame edilmeye, düzeltilmeye çalışılır. Sonra neden olmadı diyerek distopyaya kapı aralanır. Önceki de farksızdır ama neyse, insanın olayı budur: Kiminin ütopyası kimine distopya. Kime ütopya, kime distopya? Orası biraz muallakta ama tarihin insanın iktidar oyunlarının çöplüğü olduğu açıkça ortada.

Her distopya birileri için bir ütopyadır. Mima’nın her satırı distopya. Ve kimler için bir ütopya olduğu da satır aralarında...”. Hakan Günday tanıtım yazısında Mima’yı böyle anlatmış. Kısa süre önce Doğan Kitap’tan çıktı Mima. Yüce Zerey imzalı kitap üç yüz sekiz sayfadan oluşuyor. Mima’da ne anlatılıyor? Kısaca, başta her gün biraz daha içine gömüldüğümüz ‘sanal gerçeklik’ bataklığı olmak üzere teknolojik gelişmelerin yol açtığı ‘acımasız’ yaşama biçimimizin siyasetle ilişkisi diyebiliriz. Mima’da, en baştaki flashback’i saymazsak günümüz dünyasından geleceğe doğru bir süreç ele alınmış ama bu ele alış esere fütürizm bağlamında yansımış diyemeyiz. Daha çok güncel siyasi, sosyal, ekonomik anlayış ve uygulamalara göndermeler içeriyor. İnsanlık için kurtarıcı olduğu düşünülen bir yönetim sistemi ve yaşam biçiminin uygulanabilirliği romanın ana konusunu oluşturuyor. Ana konu etrafında neoliberal politikalardan, kentsel dönüşüm icraatlarına, toplumsal savrulmadan kültürel yozlaşmaya, hukuk ihlallerinden kapitalist iktidara kadar geniş bir ‘eleştiri’ alanı mevcut.

Mima, yaşam alanı ve nüfusun kısıtlı bir bölgeyle sınırlı kaldığı dünyada insanlığın kurtuluşu için oluşturulan yönetim sisteminin uygulandığı yerdir. Sistemin nasıl ve kimler tarafından uygulanacağı ve bireylerin görevlerinin ne olduğu ile ilgili detaylar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştür. Mima’daki yaşam koşullarını belirleyen insanların performanslarıdır. En ideal birey yönetim tarafından belirlenmiş kurallara en uygun performansı gösteren kişidir. Performans yönetim sisteminde iktidar erkinin işleyiş süreçlerinin bilinen devlet organizasyonunun profesyonellik sınırlarının ötesinde prensiplere sahip olduğu görülüyor. Mima’daki katı hiyerarşik yapı her şeyi gözetliyor, denetliyor ve düzenliyor. Giyim-kuşamdan yeme-içme tutumlarına, davranış kurallarından düşünme biçimlerine ve hatta estetik algıya kadar ne varsa sistemin belirlediği şekilde yaşanıyor. Bu süreçte toplumundan sisteme uyumlu olması ve sorun çıkarmaması bekleniyor. Uyum sağlayamayanlar kötü şartlara sahip bölgeye sürgün ediliyor. Kurallar son derece sert ve delinmesine müsamaha gösterilmiyor. Sistem yöneticileri retorik ve propaganda üzerine kurdukları yapıyla toplumu yanıltarak iktidarlarını devam ettiriyor. Bu süreçte yönetimin en güçlü elini teknoloji oluşturuyor. Mima’da kurgulanmış elitist kültürün robotikleşmiş işleyişi söz konusu. Sistemdeki üstenci konumu kanıksayan Mima toplumu sistemin gönüllü kölesi konumunda yaşamayı seçiyor. Sisteme uyum sağlayamayanların dışında durumun farkında olup muhalefet edenler de sürgün bölgesinde tutularak tecrit ediliyor. Ortada büyük bir oyun dönüyor ve oyunu bozacak kişi ise Mima’dan, sistemin içinden çıkıyor. Peki, oyun bozuluyor mu? Cevabı, bu kasvetli atmosferde yeşeren bir aşk hikâyesinin eşliğinde Mima’da.

Yukarıda da değindiğim gibi, romanda gelecekten söz edilmesine rağmen birkaç detay dışında günümüz dünyasından izler taşıyor. Teknolojinin tetiklediği tüketim kültürüyle birleşen sosyal medya ve sanal gerçeklik olgusunun meydana getirdiği dönüşümün perde arkası ve siyasi yansımaları irdeleniyor diyebiliriz. Kısacası, modernist paradigmayı tümüyle değiştiren bu dönüşümün siyasetle ilişkisi gösterilmeye çalışılıyor. Hayatı zindana çeviren teknolojik determinizm, küreselleşmenin getirdiği saçaklı yozlaşma, bir statü meselesi hâline gelen tüketim kültürü, gelenekselden ve insani değerlerden kopmuş toplumsal yapı ve popüler aşk sorunsalına ek olarak toplumun tepesinde balyoz gibi duran siyasi erk ile bürokratik tahakküm gibi bir sürü konu dâhil edilmiş esere.

Mima’da kitap içeriği açısından alışık olmadığımız bazı ilginçlikler de yok değil. Dünyada son yaşam alanı olarak kalan Mima ve çevresinin haritası iyi düşünülmüş bir detay. Romana başlamadan önce fikir veriyor. Bunun dışında metnin paradoksu diyebileceğimiz (teknolojinin negatif anlamda eleştirildiği bir metinde teknolojinin ‘nimetlerini’ sonuna kadar kullanım paradoksu) romanı özetler nitelikteki illüstrasyonlar, mobil uygulamada kullanılmak üzere eklenmiş müzik ikonları ve içerikte kullanılan ‘uydurma’ sözcükler için oluşturulmuş sözlük diğer örnekler. Ayrıca metindeki gönderme ve atıflar için faydalanılan kitap ve filmlerin romanın sonuna liste olarak eklenmesi farklı bir kaynakça çalışması olmuş. Ütopya ve distopyayla ilgili ileri okuma yapmış okur için Mima basit kalacaktır fakat konuyla yeni ilgilenmeye başlayan okura bir şeyler katacağı muhakkak.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Yenilenmenin ve çürümenin değişimi

Yenilenmenin ve çürümenin değişimini kabul edemeyenlere, kullanma kılavuzu yazmış Ahmet Bayraktar. Post Yayın ise isabetli bir hareketle kitabı basmış. Ateizmus kelimesindeki keyifli ironi ve kurmaca üzerine bir de karikatür çizgili kapak eklenince; "Fıkhi soru/cevap" denildiğinde aklımıza gelen saçmalığa, yeni bir üslupla yaklaşıldığını ve çare sunulduğunu anlıyoruz.

Gölgesi dert olanlara mavi aralık zorlanmış!

Yolda olmak” farkındalığında gölgesiyle barışanlarca, kavgası devam edenlere vermek için, gülümseten reçeteler yazılmış!

Önce, Kuran Nedir; Türkiye Ateizmi; Din Nedir? Kısmı ile akletmeyi dışlayan ve 16. yüzyıldan bu yana Anadolu’da da şiddeti artarak süregelen cenahı eline alır. Bedevi geleneğinin ve erkek egemen anlayışın işine gelen; erkek çoğunluktan oluşan ulema tarafından, din, benimsenen şeyin ne olduğuna ve ne olmadığına değinir. Bunu yaparken çuvaldızı kendine batıran Ahmet Bayraktar oldukça etik bir giriş yapar; “Düşünmenin yükünü zihinden atıp tamamen taklit ederek bedava din yaşama derdindeki bu akım…” demiş, “Ateizm’in meşrutiyet kapısıdır!

Kafası karışık olmak, “entel” olmak, “aydın” görünmek, “sol olmak” adına saçmalamanın ötesinde bir donanımla soran ateisti Kuran’a Kuran içinden bakma paradigması tatmin etmez. Fikri tutarlılık takibi yapabilme yetisine ermiş birey, ateist ise varlık felsefesinde debelenir. Kuran’dan dert edinmek daha deist bir geçişe karşılık gelir. Bu yüzden Ateizmus ismi, ironisi ile ateist olmak için de yeterli ruhsatı edinememiş, sözde çağdaşlıkların içine dini sığdıramayanların evrenini toparlamış.

Ateizmus sormuş Bayraktar söylemiş;

- Kuran köleliği yasaklasa sevgili okur, kapitalist baban asgari ücrete işçi çalıştıramazdı, sosyetik anan eve temizliğe kadın alamazdı, ille de kırbaç çöl ve siyahi köleler gözünün önüne getirme demiş.

- Dünya düz demiyor kitap, hem zaten düzlüğünü değil manasını öğren istiyor demiş.

- Kuran’ın ayetle aklına güvendiği insan; orucun derdini anlarsa, kutupta değil uzayda da oruç tutmanın yolunu edinir demiş.

- Aksini hiç düşünmedim ama ehlinden duymayı sevdim; “akıl müdahale edebildiğinde kalp akletmiş olur” demiş. Bir de güzel temel atmış altına.

- Kadına “iffetli olun” diyen fuhuş toplumuna inmiş ayetleri, üzerine, ailesine ve ülkesine alınıp sorusu olanları da sorularının gereksizliği miktarından fazlaca cevaplamış. Hem kadın değil insan iffetli olur madem çift yaratıldı dimi?

- Kuran’ın evrenselliğini irdelerken insanın olduğu her yerde her dert tekrar edebilir oluşunu baz almış. Ve tabii tıpkı dünyayı ikiye bölüp oturamayan Habil-Kabil arasına dökülen kan gibi, elmadan ilk ısırık gibi, değişmeyen insan doğasını…

- “Nasıl yani şimdi ben kendi evlatlığımın hanımı ile evlenebilir miyim”, “yahu ille evleneceksin diye bir kural yok. Benim hanımımla da evlenebilirsin. Evlenmek için onu mu arıyorsun” gibi kurmaca diyaloglar ile ruhsatları bütün bilinç seviyelerine algılatmış.

- Gösterdiğimiz “resul” hürmetini dahi kaldıramayıp, “Peygamber insandı, tapılmaz” diyenle; “peygamber evinden misafir kovdu” diye eleştirenlerin tutarsızlığına dahi saygı gösterip, meslek ahlakından mülhem anlatmış, anlamlandırmış. Bu tutarsızlıkta çokça soruya aynı etik ile yaklaşmış Bayraktar.

- Cinleri görülmeyen her şey ile yorumu; Kuran’da anlatım bozukluğu olmadığı; ganimetin helal, hırsızlığın haram olduğu; Nisâ 11/12 matematiğinin mantığı; boşanma; Nuh’un Gemisi; “nesih”; bakteriler; aşk…

Sabrına minnettar olmamak elde değil.

Çünkü “yakın zamana dek hurafelerden bıkanların başı çektiği bu akım artık içinde inanç unsurlarını barındırmakta ve tıpkı diğer dinler gibi müntesiplerine kurtuluş vaat etmektedir” diyor.

Bu yeni nesil söylenceler soru ve sorunlarından da anlaşıldığı üzere metodolojik olarak son derece hatalı ve buhranlıdır. İlahiyat/sosyoloji/psikoloji ile cem-i cümle masaya koyulmalıdır. Bayraktar tarafından kendilerine verilen, sosyal bilimler retoriğince mantığa en uygun cevap ise; “Bu bizim iç meselemiz” olmuş. Nezaket etmiş bir bir cevaplamış ama bir ateistin Kuran/sünnet ile ilgili tüm sorularına verilebilecek yegane cevap budur.

Aslında hikaye tanıdık.

Egzotizm gibi inançlara Orta Çağ’ın kilisesinden kaçarken tutulan Avrupalı… Geri dönüp paganizmde debelenen düşünce!

İmanını kaybeden çağın dini Hümanizm."

Marksizm’den egzistansiyalizme kadar Avrupa’nın tüm düşünce yollarının kabesi belirsizlikler…

Kutsal dinlerin çürümesinden kaçarken, kimliksiz izmlere secde ediş…

Hiziplerle yönetilen coğrafyalarda yorulanlara icat edilen yeni dinler…

Mevlânâ'ya, Yunus’a bile yakıştırılan sözde 'İslam ötesi' elbiseler!

Romantik ve masum algı operasyonlarında birbirinden cinnet ve gaflet dikteler!

Bize yeni ulaşsa da; hikaye eski…

Hem hak inancı çürütürken yolda kazananlarla; hem çürüğünden pay edinip yenisini yaratanlarla savaşan Bayraktar gibi kalemler lazım.

Hümanizm için; “Dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesi” der Kemal Tahir. İşte bize bu okumaları, gelenek ve kutsallarımızı ithal edilmiş düşüncelere ihtiyaç duymadan en saf hali ile sunuyor ve insan odağında buluşturuyor yazar.

Her yol insana çıkıyor!

Her cevap ahlaka!

Taraf edinme değil hak seyrinde…

Yeni bir düşünce değil, düşünce mektebi inşa etme derdinde!

Öğreniyor/öğretiyor.

Çünkü Alvin Toffler'in dediği gibi; "21. Yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler değil; okumayanlar, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştirmeyenler ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır."

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

4 Mart 2019 Pazartesi

Kopya çektiği sınavı bile kaybedenler

Başarı ve kariyer bu zamanın vazgeçilmez iki kelimesi. Ne pahasına olursa olsun başarılı olmanın hikâyesi gün geçtikçe daha çok dayatılıyor ufkumuza. Neşet de bu ufkun insanlarından biri. Her ne kadar bir roman kahramanı olsa da o da zamanın akışında sürüklenip giden bir karakter. O da aynı zaman diliminde yaşadığımız biri. Gerçek olmaması bile buna engel değil. Peki, Yakarım Gül Satanlar Bahçesini’deki Neşet kimdir? Bir flanör mü? Değil elbette. Onun bir baltaya sap olamamışlığını ve yırtma çabasını bu kavramla izah edebilmemiz neredeyse imkansız. Fransız Şair Charles Baudelaire’in tanımladığı aylak ve burjuva kent gezgininde Neşet’in hayatındaki çizgilerden çok azına yer var. Esasen Neşet, bir “miş gibi yapma canbazı”.

Bütün stratejisini “yırtma” yolu bulmak üzerine kurduğu için yerel bir gazeteden öteye gitme fırsatı bulamayan Neşet’in ayağına bir gün hayatının fırsatı gelir. O güne dek “söyleyecek sözü” olmadığı için patronunun istediği yazıyı kaleme alamayan Neşet’e biri adeta suflörlük yapmaya başlar. Neşet’e teslim edilen dosyalar, onu yazılarında şimdiye dek bulamadığı bir içerikle yüklüdür. Bu noktadan sonra yaşanan ise bir yazarın metin yazarına dönüşmesi sürecidir adeta. Neşet, bir “tutunamayan” değildir, zira sürüklenendir. Tutunamamak bile bir irade gerektirir çünkü. Stratejisini “yırtma” üzerine değil de yazmanın hakkını verme üzerine kursa iyi kötü söyleyecek sözünü de bulacak olan Neşet, temize çekip redakte etmekle yetinmiş ve bir anlamda da ruhunu şeytana satmıştır.

İlk yazıların birer tuzak olduğu zamanla anlaşılır. Neşet tuzağa sinekkapana yakalanan sinek gibi hapsolduktan sonra “sürüklendiğini” ancak farkeder. O ne yaptıysa kendine yapmıştır. Bence romanın Neşet’e yazdırılan yazılardan daha önemli olan kısmı Neşet’in iç çelişkileri, insanlarla ilişkileri, duyguları, zihin dünyası… Bütün bu detaylar, romanı bir entrika romanı olmaktan çıkartıp bir “insanın” anlatıldığı, bir karakterin analiz edildiği derinlikli bir romana dönüştürüyor. Şimdi “insanı anlatmayan hikâye veya roman var mı?” diyeceksiniz. Haklısınız elbette. Ancak entrikanın, maceranın cazibesine yönelince insanı o hız ve aksiyonun arkasında kaybeden metin ve filmler var. “İnsanı” çelişkileriyle ve çatışmalarıyla anlatmak ise entrikadan fazlasını anlatmakla mümkündür.

Girdiği her sınavı kaybeden Neşet, kopya çektiği sınavı da kaybeder. Neşet’in kaybını söylemek elbette tali bir durum hakkında fikir vermektir. Zira neyi kaybettiğinden ziyade önemli olan nasıl kaybettiği, kimi kaybettiği ve kaybettikten sonra ne olduğudur? Bundan ötesini anlatmak ise okurla kitap arasına girme anlamına geldiği için susacağım. Yine de cevaplamam gereken bir soru daha var. Peki, ya Mahmut Coşkun? Bence o ilk romanıyla girdiği sınavı geçmiş görünüyor. Zira o neyi anlatacağını, nasıl anlatacağını dert etmeyi biliyor. Bir romanda yakalaması gereken bütünlüğü, gözetmesi şart olan kurgusal dengeyi biliyor. Emek vermiş ve özentiye düşmeden özen göstermeyi başarmış. Bir ilk romanda görmemiz gereken pek çok güzellik Yakarım Gül Satanların Bahçesini’de mevcut. Yine de karar vermek için en az bir kitap daha beklemeliyiz bence. Ne de olsa tek çiçekle bahçe olmaz. Bu noktada tek temennim şu: Umarım Coşkun’un anlatacağı bir sonraki karakter bir yazar olmaz. Zira roman ne kadar iyi olursa olsun anakarakterin yazar olmaması anlatıcı/yazar/anakarakter üçlüsünü güzel ve merak uyandıran bir deplasmana davet ediyor. Umarım o da bu deplasman davetine bigane kalmaz. Kahramanı başarılı yahut başarısız yazar olan kitapların çoğalmasına bir noktadan sonra anlam veremiyorum maalesef. Mahmut Coşkun kitabında bu anlamsızlığa düşmemenin bir yolunu bulmuş. Yine de çıtayı daha yukarı taşıması bundan sonra ilk kitabını yanaştırdığı güvenli limandan uzaklaşmasına bağlı.

Sonuç olarak Mahmut Coşkun dil ve üslup olarak dikkate değer bir ilk kitaba imza attı. İkinci kitabı beklemeye değer...

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

Batının batılı olmayanlara karşı yaptıkları

Batı’nın kendinden olmayana karşı ikircikli tavrı kendi içindeki vicdan sahiplerinin de reddettiği bir durum. Tarihsel arka planı oldukça eskilere dayanan ve literatürel açıdan oldukça zengin olan bu arızi tutumdan bugün en fazla pay düşen Müslümanlar diyebililiriz. Temel sebebin din olup olmadığı tartışılır lakin Batı düşünsel ve eylemsel temelini din üzerinden inşa ediyor. Müslüman olmak Batı için en baştan mimli olmak anlamına geliyor. Müslüman kimliğinin uluslararası kamuoyunda oluşturulan olumsuz imajı da bu tarihi tutumdan beslenerek büyüyor. Kemikleşmiş olumsuz algıyı değiştirmek, dönüştürmek ya da yeniden inşa etmek pek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan sorunlu durumdan Batı’nın kastı ve dâhli var, bunu biliyoruz. Peki, Müslümanların bu imajı değiştirmeye yönelik sığ retorikten başka çabası bulunuyor mu? Kendimizin çalıp kendimizin oynadığı iç politika paçozluğundan başka… Aksine, eyleme ihtiyaç bırakmayan hamasi söylemlerle bu ‘kötü’ imajı destekliyoruz. Kısacası, Batı’nın istediği bir koz, Müslümanların verdiği ceviz bahçesi.

Tarihsel süreç içinde İslam ve Müslümanlara dair bilgiden negatif bir imaj oluşturulması meselenin bir yönü. Diğer taraftan her yeni malumat mevcudun üzerine konumlandırılıyor. Dolayısıyla aynı kasıt ve önyargı yeniden üretilerek daha güçlü şekilde devam ediyor. Konuyu oryantalizmin serin sularına taşımadan devam etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Entelektüalizm ve/veya literatürel fetişizm bir yerden sonra meseleyi boğarak amaçtan ve çözümden uzaklaştırıyor. Nitekim, benzer bir yöntemi benimseyen akademisyen Bekir Berat Özipek kendisine bu meseleyi dert etmiş ve Batı’nın önyargısını, çifte standartını ortaya koyabilmek için bir çalışma hazırlamış. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar isimli çalışma Liberte Yayınları etiketini taşıyor. Ayrımcılık, İslamofobi, Entegrasyon ve Ötesi alt başlıklı eser yüz yetmiş altı sayfadan oluşuyor. Özipek, kasıtlı olarak oluşturulan sorulara cevaplar vererek meselenin arka planına inmeye çalışıyor. Toplamda kırk üç soruya yer verilen kitapta sorular ‘doğru sorular’ ve ‘yanlış sorular’ olarak kategorize edilmiş. Yanlış olarak sınıflandırılan sorularda direkt önyargı ve çifte standart göze çarpıyor. Masumiyet ekseninde kurgulandığı ve bir arka planı olduğu açıkça anlaşılıyor. Doğru şeklinde sınıflandırılan sorular ise meselenin iç yüzünü açıklamaya yönelik oluşturulduğu söylense de Batı’nın riyakarlığını göstermekten geri kalmıyor. Soru metinlerinde kullanılan kalıpların kasıtlı bir planın izdüşümü olduğu açıkça görülüyor. Batılı birçok politikacı ve düşünürden örnekler vererek söylemin alt metnini açığa çıkaran Özipek, zaman zaman söylemin ötesine geçerek Batı’nın kendi içinde geliştirdiği vicdani yönün eleştirel değinilerine de yer veriyor. Yazar bu yöntemle Batı’nın Müslümanlara karşı kastını ve önyargısını deşifre ediyor diyebiliriz.

Kitap, alt başlıktaki kavramlar etrafında oluşturulmuş. Batı’nın ayrımcı politikalar ürettiği, korkutarak İslamofobi yaydığı ve entegrasyon adı altında faşizan uygulamalarda bulunduğu görülüyor. Özipek’in çalışması için sadece Batı’nın önyargılı ve çifte standartlı içyüzünü gösteriyor diyemeyiz. Özellikle dikkat çektiği iki nokta olduğunu düşünüyorum. İlki, Batı’nın Müslümanlara karşı olumsuz tavrını deşifre eden eleştirisi, ikincisi Müslümanların bu olumsuz tavra sunduğu katkı ya da olumsuzluğu kaldırmaya yönelik çaba göstermemesini deşifre eden eleştiri diyebilirim. Soruların ve cevapların bu bağlamda değerlendirilmesi fayda sağlayacaktır.

Biçim ve içerik açısından değerlendirdiğimizde kitapta kullanılan dilin liberal söylem üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Liberalizm eleştirisi saklı kalma koşulu ile genel olarak özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik değerleri önceleyen bir üst dil kullanıldığı görülüyor. Üst dil diyorum çünkü metni klasik liberal düşüncenin soft bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün. Zira mevcut liberal düşüncenin bu eksenden kaydığını görmek zor değil. Kısacası, Özipek’in eleştirisini üzerine inşa ettiği özgürlükçü ve serbest alan maalesef teorik olarak var. Zaten liberal düşüncenin/politikanın gözetildiği Batı’nın çalışmadaki eleştirisi de bize bunu söylüyor. Batı, yaptıklarını bu değerleri kullanarak meşrulaştırmıyor mu?

Özipek’in oldukça anlamlı tespitleri yer alıyor kitapta. Birkaçını aktarmak gerekirse, aslında dinden bağımsız radikalleşen yapıların dine ikame edildiği görülüyor. Böylelikle uygulanan politikalara kamuoyu nezdinde dayanak sağlanmış oluyor. Müslümanlara izafe edilen şiddet olgusu Batı’da gözardı edilen yapısal sorunların neticesidir. Kısıcası yapısal sorunların ürettiği şiddet ve adaletsizlik tersine çevrilerek Batılı olmayanlarca şiddet üretildiği tezine dönüştürülüyor. Belirli kesimlerin yaptığı bu organize işin toplumsal yansıması da önyargı ve nefret şeklinde açığa çıkıyor. Özipek, “önyargı bir görme bozukluğudur” diyor ve tarihsel arka planının bu görme bozukluğunun derecesini nasıl büyüttüğünü irdeliyor. Kitapta verilen birçok yaşanmış örnekte olduğu üzere Batı, Müslüman için oluşturduğu imajı şekilcilik üzerinden kurgulayarak indirgemecilik yapıyor. Giyim-kuşam, tutum-davranış, yeme-içme gibi kültürel aidiyet içeren örüntüler katı şekilcilik saikiyle itibarsızlaştırılıyor, ötekileştiriliyor ve ayrımcılığa tabi tutuluyor. Asıl şekilcilik olarak değerlendirilebilecek bu uygulama çifte standart olmasının ötesinde felsefi düşüncenin de iğfali anlamına geliyor. Özipek bu durumu “Aydınlanma totaliterdir” şeklinde özetliyor. Çalışmada yer verilen somut örnekler Avrupa’nın ırkçı olduğunu gösteriyor. Bu ırkçılığın en güçlü olduğu alan dinsel ırkçılık olarak açığa çıkıyor. Söz konusu ırkçılık, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilere gösterilen tutumun Müslümanlar üzerinen tekrar açığa çıkışıdır. Bu bağlamda tarih felaket ve düşmanlığa indirgenerek çatışma için uygun zemin oluşturuluyor. Ayrıca İslamlaşma olgusu bir kaygı aracı olarak kullanılıyor ve karşı olma duygusu diri tutulmaya çalışılıyor. Kısacası bu durum ne anlayış ne de köken olarak yeni değildir. Özipek, verdiği örneklerle bu ırkçılığın bilim ve sanat alanına taşındığını belirtiyor. Suç konusunda da çifte standart uygulandığı görülüyor. Göçmenlerin karıştığı suç oranları düşük seviyelerde olmasına rağmen özellikle medya aracılığıyla yüksek olduğu imajı çiziliyor. Özipek zaman zaman Batılı olmayanlar açısından da meseleye bakmaya çalışıyor. Batı karşıtlığının dışında Batı yanlılığına değiniyor. Örneğin göçmen olup müntesibi olduğu topluma karşı öz-nefret veya aşağılık kompleksi ile ‘eleştiride’ bulunan kişiler. Yazar, Batı tarafından bu kişilerin kasıtlı olarak ön plana çıkarıldığını belirtiyor.

Kitaptaki ‘bu, budur’ şeklinde oluşturulan dili sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Yazar için mesele ‘bu, budur’ açıklığında olabilir fakat ne Batı’nın kendinden olmayana yönelik uyguladığı çifte standartlı anlayışın felsefi ve kültürel köklerinin eserdeki kadar yüzeysel olduğunu ne de teolojik yargı ve değerlendirmelerin Özipek’in ön kabulü kadar net algılandığını düşünüyorum. Buna rağmen hem tespit hem de analiz bağlamında fayda sağlayacak bir çalışma olarak değerlendirmek mümkün. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar, Batı’nın Batılı olmayanlara karşı uyguladığı önyargı ve çifte standartı göstermesi açısından önemli tespit ve değerlendirmeler içeriyor. Meraklısına tavsiye olunur.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp