1 Mart 2019 Cuma

Avrupa'nın son cüzzam hastanesinden fışkıran acılar

Cüzzam, Hansen basili adı verilen bir organizmanın yol açtığı, insanın sinir sistemini, derisini ve birçok organını etkileyen bulaşıcı bir hastalıktır. Fakat yapılan çalışmalara baktığımızda bulaşma ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Yine de halk arasında en az veba kadar bulaşıcı bir hastalık olarak görülmektedir. İnsandan insana bulaştığı temelde bir varsayımdır çünkü nasıl bulaştığı henüz kanıtlanamamıştır.

Hansen’in Evlatları, tam olarak cüzzamlı bireylerin hayatlarının bir kısmını konu ediniyor. Karadağlı yazar Ognjen Spahic tarafından 2004’te yazılan ve 176 sayfadan oluşan kitap, dilimize Dedalus Kitap etiketiyle geçtiğimiz mart ayında çevrildi. 2005’te Mehmet Selimovic Ödülü'nü aldı ve Fransızca, İtalyanca, Slovence, Rumence, Macarca, Makedonca dillerinde yayımlandı. İlginç bir konu seçmesiyle de kanaatimce bu ilgiyi hak ediyor.

Arka kapağında yazdığı gibi Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçen gerçek bir hikâye Hansen’in Evlatları. Anlatıcı isimsiz. En yakın arkadaşı ve aynı odayı paylaştığı Amerikalı Robert Duncan ve cüzzam hastanesinin en yaşlısı Zoltan’ın kitapta etkin olduğunu görüyoruz. Bu üç karakterin temeli oluşturduğu kitap bazı yan karakterler de barındırıyor. Cüzzamı anlatıcının gözünden aktaran yazar, cüzzam hastanesine nasıl geldiğini, orada ne gibi zorluklar yaşadığını, ‘diğer’ sağlıklı insanlarla olan ilişkilerini ya da iletişim kuramamasını, en yakın arkadaşının hikâyesini, hastaneden kaçış planlarını satırlara döküyor.

Kitabın başında BBC’nin Doğu ve Orta Avrupa muhabiri Nick Thorpe’un bir giriş yazısı karşılıyor bizi. Thorpe burada cüzzam hakkında ve kitap hakkında bilgi veriyor, yazarın anlatım becerisine değiniyor ve kitabın gerçekten ayrılan yönlerine değiniyor. Belirtmek gerekir ki hikâye gerçek fakat Spahic cüzzam hastanesinin çevresine, orada bulunmayan bazı yapılar eklemiş. Ama bunun gerçekliği azalttığını veya saptırdığını söylememiz mümkün değil.

Hansen’in Evlatları mantığın bitip hissedilenin başladığı yeri gösteren bir kitap. Yazar, okura o duyguyu genellikle yansıtmış. Zaten az sayıda karakteri olan bir kitap. Bu da yazarın karakterleri iyi işlemesini sağlamış, özellikle oda arkadaşı Robert’ı. Anlatıcı da kendisi olduğu için, hastaneye geliş zamanından hastaneden ayrılış zamanındaki duyguları realist bir şekilde kâğıda dökmüş. Geliş zamanındaki ne yaşayacağının tahmini şöyle aksetmiş anlatıcıda: “Aslında tedavi amacıyla değil, bu dünyanın dışında bir yerlere, bambaşka bir yolculuğa hazırlanmak üzere buraya getirildiğimi fark ediyordum. Ve bunun tıbbi bir tedaviden çok, daha uygun bir ifade ile tecritteki hastalık olarak adlandırıldığını kavradım.

Yazar hastaneye geliş pasajı üstünden cüzzamlıların ölüme terk edildiğini de söylemiş oluyor. Kitabın genelinde de dışarıdaki sağlıklı insanların bırakın teması, cüzzamlı hastaları uzaktan gördüklerinde bile gösterdikleri tavırlar ve yazarın bunları işleyişi bize hastanenin ve cüzzamlılara bakışın genel havasını veriyor.

Kitabın iki numaralı karakteri Robert ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. İlginç bir geçmişi olan Robert, Rus istihbarat şebekesini ortaya çıkarmak için çalışırken Berlin’de yakalanıyor ve türlü işkencelerden geçiyor. Anlatıcının Robert’ı konuşturabildiği yerlerde Robert’ın geçmişiyle ilgili bilgileri de edinebiliyoruz. Bu karakter üzerinden Rus-Alman savaşı da kendine kısa da olsa yer buluyor. Yeri gelmişken bir eleştirimi söyleyeyim: Kitabın arka kapağında yazan Çavuşesku iktidarının devrilişi ise kitabın arka planını oluşturuyor kısmına katılmıyorum. Evet, Çavuşesku döneminden çok da somut olmayan bir iki örnek ve Çavuşesku devrildikten sonra yaşananlarla ilgili kısa pasajlar var fakat hikâye neredeyse tamamen cüzzamlı hastalara ve cüzzam hastanesindeki duruma ayrılmış. Yazar siyasi ve sosyal arka planı romana iyi yansıtamamış. Devrim birkaç anlatıyla geçiştirilmiş. Ana olay olarak almamız mümkün değil.

Kitabın duygu olarak en iyi kısmı, iki arkadaşın hastaneden kurtulduktan sonra, anlatıcının hislerini açıkladığı bölüm olmuş. Bundan önceki bölümler olayla birlikte duygunun öne çıkarıldığı bölümlerdi fakat bu kadar saf bir his açıklaması çok yoktu. Daha çok realist bir bakış açısı hâkimdi önceki sayfalarda fakat romanın sonlarında kurtuluşu anlatan, yine de hastaneyle bütünleşmiş olmanın verdiği his şöyle yansıyor satırlara: “Çoktan o aptal mazinin büyüsüne kapılmıştım. Bu bir tür komplo olmalı diye düşündüm. Son Çin imparatoru, doğduğundan beri ayaklarında olan prangalardan kurtulduğunda, hanedanın söylediklerine göre, ara ara onları tekrar takmak istiyormuş çünkü artık onlar dünya görüşünün ve bedeninin doğal bir parçası hâline gelmiş. Efsaneye göre, kral unutulmuş şehrin ferah sokaklarında gezinir ve ağır zincirinin sesiyle, sanki siyah bülbüllerin şarkılarını dinliyormuşçasına eğlenirmiş. Aynı şeyleri hissettim. Sonunda ayrılıyor olmanın verdiği mutluluğa rağmen, Robert’ı almak için yukarı çıktığımda, ellerimi yavaşça bu lanetlenmiş duvarlara kondurdum. Hatta daha ötesinde, gözlerim yaşlarla doldu ve midemde kelebekler uçuşmaya başladı; bu kelebekleri oldukça iyi tanıyordum.

Spahic, Hansen’in Evlatları'nda sağlam bir kurgu ortaya koymuş. Karamsarlığı, terk edilmişlik duygusunu, kötülüğü, cinayet ve ölüm karşısında takınılan tavırları, iktidar olma ya da hükmetme arzusunun götürdüklerini kitabın hemen her sayfasında hissediyoruz; fakat arkadaşlığı da hissediyoruz: Tıpkı Fareler ve İnsanlar'daki George ve Lennie gibi.

Sade bir üslûp, açık bir dil, yormayan bir anlatım ve ara ara anlatımı aksatsa da fena olmayan bir çeviriyle Hansen’in Evlatları dünya edebiyatında önemli bir yeri hak ediyor. Geç olsa da son zamanlarda çağdaş yazarların eserleri daha çok çevrilmeye başlandı dilimize. İnsanın yüreğine yerleşen acıların anlatıldığı Hansen’in Evlatları da o eserlerden biri.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Şubat 2019 Salı

Ağaçların neler fısıldadığını duymak

Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.

Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…

Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.

Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır. Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.

Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.

Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.

İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.

Kitaptan bir şiirle bitirelim:

Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.

Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com

25 Şubat 2019 Pazartesi

Zât olmanın sırrını keşfedenlerin aşkınlık yolları

"Allah doğru yolu seçenleri, daha derin bir doğru yol bilinciyle destekler."
- Meryem Suresi, 76. Ayet

"Beni bende deme bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeru
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeru."
- Yunus Emre

"Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
- İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su

Varoluş, sorgulama, sığınak. Modern zaman insanını çepeçevre kuşatan üç kelime. Sıralama değişebilir belki ama duraklar birbirinin tekrarı ve devamı şeklinde ilerliyor. Aklı baliğ olan birey, kendini önce toplumun bir parçası olarak buluyor. Kişiler arasında yer edinebiilmek için, kitleler tarafından kabul edilen kurallara riayet etmek zorunda hissediyor. Aileye bağlı taleplerin baskınlığıyla belirginleşen bu kurallar, zamanla bireyin zihinsel devinimini ve fiziksel hareketlerini kısıtlar duruma geliyor. Çünkü sorgulanmadan atılan adımlar, bireyin zihin dünyasındaki boşluğa yaptığı etkiyi artırmaya ve dünyadan sıkılmaya sebebiyet vermeye başlıyor. Toplumdaki yerini belirginleştirmeye çalışırken, benliğindeki yerin silikleşmeye başladığını fark ediyor. Bu noktada toplumun genel geçer kurallarını sorgulama ihtiyacı hissediyor ve bu sorgulayış onu, kabuğuna çekilip özündeki mânâya ulaştırmaya çalışan bir yola yönlendiriyor. Varoluşunun sebebine dair kendince nedenler aramaya başlıyor. Felsefenin, mitlerin ve dinlerin özünü oluşturan, manevi boşluğu doldurmaya çalışan içkin anlamı aramanın peşine düşüyor. Bu süreçte karşısına çıkan vesileler onu ihtidâya erdiriyor veya erdiremiyor. Eğer ihtidâya ermek nasip olmuşsa, kendisini bir sığınak gibi kapsayan hidayete vasıl olup, Allah’ın varlığını ve yaratılıştaki delâletini bulmaya bahaneler arayacağı manevi bir çırpınışa uyanıyor. Bu uyanış mühim, çünkü masivadan sıyrılıp mânâ aleminin kapılarının açılması tam burada başlıyor. Marx’ın toplumun afyonu diye nitelediği durum aslında bu uyanış. Daha sonra sorgulama ve arayış süreçleri devam ediyor. İnsanın yaratılış algoritmasındaki süreç işlemeye devam ediyor. Ayette bildirilen “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, kötülük ise kendi nefsinden. Biz seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 79) buyruğuyla, aslında yaratıcıyla arasındaki engelin kendi nefsi olduğunu fark ediyor. Elçi olarak gönderilen peygambere inen kitabın, aslında kendi kullanma kılavuzu olduğunu ve nevi şahsındaki tüm programların orada kayıtlı olduğunu keşfediyor. Sürecin başında, toplumun kendisini sıkan genel geçer yargıların, aslında bu kılavuza uymadığı için göğsünü darladığını bu kılavuz sayesinde irşad ediyor. “İnsanı en güzel biçimde yaratıp içine kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Secde, 9) ayetiyle bildirilen uzuvlarını, gerçek nurun sahibine ulaşma vazifesinin peşine düşüyor. Velhasıl, her insanın kendi seyr-i sülûku önce toplumdan, sonra kendinden, sonra nefsinden sıyrılmasıyla başlıyor. Belki net ifade edemedim ya da gereksiz uzattım ama benim kendimi yolda buluşum böyle olmuştu.

Burdaki kritik, benim yaşadığım mistik düşünceyi ihtidâ olarak betimlemiş ve bu düşünceyi derinleştirmek ve sürekli kılmak için çabalamaya girişmiş olmam. Yani geçici cezbe halime müptela oluşumu irdelemeye koyulmam. Pek tabii bu ibadet ve tefekküre yoğunlaşıp manevi şuurun yükselmesiyle mümkün ancak şimdilik konum bu değil. Okuduğum kitap; Hintli filozof Adi Şankara, Endülüslü mutasavvıf ve sûfî müellif Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Alman teolog Meister Eckhart’ın mistisizm üzerine yazdıkları kitapların, incelendikten sonra derlenip yeniden yorumlandığı bir doktora tezine dayanılarak yazılmış. 1994 yılında University of Kent at Canterbury’de Rıza Şah-Kazımî tarafından yazılan doktora tezinin bir bölümünde “Aşkınlığın İndirgenmesi Karşısında” adıyla bir zeyl konulmasına karar verilmiş. Daha sonra bu tez, karşılaştırmalı din ve mistisizm alanında önemli ama çok ihmal edilmiş bir konu olan aşkınlığın açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamak için kitaba dönüştürülmüş. Kitabın yazılış amacı olarak, aşkınlığın hem kendi özünde hem de manevi gerçekleştirmenin zirvesi olarak taşıdığı anlama ışık tutmaya ve aşkın gerçekleştirmeye ulaşılan manevi yolların somut boyutları irdelenmeye çalışılmış. Kitabın ana hatlarını belirleyen üç büyük düşünürün Hindu, Müslüman ve Hıristiyan inancına sahip olması sayesinde, kendi yaşadıkları gelenekler içerisinde algılan ve gerçekleşen nihâî manevî kazanımların derinlemesine anlaşılması hedeflenmiş. Kitabın önsözünde konu ile ilgili olarak şöyle bildiriliyor:

Farklı mistiklerden alınan seçme pasajların yan yana getirilmesi sonucu açıklayıcı ve aydınlatıcı benzerlikler ortaya çıkabilir; ancak anlamlı bir karşılaştırma için bir temel olarak bakış açılarından her birinin kendi kavramları içinde incelenmesi unsuru eksiktir. Dahası bu metotta manevi bilinçle ilgili olarak aşkınlık fikrinin güçlü bir şekilde açıklanmasına dair bir çaba da söz konusu değildir. Bizim metodumuzda ise vurgu, bir fikir, kavram, düşünce veya ilke olarak aşkınlık bilinci ile manevi kazanımın somut biçimleri arasındaki hayatî bağ üzerinedir. Dolayısıyla bizim amacımız yeni veya şu ana kadar keşfedilmemiş bir malzeme ortaya çıkarmak değildir. Amacımız, bu üç mistiğin öğretilerinin en temel yönlerine yoğunlaşmak ve onları açıklığa kavuşturmaktır; zira bizim için asıl olan en yüksek metafizik doktrin ve en manevi gerçekleştirmedir."

Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk üç bölümde filozofların temel öğretilerine dair incelemeler ve elde ede bulgulardan hem fikrî hem tecrübî düzlemde aşkına dair unsurlar yer alıyor ve her filozofun kendi öğretisi üç ana başlıkta inceleniyor. Birinci kısım olan “Aşkınlığın Fikrî Boyutları”nda; aşkın mutlaklığın filozof tarafından nasıl algılandığı, yaratıcıya çıkan yolların nasıl betimlendiği, nihâî hakikatin varlığı nasıl doldurulduğu, aşkın olan-olmayannın arasındaki ayrımların veya ilişkinin neler olduğu izah edilmeye çalışılmış. Gerçekleştirmenin somut yönleri ile ilgili olan sonraki iki kısmın perspektifi de bu bölüm de anlatılan kavramlar üzerine oturtulmuş ve anlaşılabilirliğin sağlanması amaçlanmış. İkinci kısımda olan “Manevî Yükseliş” başlığı altında, bilinç altında filizlenen aşkın gerçekliğin, bilince olan yükselişi ve aşkın gerçekleştirme kavramına atfedilen anlamın ne olduğu, aşılan şeyin özünde ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleştiği; aşkınlık sürecinde veya oluş esnasında benliğin, aklın, ilâhi “Ötekî”sin ve ilâhî “Zât”ın rolünün ne olduğu anlatılmaya çalışılmış. Bilinç ile bilinçaltı arasındaki bağ, bu kısımda düğümleniyor. Üçüncü kısım olan “Varoluşsal Dönüş” başlığı altında, aşkın gerçekliğin meydana gelmesindne sonra gündelik hayata dair yansımaları ve hayatın “gerçekleştirmiş” kişiye has olan bilişsel ve varoluşsal yönleri sorgulanıyor. Normal bilinç ile varoluşsal dönüş bu kısımda değerlendiriliyor. Son kısımda ise, bu üç mistiğin öğretilerindeki benzerlikler ve farklılıklar hem kavramsal hem de manevi olarak değerlendiriliyor ve varoluşa dair savundukları tezler ortaya konuyor. Tam olarak kıyaslama denilemez ama aynı gerçekliklere dair farklı bakış açıları bu bölümde sunuluyor. “Dogma ve Ötesi”, “Mutlak Bir midir, Üç müdür?”, "Aşkın Gerçekleştirmede Fail Kimdir?” başlıkların yer aldığı bu kısım, kafamdaki sorgulamaları artırması nedeniyle kitabın en sevdiğim bölümü olmuştu. Üç filozofun da aşkın gerçekliğe dair kendilerine has örneklerle yaptığı izahatlerden ufak alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.

Şankara varoluşsal dönüşü açıklarken şöyle bir kabulde bulunur: “Zihin, kendisini Zât’tan ayrı bir şey olarak tanımlaması bakımından gerçek ve “var” olmamasına rağmen, zihnin -algılayıcılığının Zât’ınkinden başkası olamayacağı gerçeğinden kaynaklanan- olumlu yönü, Zât’ın uzantısı olan bilince, âlemin görünen çoklukları algısal olarak kaydedildiğinde dahi, imkân verir.”. Dolayısıyla fenâfillah makamınındaki gibi “Her şey Brahman’dır.” der ve bundan başka yol olmayacağını, yani âlem çerçevesinde ve algı güçlerinin işlemesi bakımından “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) ayetinin sırrına vakıf olacağı bildirilir. Söz konusu kişi Zât’ı algı aracılığıyla değil, “her algı ile” bilir. Böylece manevî zincirin son halkası tamamlanmış olur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitli yansımaları olduğunu denizdeki dalgaların görünen kendisine görünen tarafıyla temsillendirir. “Görünen varlıklar âlemi Brahman olarak kavranır; zira bu âlem maddî sebebinden, ki Brahman’dır, ayrı olarak var olamaz. Köpük, dalga, çağıldama ve baloncuklar birbirlerinden farklıdır. Buna karşılık bunlardan her biri gerçekte suyun şeffaf, değişmiş halleridir ve dolayısıyla ilkece suya indirgenebilir. Tecrübe eden kişi ve tecrübe edilen şey karşılıklı olarak özdeş olmak zorunda değildir, ama ikisi Mutlak’tan farklı değildir." der.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî mânevî yükselişi sorgularken, en yüksek manevî kazanımın Allah’ın tecelli dairesinin ötesine geçemeyeceğini iddia eder. Yani ihtidâ şuuruna eren bir kul için, Allah’a çıkmayan bütün anlamlar masivadır. "Mutlak, Zât’ında mutlak olarak bilinemez olduğundan, insan için Mutlak’ı arayışındaki en yüksek imkan, belli bir ilâhî tecellînin müşahedesidir. Bu müşadede de nihâî olarak, bireyin ‘ayn-ı sabitesindeki güç veya isti'dâd belirlenir. Birisi Allah'ı görürse, gördüğü kendi ezelî istidâdının bir yönüdür. Bu, ilâhî sûretin birey seviyesine indirgenmesini gerektirmez, bilakis tam tersini gerektirir: Bir diğer ifadeyle bu durum, bireyi birey olmak bakımından mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmek, yani bireyi, kendisinin özel mümkünlüğünün kaynağı veya özü olan 'ayn-ı sâbitesinin en yüksek içeriğini aslına en sadık şekilde yansıttığı seviyeye yükseltmek anlamına gelir.". Bu da bizi ister istemez tekrar ilâhî bilince götürmektedir; zira 'ayn-ı sâbite, zuhûr-ötesi bireyleşme imkanı olarak saf sübût/değişmezlik halinde ancak ilâhî bilinçte bulunur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, aynaya bakanın kendisini görmesi ancak aynanın yüzeyini görememesiyle temsillendirir. "Dahası 'ayn-ı sabitenin istidâdı da ilâhî tecellînin bir yönüdür. Allah'ı görmek kişinin kendi sûretini görmek demek ise, bu sûreti görmek de Allah'ı ya da İlâhî Zât'ın özünde var olan değişmez bir imkanı görmek demektir. Bir başka açıdan da, sûreti görmek, ilahî tecellînin objektif içeriği sayesinde - her ne kadar bu içerik kabın sübjektif kabiliyetine uygun olsa da- Allah'ı görmek demektir. Bu müşahede, ilâhî tabiatına rağmen, ancak nispeten aşkın bir seviyeye yerleştirilmektedir, çünkü özne nesneden ayrı olmaya devam etmektedir. Temsile göre, görüntü Hakk'ın aynasında görünmekte, ama aynanın yüzeyi, yani Hakk'ın kendisi görülememektedir. Gören özne yine de görülen nesneden başkadır/ayrıdır. Bu da, kişinin Allah'ı müşâhededen bireysel bilincin veya 'ayn-ı sâbitenin varlığı bağlamında konuştuğu müddetçe kişinin mutlak olarak aşkın olan bilince henüz ulaşamadığı anlamına gelmektedir.” der.

Meister Eckhart ise aşkın mutlak öğretisinde önce teslis inancını betimler, Tanrı, Baba ve Oğul’un nasıl üçlü teklikte biraraya geldiğini anlatır. “Tanrı’nın var olduğu yer” olan Varlık mertebesinde Söz konuşulur. Buna karşılık “Tanrı’nın var olmadığı yer” olan Varlık-Ötesi mertebede sessizlik, yani yokluk vardır. Bu yokluk, varlığın olumsuzlanması anlamında yokluk değil, Varlığın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi aşan ve içeren Şey anlamında yokluktur.”. Sözcüklerle anlam arasındaki ilişki, gemiyi karada tutan kanca arasındaki ilişkiye benziyor benim için. En başta gemiyi karaya yaklaştıran yegâne şey kancanın kendisiyken, son raddede karayla gemi arasındaki tek engel o kanca oluveriyor. İnsanları birbirine yakın kılan şey önce kelimerken, sözleri aştıkça duygular yakınlaştırıyor ve kelimeler duvar örmeye başlıyor. Eckhart bu konuya şöyle bir yorum getiriyor: “Tanrı bir sözdür, söylenmemiş bir söz… Tanrı var olduğu yerde bu sözü söyler, var olmadığı yerde konuşmaz. Tanrı, söylenmiş ve söylenmemiş olandır. Baba bir konuşma işi, Oğul da iş başındaki konuşmadır. Sayı ve nicelik olmaksızın ayrımları kavrayabilen bir kimse için yüz, bir gibi olacaktır. İlâhî Zât’ta yüz tane şahıs olsa da, sayı ve nicelik olmaksızın ayrımda bulunabilecek kişi onları ancak bir olarak algılayacaktır… Bu kişi, üç şahsın bir Tanrı olduğunu bilir.”. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, altın ve bakırın birbiri içinde dağılması ve görünüş itibarıyla bunun farkedilmemesiyle temsillendirir. “Nasıl ki bakırın izleri altın içinde olabiliyor ve bu durum altının öz itibarı ile bakırın değerine nisbetle hiçbir değer kaybına uğramasını gerektirmiyorsa, Varlık da aynı şekilde Varlık Ötesi’ndedir. Bakır - yahut Varlık- altından -yahut Varlık Ötesi’nden-“ ayrı olduğu nöbette değersizleşmektedir -izâfîleşmektedir.” der.

Benim aşkın kavramı için, naçizane bir malzeme mühendisi olarak, kısıtlı dünya algıma göre yaptığım yorum ise şöyle; cebimizdeki 1 liralık maden paranın parlak gümüş olan iç halkasında %75 bakır - %25 nikel alaşımı varken, altın rengindeki dış halkanın içinde ise %75 bakır - %20 çinko -%5 nikel alaşımı bulunur. Pek tabii biizi ilgilendiren bu alaşımların oranı değil, elimizdeki cehverin iş gücündeki karşılığıdır. İlâhi varlık hem alaşımlardaki kimyasal bileşimin kusursuz bütünlüğüdür, ki manevi anlamda görünmeyen ama bilinen yüzdür, hem de maddi anlamdaki tecellinin görünen kısmıdır. Aslında maddenin her yüzünde bu tecellinin erimiş bir yüzü görülür ancak masivadan sıyrılmakla bu mümkündür. Zira Zât olmanın sırrını keşfeden insanların sanatındaki sır da bu eriyiğin eserlerindeki özdür. Yani eşyayı maddeden sıyrılıp manevi ruhuna kavuşturan şey, özünde saklı duran Zât’ın kelimelerle anlatılamayacak aşkınlığıdır.

Hepimizin özünde aramakla mükellef bir Allah ağrısı var.

Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com

Türkiye daha çok dindarlaşmadı, iyice sekülerleşti

Gerçek takardı gözlerine. Eğilir kasetlere bakar ve hep aynı şarkıyı çalardı;

"The temple's in ruins
The bankers get fat
The buffalo's gone
And the mountain top's flat
The trout in the streams are all hermaphrodites
You lean to the left but you vote to the right."

Akademiden dışlanma pahasına, akademik çalışmalarını, Alman İmparatorluğu için değil, bilimin kendisi için yapmaya devam edeceğini açıklayan Albert Einstein’e ve yeryüzünün farklı coğrafyalarında onunla aynı kültüre sahip akademisyenlere adanmış bu kitap; ODTÜ’lü bir felsefecinin sekülerleşme çalışmak istiyorum dediğinde “Ülke İran oldu ne sekülerleşmesi” diye reddedilen tez konusunun muhteşem dönüşü diyebilir miyiz?

Deriz!

Sosyal bilimler alanında, evren edindiği kitlenin dilinden uzaklaşmadan, yıllara dayanan titiz çalışmalar, istatistikler, röportajlar ile oya oya işlenen Volkan Ertit kitabı Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları'ndan çıktı.

Teoriye kazandırdığı evrensel kimlik ile sekülerleşme kavramının ne olduğu, ne olmadığını, “Hangimsin Sen Benim” şarkısı eşliğinde; Steve Bruce’nin klasik sekülerleşme teorisi ile bütünleyebilmiş bir yazarla yola çıkmanın keyfi ise bir başka.

Hristiyan çoğunluğun kiliseye gitme oranlarını ve inanç esaslarını merkeze alan Bruce’nin iç tutarlılığının da hakkını vererek kendi ülkesine uyarlayan Ertit, Müslümanların çoğunluğundaki toplumsal dönüşümü, pek tabi İslam’ın esasları ile ele alarak, dokunulmadan faraziliğin temizlenemeyeceği alanlarda, suya sabuna dokunduğunu göstermiş bize.

Sosyo-lojinin ideali değil mevcudu okuma zaruretini atlayıp, sosyal bilimler disiplininden uzak mecralarda “İslam düşmanlığı/takıntısı/seviciliği” şeklinde yorumlarla karşılık alır mı Ertit?

Mümkündür!

Çünkü o su-sabun yüzyıllardır, bu eleştiriler ile karşılaşılan alanların temizliğinde kullanılır!

Ertit, “Sevgili okur, ulaştığım sonuçları bağırmayan bir üslup ile seninle paylaşmak istedim. Ama zaman zaman heyecanıma yenik düştüğüm seni kolundan çekip ‘Allah aşkına şuradaki istatistik verilere bak’ dediğim anlar muhakkak olmuştur. Hoş gör beni (…) İtiraf etmeliyim ki; Türkiye batıdaki 60 yıllı devirmiş literatür karşısında emekleme aşamasında bu alanda ve senin her türlü eleştirine, itirazına, yorumuna ihtiyaç vardır” derken peşin peşin gökyüzü açar tepemize, kucağında taze bir kabulle.

İlk üç bölümde Durkheim’in dediği gibi önce kavramın tanımını ele alır. Ardından dinsizleşme, laikleşme, ahlaksızlaşma gibi kavramlarla karıştırılan sekülerleşmenin ne olmadığını belirler.

Bu bir sürecin adıdır artık!

Kabe Arabın olsun. Çankaya bize yeter” dizeleri ile Kemalettin Kamu’nun neden seküler ol(a)madığını anlarız.

Laikliğin devlete ait olup insana ait neden olamayacağını; Laik devlet yapısını savunup, dini ritüellere sadık bireyin sosyal bilimler retoriğince tutarlılığını; devletin seküler olmasının ve bireyin laik olmasının mümkün olmadığını da anlarız.

Sekülerleşme nedir, ne değildir. Evrimsel süreci nasıl olmuştur, şekillenir. Beğenmeyen küçük oğluna almayıverir ama durum böyledir. Sayılarla ifade edilmiyor diye her yere çekiştirilen sosyal bilimler Volkan Ertit kitabında tam da olması gereken bilimselliktedir.

Besim F. Dellaloğlu’nun da güzelinden dediği gibi Türkiyeli sosyal bilimciler eğer mevcut sosyal bilimin müktesebatını fazla “Batılı” buluyorlarsa o kavram bagajına alternatif kavramlar üretmek zorundadırlar. Ya da başka işle iştigal edebilirler.

Kavramları keyfimize göre kullandığımız yerde, Türkiye tecrübesinde olduğu gibi, sosyal bilimler değil siyasetin alanında konuşan binlerce retoriksiz veya “Batılı” olmamak adına uydurma bir retorikle, “bana göre” üzerinden gri alanlar oluşur. Otuz kişilik grupların birbirini alkışladığı; çok aydın ama ışığı hiçbir yeri aydınlatmamış, diğer kalan insanları kaliteden almamakla suçlayan birleşmeler içinde; sosyal bilimlerin iyicene tadının kaçtığı günlerde, böyle eserlerin tok karnına bir drajesi, şifa dağıtmaktadır.

Çünkü Ertit, değerleri, kutsalları merkezine alarak değil analiz amaçlı bir okuma yapmış ve tüm dünyada kabul görmüş, genel-geçer ölçüleri uyarlamıştır. Kitabı ise; Sosyolojinin, dini, çalışma alanı olarak görmemesi; ilahiyatçıların ise doğmalarından bağımsız, sosyolojinin bilimsel açısını yani “loji” kısmını edinememesinden, Türkiye için kangren olmuş din-sosyolojisi için tadından yenmez olmuştur.

Kitap, dördüncü bölümden itibaren Sekülerleşme Teorisi’nin evrensel dinamiklerini; bilimsel gelişmelerin, kapitalizmin ve kentleşmenin etkisindeki sekülerleşme oranlarındaki artışın nedenlerini açar.

Sekülerleşme Teorisi ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir (…) başat unsuru ibadet etme oranları değildir…” diye ilerlettiği sekizinci bölümden sonra ise sekülerleşmenin ideoloji değil devam eden bir süreç; lokal değil evrensel karakterli olduğunu anlarız.

Dinin yok olması, ibadet etme şekil ve rakamları ile sekülerleşmeyi açıklamanın yeterli olmayacağı netleştikçe, sekülerleşmeyi pelesenk edinmiş birçoklarının kendi mahallelerinde sosyoloji okuduğu da ortaya çıkar.

Irklar, gelenekler de siliniyor der Ertit. Ve din harici kutsallar. Deizm sekülerleşmenin olsa olsa alt kümesi olur ki deist olunsa da seküler olunmaz; sekülerleşen bir dünyada yaşamaya devam ettiğini fark eder ya da fark edemeyebilirsin en çok.

1977’de Gümüşhane’nin Sünni köyünde bir öğretmenin; Benim alevi olduğuma inanmadılar (…) Onlara göre Aleviler boynuzlu ve kuyruklu canlılardı demesi; sekülerleşme sürecinin salt dinlere bağlamanın buzulların erimesine bağlamaktan bir parça daha uzak olduğu sonucuna ulaştırır bizi biraz zorlasak.

Son olarak; Dini Pazar Teorisi; Varoluşsal Güvenlik Teorisi; Dini Bireyselleşme Teorisi adı altındaki aynı süreci açıklama gayretini edinmiş diğer üç teorinin yıldızının neden parlamadığı; ardından, Ertit’in Doktora tezi ışığında Türkiye için Sekülerleşme Teorisi’nin, evlilik, eşcinsellik, İslami giyim modası gibi birçok pencereden okumaları yapılır.

Teori olmadan pratik kördür; ancak pratiksiz bir teori sadece entelektüel bir oyundur.

Kant’ın da altını çizdiği bu bilimsellik dengesinde sonuç bölümüne ulaşan Ertit, en çok karşılaştığı 28 sorunun cevabı ile veda eder ki sadece bu bölüm bile çok kitaptan çoktur.

"Volkan Ertit, ne bir İslamcı ne de Kemalisttir; o sadece bir sosyologtur." (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu).

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

22 Şubat 2019 Cuma

Medeniyetin kâğıt hâli

Her kitap bir kültür(ün) ürünüdür elbette lakin kültür yayıncılığı başka bir konudur. Özellikle ideolojik çizgide ya da popüler kültür üzerine yayın yapan kurumların kültür yayıncılığı yaptığını söylemek abes olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçek anlamda kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin azlığı dikkat çekiyor. Dergâh Yayınları’nı Türkiye’de bu alanda yayın yapan nitelikli yayınevleri arasında sayabiliriz. Bana göre Dergâh Yayınları’nı bu değerlendirmede öne çıkaran en belirgin özellik yerel değerleri önemseyen anlayışı. Yerel değerler diyorum zira ne yerli ve milli ne de muhafazakâr kavramlarının hem olanı hem de olması gerekeni yansıtmadığını düşünüyorum. Ayrıca kültürü bu tür kısıtlamalar ile açıklamanın faşizan bir anlayışın tezahürü olduğu kanaatindeyim. Özellikle Anadolu gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve uygarlıkların geçiş yolunda yer alan bir bölge için bunlar talihsiz birer tanımlama olur. Kültürel açıdan çok fazla etkileşime girmiş bir coğrafyaya böylesi sığ yaklaşmak cehalet ve/veya kastın ötesinde hakikati örtmek anlamına gelir.

Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.

Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.

Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.

Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp