14 Ocak 2019 Pazartesi

Bellek ve hatıra

1877 yılında Fransa'da doğan ünlü sosyolog Maurice Halbwachs, insanın öyküsünü onun psikolojik alt yapısıyla beraber incelemiştir. Freud ve Durkheim'dan etkilenen Halbwachs, fikirleriyle daha çok sosyal psikolojiye yaklaşmıştır. Bireyi ve toplumu inceleyen Halbwachs'ın yaşamı bir Alman Gestapo kampında 1945 senesinde son bulmuştur. Yaşamını adadığı bellek çalışmalarının en önemli meyvesi olan Kolektif Bellek kitabı, oldukça özenli bir çeviriyle Türkçemize kazandırıldı. Pinhan Yayınları etiketini taşıyan kitabın şimdiden yoğun bir ilgiyle karşılandığı söylenebilir.

İnsanoğlu anılarıyla ve belleğinin ona algılattıkları doğrultusunda yaşar. Yıllar önce gidilmiş ve arkadaşlarla görüşülmüş bir şehrin kişide bıraktıkları uzun zaman geçse de üzerinden dünkü sıcaklığıyla anımsanabilir. Küçükken aileyle beraber çıkılan yaz tatilleri, çocukluk yıllarının en güzel saklambaç oyunları ya da lisedeki aşklarımız... Tüm bu geçmişe dair yaşananlar belleğimizde nasıl yer edinir? Açıkçası doğru soruyu sormak gerekirse kişisel hatıralarımız bizzat kendimize mi aittir yoksa tüm hatıralarımız bizden bağımsız bazı değişkenlere mi bağlıdır?

Tarih, insanın hatırlama biçimini etkileyebilir. Bellek ile zaman ve mekân arasında oldukça sıkı ancak bir o kadar da karmaşık bir ilişki bulunmaktadır. Belleğin ve anımsamanın; müzikle, yemekle, solunan havayla dahi bağlantılı olduğu ileri sürülebilir.

Maurice Halbwachs’ın arkasında bıraktığı el yazmalarından yola çıkarak hazırlanan Kolektif Bellek kitabı, Halbwachs’ın bellek ve toplum arasındaki ilişkiler hakkındaki düşüncesini kavramak adına önemli bir teşkil ettiği söylenebilir.

Halbwachs, kitabında yorumsamacılık ile determinizmi bir araya getiriyor ve güçlü bir şekilde analiz ettiği bellek kavramının altına bir de zaman tanımı konumlandırıyor. Zamanın kişinin elinde tutabildiği ve kolaylıkla kontrol edebildiği bir yapıdan çok daha öte bir şekilde tezahür ettiğini düşünüyor.

Halbwachs’ın en önemli karakter özelliğinin "düşünsel gözü peklik" olduğunu söyleyen yakın bir dostu aslında Halbwachs’ın yaşama bakış açısına da ışık tutmaktadır.

Halbwachs’ın kolektif bellek çalışmalarında, bireysel ve toplumsal arasında yüksek bir gerilim hattı oluşmaktadır. Gerek Durhkeim’in felsefi eleştirisini kabul eder gerekse daha önce Bergson'un ifade ettiği gibi belleğin ve anımsamanın, öznel aklın nitelikleri üzerine düşünmekle ilgisinin olmadığını savlar. Bu iki fikri bir bakıma göğüsler ve ardından kendi düşün dünyasında çarpıştırır. Ortaya ise derin bir analiz çıkar. Ona göre bellek, zihinlerin hep bir arada, toplumla beraber nasıl işlediği ve söz konusu işleyişin toplumsal düzenlemelerle birlikte nasıl, ne şekilde biçimlendiği ile ilgilidir.

İnsanların belleklerini edindikleri yer normal olarak toplumun içidir. Yine toplumla beraber hatırlar, anlar ve hatırladıklarını nereye konumlayacaklarına karar verirler.

Halbwachs; bireylerin içinde bulundukları grupların belirlediği bağlam dışında, tutarlı ve sürekli bir yolla hatırlamalarının mümkün olmadığını ileri sürer. Bununla ilgili verdiği en güzel örnek çocukluk anılarına ilişkin anılardır. Çünkü çocukluk anılarının kesinliği mümkün değildir. Son tahlilde hatırladıklarımızın bireysel ve bağımsız mı, yoksa ailemizin bize aktardıklarının, anlattıklarının bir sonucu mu olduğunu söylemek kolay değildir. Bununla birlikte Halbwachs; bu görüşlerini kendiliğinden var olan bir toplumsal belleğe işaret etmek için değil, toplumsal bellek çerçevelerini analiz etmek için öne sürer.

Ona göre bireysel ve kolektif bellek arasında ayrım söz konusudur ancak her ne kadar anımsama eylemi çoğunlukla bir ve beraber yapılıyor olsa da, hatırlama edimini gerçekleştirenin yalnızca bireyler olduğunu söyler. Bir gruba dâhil olmak bireye bellekte tutulacak malzemeyi, veriyi sunar ve insanları belirli olayları hatırlatmaya bazılarını ise unutmaya yönlendirir. Gruplar, bireylerin doğrudan “deneyimlemedikleri” olayların belleğini dahi üretebilirler.

Halbwachs'e göre insanlar hatırlama eylemini; şu andan ve her zaman çevremizde bulunan genel fikirler yumağından, toplumun içselleştirdiği dil ve işaretlerden yola çıkarak gerçekleştirmektedir. Geçmişteki şekillerin ya da olayların ve genel olarak da, bir zamanlar sahip olduğumuz bilinç durumlarının bir ayrıntısını, bir nüansını yeniden bulacak şekilde düzenleriz, diyerek anımsanan olayların ve durumların günün şartlarına uygun bir şekilde tarihsel manada yeniden konumlandırıldığını da ifade etmektedir. Bu düşünce insanı kendi gerçekliğinden uzaklaştırıp fikirsel kuklalara dönüştürüyor gibi görünse de yine de Halbwachs sözünü ettiği "hafıza çerçeveleri" aracılığıyla anıların konumlandığı, anılar tarafından yaratılan bu çerçevelerin değiştikçe ve birbirleriyle kurdukları bağlantılar eksildikçe hafızadaki anıların anımsanmasının imkansız hale geldiğini de belirtmektedir.

Çalışmasında Halbwachs, yine bellek üzerine şu analizleri yapmaktadır: “Bir anı, esasen birbirleriyle kesişen, kısmen birbirlerini kapsayan çok sayıda çerçevenin karşılaşma noktasında ortaya çıktığı ölçüde zengindir. Unutmanın kendisi, ya dikkatimiz çerçeveler üzerinde sabitlenemediği için ya da başka bir yere sabitlendiği için bu çerçevelerin ya da bir kısmının kaybolmasıyla açıklanır. Diğer taraftan, unutmak ya da anılarımızın bazılarının bozulması bu çerçevelerin bir dönemden diğerine değişmesiyle de açıklanır.

Halbwachs, Bergson’un hatırlamanın bireysel bir eylem olduğuna dair kabul gören fikirlerine karşı çıkar. Buna karşın sosyal çerçevelerin etkisini yadsımasa da bireysel bellek vurgusu da dikkatten kaçmaz. Durkheim’in “toplum” kavramına karşın grupları merkeze alan Halbwachs anımsamanın sosyal farklılıklarına işaret eder ve kolektif belleğin çoğulculuğunu ortaya koyar. Kitaptaki beş bölüm; Bireysel ve Kolektif Bellekler, Tarihi Bellek ve Kolektif Bellek, Zaman ve Kolektif Bellek, Mekân ve Kolektif Bellek, Müzisyenlerde Kolektif Bellek başlıkları altında oluşturulmuş. Her bir bölüm kendi aralarında ilişki içerisinde ve kitabın genel bağlamından uzağa düşmeden kaleme alınmış. Bellek üzerine insanın kendisine sorduğu sorulara yanıtlar bulabilmek ve sosyolojik bir fikir yolculuğuna çıkmak için bu muazzam başyapıt okunmalı, üzerinde çokça düşünülmeli...

Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.

10 Ocak 2019 Perşembe

Gırtlağıyla konuşan, midesiyle dinleyen adamlar

Küçük kurallara uyarak çiğnedikleri büyük günahları legalleştirenlerin; beyni ile değil gırtlağı ile konuşan, midesi ile dinleyen adamların hikayesi!

Senin hikayen!

George Orwell’in 1984 ile en çok satanlar listesinde olmasını, “gelecek” öngörüsüne yaklaşıldığı olarak yorumlayınca; artan merak ile doğru orantılı yükselen okunma oranına sevinemeyip, hatta üzerine irkilmiyor değil insan!

Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda ‘düşüncesuçu’nu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak.” ya da; “Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için neredeyse olağan bir şey olup çıkmıştı.” gibi, gerçekleştiğini fark ettiğin spoileri, distopyanın babasının soluğu ensende okuyor olacaksın çünkü.

Tanıdık gelecek!

Duygularını gizlemek, aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi.” dediği adam sana benziyor. Bir kara mizahın tam ortasında başrol kapmış figüransın! Dublörsüz uçaktan atlayacak olmaya mutlu olmanın saçmalığı suratında…

Canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi...

Ve dahası;

Okyanusya, Doğuasya ve Avrasya’dan oluşan 3 süper gücün yönettiği dünya. Medyanın gücünü elinde tutan Parti ve manipülasyon dehası… Gerçek bakanlığında çalışan Winston’ın partinin çıkarları için “gerekli” yerlerde değişiklikler yaparak tarihi yediden yazma vazifesi… “Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.” öğretisi… Günün her saati gözetlen kitleler… Kahramanlarının aynalara karşı verdikleri etik savaşlar… “Bilinçli bir şekilde bilinçsizliğe özendirilen…” insan!

Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. Ortada hiçbir kanıt yoktu.”…“Tek bilinen, kâğıt üzerinde bol keseden bot üretilirken, Okyanusya halkının belki de yarısının yalınayak dolaştığıydı.” Tıpkı; para harcayarak alınan tasarruf önlemlerin tam karşısında duran; içinden 60’a kadar saydığın sürende açlıktan ölen o çocuk gibi… Ölümün istatistiği insan!

Sayfalar ilerledikçe gerçekleşenler, gerçekleşecek olan diğerlerine ön hazırlık gibi geldikçe, kitabın sonunu görmek istememekle merak etmek arasında, 50 bardak çay molası vermenin dilemması insan!

Bir önemli nokta daha var ki;

Roman tahmin etmenin ötesinde, uygulama alanı da bulmuş diyebiliriz. Olası gelecek üzerine yazılmış tüm felsefi ve bilimsel söylemlerden daha çok gerçeğe yakın olmasının altında sadece geleceği bilebilmek değil geleceği şekillendirmekte var desem çok mu ileri giderim bilmiyorum ama Huxley‘in distopyasından öteye geçen yanı da bu gibi görülmekte.

Big Brother (Büyük Birader), doublethink (çiftdüşün), thought-crime (düşüncesuçu) gibi ifadelerin hepsi kitaptan transfer edilmiş hayatımıza.

Daha önce Jung’un Kitleler Psikolojisi kitabında da karşımıza çıkan gerçek gibi; aslında kimse olacakları falan bilmedi! Bizzat yazar tarafından, iyi insanlara, “böyle olmasın dikkat edin” diye yapılmak istenilen uyarılar; kötüler tarafından, “böyle yap, kitleleri yönet” şeklinde okundu. Ve o kötüler, hedefe ulaşan yolda mübah kıldıkları ile yine kazandı!

Burada tesellin, o kötüleri ve içlerindeki yerini bilmek olmalı!

Bilmelisin! Çünkü “Nasıl oluyordu da, üzerinden daha yirmi dört saat geçmeden kabullenebiliyorlardı bunu?” düzeyindeki unutkanlığın sahibi, tüm sevdiklerin…

Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi.” dediği dişli senin koşarak her sabah gittiğin işin…

Savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır.” diye anlattığı savaşın yuttuğu coğrafyaların kanları sınırlarına sızıyor…

Ve “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de” diyen de sensin!

Ve son çeyrek!

Kitap en acınası haline ulaştırdığı insan coğrafyasına vardı; artık güvende değilsin!

Mükemmel mimari ile depreme, içine sızan düşmandan darbeye, şerrinden sızdıran dış güce, oynak zeminde ekonomiye, tevafuktan mülhem göktaşına, sapığından komşuna, ensest akrabana karşı güvende değilsin!

Parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyor…” Tanıdık mı? Biz gidersek helak olursunuz mu diyorlar?

Korkuyor musun? Korkuyorsun! Çünkü güvende değilsin!

Unutma! “Big Brother seni izliyor” edebiyatına karşı; kefenleri ile yola çıkanların biçtikleri kefenlerin içinde kendinin olduğunu anladığın ana kadar da güvende olmayacaksın!

Unutma; hâlâ seçebildiğin o şey çok değerli!

Onların, sömürü üzerine kurdukları bu sahnede, kukla olmaktan ancak ve ancak tüketmediğinde kuklacıya evrilebileceksin! Çünkü tek korkuları bu; “Onlar bilinçli hale gelinceye kadar asla başkaldırmayacaklar ve başkaldırmazlarsa eğer asla bilinçli olamayacaklar.” şiarı ile çizdikleri sınırlarda yaşamayı reddetmen!

Yani sevgili insan; satın almayarak, “hayır” diyerek gerçekleştirebileceğin kolaylıkta bir devrimin hamisisin.

Unutma; “Mutlu ol” dedikleri yer itaatten geçiyorsa özgür değilsin!

Ve “Yeni bir ayakkabı daha alarak mutlu değilim” dediğinde bulduğun öz var ya; işte ancak o “öz” ile Hicr/29’da çamuruna üflenendensin!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

9 Ocak 2019 Çarşamba

Göçmenlik sadece mekân değiştirmek midir?

İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık dışı muameleye maruz kalan toplumların başında geliyor Yahudiler. Katliamdan kaçabilenler mülteci konumuna düşmüş, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmek zorunda kalmışlardır. Savaş sırasında kamplarda tutulanlardan kurtulanların durumu ise çok daha içler acısıdır. Katliamdan kaçamayan Yahudiler üzerinde yapılan spekülatif söylemler bir yana, kaçabilenlerin gittikleri ülkelere hatırı sayılır katkı sundukları görülüyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri bu konuda inkar edilemez bir birikim elde etmiştir. ABD’ye göç eden (ya da ettirilen) ‘eğitimli’ Yahudiler özellikle bilim ve sanat alanlarında önemli işlere imza atmıştır. Bu madalyonun bir yüzü. Madalyonun diğer yüzünde çok daha başka şeyler bulunuyor. Zoraki göç eden bu insanların hayatları hiç de kolay olmamıştır. Normal şartlarda savaştan sağ çıkmış olsa dahi insan psikolojisi darmadağın olur. Buna bir de kadim Yahudilik travması eklenince, bu insanlar içinden çıkılmaz bir bunalıma girmiştir. Travma o kadar büyüktür ki, kaçmış ya da kurtulmuş olsalar bile yaşananlar mağdurların peşini bırakmaz. Yeni bir topluma, dile, kültüre, coğrafyaya alışmak oldukça zordur. Kısacası başka bir yerde yeni bir hayata başlamak zorunda kalmak travmayı derinleştirmiştir.

Kendisi de göçmen çocuğu olan Cynthia Ozick (1928) Şal isimli eserinde bu konuyu işliyor. Nebula Kitap tarafından yayınlanan seksen sayfalık eserin çevirisi Esra Birkan’a ait. Şal’da, Varşova’da doğmuş ve savaş nedeniyle Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi kadının (Rosa Lublin) hem yaşadıkları hem de yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımaları anlatılıyor. Rosa, Nazilerden korumaya çalıştığı bebeğini şalına sararak gizlemektedir. Getirildikleri toplama kampında bebeğini trajedik şekilde kaybetmiştir fakat onun ölümünü kabullenememektedir. Savaştan yeğeniyle kurtarılanlar arasındadır. Filistin’e gönderilmek yerine yeğenini de alarak ABD’yi gitmeyi tercih etmiştir. Mecburiyetten geldiği bu yeni ülkeye yeterince uyum sağlayamamıştır. Yaşadıklarını unutamayışı geçmişine takılı kalmasına neden olmaktadır. Amerikalılığı bir şekilde içine sindiren yeğeniyle sürekli tartışma hâlindedir. Yeğeni ona bebeğinin öldüğünü ve bunu kabullenerek hayatını devam ettirmesi gerektiğini söylemektedir. Bu sözlere kulak tıkayan Rosa rahatsızlığının nedeni olarak gördüğü insanlardan kaçarak kendi dünyasında yaşamaya çalışmaktadır. Girdiği bunalım sebebiyle sahibi olduğu antika dükkanını harabeye çevirmesi onu dönülmez bir yola sokmuştur. Yeğeniyle birlikte yaşadığı evden uzaklaşma kararı almasının ardından başka bir kente yerleşmiş ve parası olmadığı için masraflarını yeğeninin karşıladığı bir otelde yaşamaya başlamıştır. Artık daha da yalnızdır fakat düşüncelerinde rahat hareket edebilmenin sakinliği içindedir. Rosa, sağ olduğu ve Amerika’da yaşadığını varsaydığı bebeğine/kızına mektuplar yazmaktadır. Yıllar önce gizlemek için bebeğini sardığı ve yanından ayırmadığı şal onun için çok önemlidir. Geçmişiyle, daha da önemlisi bebeğiyle tek bağı olarak gördüğü şal kutsalı hâline gelmiştir. Yaşadıkları Rosa’nın peşini yeni geldiği kentte de bırakmamıştır.

Gerçeklerden hareketle kurgulanan Şal, hem duygu yoğun hem de psikolojik boyutu oldukça baskın bir metin. Roman karakterinin ruh hâli başarıyla yansıtılmış. Bir olay hikâyesi örneği diyebileceğimiz eserde ‘o’ anlatım tekniği kullanan yazar gereksiz detaylara girmeden yalın bir üslupla ele almış konuyu. Şiirsel dil ve sembolizmin ustalıkla kullanıldığı görülüyor. Betimlemeler ve atıflarlarla zenginleştirilen metin için başarılı bir iş çıkarılmış diyebiliriz. Bu başarının oluşmasında çeviri faktörünü de unutmamak gerekiyor elbette.

Cynthia Ozick’in genel olarak eserlerinde Amerikan Yahudilerinin yaşamını Nazi katliamı ve sonuçları ekseninde ele aldığı görülüyor. Şal özelinde belirtmek gerekirse, esere siyasi boyut eklenmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Yazarın konuya tamamıyla insani açıdan yaklaşması metni değerli kılmış. Şal sedece eleştiri değil aynı zamanda bir özeleştiri metni olarak da değerlendirilebilir. Örneğin bilim dünyasının ve üniversitelerin Yahudi göçmenlere bakışını irdeleyen yazar, göçmen Yahudilere insan olarak değil araştırılacak bir ürün ya da denek gibi bakılmasını eleştiriyor. Bir diğer eleştiri noktası ise özgürlükçü Amerikan düşüncesi ve katı Siyonist ideoloji olarak göze çarpıyor. Ozick, gerçeklerin anlatıldığı gibi olmadığı belirtiyor ve az da olsa Amerikan ve Yahudi kültürüne dair detaylara yer veriyor.

Şal, genel olarak ideolojik ve siyasi saplantılara malzeme yapılan bir trajediye insani bir bakış açısıyla bakılabileceğini göstermesi açısından önemli bir eser. Yazarın eserini siyasi ya da ideolojik malzeme yapmamasına binaen ‘unutmadığımız defterleri’ açmamak uygundur sanıyorum. Yalnız, buradan mülhem eklemek istediğim başka bir konu var. Hayatımızın bir parçası hâline gelen ama son günlerde gündemimize olumsuzlaştırılarak sokulan göçmenlik konusunu aklı selim şekilde değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Göçmenlik mekân değişiminin ötesinde bir olgudur ve gösterilen hassasiyet insanın vicdanıyla doğru orantılıdır. Biz biliriz ki, hepimiz göçmeniz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Ahlak, kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır

Bir süredir yazamadım ve ne gariptir ki bunun sebebi okuduğum bir kitap. Genellikle tersi olması beklenir. Yazmak için okumak gerektiği bilinir. Ne kadar derinlikli ve ilham verici bir okuma yaparsak o oranda yazma duygumuzun tetiklendiğini, yıllarca içimize attığımız bütün birikimin kendini dışavurmak için üzerimizde baskı kurduğunu hissederiz.

Bütün bir ömür içimizden yaptığımız konuşmaların dile gelmesi için bazen bir kaç güçlü cümle okumaya ihtiyacımız vardır. Okumak yazdırır sözü, oldukça eskidir. Buna en ufak bir şüphe duymadan inanırız. Okumak, zihnimizin gündelik akışını kesintiye uğratır, durmak ve düşünmek zorunda bırakır çünkü. Asıl etkisi belki de edindiğimiz yeni bilgilerden değil bizdeki bilgileri yeniden düşünmek durumunda kalmamızdan kaynaklanır.

O halde nasıl olur da okuduğumuz kitaplar aynı zamanda yazmayı durdurur? Ya da bu süreci kesintiye uğratır, dilimizin ucuna gelen düşüncelerin bir anda geldikleri yere kaçıvermelerine sebep olur?

Bir süreden beri Hannah Arendt’in Sorumluluk ve Yargı’sını okuyorum. Arendt’in düşünme biçimini her zaman kendime yakın bulmuş, onun kitaplarını kütüphanemin baş köşesine koymuşumdur. Onun kitapları, bitirdikten sonra bir türlü yerine koyamadığımız, bizdeki yaşamını sürdürdüğü için hep yanımızda tutmak istediğimiz kitaplardandır. Şiddet Üzerine ya da Kötülüğün Sıradanlığı’nı her okuduğumda yeni ilhamlar almış, benzer konularda yazdıklarımı her defasında gözden geçirip değiştirme ihtiyacı duymuşumdur. Ve genellikle de her okuduğum ve etkisinde kalarak kitabı kapatıp bir süre üzerinde düşünme ihtiyacı hissettiğim cümleden sonra kendi metinlerime dönerek işin heyecanı kaçmadan düşüncelerimi hemen kayda geçirme ihtiyacı duyarım. Bunu hemen yapmazsam uçup gidecek ya da hiçbir zaman aynı heyacanı kelimelere dökemeyecekmişim gibi bir duyguya kapılırım.

Bu defa biraz farklı oldu nedense. Kitapta beni etkileyen ve durup düşünmek zorunda bırakan ama başkaca hiçbir şey yapmama izin vermeyen ne çok cümlenin altını çizip yanlarına soru işaretleri, alıntı parantezleri ve yıldızlar koydum. Kırmızı kurşun kalemim elimden hiç düşmedi. Farketmeden ağzıma o kadar götürdüm ki bir iki kez dudaklarımı yıkamak zorunda kaldım. O kadar ki durup düşünmekten okumakta zorlandım, her cümleden sonra sindirmek için uzaklara dalmak zorunda kaldım, etrafımdaki insanlara anlamsız denebilecek bir gülümsemeyle baktım ve en önemlisi de galiba şu hayatta düşünerek üstesinden gelinemeyecek bir sorun yoktur hissine kapılıp durdum. Çeviri gayet iyi yapılmıştı ama yine de acaba çevirmenin yorumundan geçerken kaybolan anlamlar olmuş mudur diye ve bir de yetersiz kaldığını hissettiğim satırlar nedeniyle kitabın İngilizce’sini de aldım. İşte o çizdiğim satırlardan bazıları:

Dünya ne zaman bize hakiki bir hediye sunsa, bizi aciz bırakan esas minnettarlığı ayrı tutuyorum. Hakiki bir hediye bize durup dururken gelir; Talih güldüğünde, bilinçli ya da yarı bilinçli olarak el üstünde tuttuğumuz amaçlarımızı, beklentilerimizi ya da hedeflerimizi görkemli umursamazlığıyla hiçe sayar” (sf.7). Gerçi ben çevirsem böyle mi çevirirdim diye merak etmedim de değil. Biraz eksik kalmış ve kimi yerlerde çevirmen söyleneni tam olarak anlayamamış gibi geldi. Sonra bu merak artınca ben çevirsem nasıl çevirirdime bakmak istedim. Bu harika cümle aslında bir önceki cümlenin devamı. O nedenle de kendi başına bağımsız bir anlama sahip değil. Ben olsam şöyle derdim: “Bizi tamamen aciz bırakan burada olma minnettarlığımızı saymazsak dünya ne zaman bize hakiki bir hediye, yani gerçek anlamda durup duruken birşey verse, ne zaman talih yüzümüze gülse, bilinçli ya da o kadar bilinçli olmaksızın en başa koyduğumuz amaçlarımızın, beklentilerimizin veya hedeflerimizin ne olduklarına bakmaksızın hiçe sayar.

Alıntılarla devam edelim:

Teori ve kavrayış gerektiren meselelerde, olayların dışındakilerin ve basit seyircilerin, önlerinde ya da çevrelerinde meydana gelmekte olanların gerçek anlamına daha keskin ve derin bir sezgiyle nüfuz etmeleri az rastlanır bir şey değildir. Tüm dikkatlerini, gerektiği gibi, parçası oldukları olaylara veren asıl failler ve katılımcılar aynı ölçüde yetkin olmayabilir.” (sf.11)

Ahlaki yönden değerlendirildiğinde, bir kişinin somut bir şey yapmadığı halde suçlu hissetmesi, gerçekten sorumlu olduğu bir suç bulunduğu halde biraz olsun suçluluk duymaması kadar yanlıştır.” (sf.29).

Kolektif suç ya da kolektif masumiyet diye bir şey yoktur; suç ve masumiyet ancak bireylere atfedildiği takdirde anlam ifade eder.” (sf.30).

Bunun gibi sayısız cümle... Ünlü sözü, “Tehlikeli düşünce diye birşey yoktur, düşünmenin kendisi bizatihi tehlikelidir.” de yine bu kitapta. Bununla tam olarak ne demek istediğini de gayet etkileyici bir biçimde anlatmış Arendt.

Bütün bunlarla birlikte kitapta beni en çok etkileyen yerlerden biri, Nazi döneminde az sayıdaki bir grup insanın rejime başkaldırıp isyan edememiş olsalar da, toplumun hiçbir kesimiyle işbirliği yapmamış ve kamusal yaşama katılmayı reddetmiş olmalarının esas nedeninin sorgulandığı kısımdı.

Nazi rejiminden önceki rejime ve ahlaki değerlere de aynı güçlü bağlarla bağlı sayısız insan -ve de entelektüel!- bir anda değişen yeni düzene ve yeni ahlaki normlara tereddütsüz bir şekilde uyum sağlamış, eskiden nasıllarsa yine öyle bir kendinden eminlikle şüpheye yer bırakmayan bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Bu insanlar, rejim kendilerinden ne istediyse hepsini yerine getirmekte bir yanlışlık görmemişlerdi. İşin garibi, bu insanlar birer cani, kötücül ruhlu ya da insanlıktan nasipsiz kimseler de değillerdi. Sadece güçlü bir bağlılıkla düzene ve yeni düzenin kodlarına inanıyor, herkesçe doğru kabul edilene itaat etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Karşı çıkmaksa gerçekten de çok zordu. Arendt bu noktada da çok ilginç bir tespitle şöyle der:

Dünyaya karşı sorumluluğumuzu –ki bu esasen politik bir sorumluluktur- yerine getirmemizi olanaksız kılan olağanüstü durumlar vardır, çünkü politik sorumluluk en azından bir ölçüde politik güce dayanmalıdır. Benim görüşüme göre, güçsüzlük veya mutlak iktidarsızlık geçerli bir mazerettir.” (sf.45).

Fakat, işbirliği yapmak ve sorgusuzca itaat etmek öyle değildir. İtaat, rızadan farklı olarak çocukla ebeveyn ilişkisi gibidir. İtaat ettiğimizde, itaat ettiğimiz emrin ya da düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını bilemeyeceğimizi kabul eder, istemesek de boyun eğmemizin en doğru yol olduğunu düşünürüz. Yetişkin insanların birbirleriyle, hukukla ya da politik sistemle ilişkisi ise itaate değil rızaya dayanır. Doğru olmadığını düşündüğümüz bir yasa maddesine ya da emre uymamız zorunlu olsa bile rıza göstermek zorunda değilizdir çünkü onu değiştirme gücünü ve yetkisini kendimizde görmekteyizdir. Aksini savunmak için demokrasi dışı bir yerden düşünmek ve insanların kendi kendilerini yönetme taleplerini ayrı bir yönetici zümreye devretmek gerekir. Arendt’in örneğiyle, bir çocuk yuvasında itaat etmeyen çocuklar çaresiz durumda kalacaklardır. Oysa yöneten yönetilen ilişkisinde bunun tam tersi geçerlidir.

Dolayısıyla, Nazi rejiminde itaat edenler ile karşı çıkmak için gerekli politik güce sahip olmadığı için itaat etmek yerine işbirliğini ve kamusal yaşama katılmayı reddeden insanların bunu neden yaptıklarını anlamak oldukça önemlidir. Bu kişiler kimlerdi peki?

Düzene katılmayanlar ve dolayısıyla çoğunluk tarafından sorumsuz addedilenler kendi başlarına karara varma cüretini gösteren kişilerdi ve bunu daha iyi bir değerler sistemine sahip olmalarına ya da doğrunun ve yanlışın önceki ölçütlerinin zihinlerinde ve vicdanlarında çok güçlü bir yer edinmelerine borçlu değillerdi. Bilakis tanıklık ettiğimiz her şey, Nazi döneminin ilk yıllarındaki entelektüel ve ahlaki yozlaşmadan etkilenmemiş kesimin, yani saygın zümrenin herkesten önce teslim olduğunu göstermektedir. Onlar, bir değerler sistemini bir diğeriyle değiştirmekte hiç zorlanmamışlardır. Dolayısıyla, rejime iştirak etmeyenlerin, değerlerin bu değişimi içinde vicdanları istemsiz çalışmayan, yani otomatikleşmeyen kişiler olduklarını öne sürüyorum. Diğer bir deyişle, onlar tikel bir vakaya, ortaya çıkarken uygulanacak, dolayısıyla da yeni bir deneyime ya da duruma peşinen hükmedilmesini, öğrenilmiş ve sahiplenilmiş bilgilere göre muamele edilmesini sağlayacak doğal ya da öğrenilmiş ilkeler ve kurallar bütününün var olduğu kabülüyle davranmamışlardı.” (sf.44-45).

Bu tür bir karara varmalarının önkoşulu ne iyi gelişmiş bir zeka ne de üstün bir ahlak anlayışıdır: “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaşamaya, kendisiyle ilişki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girmeye yatkındılar; diğer bir deyişle, Sokrates ve Platon’dan beri düşünme olarak adlandırdığımız şeydir. Felsefi düşüncenin temelinde yatmasına rağmen, bu tür bir düşünme tarzı ne teknik bir iştir ne de teorik problemlerle ilgilenir. Kendi başlarına düşünmek ve dolayısıyla karara varmak isteyenleri diğerlerinden ayıran çizgi, tüm sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kateder.” (sf.44).

Bunu dedikten sonra şu muazzam yargıya varır:

Bu açıdan, Hitler rejimi sırasında, saygın toplumun topyekün bir ahlaki çöküntüye uğraması, değerleri el üstünde tutanlara ve hem ahlaki normlara hem de standartlara sıkı sıkıya bağlı olan insanlara bu gibi koşullar altında güvenilmeyeceğini bize öğretir.” (sf.44).

Kısacası bu insanlar, ne itaat etmişler ne de rıza göstermişlerdi ama bunun nedeni bu kişilerin diğerlerinden daha yüksek bir ahlaka sahip oluşları ya da düşünsel olarak daha gelişmiş insanlar olmaları değildi. Oldukça sıradandılar yani. Dışarıdan bakıldığında sorgusuzca itaat edenlerden çok bir farkları varmış gibi gözükmüyordu. Ama çok önemli bir meziyete sahiptiler. Ahlakları dışarıda bir yerlerde, yazılı metinlerde ya da kanaat önderlerinin düşüncelerinde değil kendi içlerindeydi. Ve kriterleri farklıydı. “Kendilerine bazı cürümleri işlemeleri halinde iç huzurlarını koruyup koruyamayacaklarını sormuşlar ve hiçbir şey yapmamanın daha yerinde olduğuna karar vermişlerdi, sayelerinde dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşündükleri için değil, kendileriyle barışık yaşamayı sürdürmeleri bu şarta bağlı olduğu için böyle davranmışlardı.” (sf.44).

Kitabın sonunda en fazla bende kalan şeyler neydi derseniz? Şöyle özetleyeyim:

Ahlak, sanılanın aksine kişinin başkalarıyla değil kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır. Vicdan istemsiz ve kendiliğinden devreye giren otomatik bir uyarıcı değildir. Ahlak, ancak insanın kendisiyle samimi bir ilişkiyi kurabilmesi ve çelişkilere itaat etmeyerek en değerli yetisi olan düşünmeyi sürdürebilmesiyle mümkündür. Ahlak dediğimiz şey, basit bir bilinenleri uygulama işi olmayıp, düşünmenin başka türlü bir görünümüdür ve her düşünce kendi ahlakını yaratır. Onun ahlak yasalarına ya da politik düzenin doğrularına itaatle de hiç ilgisi yoktur. Ahlakı, normlar ve kabul edilen, sıkı sıkıya sarılıp korumak için savaş verilen değerler olmaktan çıkarmadıkça her yeni düzenin kendi ahlaksızlarını yaratması kaçınılmazdır. Ahlak, hiçbir dönemde ve düzende yok olmaz sadece insanların kendileriyle kurdukları ilişki kesintiye uğrar, şekil değiştirir ve kamusal yaşam bütün içsel varlığımızı teslim alıp eline geçirir. Kısacası, her şeyi normalleştiren insanların tam zıttına bir şekilde ahlak hiçbir zaman normal birşey değildir çünkü o, bir kelimeyle, düşünebilmektir. Düşünebilmek içinse sadece insan olmak yetmez, insanlığını her koşulda korumayabilmeyi bilmek gerekir. Vicdan bunun bilgisine sahiptir. Akılsa bizi buraya götürebilir. Dönemler ve düzenler hep değişmiş her zaman da değişmeye devam edecektir ve buna karşı değişmeyen öz, ahlak ya da ahlak yasaları değil ahlaklı olmanın işleyiş biçimidir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.

8 Ocak 2019 Salı

Kendi gerçeğinin peşine düşmek

"Bir gerçeğe bel bağladım erenler 
Aldı benliğimi bitirdi beni 
Damla idim bir ırmağa karıştım 
Denizden denize götürdü beni."
- Âşık Daimî

Gerçek kelimesi, TDK'da yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat olarak tanımlanıyor. Gerek sözlü gerek yazılı olarak bir gerçekten bahsettiğimizde yalandan uzak bir yerde olduğumuzu beyan etmiş oluruz. Gerçek, doğru olandır çünkü. Doğru ve düzgün olmak, olmaya çalışmak, insanın 'gerçek'ten yaşamasını sağlar, gerçek bir insan olunur bu oluş hâlinde. Her oluş için de bir yola ihtiyaç vardır. Her yol, insana varlığını hissettiren, varoluşunu yeniden keşfetmesini sağlayan bir süreçtir diyebiliriz.

Yola, tasavvufî manada tarikat denir. Yolcu çıkar yola. Bazen aşkla, bazen kederle. Bakar ki o yol tek başına yürünebilecek bir yol değil. Bu yüzden "önce yoldaş sonra yol" dendiğini anlar. Önce yoldaşı bulmak lâzımdır ki gerçek manada yola çıkılsın, yolda olunsun. Bunun için yolcu, gerçekten 'yolun yolcusu' olmak istediğini beyan eder. Kime? Yolun büyüğüne, mürşide. Mürşid onu kabul ederse artık yolcu mürit olur, yola girenlerden olur. Şah Hatayî "Ârif isen bir gün seni seslerler / bülbül deyü gülistanda beslerler" diyor gerçekten yola girenlere. Girmiş gibi yapanlara, daha yola çıkmadan bulduğunu zannedenlere de "Bir gün seni rehberinden isterler / kimin izni ile girdin yola sen" ikazını yapıyor. Çünkü rehberin yoksa yolun yol değildir, bir oyalanmadır o. Evet yine 'ol'ursun, ama şeytanın maskarası olursun...

Sadık Yalsızuçanlar, tüm kitaplarında 'bir gerçeği' işaret eden yazarlarımızdan biri, nadirattan. Gerçeğin hikâyelerini, gerçeğin rehberlerini, gerçeğin taliplerini yazıyor, anlatıyor. Cam ve Elmas, yine bir gerçeğe ulaşma hikâyesi, bir rehberle bir talibin buluşma serüveni. Hemen başında bir rüyaya tanık oluyoruz. Tasavvuf okullarında, yani tarikatlarda rüya son derece önemli. Rüya vesilesiyle bir kapıya varmak için yola koyulan, bir rüyadaki işaretle bir insanın peşine düşen çok kimseler vardır herkesin malumu. Yalsızuçanlar da kısa bir rüya anlatımıyla bunu hatırlatıyor önce. Sonra da 'dünya'ya dönüyor. Bir kameramanın, belgesel çekmek maksadıyla ekiple birlikte Kars'a doğru yola çıkışına. Böylece roman iki türlü yola çıkış hikâyesi anlatarak başlıyor. Dünya ve ukba arasındaki insanı tarif eder gibi. Havf ve reca arasındaki kulu tarif eder gibi. Yalnızca ariflere tarif gerekmez, ama düşe kalka yürüyenlerin hem tarife hem de bir arife ihtiyaçları vardır der gibi. Tariflerin en hakikatlisini arifler yaparlar keza. Zaten rüyadan sonraki fasılda şöyle diyor yola koyulan kameraman: "Benim öyküm böyle başlamadı. Beni dünyaya temiz getirmiştin, onu koruyamadım, Sana kirlenmiş halde dönüyorum."

Dönüş kimedir? O'nadır. O'nun sevdiklerine doğru yola koyulmak da O'nunla buluşmaya vesiledir, aracıdır. Her şey, başka bir şeyin hatırlatıcısıdır. İnsan eğer yüreğiyle o hatırlatmayı yakalayabilirse buluşma için en büyük adım da atılmış olur. Başlangıç adımı, bebeklerin için deniyor ya hani, ilk adım diye, tam da öyle. Bebek demişken, merhum gönül erlerinden Lütfi Filiz bir şiirinde "Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir" der. Bu dizeleri 20. asrın büyük mürşidlerinden Muzaffer Ozak'ın sözlerine tutunarak açalım: "İki türlü baba vardır. Biri, insanın dünyâya gelmesine sebeb olan, diğeri de insanı kemâle eriştiren yani ma'nen 'urûc ettiren babadır. Birincisine sulb babası ya da döl babası, ikincisine ise yol babası denir."

Romanın kahramanı, yani kameraman, yalnız Kars'ın değil Anadolu'nun manevi büyüklerinden Ebu'l Hasan Harakânî'nin dergâhına vardığında yaşadığı çeşitli manevi hâller ve manevi değişiklikler neticesinde kendi hikâyesiyle yeniden yüzleşir. Buralara gelmesinin sebebi yalnız bir belgesel çekimi değil, bambaşka bir şey olmalıdır. İşte bununla yüzleşir. Yani vaziyeti anlamlandırır. Hüznü azık edinir: "Gönlünüz hüzünlenince bunu ganimet bilin, insanlar sıkıntının bereketiyle bir yere varırlar. Azığın hüzün olsun diyorsun hep. Ne zaman senden bir öğüt istesem böyle söylüyorsun."

Dergâhın şeyhiyle her karşılaşmasında tarifi mümkün olmayan şeyler hisseder. Bunların hiçbirini çevresindekilere ifşa etmez. Zaman zaman dalgınlaşır, uykuları ağırlaşır, işini savsaklamak belki denmez ama o kameranın ardında olmasının, hele ki Kars'ta olmasının sebebi onu düşüncelerden düşüncelere sevk eder. Madde ile mana arasındaki savaşta o da rolünü üstlenir. "Nerede niyaz varsa amaç O'dur, nerde kavga varsa amaç insanlardır." sözü gibi nice Harakânî sözü, ona rehber olur. Elbette her yolcu gibi işin içinden çıkamadığı zamanlarla karşılaşır. "Bana hazineleri açman için ne yapabilirim?" diye sorarken cevabı öğütlerden çıkarır: "Gönül denizdir, dil kıyı; deniz dalgalanınca içindekileri sahile atar."

Bâyezid-i Bistâmî, Dehistan'da şehitlerin mezarlarının bulunduğu tepeyi yılda bir kez ziyaret edermiş. Harakan'dan geçerken dururmuş, havayı koklayıp soluklanırmış. Dervişleri (yoldaşları) "Efendim, neden burada durup böyle yapıyorsunuz?" diye merak edince "Ben bu vurguncuların kasabasından bir erin kokusunu alıyorum. Adı Ali, künyesi Ebu Hasan'dır, benden üç basamak yukarıdadır. Aile yükü çekiyor, çiftçilik yapıyor ve ağaç dikiyor" der. Haber verir yani, Kars'tan Anadolu'ya, oradan cihana yayılacak o ulu eri. Çünkü aşk bir kaba sığmaz. O ağaç gibidir, kökü topraktadır. O kök o kadar sağlamdır ki tüm cihanı kaplar, kapsar, kavrar. Bundan sebep "Sevgiyi ağaçtan öğrenerek dönüyorum" der hikâyenin kahramanı. Camı ve elması anlar artık, bilir, görür. Kendi hikâyesinin nerede ve kimle başladığını öğrenir.

Bundan sonra ne mi olur? Bir büyüğüm, "Bırak kalbin uçsun, nasılsa konacağı yeri buldu" demişti. Herhalde yolcunun kalbi de bunu yaşar. Uçar ve konar... Gerçekle başlamıştık gerçekle bitirelim. İnsanın yolculuğunun gerçek bir yolculuk olması için, Harakan dergahının şeyhi ne buyuruyorsa onu küpe etmeliyiz kulağımıza: "Nefsin ölmedikçe asla hayat giysisi giyemezsin. Bir gezgine hangi seyahatinin çetin olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: Nefsimden sefer edişim."

Bazen insan cam gördüğünü zanneder de gördüğü elmastır, dokunduğu ve duyduğu elmastır. Bu ayrımı yapabilmek, yani sahiden görebilmek için bazen bir roman bile kılavuz olabilir. Yola çıkarmak ve o yolu gerçek kılabilmek için. Cam ve Elmas böyle bir roman...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf