23 Kasım 2018 Cuma

Yarım duygular, yarım hayatlar, yarım kalanlar

"Şimdi, geçmiş olduğu zaman nereye gidiyor 
ve geçmiş nerede?"
- Ludwig Wittgenstein

Mayıs 2013'te hem içeriğiyle hem de müelliflerinin farklı görüşlere ve tavırlara sahip olmasıyla daha önceki örneklerinden sıyrılan bir kitapla tanışmıştım. Kâzım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç tarafından derlenen "Sol İlahiyat: Dini Soldan Okumak" adlı bu kitap, İletişim Yayınları'nın Birikim Kitapları koleksiyonuna aitti. O zamandan bu zamana içindeki bazı isimler hakkında bir sürü yargılarda bulunuldu. Doğrusuyla yanlışıyla türlü türlü yorumlara dahil edildi bu isimler. İçlerinde romancılar da vardı, siyasiler de. Yazar kadrosundan bir isim, üslubuyla ve konuya bakış açısıyla ilgimi özel olarak çekmişti: Burhan Sönmez.

Kitaba "Ütopya: Sol İlahiyat!" ve hemen peşinden gelen "Kötülük ve Aşk Arasında Sol İlahiyat!" başlıklı yazılarıyla katkıda bulunan Sönmez'in bilhassa ikinci yazısı çok kıymetliydi. Yazıyı edebiyatın irfan damarından da beslenmiş bir ismin yazdığı besbelliydi. Birçok satırını çizmek için metrobüste epey uğraştığımı ve kitap bittikten sonra bu yazıyı yeniden okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Böylece, daha önce hiçbir romanını okumadığım Burhan Sönmez için artık özel bir okuma yapmam gerektiği de ortaya çıkmıştı. Biraz tembellik biraz da okunacak -gerçekten de!- çok kitap olduğundan bu gerekliliği unutmuştum. Öyle ki şimdi bahsedeceğim Labirent, Eylül 2018'te çıkmıştı ve ben ancak kasım ayının ortasında okuyabilmiştim.

Çok açık bir şeydir ki her kitap ismiyle, kapağıyla, arkasındaki tanıtım metniyle etkilemez. Bunların birçoğu, hele ki günümüzde, bir an önce o kitabın alınması için planlanmış bir takım işlerdir. Belirli stratejilere dayanır yani. Ama Sönmez'in metinleriyle daha önce bambaşka bir kitapla tanışmış biri olarak tam da burada sarsılmıştım: İsim, kapak ve tanıtım metni çok iyiydi. Özellikle tanıtım metninin üzerinde yer alan kitaptan bir paragraf, Twitter'da en çok sevilen paylaşımlardan biri olmuştu bile.

Boğaz köprüsünde yoğun trafik sebebiyle duran bir taksiden inip intihar etmek isteyen bir müzisyen: Boratin... Uyandığında kendini hastanede buluyor ve hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece geceyi değil, geçmişine dair hiçbir şeyi. Arkadaşlarını, ablasını, şarkılarını, zevklerini, kederlerini. Koskoca bir boşlukta yalpalamasına karşı koyan ise en yakın arkadaşı Bek. Elbette diğer arkadaşları da ona destek oluyor. Ama onun dünyası bambaşka bir noktada kuruluyor: varoluşunu sorgulamak. Tüm bu sorguyu yaparken de geçmişin gölgelerinde kaybolmamak. Bu durumda bazı rolleri de üstlenmesi gerekiyor. Onu tanıyanlara ve sevenlere 'her şey yolundaymış gibi' görünmek, ablasıyla yaptığı telefon görüşmelerinde özellikle geçmişle ilgili konuşmalarda sırıtmamak...

Boratin'in öyküsü iki konu üzerinde insanı düşündürüyor. Bunlardan ilki, geçmişin bir insanın hayatında, özellikle de geleceğinde ne kadar sert bir zemin inşa etmiş olmasıyla ilgili. O zeminin hiçbir düşüşü kabul etmeyişi. O zemin üzerinde düşünce olduğu gibi kalmak, belki de yuvarlanmak. Geçmiş, tıpkı gerçek gibi, ezici. İkinci konuysa yarım olan şeylerin bütün karşısındaki mahcupluğu, masumluğu, madurluğu. İnsan yarım duygularla ne kadar sağlıklı bir ömür yaşayabilir? Evini, işini, dostluklarını nasıl yürütebilir? Eğer 'iz bırakmaya yönelik' bir yaşamı varsa onu nasıl koruyabilir?

"İstanbul'un birkaç gündür değişmediğini, sonsuz bir anda takılıp kaldığını söylesem inanmaz. Yalan ile gerçek artık tek. Doğru ile yanlış aynı. Taştan yapılmış camiler ile çelikten yapılmış gökdelenler yaşıt görünüyor. İstanbul durdu, ben durdum. Eski ile yeni arasındaki zaman geçidinde kayboldum. İnanacak bir söz arıyorum. Ölüleri diri sanıyorum, belki pek çok diriyi de ölü biliyorum. Zihnim, ölülerle dirilerin koyun koyuna yattığı bir mezarlık."

İşte burada belki de kabullenme önemli bir yer tutuyor. Olanı kabullenmek ve o kabulle hayata devam etmek, edebilmek. Böylece geçmişin esaretinde türlü türlü acılar çekmemek. Hiç değilse bu acıları göğüsleyebilecek gücü bulabilmek. İnsan hayatı için en değerli şey belki de: kabullenme. Bu bir sorgu getirecekse peşinden, nasıl'ı değil neden'i sorgulamalı. Nasıl intihar ettim değil, neden intihar ettim. Nasıl hayatta kaldım değil, neden hayatta kaldım.

"Geçmiş beni bıraktıysa ben de geçmişi bırakabilirmişim, ta ki o kendisi geri gelene dek. Bunları düşünmek istemiyorum. Suya atlamak anne rahmine dönme arzusunu, yüksekten atlamak ise yaratma isteğini gösteriyorsa göstersin. Aklım başka yerde."

Sorgular yumağı. O yumaktan çıkmak için oyunu bilmek gerekiyor, yani hayatı. Oyuna katılmak gerekiyor, yani hayata. Oyundan çıkmamak gerekiyor, yani hayattan. Boratin'in öyküsünde hayat, bir noktadan sonra her yönüyle gerçek bir oyuna dönüşüyor.

"Neden benim annemle babam trafik kazasında öldüler? Boğaz Köprüsü'nde bir kaza nedeniyle trafik durmuş. Uykudan uyanıp taksinin camından dışarı bakmışım. Annemle babamın ilerideki kazada can verdiğini düşünmüşüm. Aradaki yılların ve mesafelerin önemi yok. Ölüler her zaman, her yerde yeniden ölebilir. Ben de yeniden doğabilirim (doğabilir miyim?). Hastanede gözümü açtığımda bana başka biri, anne babası sağ biri olduğumu söyleyebilirdiniz. Beni öksüz bir çocukluktan kurtarabilirdiniz. Kelimeler, kelimeler. Gözlerimin önünde harfler, sayılar, en çok da soru işaretleri uçuşuyor. "Evet" sözcüğünün ardına bile soru işareti koymak istiyorum. Evet? Hayatım böyle geçecek."

İnsan yol arayışında yorulur. Yolun gereği de budur. Her yorulduğunda yeniden yola koyulmak. Dikkat edilirse, yola koyulmak yoldan çıkmak ya da yolculuktan vazgeçmek değildir. Arada bir yolda duran, soluklanan, yeniden yola koyulur. Çıkmaz yolundan, yollarından. Varacağı yeri önemsemez. Zaten hakiki yolcuya kapı da yoktur. Her kapı gibi gördüğü şeyin ardından yeni yollar açılır. O yoldan başka yollara, bir kapıdan başka kapılara. Buranın mucizevi anı insanın kendisiyle konuşmasını da unutmamasıdır, konuşmalıdır kendisiyle insan daima.

"İnsanın dışarıyla konuştuğu dil başka, kendisiyle konuştuğu dil başkadır. Kendisine karşı şefkatli olan dil, başkasına hırçın olabilir. Kendisine merhamet eden dil, başkasına insafsızlık edebilir. Gözlerimi bir hastanede açtım. Bir eve geldim. Birkaç kişiyle görüştüm. Bu kadar. Kendimi anlayabileceğim dili göremedim."

Şimdiden sonra en iyisi yetinebilmek mi acaba? Bu da kabullenişin bir faydası değil mi? Yetinmek. Kendinle, hayatınla, yolunla, labiretinle, acılarınla, sevinçlerinle. Öyle veya böyle her şeyle yetinmek. Hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etmek. Bunu yapamayınca, her şey çok gelir. İnsanın sadece kendine değil, aynadaki görünümüne bile tahammülü kalmaz. Boratin'de olduğu gibi.

"Bir, iki, üç, çok. Eski bir kabilede, insanlar üçe kadar sayar, sonrasına çok derlermiş. Bana her şey çok görünüyor."

İnsan kendini ne zaman yarım hisseder ve insanın geçmişi, hatıraları bu yarımı tamamlar mı? Labirent, bunun romanı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Kasım 2018 Salı

İnsanın iç değerlerine ulaşacağı yollar kazımak

Carl Gustav Jung’un Dört Arketip kitabı 1976 basım ve 463 sayfadır. Orijinal adı “Die Archetypen und das kollektive Unbewusstle” olan kitabın elimizdeki çevirisi makaleler seçkisidir. Hatta daha manaya uygun betimlenirse; “uzak bir cennetteki arketip”inden yansıyanıdır!

Sözlükteki karşılığı; ilk örnek, asıl numune, özgün model olan kitaba adını veren Dört Arketip sırasıyla; “anne”, “yeniden doğuş”, “ruh” ve “hilebaz”dır. Ve 143 sayfanın her paragrafı okuyucunun biriktirdikleri boyunca derine doğru katmanlıdır. İstersen yüzlerce yeni doğurabilirsin içinden. Sayısız makale, eleştiri… Söylenmemiş yüzlerce dinlence…

Metnin ilk kısmı yeniden doğuşun çeşitli biçimlerini kısaca anlatır. “Anne” arketipi üzerinden insanın yansıttığı misyonlara değinir. “Şöyle ki; literatürde tasvir edildiği üzere, çocuk psikesi üzerindeki bütün o etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar” der.

İkinci kısımda bunların farklı psikolojik yönlerini ele alıyor Jung. İnsan diyor, varoluş serüveni boyunca sürekli bundan bahsetti ve böyle bir kavram var ise bununla tanımlanan psişik deneyimler olduğu anlamına geldiğinden yola çıkılmalı! Bu hadisenin metafizik ve felsefi önemlerinden bağımsız olarak sadece psikolojik açıdan incelmesi anlamına geliyor. Yine buram buram “tutar” tütüyor!

Üçüncü bölümün başlığı “Masallarda Ruhun Fenomenolojisi Üzerine”. Geits sözcüğünü irdeledikten sonra ruhun düşlerde kendini göstermesini irdeliyor. Başlığa adını veren esas bölüme geldiğinde ise çeşitli kültürlerin masallarından misaller veriyor. “Mitoloji çoğul düşlerdir” diyor. Aynı şekilde masallar da mitler gibi ortak fantezilerdir ve düşlerde ortaya çıkan kolektif bilinçdışının imgelerini içerirler.

Çok önemli bir detay; bilinçaltı yoktur bilinçdışı vardır! Çünkü bilinçdışı yalnızca bilincin altında değil üstündedir ona göre. Çünkü Jung, dünyayı ideolojilerin koltuklarında değil, insanın “bilge” sıfatında oturup izleyenlerdendir. Hayran kalmaktan alıkoyamazsınız kendinizi; o “ama” dedikçe değişir ve gelişirsiniz.

Son bölüm “Hilebaz”, ortak gölge figürüdür, bireyin düşük karakter özelliklerinin bir toplamıdır. Bu arketipi mitlerden masallardan tarihteki karnaval ve şölenlerden günümüze kadar dönüşümünü ve gölgenin “anima” ve “animus” ile ilişkisini anlatıyor. Jung’un kuramında önemli bir yer tutan anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi…

Kitap bittiğinde kritik olan noktanın üzerinde düşünür bulursunuz kendinizi. “Arketiplerin varlık ya da yokluklarını tartışabiliriz ama psikolojik ihtiyaçları mutlaktır” demeye çalışan bir üst akıl oluverirsiniz. Yapay gündemleriniz düşer gerçeğe dirilirsiniz.

Çünkü Jung;

Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur.” der.

Hemen arkasında aklınızda düşen Voltaire; ”Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” der.

Jung ise cevap verir; evet, “Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.

Daha anlaşılır şekilde, arketip; su birikintisinde yansımanı gördüğünde, aslın olan yanındır, orijinaldir. Dünyadaki insan, cennet/sonsuzluk gibi bir arketipin yansımasıdır. Platon'un mağara duvarına vuran gölgelerle alıp veremediği hikayeye benzer ki “arketip” kavramını literatürde ilk kez kullanan da Platon’dur. Jung psikolojide ilk kez kullanmıştır.

Pozitivistler için ise daha ziyade geçmişten günümüze taşınan alışkanlık ve kültür mirası sağlayan zihinsel görüntülerdir der Jung arketipe.

Bir nevi “Genetik hafıza”…

Anlaşılan o ki; gnostik fikirlerle yoğrulmuş Jung’un Tanrısı cennetteki uzak bir Tanrı’dan daha çok kendi içselindeki Tanrı’dır. Ve Kuran’daki karşılığı; “… sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır”. (Secde/9)

Çünkü maddeden öteyi, maneviyatı, içsel muhtevayı, sembolik anlamları, ruhun soyut değerlerini temsil ediyor Jung.

Teoloji’ye yukarıdan bakarak anlaşılabilecek bu öğreti, Kuran’ın manasına varan İslam alimlerinin de farklı cümleler ile ağızlarındadır.

Hatta Anadolu ozanlarına kadar, bu toprakların tadıdır.

Ölen hayvan imiş” diyen Yunus’un tasasıdır!

Jung’un felsefesi, derdi, gayesi; insanın, bu iç değere dönmesine yönelmiş yollar kazımaktır!

Güncel yaşama dönersek; filmlerin, en önemli ilhamıdır arketipler. Hz. İsa mesela. E.T. yukarıdan gelir, amacı vardır, farklıdır, özel yeteneklidir, tektir, insanla barışıktır, yardımseverdir, kötülerce öldürülecektir ki mucizevi bir sonla göğe yükselir. Matrix’te Neo da "İsa" arketipidir. Morpheus ise baba.

"Sonsuzlukta yaşayan ve insanların anlama yeteneği ve iradesi açısından örnek oluşturan egemen tip"tir!

Arada aşağıya çekip, kullanılıp, göğe iade edilen ilhamdır!

İnsan deneyimleri kadar çok arketip vardır” der Jung! Ve kutsal kitaplardaki arketip kavramının kendine ve mümkün olabilme durumuna göre yorumlamayışı yüzünden bilim ile din birbirinden ayrı düştüğünü iddia eder.

Bu sosyolojik olarak karşılığı olan bir iddiadır; manada değil fiilde kaybolan, mucizeler bekleyen cehalet medeniyetleri gökten indiremedikleri el umudu ile telef olup gidiyorlar zira!

Yazık ki; İsa’nın yükselmesine yüklenen anlama yükselemeyen, ellerinden tahta haclara çakılı nice şizofren sadece kan kaybından öldü!

Ve ebabiller gelmeyecek!

Ebabiller kuş bile değil belki!

O kitaplar yazılırken kulunu seven Tanrı ölmedi ise ebabiller hiç gelmedi!

Ve dünyadaki mevcut zulmün sebebi, Tanrı’nın panteizme terfi etmesi değil; inanç, başkasına yüklediğin güçte değil kendine vardığında edindiklerinde başlar, deme şeklidir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

16 Kasım 2018 Cuma

Ercan Kesal'ın anılarındaki Metin Erksan

"Anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek,
insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler."
- Andrey Tarkovski, Ayna (Zerkalo), 1975 

Bugün bir yandan dizi-sinema diğer yandan edebiyat üzerine eserler veren isimlerden bahsederken, en önce Ercan Kesal'dan bahsetmemiz gerekiyor. Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Bozkırda Bir Gece Yarısı, "Aslında...", Evvel Zaman gibi roman, anı, günce, söyleşi kitapları yayınlanan Kesal şimdi de "Tanıdığım Metin Erksan" alt başlığıyla Kendi Işığında Yanan Adam'ını anlatıyor. Erksan için "abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam, hocam ve ustamdı" diyen Kesal, anlatım ustalığını bir kez daha konuştururken özellikle genç kuşak sinema tutkunları için peşinden gidilecek, izi sürülecek bir karakteri en insanî yönleriyle ortaya seriyor.

Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar'da "Kameranın bir kalem olarak kullanılması, gerçekleştirmenin ve soyutlamanın etkileşimiyle, başka bir deyişle üsluplaştırmanın etkileşimiyle ilintilidir. Yani yazan kamera bir üslup üretir." der. Şiirde, düzyazıda olduğu gibi sinemada da üslup sahibi olmak kişiyi kendine has bir alana koyar, kısacası unutulmaz olur. Sevmek Zamanı (1965) bu yüzden unutulmazdır. Çok farklı, bambaşka bir üslubu vardır. Erksan, filmlerinde ne yaptığını çok sonraları gayet yalın, bir çırpıda ifade etse de gerçekliği ve gerçekdışılığı toplayan bir bakışın sahibi olması sebebiyle anlaşılması güç fakat anlaşılması gereken bir isim olmuştur. Sevmek Zamanı'yla beraber Susuz Yaz (1964) ve Kuyu (1968) izlendiğinde, Tarkovski'nin "Bazen gerçekliği ifade etmenin en iyi yolu, gerçekdışıdır" sözü yeniden anlam bulur. Oysa Erksan, kendi filmlerini Kesal'a şu kadar 'kolay' ifade etmiştir: "Hikâye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hâlâ aynı konuyla çekiliyor. Benim ‘Acı Hayat’ da böyle değil midir Allah aşkına?"

Kurtuluş Kayalı'nın şimdilerde çok zor bulunan "Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek" adlı kitabında gelenekle teması olan bir Erksan görürüz. Bu gelenekle temasında sürekli sansüre uğramış, dolayısıyla sinemacılığında gerilim hiç eksik olmamıştır Erksan'ın. Ercan Kesal bu sansür meselelerini ilk ağızdan anlatırken, gerek konuşmaları gerekse gördüğü 'manzaralar' sebebiyle bize Erksan'ın pek bilinmeyen bir tarafını gösteriyor. Arabasında yabancı müzik dinleyen bir doktora Türk hekimlerinin Türk müziği dinlemesi gerektiğini öğütleyen, oturma odasına kocaman bir Türk bayrağı asan, katıldığı söyleşilerde 'sol' görüşlü bazı yazar-şair-oyunculara çıkışan taraflarıyla, halis muhlis milliyetçi bir Erksan görmemiz mümkün kitapta. Yine Kayalı, bir röportajında Erksan'ın önemli bir yönünü ortaya koyuyordu: "Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler çok daha fazla film çekmişlerdir, çünkü onlar piyasaya uygun filmleri yönetmişlerdir. 1960’lı yıllarda 60 ihtilalinin de rüzgarı ile sol ağırlıklı filmler çekilmiştir. Metin Erksan sinemada hep kendine özgü bir sinemasal anlayışın peşinde olmuştur. 1960 yılında çektiği, "Gecelerin Ötesi" tarihsel sorunları sosyolojik olarak ele alan ilk toplumsal gerçekçi filmimizdir. Metin Erksan, döneminin diğer yönetmenleri Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi dönemin siyasi yapısına uygun filmler çekmemiştir. Erksan, 60’lı yıllardan önce gerçekçi filmler çekti, politik değildir Metin Erksan’ın sineması."

Erksan ani kararlar vermeyen, ince eleyip sık dokuyan biriymiş belli ki. Bu sebeple ömrünün son otuz senesinde film çekmemiş. Ortama, oyuna katılmak istememiş besbelli. Onun düşünce ve bakış dünyası her zaman diğerlerinden farklı olmuş. Elbette bunun zorluklarını da çekmiş. Ancak yaşamı, kendi acıları ve neşeleriyle kabul etmiş, gerçek bir tutkuyla filmlerini çekmiş, dolayısıyla hayatı tam manasıyla, adım adım yaşamış bir isim beliriyor karşımızda. Ercan Kesal, Metin Erksan'ın nasıl iyi bir gözlemci olduğunu, Türk edebiyatını ne kadar iyi bildiğini çok güzel bir anısıyla aktarıyor: "Ara sıra oturduğu koltuğun yan tarafındaki sehpada dıran dürbünü alarak, bir fener bekçisi ciddiyetiyle Boğaz'dan geçen gemilere, aşağıdan akıp giden araç ve insan kalabalığına, çevredeki evlere falan bakıyordu. "Peki, tekrar film çekmeye karar verseydin, neyi çekmek isterdin Abi?" diye sordum aniden. Bi an durdu. Kütüphaneye doğru baktı sonra. "Sait Faik'i" dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıakrdı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikâyeyi bularak önüme koydu. "Al işte, film yapılacak hikâye bu, çek bunu." Hikâyenin başlığına baktım, "Projektörcü." Hikâyede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini tararken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikâyeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Gözüm Metin Abi'nin oturduğu koltuğa takıldı. Koltuğun hemen yanındaki dürbüne de tabii ki. Tıpkı Sait Faik'in projektörcüsü gibiydi Metin Abi."

Metin Erksan, Ercan Kesal'ın nikah şahidi. Böyle olunca anıların derinliği, şekli de değişiyor şüphesiz. Mesela nikah kıyıldıktan sonra Erksan, Kesal'a fısıldıyor. "Aferin oğlum" diyor, "ben beceremedim sen becerdin evlilik işini, akıllı adamsın" diye hem övüyor hem de efkarlanıyor şüphesiz. Bir de düğün var tabii. Düğünde Kesal etrafı neşelendirmek için çırpınıyor. Sürekli hareket hâlinde. Bir ara dinlenmek için çöküyor Erksan'ın yanına. Akabinde hemen Erksan'dan güzel bir öğüt çıkıveriyor. "Oğlum sen insanları değil insanlar seni eğlendirmeli. Bugün senin düğün günün." diyor. Bu bana, oğlumun doğduğu günü hatırlattı. O gün ziyarete ve tebriğe gelen herkes elbette doğan bebeği görmek, hayır duası etmek, anneyle sohbet etmek için oradaydı. Gelenler için bebeğin ve annenin sağlığı, durumu önemliydi. Dolayısıyla baba, tıpkı psikolojinin söylediği gibi 'öteki'ydi (ve bu bir süre daha devam edecek özel bir süreçti) aslında. Kimsenin beni sorduğu, düşündüğü yoktu. Esasen böyle bir beklentim de yoktu ama yine de insan baba olarak, orada olduğunu göstermek de istiyordu şüphesiz. Telefon çaldı, arayan amcamdı. Henüz ikinci cümlesinde "kimse sormaz oğlum, sen nasılsın?" dedi. Hayatımda böyle bir soru için gözlerimin sulanacağını söyleselerdi inanmazdım. Eh, sular telefonun akabinde taştı da.

Metin Erksan'ın 'kendine sakladığı' senaryo fikirleri varmış Kesal'dan öğrendiğimize göre. Ara ara bunlardan bahsedermiş de. Sait Faik'ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali'den "Ses" hikâyesi, Refik Halit'ten "Hülle" hikâyesi gibi. Bir de Medine Müdafaası varmış fikirleri arasında. Bir günün sohbetinde ayağa kalkıp anlatmış Erksan. Gerçekten insan zihninde canlandırdığında olağanüstü bir etkiye kapılıyor: "Çöl... Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: 'Allahüekber.' Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin 'Allahüekber' nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: 'Allahüekber'..."

Kehanet bu ya, hepimizin hatırladığı bir ajans görüntüsünü hatırlatıyor Ercan Kesal. Suriyeli muhalifler Esad güçlerinin bir helikopterini düşürüyorlar. Erksan'ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış hikâyesine götürüyor sonra bizleri Ercan Kesal: "Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, 'Allahüekber' nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: Allahüekber."

Güzel yemek yenecek yerleri bilmesiyle, ödül aldığı bir akşamda onun filminde oynamış insanların sahneye çıkmasından sonra onları 'tanımama'sıyla, ağır hastalandığı bir dönemde Kesal'ın hızlı desteği neticesinde toparlanıp "sen benim tabutumun kapağını parçaladın, beni mezardan dışarı çıkardın!" demesiyle, Çanakkale valisinin "şehrimize neler yapabiliriz?" sorusuna bereket tanrısı Priapus ile Ece Ayhan'ın şiirlerinde sıkça geçen Çanakkaleli Melahat'in karşılıklı kaidelerinin dikilmesini önermesiyle, yoğun bakımda Ercan Kesal'ın "kimim ben söyle bakalım?" sorusuna önce "Ercan", sonra da "Ercan Arıklı!" diye cevap vermesiyle, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" sözünün sahibi olmasıyla, çok ilginç bir Metin Erksan tablosu çıkıyor ortaya. Kitabın sonunda, 2010 yılında Kesal ile Erksan'ın yaptığı bir mülakat da var. Ancak bu mülakat, Erksan'ın hastalığı sebebiyle zor ilerliyor, okunurken bu duygu yoğun biçimde hissedilebiliyor.

Metin Erksan'ın bilinmeyen yönlerine ışık tutan bir kitap Kendi Işığında Yanan Adam. Bir abi-kardeş ilişkisiyle büyüyen dostluğun, bir ömür süren muhabbete dönüşmesinin hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İki farklı mezara konuk olmak

İnsanoğlunun kadim meselelerinden biridir ölüm. Varılmak istenmeyen korkutucu bir ‘sondur’. İnsan akılcı ve realist de olsa hayalperest ve romantik de olsa aynıdır; yaşamak ister, hayatı ‘ölesiye’ severken ölümden irkilir, korkar, kaçar.

Arkaik dönemlerden beri ölüme çare aramıştır insan. Pagan ve mitolojik dönemlerde sihir ve efsanelere yüklenen görev modern dönemde bilime irca edilmiştir. Asırlar boyu iksir hazırlayan, büyü yapan, ab-ı hayat arayan, ölümsüzlük otu peşinden koşan insan hastalıkları ortadan kaldırmaya, insan ömrünü uzatmaya ve nihayet ölümsüzlüğü ‘icat’ etmeye bel bağlamıştır. Bu macerada ölümden korkan ve kaçan insanın bulduğu en özgün ve başarılı çözümün sanat olduğu aşikâr. Sanat, insandaki ölümsüzlük duygusunun/arzusunun yansıması/dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu ‘masum’ dürtü, ölümü gerçek olarak kanıksayan ‘kısıtlı’ insanın bir iz bırakarak yaşamaya devam etme çabasını doğurmuştur. Realiteye baktığımızda insanın bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın diğer dalları gibi edebiyat da o iz bırakma yöntemlerinden biridir. Edebi sahada ölüm üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır şüphesiz. Fakat Alighieri Dante’nin (1265-1321) İlahi Komedya’sı gibi bazı eserler vardır ki, alışılmışın dışında bir bakış sergiler. İnsanlık için ölümün kendisi kadar sonrası da büyük bir merak konusu olmuştur ve fakat asıl risk mevzuya yaşayanlar açısından değil de ölen tarafından bakmaktır. Dante’nin yaptığı da budur. Ahirete yolculuğun anlatıldığı Cehennem, Araf ve Cennet isimli bölümlerden oluşan İlahi Komedya’da ‘öteki dünya’dan sahneler vardır. İlahi Komedya aykırı, fantastik, ezoterik bir eserdir. Fakat bu sıradışılığa rağmen anlatılanlar ‘gerçeklik’ içeren inanç(lar) üzerine inşa edilmiştir. Kanonik metinlerden yapılan alıntılar apokrif metinlerle desteklenmiş ve geriye kalan boşluklar hayal gücüyle tamamlanmıştır. Öteki dünya hakkında yazdıklarını sadece Hıristiyanlık ile sınırlamayan Dante, Yahudilik ve İslam’a da göndermelerde bulunur. Diğer yandan İlahi Komedya salt edebi bir metin değildir. Kutsalın ve lanetin, ödül ve cezanın harmanlandığı eleştirel bir eserdir.

Ölünce her şey biter mi veya sonrasında ölen açısından neler olabilir? Eldeki veriler bu soruları yeterince aydınlatmıyor fakat insan yine bilmediğinin peşine düşmekten geri durmuyor. Ölüm gizemli bir konu ve insan yaşamı sevdiği kadar gizeme de meyilli. İçerik olarak İlahi Komedya gibi fantastik ve ezoterik olmasa da hayata ölen kişinin gözüyle bakan Mezarımdan Yazıyorum ve Ölü Bir Yazarın Anlattıkları adlı iki eser ilk bakışta benzerlik gösteriyor. Açıkçası her iki kitabı eşzamanlı okuma sebebim buradaki benzerlikti. Birçok açıdan farklılık taşıyan iki yazarın konuya nasıl baktığını görmek iyi bir okuma deneyimi olacaktır diye düşünmüştüm. Fakat sonunda birbiriyle hiç benzemeyen iki metinle karşılaştım.

Jaguar Kitap tarafından neşredilen Mezarımdan Yazıyorum’u Brezilyalı yazar Machado de Assis (1839-1908) kaleme almış. İki yüz yetmiş sayfalık eserin çevirisi Ertuğ Altınay’a ait. Eserde ölen kişinin ağzından otobiyografik bir kurgu oluşturulmuş diyebiliriz. Bir anlamla kendisiyle yüzleşen ve geçmiş muhasebesi yapan başkarakterin ölmeden önce yaşadıkları çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. Roman mutlu sonlanmamış bir aşk hikâyesi etrafında şekilleniyor. Brezilya’da geçen hikâye zaman olarak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül ediyor. Bu açıdan metin klasisizm ve romantizm özelliklerini taşıyor. Olay hikâyeciliği yöntemiyle ele alınan eserde dönemin toplumsal anlayışlarını görmek mümkün. Varlıklı, üst sınıftan, eğitimli biri olan başkarakter ve çevresindeki insanlar üzerinden sosyolojik tahlil yapılabilir. Özellikle faal olarak devam köle ticareti, burjuvanın sınıfsal üstünlüğü, çıkar odaklı politik ilişkiler ve toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma dair çok fazla detay bulunuyor. Her ne kadar ölmüş biri anlatsa da dünyaya dönük bir metin olduğundan kurgusu göze batmıyor.

İz Yayınları etiketi taşıyan yüz altmış sayfalık Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nın yazarı Ömer Faruk Dönmez. Eserde ölen bir yazarın hayata dair değerlendirmeleri bulunuyor. İslam dini özelinde yapılan bu değerlendirmelerde (anlatıcıya göre) Müslümanların hataları dillendiriliyor. Ölen kişinin üst perdeden sert ikazlarıyla karşı karşıya kalıyor okuyucu. Baştan sona didaktik bir üslupla yazılan eserde İslam’ın geleneksel anlayışının tasavvufi yorumundan yararlanılmış. Tasavvuf hoşgörü, anlayış ve uyumun yansıması olarak kabul edilir fakat literal yorumlar kadar baskın bir yapıya sahiptir. Esasında son derece katıdır ve çizgileri serttir. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda da bunu açıkça görebiliyoruz. Romanda işlenen konulara baktığımızda yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşanan olaylardan esinlenildiği görülüyor. Çok tanınmayan bir yazar olan başkarakter farklı siyasi ve etnik gruplar arasındaki arbedenin olduğu bir yerde tesadüfen bulunmaktadır. Hiç bir dahli olmayan bir olayda öldürülen ‘yazar’ öteki dünyada kayıtların tutulduğu bölümde görevlendiriyor. Eserde olaydan ziyade durum hikâyeciliği söz konusu. Zira belli belirsiz aktarılan olaylar durumu betimlemeye çalışırken yararlanılan atıflardan ibaret. Kurgu olarak çok başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Özellikle ölen kişiye ahirette ofis işinde görevlendirilmiş hissi veren kısımlar ‘komik’ duruyor. Gülünç anlamında değil, basit anlamında komik. Farklı bir boyut olduğundan şüphe bulunmayan ahireti, dünyadaki hayatı algılama ve yaşama seviyesine indirgeyerek aktarmak basit kalmış. Başkarakterin okuyucuya yaptığı sığ espriler de cabası. Açıkça söylemek gerekirse, bir kurgu metni olmaktan çok deneme-roman arası bir yazın diyebiliriz.

‘Ben’ anlatım tekniği kullanılan her iki metinde de yazarlar ölmüş kişileri yaşıyormuşçasına konuşturuyor. Dolayısıyla hikâyeler monolog şeklinde ilerliyor. İkisinde de evvela anlatıcı kişi (başkarakter) hakkında bilgi veriliyor ve nasıl öldüğü anlatılıyor. Hemen arkasından okuyucunun aklına takıldığı düşünülen ‘ölen birinin nasıl olup da yaşayanların dünyasında kitap yazacağı ve yayınlatacağı’ meselesi açıklanmaya çalışılıyor. İki eser arasında zaten az olan benzerliğe ek olarak okurla konuşmayı da ekleyebiliriz.

Konu ölüm olunca ister istemez dini bir boyut oluşuyor. Yalnız, Mezarımdan Yazıyorum bu konuda oldukça soyutlanmış diyebiliriz. Ölmüş birinin yazmış olması dışında tamamen yaşanılan dünyaya odaklanılmış. Nadiren dinsel motif bulunuyor. Onlar da çok etkili değil. Roman aile ilişkileri, aşk, politika, ekonomik durum gibi konular etrafında oluşturulmuş. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise konu ölüm sonrasıyla bağdaştırılmaya çalışılmış. Bilinmeyenle arasındaki perde kalkan başkarakter ‘hakikati’ bilen bir üslupla yaşayanlara (okura) üstü örtülü ‘ayar çekiyor’. Buradaki bilinmeyen kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’dır. Ölüm ve sonrası konusundaki İslami literatürün genel çerçevesini vahiy çizmiştir diyebiliriz belki ama ne yazık ki içeriği ve Müslüman zihnindeki anlamsal karşılığı açısından aynı rahatlıkta konuşamayız. Dini literatürün vahiy dışındaki bilgi kaynaklarının konuyu mecrasından çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ölüm sonrasıyla ilgili malumatın büyük oranda İsrailiyyat’ın tesiri altında geliştiği su götürmez bir gerçek. Ölüm sonrası gayb ile ilgili meselelerden biridir ve İslam’ın gayb hakkındaki tutumu son derece nettir. Buna rağmen süreç içerisinde muazzam bir literatür oluşmuştur. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları bu açıdan oldukça zengin bir metin. Rivayetlerin yanında bol bol kaynak verilmeyen ‘hadis’ kullanılmış. Bununla yetinmeyen yazar, rivayet ve hadisleri destekleyecek şekilde tevil edilen ayetlere yer vermiş. Başkarakter üzerinden İslami hassasiyet kasan yazarın gaybi bir konuda bu denli ‘pervasız’ hareket etmesi oldukça şaşırtıcı. Ara ara dinin gereklerini yerine getirmeyerek ölen kişilere ahirette nasıl davranıldığını ima ederek adeta aba altından sopa gösteriyor yazar. Başkarakterin paradoksal tutumu eser boyunca devam ediyor.

Mezarımdan Yazıyorum edebi açıdan oldukça doyurucu bir metin. Yazarın nitelikli dilinin yanında alıntı ve atıflarla zenginleştirilmiş bir romanla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sanatsal bir kaygı taşıdığı görülüyor. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda başkarakter mevcut sanat anlayışının Batı tarafından oluşturulduğunu ve İslami olmadığını belirtiyor. Bu ön kabulü reddettiğini ve dolayısıyla yazdığı metinde ‘sanatsal’ bir kaygı taşımadığını söylüyor. Eğer yapılacaksa sanatın sadece didaktik olabileceğini iddia ederek dini deliller getirmeye çalışıyor. Edebiyata özel bir alan açarak dil, yöntem ve üslubun Kur’an temelli oluşturulabileceğini peygamber kıssalarından ve ayetlerden örneklerle açıklamaya çalışıyor. Yazarın çabasının önemli olduğunu ve fakat metnin aşırı reaksiyoner özelliğinin amacı gölgelediğini düşünüyorum. Toptancı yaklaşımlar her ne kadar kısmi rahatlamalar oluştursa da gerçekçi ve esaslı çözümler sunmaktan beridir. Başkaraktere göre Batı’nın her şeyi kötüdür ve atılması gerekir. Çözüm, klasik İslami anlayışın dokunulmamış hâliyle koşulsuz kabulüdür. Bunun için de reformistlere azami dikkat edilmeli ve her şeyin ölçütü olan ‘büyüklerin sözünden’ çıkılmamalıdır. Tarikat ve tasavvuf metinlerinde yer alan ve gizli bir konsey gibi çalışan ‘büyükler’ tabirinin belirsizliği bir yana bu kişilerin kimler tarafından seçildiği, belirlendiği ya da atandığı ayrı bir muamma. Hakikat tekelindeymiş gibi hareket eden bu tavır lokal bir düşünceyi genele dayattığından kapsayıcılık açısından yetersiz kalıyor ve ideal çözümü sunamıyor.

Her iki eseri farklı kılan sadece yazılış amaçları değil şüphesiz. Coğrafya, zaman, din ve kültür farklılığı yaşamı da ölümü de farklı okumaya imkân tanıyor. Kurgusal olarak ‘ölen birinin yazdığı kitap’ olmak dışında ortak noktaları yok. Eşzamanlı okunduğunda aradaki fark çok daha net anlaşılıyor. Ayrıca eserlerdeki sanatsal kaygı ya da ikaz düşüncesi kendini açıkça belli ediyor. Mezarımdan Yazıyorum Batı edebiyatı içinde bir yere otururken, Batı’nın edebiyat anlayışını yeren Ölü Bir Yazarın Anlattıkları için alternatif bir sanat anlayışı öneriyor diyemeyiz. Zaten alt metin ‘ben roman değilim, kutsal bir görevi yerine getiriyorum’ diye bağırıyor. Sonuç olarak iki farklı mezara konuk olan okuyucu, eseri farklı kılan fikirdeki özgünlüğü bulamıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Kasım 2018 Perşembe

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Sedat Simavi Edebiyat Ödülü kazanmış bir Bilge Karasu eseridir Ne Kitapsız Ne Kedisiz. En çok da ayağına sevgi sürtünen bir kedi ile kitap okuyanları çeker kendine. Ve dokunmayı atlayarak çıkılan kulelerde, sisli, puslu, eksik kalınacak bir adam tarafından yazılmıştır.

Yazın, hırka girdiren; kışın, parmaklarını, sayfa çevirmekten aciz bırakan soğuk kramplarla üşüten; eskinin imarethanesi, taş bir kütüphanede tanıştık 16 yaşında Karasu ile.

Klasikler bitince ne okuyacağını bilemeyen bir çocuğun eline geçen küçücük bir kitaptı. Uzunca vaktini aldı. Zorlanıyordu, direniyordu anlamlandırmaya. O yıl, Karasu ve “Tragedyanın Doğuşu” üzerine olan ısrarı, felsefeye düşüp kalacağının erken teşhisi gibiydi.

Böyle bakıştık uzun yıllar, aşk ile. Türkçeyi, “ve” bağlacını kullanmamasına rağmen bu kadar sade, bu kadar kaliteli kullanan on isim bulamazsın. Ya ağdalıdır, Türk toplumunun mevcuduna uzak konuşan bir komediden ses verirler; ya “bozulma” öyle aşındırırmıştır ki dili, tuttuğun yerden sökülmeye başlayan kıvamda can çekişir. Karasu, benim en sevdiğim ölçü de, ortadadır; nam-ı diğer “ifrat-tefrit” düsturunda.

Ve ancak yeterince yukarıdan bakan biri tüm uçları bu kadar net görebilir, keskin köşeleri yumuşatabilir, sağduyulu bir kıvamın lezzetini böylesi keşfedebilirdi.

Kitapta, “roman”ı, “imge” üretiminde birinci sırada gören Karasu; “Nasıl özenmem Virginia Woolf’un haline her yazı ulaşılması güç bir karşı yaka gibi görünür bana,” diyor tam da siz kendisi için aynı şeyleri düşündüğünüz anlarda. Bir anahtar koymak ister gibidir paspasın altına. O evde yokken gidin, mutfağına girin bir çay demleyin, kanasıya için ister gibidir.

Kitap okumayı, benim gibi, çoğunuz, yazarla aranızdaki alışveriş olarak yorumluyorsanız; Ne Kitapsız Ne Kedisiz sona erdiğinde, alışverişinizin, sadece kendinizle olabileceğine inanmış bir hal ile biriktirdiklerinizin değeri üzerine derince bir düşünceye dalabilirsiniz. “Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın “imge” üretme gücü ölçüsünde(…) Okuma yaşantısı diyebileceğimiz bir süreçtir bu.”. Yani bir kitap sana her ne anlatırsa anlatsın, isterse okyanus sızdırsın mürekkep izleri arasından içine, sizdeki çukurun derinliğince doldurabilirsiniz bu hazineden, diye bir kavrama yaşatır.

Çünkü bu adam; “Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?" dediği kitabı yazmıştır.

Ne kitaplı ne kitapsız
İmge üretiminde roman hala ilk sırada
İletişim güçlükleri üzerine yerli yersiz sözler
“Yeni” dediğimiz üzerine
Cinayetin azı çoğu
Bir hayvanla yaşamak
“Dostlarım üzerine” diye söze girişerek

Bilge Karasu adlı birinin 50. yaşı üzerine metin taslağı, başlıkları ile bağımsız görünen ama örgüsü tamamlandığında aynı kazağın kolu, sırtı, önü olduğunu fark ettiğiniz bölümlere ayırmış kitabı.

Ortak bir “dil” ister Karasu. O dili kurabileceğimize inanır. Kedinin “anne” demesi gerekmediği gibi kedi ile o dilin kurulabilmesi için... Ortak ahlak! Kediyi sevmek ya da kuduz olmuş hayvanları topluca fırınlarda canlı kanlı yakarak öldürmemek için insan olmamız yeterlidir çünkü.

Vicdan sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir. Elbette kendi canımızdan değil, başkalarının canından söz ediyoruz burada. Sevgi ise ısmarlama olmaz, yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi.” Aksi halde “günah” olmaması üzerine yazılı metin olmaması her türlü çirkinlik için yeterli olacaktır!

Oysa “mubah” olanın kalbe makbul gelmemesi gerekir!

Mubah olan üzerinden detaylarında kaybettiğimiz şey, bize, binlerce kuduz köpeği, kediyi, fırınlara doldurup insan sağlığı için yaktırırken verilen “vahşet” iznidir. Aynı binlerce köpeği, lezzetli birer parça zehirli et vererek de imha edebilecek olan “merhamet”, “mubah”ın altında kalmıştır.

Çünkü “imge”yi unuttuk; ortak anlam ve doğrular kovalarken, birbirimizin kuyruğunu ısırıyoruz!

Oysa insan, “eşrefi mahlukattır” Karasu’nun karasularında açıldıkça!
Ve “Cinayetleri çoğu zaman kavramlar işlettirir!
Cinayetler hep, “kavramlar” adına savunulur
Halk otobüsünü “cihat” bombalar mesela; soykırımı “milliyet” yapar!

Siz de yorgunsanız bunları anlamak ve anlatmaktan; bir kitap es verin; istemsizce de olsa, kavramların sığlığından “imge”nin değerine yola çıkmış olacaksınız son sayfada.

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, yanlış bir iş,(…) Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com