19 Ocak 2017 Perşembe

Büyük tarihçinin rehberliğinde coğrafî keşifler

Kimileri okur öğrenir, kimileri gezer öğrenir, kimileri de hem okuyup hem gezerek öğrenir... Uzun zamandır cevabı bulunamayan bir sorudur, çok gezenin mi çok okuyanın mı bildiği. Ülkemiz coğrafyasında gezip görülecek yerlerin azalması tefekkür kaybına da sebebiyet verdiğinden, insanları yine okumak kurtaracak gibi görünüyor. Yine de tefekkür için şartları zorlamak, akıntıya karşı koymak gerekiyor. Bunun için hem okuyup hem gezmek biraz lüks gibi görünse de bazı alışkanlıklardan fedakârlık yapılarak bu zevki tatmak mümkün. Hem okuma hem görme zevkini.

İlber Ortaylı, zevk sahibi bir tarihçimiz. Tercihlerini kendi yapmış, sürüyle gezmektense kurtlarla kapışmayı tercih etmiş, genç yaşlarından itibaren dünya işlerini fazla umursamadan yollara düşmüş. Bir küçük bavul, not defteri, gezi rehberleri ve elbette kitaplar. Çoğu zaman bir kitapla gidip yüz kitapla dönmüş. Buradan çıkan ilginç bir netice var: "Muhibban-ı kütüb" insanların nezdinde gezmek, yeni okumalar için bir keşif imkânı sunuyor. İşte, tarihçiliğinin yanına gururla seyyahlığını da yazmamız gereken Ortaylı hoca, 50 yıl boyunca arşınladığı memleketlere dair öz bilgilerle, meyve veren dallardan diğer meyve veren dallara atlayan üslubuyla; okuyucuyu koluna girmeye davet ediyor. 'Hem oku hem gez' diyor, bu dünya kimseye kalmaz.

Kronik Kitap tarafından neşredilen 280 sayfalık İlber Ortaylı Seyahatnamesi, Suriye'den başlıyor. Rotası şöyle: Ürdün, İsrail, İran, Azerbaycan, Rusya, Kırım, Özbekistan, Tuna, Bosna, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Macaristan, Romanya, Eski Avusturya, Yunanistan, İtalya, Roma, Venedik, Malta, İspanya, Portekiz, Litvanya, Estonya, İsveç, Hindistan, Japonya, Singapur. Kitabın son sayfalarında ise "Müzeler Dünyasından" başlığıyla Louvre, British Museum ve Çarların Sarayı Ermitaj Müzesi üzerine yazılar yer alıyor.

İlber Ortaylı kitabını takdim ederken dil, tarih ve coğrafyanın beşeriyetin macerasını kavramak açısından son derece önemli dallar olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor: "Gezilerimiz sırasında bir ülkede asıl dikkat etmemiz ve bilmemiz gereken alan beşeri coğrafya ve tarihidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya bize göre merkezdir. Fakat bu “bize göre”lik, tarihî olayların beşeri maceranın akışına bakarsak, insanın nesnel varlığına ve macerasına da yakındır. Türkiye gibi önemli bir coğrafyayı ve tarih alanını öğrenmek için onun kuzeyindeki Güney Rusya ve Kafkasya, doğusundaki İran ve Hindistan, güneyindeki Suriye, Filistin ve Mezopotamya’nın yanı sıra Balkanları ve Akdeniz ülkelerini anlamak da kaçınılmazdır."

İlber hocanın Suriye üzerine notlarında, günümüze değinen yaklaşımları oldukça önemli. "Asıl önemlisi bizler Türkiye tarihini öğrenirken Suriye-Lübnan- Filistin çizgisini ihmal edemeyiz. Buraları tanımayan, bilmeyen bir gençliğin, bırakınız uzak tarihi, çok yakındaki Türkiye tarihini bile anlayıp kavraması mümkün değildir." diyor hoca. Maalesef günümüzde coğrafi bilgi konusunda büyük sıkıntılar yaşıyoruz, harita bilmiyoruz. Sadece kendimizi merkeze alarak yaptığımız coğrafi yorumlar havada kalıyor, ayakları yere basmıyor. Bu da hem teorik hem de pratik açıdan kavram boşluğu oluşturuyor. Oysa kavramları netleştiremeden, kendimizi açıklamamız da mümkün değil.

"Bizim diplomalılar tarih ve coğrafyada yavan" diyor Ortaylı, İran'ı anlatırken. Onun mukayeseli yaklaşımları, okuma genişliği sağlıyor: "Üst sınıf politikacıların arasında da sözü sohbeti yerinde insan bir hayli fazladır. Arşiv ve kütüphaneler düzgündür; ayrıca teessüfle bildirelim ki İran Hariciye Vezareti arşivlerinin düzeni ve neşriyatı bizim Dışişleri Arşivi ile mukayese kabul etmez. Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir."

Hocanın Tebriz detayı da oldukça mühim: "Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı ve dinlemeyi bilmek şartıyla."

Bizim yakın ve uzak coğrafya olarak tanımladığımız ülkelerle şehirler, hocaya göre bizimle doğrudan irtibatlı yerler. Dolayısıyla bakışımızı netleştirmeli, daha geniş bir perspektifle tarih okumaları yapmaktan çekinmemeliyiz. Diğer ülkeleri yalnız genel kültür icabı değil, kendi tarihimize ve geleceğimize katkı sunması açısından da öğrenmeliyiz. Hiç şüphe yok ki bu öğrenim, bizi daha farklı, daha çok boyutlu düşüncelere götürecek.

Unutmadan, Kronik Kitap tarafından neşredilen İlber Ortaylı Seyahatnamesi'nde, her okuyucuya özel bir kartpostal da var. Bu kartpostallar okuyucu da yeni yerler görme duygusunu harekete geçirecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ocak 2017 Çarşamba

Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler

Sadettin Ökten, sahici bir medeniyet tasavvuru peşinde. Aynı zamanda sahici sorular soruyor. Medeniyet üzerine düşünmenin, bir tasavvur arayışı içinde olmanın soru sormakla başlayacağının farkında. Doğru sorular sormak… Doğru soruların kılavuzluğunda uzun bir yolculuğa çıkmak…

Timaş Yayınları bünyesinde faaliyet gösteren Sufi Kitap tarafından yayınlanan Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitap geleneksel kodların sanat alanındaki şifrelerini çözme gayretini yansıtıyor. Onun gayreti kadim medeniyetimize nostaljik bir bakışla yaklaşmanın ya da bir takım duyguları tatminin çok ötesinde. Artistik söylemler peşinde de değil. Ne idüğü belirsiz bir gelenek tanımı yaparak kendini dokunulmaz kılmak amacı da yok. Sahici bakışların ve gerçek tanımların peşinde. Emek harcıyor, kafa yoruyor. Ökten, bir medeniyetin anlaşılması için o medeniyetin sanat telakkisinin mutlaka anlaşılması gerektiğini söylüyor.

Bilindiği gibi biz Müslümanlar uzun bir dönemdir kendi medeniyet tasavvuruna yabancı bir halde yaşıyoruz. Batı kültür ve medeniyeti, üstünlüğünü ve egemenliğini ilan etmiş durumda. İster istemez Batı dışı toplumlarm da bu medeniyet tasavvurundan etkilenmekte. Kendi medeniyet tasavvurumuzu yaşayamıyoruz ama Ökten’in de ifade ettiği gibi kadim medeniyet tasavvurumuza ait nüveleri iç dünyamızda taşıyoruz. Bu da ister istemez insanı bir ikilemi yaşamanın ağırlığı ile karşı karşıya bırakıyor. İşte tam burada Sadettin Ökten, adı geçen kitabında yaşamakta olduğumuz meseleleri tarif etme ve bu meseleleri aşma gayretini yansıtıyor. Kadim medeniyetimizin sanat telakkisini tahlil etmeye çalışıyor.

Tarihimizle ve medeniyetimizle ilgili birçok araştırma ve çalışmada sanat yönü akim bırakıldı. Burayla ilgili ciddi mesailer harcanmadı. Oysa medeniyet anlayışları sanatıyla kendini ifade eder. Toplumun birer üyesi olan sanatçılar, içinde yer aldıkları medeniyetin kendi varlıklarındaki izlerini sanat vasıtasıyla açığa çıkarırlar. Sanat aynı zamanda toplumların moral dinamiği olarak yaşamın içinde yer alır. Zaman, mekân ve hayat anlamlı bir bütün olarak geleneğin içindeki sanatın yansımalarında kendini gösterir. Sadettin Ökten, Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitabında özelde şiirin üzerinde durarak ve ebru, hat gibi geleneksel sanatlarımızı ele alarak meselelere yaklaşımını dillendiriyor.

Ökten, kitabında Yahya Kemal şiirleri üzerinden medeniyet tasavvuru ile ilgili unsurları belirginleştiriyor. Yahya Kemal’in şiirlerindeki remizlerin ve simgelerin arka planındaki duygusallığa hassasiyetle yaklaşıldığında bir bütünlüğün haber verildiği söyleniyor. Bu remizler eski ve büyük bir yapının yapı taşları ve fikri bütünlüğün vazgeçilmez öğeleri. Yazarın dediği gibi Yahya Kemal şiiri bir medeniyet tasavvuruna gönderme yapıyor. Bu medeniyet bizim özgün, kadim ve şu an eski diye nitelenen medeniyetimiz.

Medeniyet tasavvuru üç şeyi içine alır: Mekân, insan ve zaman. Sadettin Ökten’e göre Yahya Kemal’de mekân “Kendi Gök Kubbemiz”. Bu kubbe vatanımızı örter. Bütün medeniyet değerlerimiz bu kubbe altında yaşanmıştır. Şair bu gök kubbeden hareketle medeniyet değerlerine ulaşır. Medeniyet tasavvurunu hayata geçiren insanımız aynı zamanda yaşanan coğrafyayı vatan haline getirmiştir. Yahya Kemal’e göre biz kendimiz olarak yaşıyorsak ve medeniyetimize sahip çıkıyorsak yaşanan coğrafya vatan ve buranın üzerini örten gök kubbe bizim gök kubbemiz olur. Eğer kendimiz kalarak yaşayamıyorsak bu zamanlarda gök kubbe bizi maddi ve manevi olarak kuşatmaz. Bu aynı zamanda vatandan uzaklaşmak anlamına da gelir.

Yahya Kemal’in gök kubbesi aynı zamanda devleti işaret eder. Bizim eski devletimizi… Devlet dirliğin, düzenin, güven ve refahın sigortasıdır. Ona göre gök kubbeyi temsil eden devlet dört sütun üzerinde yükselir: Hakan, ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıfı… Bunlar onun şiirlerinde yer alır. “Selimname”, “Ali Emiri’ye Gazel”, “Akıncılar”, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Aziz İstanbul” gibi şiirler yukarıdaki perspektifle değerlendirilebilir.

Yahya Kemal’de zaman her daim maziyle beraberdir. Onun şiirlerinde zaman bazen dümdüz bazen de devri daim şeklinde geriye gidişler ve geriden gelişlerden müteşekkildir. Şiirlerinde bazen mazinin uzak ya da yakın derinliklerine yol alır. Maziye gidişte, oradan dönüşte kimi kez mekânlar ön plana çıkar. Mekân hatırlanan ve gönderme yapılan zamanı bütünler, tamamlar.

Yahya Kemal, “İstanbul şairi” olarak tanınır. Sadettin Ökten bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Yahya Kemal belki bir İstanbul’dan bahsetmektedir ancak o İstanbul, şairin yaşadığı çağda kendisine atfedilen İstanbul değildir. Onun resmettiği ve şiirle ifadelendirdiği İstanbul çok başka, çok daha geniş, şümullü ve derin muhtevalı, mücerret bir kavram olarak insanımızı tarihi macerası içinde yorumlayan, bu yorum sırasında zaman ve mekân unsurlarını ustalıkla kullanan bir İstanbul’dur.”

Gelenek Sanat ve Medeniyet, birbirinden değerli denemeleri içinde barındırıyor. “Geleneğin Devamı ve Zenginleşmesi”, “Geleneksel Türk El Sanatları Üzerine Bir Deneme”, “Toplum ve Sanat”, “Geleneğin Sanatı”, “Zevk-i Selim”, “Ebru ve Zaman”, “Geleneğin Neyi Eksik” gibi... Geleneğin bulanıklaştırıldığı, gelenekselliğin entelektüel bir gevezelik malzemesi kılındığı bu günlerde konu hakkında ciddi şeyler okumak için adı geçen kitap iyi bir tercih olacak. Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler sunuyor Sadettin Ökten. Hepsinden önemlisi soru sormanın vazgeçilmezliğine işaret ediyor.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Farklı zihinlerden ve farklı boyutlardan bir döneme bakış

"İttihatçılar vardı hilâl bıyıklıydılar 
Sustasına basılmış birer çakıydılar."
- Attilâ İlhan

"Silindir gibi geçti tarih üzerimizden
Doğru, bir bir kayıtlardan silindik
Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken
Bir yandan bizler tarihi değiştirdik."
- Roni Margulies

Ülkemizde yıllardır değişmeyen bir şey varsa o da İttihat ve Terakki üzerine yazmanın, düşünmenin, eser üretmenin riskli oluşudur. İttihatçılara dair yapılacak müspet bir yorum başınızı fena hâlde derde sokabilir. Bu cesaret gerektiren yolun sonu masonluğa, dinsizliğe ve hainliğe dahi çıkabilir. Tüm bu seviyesizliğin programını oluşturanlar padişahları gönüllerinde birer puta çevirir, bir imparatorluğun sonunun gelmesinden üç beş kişiyi mes'ul tutar yahut bugünkü siyasi, iktisadî ve hatta edebî ne kadar sıkıntımız varsa topyekun İttihatçıların üzerine yıkar.  Elbette günümüzün bol diriliş ruhlu popüler tarihçiliği ve her yerinden hamaset akan nostalji özleminden İttihat ve Terakki ekibi de nasibini alacaktır. Yok olan her şeyimiz "Talat, Cemâl, Enver üçlüsü" ve onların arkadaşlarına mâl edilir. Böylece hepimiz son iki yüz yıldır geçirmekte olduğumuz zihni felçlerin, bilinç sıkıntılarının ve yozlaşmış fikirlerimizin sorumluluğundan da kurtulmuş oluruz. Öyle mi? Öyle değil.

Tek bir tarihi kişi üzerine giden kitapların riski; bir cemiyeti, partiyi yahut devri anlatan kitapların riskiyle kıyaslandığında çok daha düşük kalır. Özellikle İttihat ve Terakki dönemine dair yaptığı titiz araştırmalarla tanınan Hakan Boz bu riski üstlenerek hem üç tarihi kişiliğin önderliğini yaptığı bir cemiyeti, hem yakın siyasi tarihimize damga vurmuş bir partiyi, hem de bir devri "Bayrak Kalpak Revolver: İttihat ve Terakki Cemiyeti" adıyla dosya hâline getirmiş. Son dönemin güzide düşünce dergilerinden İhtimal Dergisi'nin yayınevi ise basmış. 352 sayfalık bu kitapla bir araya gelen yazarlar şöyle: Orhan Koloğlu, H. Raşit Yılmaz, Erol Cihangir, İlyas Kara, Nevzat Artuç, A. Baran Dural, Mustafa Yiğit, Afşin Efkarlıoğlu, M. Emin Elmacı, H. Bahar Aşçı, R. Bülent Şenses, Erol Akcan, Ercan Uyanık, Oğuzhan Yücel, İkbal Vurucu ve Fahri Türk.

Önsözde Hakan Boz, "ideolojik yargıların bir kurbanı olan" İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin esasen Sina Akşin'in ifadesiyle cumhuriyetin fışkırdığı bir kaynak olarak görülmesi gerektiğini de vurgularken aslında bir savunma yapmıyor. Gayet haklı olarak Türk siyasi hayatına nice aktör ve fikir kazandırmış bu dönemin yeniden ama farklı biçimlerde yorumlanmasının Türk sosyal bilimine bir katkı sağlayabileceğini düşünüyor. Hatta önsözde okuduğumuza göre bu dönemin kaynak kitabını yazmış isimlerinden Feroz Ahmad'ın da aslında dosyada yer alacağını fakat yoğunluğu sebebiyle bunun mümkün olmadığını belirtmesi de hem heyecan hem üzüntü verici. Keşke kısmet olsaydı, okuyabilseydik. Lakin Prof. Dr. Feroz Ahmad kitabın arka kapağına düştüğünü notta önemli bir noktaya temas etmiş: "Derin analizlerin yer aldığı bu kitabıni yararlı ve akıcı bir şekilde modern Türkiye'nin temellerini anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum."

II. Abdülhamit'in 32 yıllık saltanatıyla başlayan kitap bir kere okunmayı değil zaman zaman ilgilen konuya dair sakince okunmayı hak ediyor. Bu tip kitapların okuyucu tarafına göre pratik oluşunun sebebi de bu. Öte yandan bir kişi yahut cemiyete, döneme dair okumalar yaparken farklı zihinlerin fikirlerinden yararlanmak için de editoryal kitaplar daha makul oluyor. İzlenen yol elbet bir yere çıkıyor. "Bayrak Kalpak Revolver" yolunu izleyen okuyucular Enver'in Trablusgarp'taki rolünden Bâb-ı Âli'ye sefertasıyla giden bir başbakan olan Talat Paşa'ya; Cemal Paşa değerlendirmelerinden İttihat ve Terakki ideologu olarak Ziya Gökalp'e, cemiyetin Kürtler arasındaki ilişkisinden sosyoekonomik boyutlarıyla kapitülasyonların geldiği noktaya; İttihat ve Terakki'nin millî iktisat düşüncesinden Osmanlı ordusundaki ıslahatların 1883-1918 dönemine yansımalarına; dönemin paramiliter gençlik kuruluşlarından 1908-1918 arası eğitim reformlarına, Yeni Türkiye'deki tarih savaşlarından "Elveda Güzel Vatanım" kitabının eleştirisine dair çok boyutlu bir okuma yapabilecekler.

Netice-i kelam; İttihat ve Terakki döneminin farklı kaynaklardan ve farklı yazarlardan, fikir adamlarından yeni düşünceler ve önerilerle yeniden okunması gerekiyor. Tekrar tekrar yapılacak okumalar bizi daha farklı pencereler vasıtasıyla yeni yollara, yeni pratiklere açabilir. Hakan Boz'un editörlüğünde İhtimal Dergisi Yayınları'nca neşredilen "Bayrak Kalpak Revolver", bu amaçla ortaya çıkmış bir dosya-kitap. Okuyucusunun ve üzerine düşünen beyinlerin bol olmasını temenni ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi: Muhammed Ali

İnsan, annesini, babasını, yerini, yurdunu, teninin rengini, ismini seçemiyor dünyaya gelirken. Kendini seçemiyor, belirleyemiyor. Hayat ne sürprizler hazırlayacak, nerelerde sevindirecek, üzecek, nerelerde teselli edecek bilemiyor. Yaşaya yaşaya, göre göre, anlaya anlaya kendini buluyor. Kendi amaçlarını, hedeflerini, çizgilerini belirliyor. Hayatın ona sundukları karşısında bir mücadelenin içine giriyor. Ya da savruluyor. Cassius Clay, bir siyahî olarak dünyaya gelmiş olmanın kendisine neler getireceğini bilmeden büyümüştü. Teninin renginin diğerlerinden farklı olduğunu anlamaya başladıkça dışlandığını gördü. Onu dışlayanlarla arasındaki fark, yalnızca ten rengi değildi. Cassius Clay, seven bir kalbe sahipti. İnsanları seviyor, sevgiyle bakıyordu. Kendisini ve diğer siyahîleri dışlayanlarla ten farkından daha koyu bir farkla ayrılıyordu, vicdan ve merhamet sahibi olmakla.

Tamer Korkmaz’ın kaleme aldığı Benim Adım Ne kitabı, Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali olarak ismini değiştiren bir boksörün öyküsünü anlatıyor. Dünya ağır sıklet boks şampiyonunun yaşamı, roman tadında okura sunuluyor. Kitap, Muhammed Ali’nin hayatının mottosu hâline gelen o cümleyle açılıyor: “Kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacaksın!”. Tamer Korkmaz, kendisine ait olan bir saatle Muhammed Ali’nin yaşamını ilişkilendirerek giriş yapıyor: “Uzun yıllardır çalışmıyor: Bir ‘Parkinson Hastası’ gibi sessiz!”. Daha bu sayfadan okuru meraklandırmayı başarıyor. Bu biyografik kitabın yazılma fikri, Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’den çıkmış. Korkmaz, Muhammed Ali’nin biyografisini yazmayı kendine vicdanî bir borç olarak nitelendiriyor.

Muhammed Ali, spor ile yaşamın gerçeklerini birleştirmeyi başarmış. Çıktığı her müsabakaya bir görev bilinciyle çıkmış. Ezilenlerin, horlananların hakkını almak, onları savunmak için kötülüğü savar gibi yumruklamış. Başarısını her maç öncesi dua ettiği Allah’tan bilmiş. Her maç öncesi kaçıncı rauntta maçı alacağına dair kehanette bulunan Muhammed Ali’nin rakibine mısralarla sataşacak kadar da şairliği vardır. Zaferle çıktığı bir maçın ardından başarısını soran gazetecilere verdiği şu cevap, onun alicenaplığını gösteriyor: “Bu bir boksörün zaferinden çok topluma karşı kazanılmış manevî bir zaferdir.

İnsan yaptığı işle hemhâl olur, kılığı, kıyafeti, yaşantısı giderek yaptığı işin kisvesine bürünür. Bir dövüş sporcusunun kibar, anlayışlı, sade bir yaşam sürmesi, bencil olmaması ve en önemlisi de sevgi ile anılması dikkate değer bir şeydir. Muhammed Ali, yaşantısında, yumruklarını sevgiye dönüştürmüş, insanları incitmemeye çalışmış. “Ali’ye baktığımda sevgiyi görüyorum. Muhammed Ali, sevgiden ibarettir.

Benim Adım Ne kitabı, bir insan özelinde Batı’nın İslâm’a ne gözle baktığını anlatıyor. Batı’nın İslâm’ı ve Müslümanları hazmedememesinin yeni bir şey olmadığını anlıyoruz. Batı’nın İslâm’ın anlaşılmasındaki en büyük engel olduğunun ayırdına varıyoruz bir kez daha. Hiçbir alanda Müslümanlara tahammülü olmayan Batı, Muhammed Ali’ye de ambargo koymuş, onun şampiyonluğunu gasp etmiş. Gazeteler, Ali’ye hakarette sınır tanımamış. Özgürlükten, sevgiden, saygıdan, barıştan en çok bahseden Batı, Müslümanların başarısı karşısında adeta bir yamyama dönüşüveriyor. Bu tavır evvelden de böyleydi, ne yazık ki bugün de böyle. Değişen, dönüşen, ilerleyen Batı, vahşi tavrını bir türlü değiştiremiyor. Muhammed Ali’nin zaferleri karşısında Batı, âdeta işini gücünü bırakıp dört koldan Ali’ye saldırmış, onu psikolojik olarak çökertmek istemiş. “Boksun mafyanın elinde olması, Siyah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir.

Sorgulayan, merak duyan insan, ömrü boyunca kendini arar, benliğini tanımaya çalışır. Varoluşunun anlamlı bir sebebi olduğunu bilir. Varoluşunu ezecek, çiğneyecek, gasp edecek ne varsa onunla mücadele eder. Var olmanın kendisine verilmiş bir hak ve emanet olduğunu düşünür. Cassius Clay iken Hristiyanlığı terk edip Muhammed Ali ismini alan boksör, kimliğini, kişiliğini, varlığını İslâm’la tanıştıktan sonra bulmuştur. İnsan istediğini seçmekte özgürdür, yeter ki onurunu kaybetmesin. Muhammed Ali, sözleriyle, yaptıklarıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi olmuştur. Irkçılığa karşı başkaldırmış, insanlar arasındaki tek farkın Allah’a olan bağlılıkta olduğunu göstermiştir. Müslüman siyah ya da beyaz değildir. Güzelliği dış görünüşünde değil, içinin dışına yansıdığı yerdedir. Müslüman, kaba, kırıcı, dökücü, zorba değildir. Muhammed Ali, ringe her çıkışında bunu göstermeye çalışmış, ringin dışındaki yaşamında da Beyaz Amerika düzeninin kirli zihniyetiyle mücadele etmiştir. “… öncelikle Siyah Müslüman değil, Müslüman! Müslüman olmasaydım, hayatım çok daha zor olurdu. Entegrasyona zorlanırdım, bir kurşuna kurban gidebilirdim, ölmüş bile olabilirdim!

Benim Adım Ne, Müslüman olmanın insana verdiği değeri anlatıyor. Bir mücadelenin öyküsünü anlatan kitap, günümüzdeki İslâm algısına, Derin Amerika’nın kirli oyunlarına dair de ipuçları veriyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Tutkuyla geçen bir yılı okumak

"Futbol insanları birleştirir. Bu, her yerde böyledir; ama Dortmund'da uç noktada yaşanır. Bu da, bu kitapta harika bir biçimde açığa çıkıyor."
- Sebastian Kehl

Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.

Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.

Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim  olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)

İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."

Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."

Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."

Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."

"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf